Hipnotik santraç


Usuriskaya / Oblast (Usuriya/ Oblast İlçesi



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə4/12
tarix24.10.2017
ölçüsü0,54 Mb.
#12076
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12
Usuriskaya / Oblast (Usuriya/ Oblast İlçesi
Stansiya Lazo Lazo İstasyonu
Poştaviy Yaşik, No: 3 Poştaviy Yaşik, No:3
Ştab Avio Dizivi Karargah Uçak Tümeni)

Eskiden Japon denizinden Alaska’ya kadar Doğu Asya ve Kuzey Amerika’nın ucu Ruslara aitti. Çar Nikola Alaska’yı kumarda Amerikalılara yedirmiş. Eh, Çar’ı devirmek Allah’ın emri olmuş yani, Marks’ın değil.


Alman birlikleri albay Meisel komutasında 1 Temmuz 1942’de Sivastopol’u alırlar. Almanlar burada iki yıl tutunabileceklerdir. Bu iki yıl içinde Hitler generallerine Sivastopol’u ellerinde tutmaları için çok baskı yapacaktır; amaç Kafkasya’ya ulaşmaktır. Hitler Batı Avrupa cephesinde rahatlamadan buraya ağırlık veremeyecektir. Bu durumda Türkiye de savaşa girebilir ve Doğu cephesi dağılabilir. Hitler bu sıkışıklıkta bir de Türklerle savaşmak istememektedir. 1915 yılında Almanya hile ile Osmanlıları kendi tarafında I. Dünya Savaşı’na sokmak için Osmanlı bayrağı çekmiş Goblen ve Brestav adlı zırhlı gemileriyle Sivastopol’u vurmuştu; şimdi de gene aynı yerde Türkleri savaşa sokmamanın hesaplarını yapmaktadır.
Albay Meisel’in birlikleri kenti ele geçirdikten sonra hemen durmadan limanlara da yönelirler. Önce kent limanı olan Kuzey Koyu’nu, sonra Kamışlı Limanı’nı ele geçirirler. Nimetullah’ın içinde olduğu kol, tünelden aşağıya, son liman olan Xersanes Limanı’na iner. Bu limandan ötede gidecek başka bir yer yok, ötesi deniz. Sonunda limanın dibindeki yalıyarın altına kadar inerler. Yalıyar ile deniz arasında sıkışmış binlerce asker! Tam bu arada Tanrısal bir mucize geçekleşir ve limanda on iki tane Rus gemisi belirir. Askerler üzerlerinde Rus üniforması, uğrunda savaştıkları, tüm varlıklarını, yaşamlarını, duygularını koydukları, ideallerini, ümitlerini bağlayarak kendilerini adadıkları ideolojilerinin ordusuna ait, işte komünizmin mucizesi on iki gemi birden ortaya çıkmış, onlara, yaşadıkları tüm acıları unutturacak, minnettarlıkla onları alıp kurtaracaktır! Değil mi?
Yalan! Yalan! Yalan! Her söz yalan! Bütün ideolojiler yalan, her kurum sahte, bütün kurumsallaştırılmış kuramlar, bütün büyük yaşam öğretileri, ünlü öte - beri dünya görüşleri yalan; her doğru, güç istenci için bir bahane! Hakikat, sözlerin gerisinde gizlidir. Lao Çe’nın dediği gibi “adsızdır göğün ve yerin başlangıcı” veya Marks’ın düşündü gibi ideoloji “zehirdir!” Summum jus summa injurai. (Ne kadar yasa, o kadar yanlış.) Elbet bunlar insanın kaderi değil, insan zorunluluklara mahkum değildir. Bir üst mantıksal düzleme dayanarak insanlık somutlaştırılabilir, bu hatalar ortadan kalkabilir ve insanlık adım adım özgürleşebilir.
Kendi gemileri orada onları ölmeye terk eder. Üstelik gemiye ulaşanları güverteden vururlar ve gemiler gider. Bunun akıllıca bir açıklaması yoktur. Bunların dinleri zehirdir! Stalin kan içmektedir. Sivastopol Cephesindeki ordu Almanlara yenilmiştir. Yenilenler ölmelidir. Savaşa başlarken “ölmek var dönmek yok” diye yemin etmişler. Bundan böyle sağ kalanları öldürmek de ordunun ve KGB’nin görevidir. Yarım asır boyunca Nimetullah nereye gitse kendini KGB’den gizlemek zorunda kalacaktır, sadece ordu yenildiği için. Nimetullah hayatta kaldığı için suçludur!

XV. Sivastopol Esir Kampı

2 Temmuz 1942 gecesi Alman tankları yalıyarın tepesinden baş gösterirler. Yukarıdan Rusça anonslar yapılmaya başlanır: “Savaş bitiyor arkadaşlar, gelin bize katılın, zaferimize ortak olun.” Denizde savaş çöpleri ve cesetler yüzmektedir. Kimse bu anonslara inanmaz. Herkes babasının ölüme terk etti çocuklar gibi küskün yıkılmış, olduğu yere kalmıştır. Nimetullah yaşam serüvenine devam edecek yollar aramaktadır. Sonunda soyunur denize atlar, başlar yüzmeye. Deniz onun için bir engel değildir, yürüdüğü gibi yüzer de. Alman makinelisi onu fark etmekte gecikmez. Önünü ve arkasını tarayarak geri dönmesini bildirir. Zorunlu olarak geri yüzer. Su üstündeki cesetlerden kendi boyunda bir denizcinin pantolonunu çıkartır, giyer. Esir alınan arkadaşlarının arasına katılır.


Alman bilimselliğiyle hemen Sovyet esirler sınıflandırılmakta ve gruplar oluşturulmaktadır. Nimetullah’ın grubunda ise çeşitli insanlar, bir kadın bile vardır. Artık ölüm zamanının geldiğini düşünen grup birbirine yakınlaşır.
“Ölmeden önce ölmeyelim arkadaşlar, şimdi sırası değil.”

“Haydi içelim.”

“Kim de ne yiyecek içecek varsa çıkarsın, eğlenelim”
Sabaha öleceksin, şöyle iki rekat namaz kıl, meditasyon yap veya dua et, kork, ağla falan. Yok! İç ceplerden cephaneler çıkmaya başlar. Bir şişe şampanya, şişelerce votka, açılmış, açılmamış şaraplar, konserve yemekler. Ellerindeki az ama şaşırtıcı derecede zengin malzemelerle “son yemek” sahnesini oynarlar. En azından içkiler sarhoş olmalarına yetmiştir. Onlar gece vakti ölüm sessizliğini aldırmazcasına şarkılarıyla boza dursunlar, Almanlar anlayamayacakları bu kültürün insanlarına şaşkınlıkla bakmaktadırlar. Nimetullah daha iki sene önce Hazar Gölü kıyısında kibar bir beyefendi olarak içkisini yudumluyordu. Şimdi ise bir ölüye ait olan ve yarın kendini de aynı yere uğurlayacak uğursuz bir pantolonun içinde yarı çıplak, sefil bir halde son içkisini zıkkımlanmaktadır.
Sabah her grup işlevine göre sevk edilirken yoldan geçen cipten rütbeli bir Alman subayı bu grubun önünde cipi durdurur ve seslenir “hey Nimetullah sen ne arıyorsun bu grubun içinde?” Keşif kolundan koruması altına aldığı Sait. Bu, cephede üçüncü bir araya gelişleri. Cephede onu kendisi çavuş yapmıştı, şimdi Alman ordusunda yüzbaşı olmuş. Bu grup hemen öldürülecekler grubuymuş, denizci pantolonu giydiği için onu denizci sanıp bu gruba almışlar. Denizcileri öldürüyorlar çünkü Rus denizci piyadeleri Almanlara ciddi kayıplar verdirmişler. Sait:
“Alman ordusunda kadrolar doldu, yoksa seni doktor olarak hemen kurtarırdım. Fakat şimdi seni kent içindeki hapishaneye bırakabilirim ancak. Böylece ölümden kurtulursun.”
İşte gerçek mucize budur: Yardım etmek için “ahlaksal bir yükümlülük duymak!” Sait olmasaydı Nimetullah’ın serüveni kısa sürecekti.


XVI. Bahçesaray Esir Kampında Yahudi Katliamı

Esaret yılları başlamıştır. Nimetullah ulus ülküsünün en akıldışı insanlık düşmanı biçimlerini esir kamplarında görür. Sonra bir sabah Almanlar sınıflandırmadan hayatta kalan esirlerin hepsini bir araya toplar ve sırtlarına fırça ile gelişigüzel “KG” (Krinkski Van Gele/ Savaş Esiri) yazarak yola çıkartırlar. Kırım’da Sivastopol’dan, Bahçesaray eğitim kampına 40 km yaya yürütürler. Yolda Nimetullah çekik gözlü, Tatar olan rütbesiz bir Alman askerine işaret eder ve yanına çağırır. Parmağındaki altın yüzüğe karşılık kendisine yiyecekler getirmesini ister. Tatar, taze Alman askeri teklifi kabul eder ve yüzüğü alır. Bahçesaray’a varırlar. Rus subayları Katerina Hapishanesi’ne, askerleri çadırlara yerleştirirler. Günler geçer, yemek gelmez. Sonunda bir gün Nimetullah Tatar’ı görür ve sıkıştırır:


“Hani bana yiyecek getirecektin, şerefsiz, yüzüğümü geri ver!”

“Anasını sattığımın köpeği, ben senden yüzük falan almadım. Seni yalancı. Pis komünist!”


Nimetullah annesine küfür edildiğini duyunca kendini kaybeder ve etraftaki Alman subayların ortasında, askeri tutar, bir anda morartana kadar döver. Nimetullah’ı askerin üzerinden zor alırlar. İki kolundan tutarlar ve bu sefer asker vurmaya başlar. Nimetullah kendini tutanlardan destek alıp havalanır ve iki ayağıyla askerin suratını bir tekmede dağıtır. Artık ölüm emri imzalanmıştır, Nimetullah’ı zindana atarlar. Zindanda yalnızca tuzlu balık verirler. Su yok! Zindan da başları da vardır. Hepside bodrumda, demir mazgalların altında kurşuna dizilmek için sıralarını beklemektedir, babam da. Almanlar bazen mazgalları bile açmadan benzin dökerek esirleri yakarlar. Alman kebap!
Nimetullah Katerina Hapishanesinde bir ara Alman üniforması içinde tanıdık bir yüze rastlamıştır. Bu subay Sivastopol’da beraber savaşırken kendine övgülerle ödül verdiren Rus subayının ta kendisidir. Nimetullah kendisine haber gönderir, subay gelir. Aslen Almandır. Eğitim yıllarından Rus ordusuna sokulmuş bir Gestopodur. Alman ajanıdır. Nimetullah’ı zindandan çıkartır ve diğer esirlerin arasına katar. Nimetullah gene kurtulmuştur.
Bu subay, Rus ordusunda görevini kusursuz yerine getiren, iyi bir subaydı. Fakat bir Alman ajanı olarak Almanlara karşı savaşmıştı. Üstelik cephede kahraman Sovyet subaylarına ödül vermeyi bile eksik etmeden. Neden o ödülü verdirmişti? Asıl, bu sefer, neden Nimetullah’ı Azrail’den kaçırmıştı? Hiçbir mecburiyeti yoktu. Nasıl bir ahlaksal yükümlülük duymuştu? İşte bu davranış biraz bilgelik, tarihsel bir görüş gerektirir. Tarihteki toplumsal konumlarını pek bireyler seçmez. Özgür olarak seçtiklerini sansalar da doğal, toplumsal belirlenimlerle kendilerini çeşitli konumlar içinde bulurlar. Fakat toplumsal konumlar içinde oynadıkları rollerde bireyler daha özgürdür. Konum ve rol arasındaki boşluğun bilincinde olanlar bu daracık özgürlük aralığını kendi bilgelikleri ölçüsünde kullanır, beklenmedik, tarih üstü, akıldışı kararlar alabilirler, tarihin belirleyiciliğine karşı kendileri olma olanağını öz-idealleri, değerleri, iyilik veya kötülük doğrultusunda kullanabilirler. İnsanlık onurunun ölçüsü olabilir bu aralıktaki özgürlük seviyesi.
Alman subayın bilincindeki, Nimetullah’ı kurtaran konum-rol arasındaki açıklık aynı kampta süren Yahudi katliamında biraz daha kapalıdır. Ya subay Yahudilik konusunda bilincinde özgür bir aralık açamamıştır ya da konumunun dışına çıkamayacak kadar sıkı denetim altındadır, özgürlük aralığı yoktur. Büyük bir olasılıkla baskın Alman kültürünün Kantçı, geleneksel yücelikler düşüncesi tarafından seçimleri sıkıca belirlenmiştir, kendisinin eyleminin anlamını görme ve seçme olanağı yoktur veya buna rağmen inançlarını ve ödevlerini sorgulayabilmiş, anlamış ve bilerek, isteyerek, özgürce özgür düşünme olanağını engellemiş, yaygın olarak sürüp giden eyleme katılmıştır. Fakat bu ikincisi bir çelişkidir. Bilinç özgürce özgürlüğünü kısıtlayamaz. Çünkü bilincin temel eğilimi özgürleşmektir. Özgürlük varoluş, hayat; zorunluluk ise yok oluş, ölüm demek. Bir canlı ölümü seçmez, seçerse bir zorunluluk altında seçer. Yani bu subayın bilinci bir Rus subayına karşı daha özgür, daha koşullanmamış düşünürken bir Yahudi’ye karşı daha koşullandırılmış olarak düşünmektedir.
Bilgelik bir anlamda körlüktür de. İnsanların çok bilgili ve bilinçli olarak seçim yaptıklarını iddia edebilme gücü onları daha özgür yapmaz. Özgürlüğe duyulan inanç özgürleştirmez. Aksine cesaretle zorunluluklarının, belirleyicilerinin bilincine varmaya çabalamak özgürleştirir. Toplumsal, kültürel, dinsel belirleyicilerine odaklaşma bir özgürlük arayışıdır ve kendi kültürel köklerini bir insan ne kadar derinden tanırsa o kadar özgürleşme, kendileşme olanağı elde eder. Ben’in başkası karşısında kendileşebilmesi ancak başkasını tanıyabilme olanağına bağlıdır. Bu iş ise ciddi bir bilgelik, incelik, empati yeteneği gerektirir. Örneğin belki Alman ırkçılığının bir diyalektik karşıtı zengin Yahudi sınıf olduğu kadar bu bağlamda Museviliğin ırka özgü olması inancı da olabilir. Fakat en kültürlü Nazi’den bile bu diyalektiği çözmesini bekleyemeyiz.
Bu Alman subayı kendisinin iyilik eğiliminde olduğunu düşünen birisi olabilir ama bilge birisi değildir ve güncel Alman kültürünün koşullandırmasından kendini kurtaramamıştır. Doğal hukuk çerçevesinde bir evrensel insan haklarının olduğunu söylesek de bu subayın evrensel insan hakları düşüncesine varmasını bekleyemeyiz. Bekleyemeyiz çünkü birincisi, Avrupalı insan yarı doğulu Eski Greklerden beri doğal insandan çıkalı binlerce yıl olmuştur. O artık kültürel bir insandır. Bekleyemeyiz çünkü ikincisi, bir yasanın evrenselliği onu doğal yasa yapmaya yetmez. Yasalar doğada bulunduğu için değil, yaygın olarak kabul ettirildikleri için evrenselleşir, evrenselleştirilirler, doğallaştırılırlar. İnsan hakları da kültürel bir üründür ve pekiştirilerek evrenselleştirilebilir. Bu çaba doğrultusunda B.M. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin ortaya çıkması da zaten II. Dünya Savaşının olumsuz sonuçlarından sonraya rastlar.
Rus ordusunun yüksek rütbeli gözde bir subayının Alman ordusuna ciddi kayıplar verdirdiğini, aslında bir Alman Gestapo olduğunu, Alman ordusuna geçince de Rus ordusuna karşı aynı ciddiyetle savaştığını, bu arada yaşanan tekil durumlara insanca bir şefkatle tepki verdiğini düşündüğümüzde, konumu gereği Yahudi katliamına istemese de bir yerlerinden karışmış olmasına karşın, kendisi olarak davranma olanağı bulduğu her fırsatta bu acıyı dindirecek yönde seçimler yaptığını düşünmemizin de iyimserlikten öte bir nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Evet biliyorum çok çelişkili görünüyor. Yahudi katliamına pasif katılan, masum bir Alman subay. Fakat biz burada tarih üstü bir masumluktan söz ediyoruz. Alman subay tarihin bir cilvesi olarak Alman doğmuş, Nazi kültüründe yetişmiştir ve katliamın içindedir. Elbette gene tarihin cilvesi işlemeli ve kendi tarihsel gerçekliği içinde kalarak mahkemelerde yargılanıp cezası infaz edilmelidir. Bu olguya rağmen tarih karşısında kutlu göksel yargıçların veya boyumuzu aşan bir işe soyunan biz tarih yargıçlarının karşısında, ikinci dereceden mantıksal düzlemde konuşulduğunda bu subayı, esirlere ve Yahudilere, ruhlarının en gizli kalmış köşelerine kadar kinle titreyen acımasız diğer Almanlardan ayırmak bir zorunluluktur. Evet, bu adam vicdanlı bir katildir.
Almanca üzerinden, Hegel – Marx çizgisinden tarihsel gerçekçi bir gelenek içinde veya karşısında düşünüldüğünde, tarih karşısında bireylerin özgür olmadığı, ahlak ilkelerine göre değil, toplumsal olgulara göre davranmak gerektiği, aksi düşüncelerin romantik ve metafizik olduğu düşünülür. Böyle düşünenler için bu inanç artık o insanların kötülük yapabilme olanağını sağlar. Her kötülüğün bahanesi olacak gerçek bir nedeni vardır ve bu nedenlere sığınmak pragmatizme yol açar. İşte komünist praksis felsefesi ile kapitalist pragmatizmin ortak etik çürüme zemini. Vicdanları sızlaya sızlaya, “yapılması gerekeni yapmak zorundayım” diye düşünerek kötülük yaparlar. Bu dinin müminleri Sovyet ordusunda bir Alman ajanı da alabilir, bölüm başkanı sahte felsefeci bir istihbarat ajanı da olabilir
Dinlerin aksine, ideolojiler siyasaldır, tepeden gelirler ve hiçbir zaman bir toplumun yaygın kültürüyle, kolektif bilinciyle özdeşleşemez, örtüşemezler. Bu konuda çiftçi Hüseyin babanın, siyasal ideolojilerin köylüleri etkileme yarışlarıyla alay edişlerini hatırlarım hep. İdeolojiler toplumun yamalı bohçasıdır. Geçici olarak toplulukları sarar. Her bilinç öğesi olan birey de kolektif bilinç ile kendisi arasında dar veya geniş bir özgürlük aralığına sahiptir. Her insan, kendini içinde bulduğu bu aralığı sürekli genişletme, özgürleştirme çabası içindedir. Aydınlatabildiği kadarıyla kendini bilinç arenasında görebilen her “ben”, geleceğe ilişkin “karşıt olgusal koşullar” arasındaki olasılıkları diyalektik el yordamıyla çözerek yol bulmaya çalışır. İşte bu aralıkta kendini gösteren şey, sorumlu özgür istençtir. Bilinç arenası dar olabilir, geniş olabilir fakat her zaman vardır. Korku ve cesaret arasında varoluşsal bir kaygı içinde yaşar bilinç. Cesareti ağır bastıkça etik değeri artan özgür bir insan olur kişi.
Alman subay akılcı bir kültürden gelmektedir ve doğaya olduğu kadar tarihe karşı da akılcı bir mesafeden bakmaktadırlar. Ne yazık ki, bilimin nesnelleştirici bakışı doğadan tarihe ve topluma, insana çevrildiğinde modern insan kendini de nesneleştirdiğini fark edemedi. Ve bu Alman subayda ister ölü balıkgözleriyle, ister kanlı gözyaşları dökerek olsun, tarihsel gerçekçi bakışlarıyla, mekanik fiziğin akılcı zorunlulukları içine kendini hapsettiğini göremedi. Oysa tek tek insanlar genel tarihsel gerçekliğin içinden geçerken, canlı, biyolojik bir evrende sayısız gerçek seçeneklerle karşı karşıyadırlar, otantikliklerini kaybetmemiş, cesur ve akıl dışı özgür ruhlar bu seçenekler içinde daha geniş bir arenada yaşarlar.
Bu anlamda Orta Asya’nın kent kültüründen gelen Dağıstanlı doktor Nimetullah, bir Sovyet esiri olarak, Alman esir kampında; sırtındaki “KG” yazısı açlıktan, yorgunluktan, pislikten, hastalıktan ve moral çöküntüsünden ölme tehlikesine karşın, her tür olanağa sahip olan o esir kampının bir komutanından daha özgür, daha cesurdur ve tek sahnelik tarih karşısında sanki ayrı ayrı iki sahne varmış gibi, bir ara oyuncu bir ara seyircinin oynandığı bilgelik oyununun içine girmeyerek insanlık onurunu eksiksiz taşımıştır; Nimetullah, pek çok Sovyet esirinin yaptığı gibi, kolay yolu seçmemiş, ölmesi pahasına, inanmadığı bir ülküye hizmet etmeyi ve “katiller” ile aynı safta olmayı reddetmiştir. Modernizmin incelttiği kibar Alman subayının templum’ının specula’sından contemplari ile tarihe karşı taşıdığı spekülatif tarihselci bilgelik aydın modern Avrupalının uygarlığını temsil ederken, dosdoğru olmanın ilkel basitliği içinde olgunlaşmayı yani otantikliği erkeklik erdemi sayan Dağıstanlı Nimetullah’ın kırılmaz kuram-eylem bütünlüğü güya doğulu ilkelliği temsil etmektedir. Şu tek dişi kalmış medeniyet canavarının “uygar” olduğuna inanmak da ancak Avrupalının eski evrimci kültürel antropoloji kuramıyla mastürbasyon yapmasından başka bir şey değil. Kartezyen çerçevenin taşıdığı skolastik düalizmden kendilerini kurtaramadıkça tarihe karşı suç işlemeye de devam edecekler.
Hıristiyan üçlemeye veya düalizme (ikiciliğe) karşın, tarih boyunca çevresindeki kültürleri monizmle (tekçilikle) etkileyen Museviliğin de elbette gene otantik bir tarih anlayışı vardır. Hıristiyan Avrupa uygarlığı karşısında Yahudiler tarih içinde Osmanlılar tarafından korunduğu gibi, günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti tarafından desteklenmektedir. Tarihin bir cilvesi II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerle Türkleri Kırım’da aynı kadere mahkum etmiştir. Şu anki Türk hükümetinin resmi ideolojisinde Türklüğü Sünnilikle özdeşleştiren bir dogmatizm olmasına karşın tarihsel gerçekler gene yüzümüze çarpılmaktadır. Türkler içinde hâlâ Şamanizm’den vazgeçmeyenler olduğu gibi hem - Gagauz veya Gökoğuzlar gibi – Hıristiyanlığı seçen Türkler hem de- biri Krimçaklar olmak üzere iki Hazar Türklerinden biri olan Karaimler gibi- Şamanizm’den Museviliğe geçen Türkler de vardır. Yahudi kökenli olmayan tek Yahudiler bunlardır. Hatta tarihte, İsrail’den önce ilk Yahudi devletini kuranlar yine bu Yahudi Türkleridir. Demek ki alıştırıldığımızın tersine Türklük ile Yahudilik arasında da bir karşıtlık olmadığı gibi Nazi katliamına uğrayanlar sadece Alman Yahudileri değil, aynı zamanda Türk Yahudileridir de.
Nazilerin Yahudi katliamı esir kamplarının dışında yapılmıştır. Yine de esir kamplarından bu katliam izlenilmektedir. En azından esir Sovyet askerleri içinde Yahudi olanları vardır. Sünnetli diye Yahudi sanarak çok Müslüman da soykırıma uğradı. Peki, nasıl tanıyacaklar Yahudileri? Bir Yahudi’nin kanına girerek! Bahçesaray esir kampında bir Yahudi berber diğer Yahudilerin adını vermektedir. Nimetullah da bu işe şaşar ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Sen Yahudi değil misin, neden dindaşlarının adını veriyorsun?”

“Ama ben Almanca biliyorum.”

“Seni aptal, kampta kesecek Yahudi kalmadığında sıranın sana geleceğini düşünemiyor musun?”

“Beni kolluyorlar, ben onlardan sayılırım.”


Psikolojik baskı altında zayıf veya depresif kişilikler kolayca çöker ve onlara her şey yaptırılır. Orada bir Yahudi kendini satmış. Şimdi burada küresel piyasa ekonomisinin ezip geçmediği kültür kalmadığı gibi, iş, siyaset, kültür, basın dünyasında satın alınamayacak kimse de kalmadı neredeyse. Peki neresinden yakalanıyor bu zavallılar? Aşağılık komplekslerinden! Yahudi berberin “ama ben Almanca biliyorum” demesi gibi kendilerini ötekilerden ayrı ve özel sananlar kariyer, güç, para, sağlık, yaşam güvencesi karşısında kendilerinin tarih içinde adam olduklarına, yükseldiklerine, onlardan(!) olduklarına ve her zaman böyle olacağına inanırlar. “Peki, sonra o berber Yahudi’ye ne oldu” diye sordum babama, o da,
“Her adını verdiği Yahudi karşılığında kendisine sigara, yemek verildi, iyi beslendi ve bakıldı. Yahudiler bitince gerçekten kendisini döve döve götürüp öldürdüler” dedi.
Halkın içinde toplanan Kırımlı Yahudiler esir kampına getirilmiyordu ama onları taşımak ve gömülecekleri çukurları kazmak için esirler kullanılıyordu. Esirlerden Tatar Kadri’de Yahudileri taşıyan kamyonlardan birinin şoförüydü. Fakat tek görevi bu değildi. İtiraz etse yerinin şoför koltuğu değil arka kasa olacağını çok iyi biliyordu. Hiç ölüm anı dramı yaşamamak, fazladan iş çıkarmamak, fazladan mermi harcamamak ve ekonomik olmak için Yahudileri kilitledikleri arka kapalı kasaya, kamyonun egzoz çıkışını vermek ve onları daha yolda öldürmekti görevi. Zaten Tatar Kadri’nin ruhsal direnci çoktan çökmüş, boşluğa bakan gözleriyle ne yaptığını düşünmeden ve yadırgamadan bir robot gibi görevini yapmaktaydı. Çukurun başına gelince de arkadan yanaşıyor ve hidrolikle kamyon kasasını havaya dikip cesetlere el değmeden toplu halde mezar çukuruna döküyordu. Yahudi soykırımı tarihsel bir yükümlülüktü ve tek tek dramlarla uğraşacak halleri yoktu Nazilerin. Onlar tarihte yoktular ve olmayan Yahudilerin yok edilmesi de bir iş gibi olmamalıydı, olması gerektiği halde olmamış olan işin gecikmiş, artık bir işin tamamlanmasına eşdeğer bir görevdi bu.
Esirlere ve Yahudilere yapılan işlemlerin acımasızlığını her anlatışında babamın sesi zorlanmaktaydı. Sadece tarihin acısının babamda bıraktığı acımasız yükü kısmen algılıyor ve ben de bu acıyı yüklendikçe yazmakta zorlanıyordum. Şu anda da öyle. Ben sadece yazıyorum, siz de sadece okuyorsunuz. Empati kurmanın da bir yararı yok, orada yaşananları sadece yaşayanlar bilir. Ve ben gene, bütün anlama çabama rağmen babamın karşısında çaresizleşiyorum.
“Toplu mezar kazmaya götürülen kırk kişilik esirler grubu içinde bazen ben de olurdum. Beş metreye yirmi metre gibi büyüklüklerde, insan boyundan derin çukurlar kazardık. Yirmi kişi yüz kişi arasında, gruplar halinde Yahudi kadın, erkek, çocuklar getirilir, kurşuna dizilirlerdi, vurulan çukura düşer, düşmeyenleri de sonra tekme ile çukura atarlardı. Acımasız katiller”
Almanlar soykırımın nasıl yapılacağı üzerine bilimsel bir kusursuzluğa ulaşmışlardı. Toplanan Yahudilere, kendilerine ne yapılacağını ipucu verilmiyor ve sanki bir yere nakledileceklermiş gibi davranılıyordu. Onlar da zorluk çıkarmadan, belki bir insanlık görecekleri umuduyla, kendiliklerinden itaat ederek kamyonlarla infaz noktasına kadar geliyorlardı. O andan itibaren işin içinde hiçbir insanlık olmadığını, ölmek üzere olduklarını anlıyorlardı. Kendilerinde tamamen soyunmaları isteniyor ve onlar bu komuta da boyun eğiyorlardı. İki taraf da ırksal bilinç içinde can devir teslimi töreni yapıyordu. Alman subay yüksek Alman ırkını temsilen, soğukkanlı bir emirle soyunmalarını söylüyor, onlar da Yahudi ırkını temsilen kaderlerine boyun eğiyor, tarihsel, ırksal yükümlülüklerini yerine getirmenin ağırlığı içinde soyunuyor ve birer et olarak cesetlerinin çukura düşürülmesini bekliyorlardı. Sonunda Almanlar elbiseleri esirlere kontrol ettirip değerli olan eşyalarını alıyor, elbiseleri de yakıyor ve hiçbir iz bırakmıyorlardı. Bazen kurşuna dizilme pahasına esirler, buldukları bir iki parça değerli eşyayı gizliyor, Almanlara vermiyorlardı.
İp, giyotin, çekiç gibi idam infaz türlerinin hepsinde romantik bir yan var, kurşuna dizilmek ise idam edilen kişiyle değil, sadece sonucun kesinliğiyle ilgili, buz gibi, tüm varoluşun damarlarını donduran bir idam şeklidir. Bir saniye önce tüm yetileri ve düşünsel karmaşası içinde tarihsel bir değer olarak var olan bir insan iken, bir saniye sonra yokluğa, hiçliğe karanlığa karışmasına bile fırsat vermeyecek kadar kurbanının varoluşunu değersizleştiren bir yöntem.

Hepimizin başına gelecek ölümün en acısı bile her halde ölümüne bile değer verilmeden, nedenini anlamadan, insanlık onurun aşağılanarak öldürülmek olmalıdır. Seni, sende olan bir nitelikten dolayı, sana ait olmayan başka bir niteliğe sahip olmakla suçlarlar, sen de asla ölmene değil ama gerçekliğinin tanınmamışlığına yanarak, var olduğun kabul edilmeden yok edilmene içerleyerek gidersin. Adalet duygun, doğruluk inancın sarsılmış, en arkadaki görülmeyen şeytani güçlerin neden zafer kazandığını anlamadan, kandırılmışlık duygusuyla şaşkın gidersin.


Bu bir insanlık, kültür sorunudur. Örneğin I. Dünya Savaşında Çanakkale’de ölen Hintli ve Avustralyalı askerlerin cesetleri başında acı çeken albay Mustafa Kemal’in yaklaşık olarak “nedenini bilmediğiniz ve sorumlu olmadığınız bir savaşta, ilginiz olmayan hiç tanımadığınız topraklarda canlarını veren zavallı çocuklar, sizler bizim vatan topraklarımıza canlarınızı teslim ettiniz ve artık bizim evlatlarımız sayılırsınız” diyen sözleri, modern ideolojiler ve teknolojilerin kişiliksizleştirdiği tarihteki kayıp canlara yeniden hayat, anlam, değer, varlık kazandıran eski toprakların derin vicdanlarını dile getirmektedir. İşte uygarlık ölçütü teknoloji değil incelmiş bir erdem ve insanlık anlayışı, tarihsel vicdanın ağlayan gözyaşları olmalıdır.
Bir defasında toplu mezar çukurlarını kazmış olan Nimetullah ve diğer esirler ruhen ve bedenen çökmüş bir halde kenarda beklemektedirler. Yahudi esirler yüz kişilik bir grup halinde getirilirler. Alman subay ağzından tükürükler saçarak emreder:
“Verflüchte schweine, hunde! Schnel zien euch aus!” (şeytan dölü domuzlar, köpekler! Çabuk soyunun!)
İçlerinde bir kadın vardır, kucağında bebeği subaya yalvarır “ne olur bebeğimi bırakın, o Yahudi olduğunu bilmiyor.” Hiç olmazsa bebekleri katletmeyecek kadar insanlıkları olsa gerek diye düşünür. Oysa şimdiye kadar, başkasıyla ilişkisi “insanlık görme” umuduna kadar düşüp de sonunda insanlık gören hiç oldu mu içinizde? Tarihsel bilince bürünmüş akıllılar görevlerini en korkunç soğukkanlılıkla yaparlar, gerçeklere ve yapmak zorunda olduklarına inanarak. Yeni doğum yapmış ve memeleri süt dolu, bebek kokan kadıncağız soyunur ve minnettarlık duygularıyla usulca diğerlerinin yanına geçer. Subayın komutu, bir makineli tüfek tarayışı, iki saniyede yüz kişi taranmış cansız et yığınları halinde çukura düşer. Ardından Alman subay ağlamakta olan bebeği ayaklarından tutar, silkeleyerek başını kayada parçalar ve çukura atar.
İşte bu olay, Nazizmin özüne derinlemesine inmiş bir SS subayının soykırım yorumudur. Birincisi, katliam bilimsel bir sanattır ve kaba güçle, kavga dövüş insanları öldürmek vahşicedir. Mekanik komutlarla zorunlu ve kaçınılmaz iş yapılır. Bu işin yolu kurbanının başını usulca sunağa koymasını sağlayacak keskinlikten geçer. İkincisi, Nazi ideolojisinde Yahudi soykırımı vardır, anneye evlat acısı çektirmek değil. Bu subay sinsi bir düşünce ile anneye bebeğinin ölümünün acısını yaşatmaz. Zeki(!) insanlar sineğin yağını çıkarırcasına her iyi niyetli insanın son ümit kırıntılarını bile atlamadan tüketesiye kadar sömürür, karşısındakinin insanlığıyla sonuna kadar alay ederler. Üçüncüsü, bir Yahudi bebeğine bir Alman kurşunu harcamaya değmez. Bir merminin bile ulusal bir değeri vardır. Dördüncüsü, bebeği öldürdükten sonra çukura atar, oysa öldürmeden de atabilirdi. Bebeğin zorluk çıkaracak bir hali yoktu.
İş bittikten sonra pis suratlı bir Alman baş çavuşu esirlerin karşılarına geçer, gözlerini iyice patlatıp çirkinleştirdiği suratında işaret parmağını ağzına tutar ve “şişşş! Bana bakın pis domuzlar, hiçbir şey görmediniz, tamam mı, yoksa karışmam ha! Siz, bilirsiniz ne yapacağımı.” Diye kin ve tehdit dolu alçak bir sesle esirleri korkutmayı da unutmaz.
O kadar katliam görmesine rağmen bu olay Nimetullah’ın kanını dondurur. En nihayetinde o daha 22 yaşında, öğrenciliğini yeni bitirmiş, dünyayla sevgiden başka bir bağlantısı gelişmemiş genç bir delikanlıdır. İnsanlık trajedisini ancak Rus edebiyatından tanımaktadır. İçinden geldiği Dağıstan toplumu hâlâ eski anaerkil dönemlerin izlerini taşıyan şefkat dolu tam bir aile kültürüne sahiptir. Onlarda ancak erkekler dövüşür, kadınlar değil. Hele bir çocuğa hatta bir bebeğe zarar vermek onların hayal gücünü aşan bir olaydır.
Katledilen Yahudiler, çukurları kazdırılan esirlere ne gözle baktılar bilinmez ama esirler bu Yahudilere çaresizliklerine, kaderlerine kahrederek ve insanlıklarından utanarak baktılar, hatta utançlarından bakamadılar bile. Esirlerin çalıştırılmak ve bakımsızlıktan öldürülmeleri ile Yahudi soykırımı arasında bazı benzerlikler ve farklılıklar vardır. Dünyanın en iyi uygarlığı olduğunu iddia eden bir ulusun uygarlık dışı vahşiliğe konu olmaları bakımından ve kendi toplumlarının ve tek tek bireylerin sorumlu olmadıkları bir nedenden dolayı masum bireylerin öldürülüyor olması bakımından ortak kaderi paylaşmaktadırlar. Farkları ise şöyle sıralanabilir: esirler yaşadıkları psikolojik çöküntü karşısında, bir bellek yıkımına uğrarken, Yahudiler aksine tarihlerinin bellek uyarımına uğrarlar, tarih bilinçlerini pekiştirirler. Sonra, esirler, görünen bir saldırı karşısında savunma savaşı yapmış ve düşmana yenik düşmüşlerdir: yaşadıkları işkence ve katliama bir anlam verebilmektedirler, Yahudilerin ise öldürülmelerine verebilecekleri bir anlam yoktur, anlamsızlık ölümden beter gelir. Ayrıca Sovyet esirler kendi ulusal saflarından görece Alman saflarına katılma özgürlüğüne sahipken, ırka özgü bir dinin üyeleri olan Yahudiler alman saflarına geçmeyi seçme şansları yoktur, kaçınılmaz sona mahkumdurlar. Son olarak Yahudilerin varlığı tanınmadan yok edilirlerken, esirlerin varlığı uluslararası savaş hukukundan gizleyemedikleri kadarıyla tanınmakta ve esirler kamplarda köle efendi diyalektiği içinde muhatap alınarak, acılı işkenceler içinde yavaş yavaş öldürülmektedirler.
Bütün bu katliamlar topu topu bir ay içinde yaşanır. Bu süre Kırım’daki Yahudi Türklerin, Karayların soyunun çoğunu tüketmeye yeter. Bir ay sonra Bahçesaray’daki esirler toplanır ve gene yaya olarak Kremençuk esir kampına gidilir. Kremençuk’ta da iki ay kalırlar. Ukrayna Rusların tahıl ambarıdır ve Ruslar çekilirken tahılları ateşe vermişlerdir. Almanlar da bu yanık tahılları ve etrafta buldukları et, yağ, kedi, köpek ne varsa çorba yapıp esirlere yedirirler. Esirlerin hepsi bunu içemez, kusa kusa zorla içerler. Açlıktan ölmek ile lezzetsizlikten tiksinmek karasında seçim yapmayı zorlaştıracak bir dramdır bu çorba. Bir ölüm çorbası!


XVII. Ordu ve Alman

Alman ordu geleneği, eski Osmanlı ordu geleneği gibi, sürekli geliştirilen sıkı bir yapının çok daha gevşek bir örneğidir. Prenslikler ve Prusya krallığından, liberalizm eşliğinde ulus-devlet modeline dönüşümün, klasik tüccar-asker-asil üçlemesi içindeki temel ayaklarından birisidir ordu; tüccar ve asillerin, krallık burjuvazisinin, günümüzde ise aynı şekilde finans ve bürokrasinin, küresel neo-liberal çıkar dengelerinin de güvencesidir. Ordu, çıkarların can damarıdır. Fakat ordu çıkar çevrelerinden beslenmez. Sefil halk kitlelerinin toplumsal kültür denen yalanla ruhlarının çalınması, ordunun masum delikanlıların bedenlerini teslim almasını sağlar. Tarihsel insanlık trajedisinin belki de en temel toplumsal sorunu gönüllü salak bedenler kolonisi oluşturmaktır. Topluma hayatta kalmak için sadece ölmek seçeneği sunulur. Akılsal çıkarımın zorunlu sonucudur bu paradoks. Yani vatanın müdafaası için asil vatansever evlatlarının kendilerini feda etme yüceliğini göstermelerinden başka bir yol yoktur. Fakat bu kusursuz mantıksal çıkarımla bir paradoksa vardıran hile, çıkarımın gerisinde gizlidir. Bu vatanı ve ulusu oluşturan halk kitlelerinin gerisinde bir vatan ve ulusa bağlı olmayı aşmış, her durumda birbirlerini kayıran, ince ruhlu, hümanist yüksek kültürün ve büyük güçlerin öyküleri vardır. Onlar halkın ve vatanın arkasına gizlenmiş vampirlerdir. Kendi halkından beslenen ve gene kendi halkını harcayan seçkinler. On bin yıl önce tarıma geçişle kurulan bu şeytanca düzeni tanrılar bile kolay kolay bozamaz.


“Yok canım” diyenlerin susmasına neden olan bir parmak balı onların damaklarından hissedebiliyorum. Küresel finans, asker ve bürokrat güçler, biz piyonlara karşı her zaman danışıklı dövüş içindedirler. Askerler saman çöpü gibi öldürülürken yenilen ordu komutanları gene komutan gibi ağırlanırlar. Bürokratla ve istihbarat güçleri uluslararası tüketim kaynağını ailelerine yedirmekle meşguldürler sadece. Aileleri de utanmadan yemekle. Bu grup ölene kadar kayırılma sigortalarıyla donatılmıştır. Uluslararası finans çevreleri tanrıların tezgahıdır, her kaybeden yeniden doğma garantisi içindedir. Devletler yıkılır onlar yıkılmaz. Bu vampirler hem bizim gücümüze, sanatımıza, felsefelerimize, bilimimize, hem bedensel asker gücümüze, vergilerimize, beyin, kol emeğimize muhtaç kölelerimizdirler, bizsiz bir hiçtirler, hem de bizim düşmanımız, kırbaçlayan kızıştıran ve böylece kaymağımızı yiyen güya efendilerimizdirler. Güzel kadınlarımızı övgüyle altlarına alır, entelektüel üretimlerimizi tezgahlarını besledikçe ödüllendirir, aslan askerlerimizi de tarihe geçirip kahramanlaştırırlar. Ve biz de ne yazık ki şeytanın suladığı anaların cin çocukları olarak şeytanların bizi seçmesi ve yükselmemiz için yarışırız.
Oysa biz, halk, yani birey değil kalabalık olarak görünen herkes, otantik varoluşu parçalanmış, atılmış zavallı ve yapayalnız çocuklarız. Balçığa gömülü karanlık yaşam koridorunun ıslak taş duvarlarında bu şeytanların, vampirlerin sinir bozucu alaycı kahkahalarının çınlamasını duyun artık! Bu kahkahaları duymuyorsanız açın bir TV kanalı, açın bir gazete, bir tarih kitabı veya kendi sesinizi dinleyin, arkadan gelen yankı onların alaycı çığlığıdır.
Ordu insanlık trajedisinin doruğudur. İnsan karar ve eylemlerinin en kaba fakat en uç örnekleri askerlik alanında verilmektedir. Yaşamın değeri tartılmamakta, insanın insanca yönleri, bireysel farkları gözetilmemekte, aksine ezilip törpülenmekte ve askerlerden öldürmeleri, daha da ciddisi her an öldürmeye hazır olmaları beklenmektedir. Emir komuta zincirinde aslında bu bir beklenti bile değildir. Geri dönüşü olmayan tek yönlü bir buyruktur. Hele vatan hizmetinde komutanların buyruklarını ulusun ordusu adına değil de kendi adlarına acımasızca, psikolojik sapıklıklarını tatmin aracı olarak vermeleri, bu gönüllü askerlerin içtenliğine zulmeden en uç vatan hainliğidir. İki günlüğüne kızının cenazesine gitmek isteyen zavallı askere “senin çocuğunla benim çocuğum bir mi lan köpek” dedirtecek kadar açık bir şeytan çığlığıdır bazen bu emir komuta zinciri. İnsanın insancıl duygulanımlarından, düşünme, değerlendirme, kendi kararını verme, yani insan olmanın temel koşulu olarak özne olma niteliğinden insanların, genelde erkeklerin çoğunun vazgeçmesi şaşırtıcıdır. Bu bir insanlık kırılımıdır. Bu kırılım doğal bir değişimmiş gibi, yaşamsal çıkarlarına tutunmuş en sefilinden en asiline hemen her insancığın kendini satma noktasıdır. Oysa gerçek bir insan, dosdoğru hakiki bir insan olma niteliğini, değil kendi ruhu ve bedenini, en kutsal varlığını bile yitirme pahasına korumalı, aksini bir trajik ikilem olarak bile düşünmemelidir. İnsan eylemlerinin gerisinde, onu yargılamamıza özgürlüğü ölçüsünde kısıtlı bir olanak bile verse bir doğal insanlık hukuku vardır. Fakat doğal hukuk doğamızda olan değil, kültürel olarak ürettiğimiz uzlaşımlardır ve doğal olarak özgürlükle sınırlandırıldığından, bu çerçevedeki yargılamalar da özgürlük uygarlığının, insanlığın gelişim seviyesiyle sınırlıdır.
Asya steplerinden Roma’ya kadar uzanan Atilla’nın, İstanbul’a kadar uzanan Fatih’in, Viyana’ya kadar uzanan Kanunî’nin ordularının başarısında, savaşa en önde kendi liderleri tüm ulus olarak katılma sırrı yatar. Medeniyetin Osmanlı ve Türk ordusunu yeniden biçimlemesi “ulus-millet” niteliğini tehlikeye sokmuştur. Bu da sırrın çözülmesi, liderler, finans ve bürokratlar sınıfının ordunun arka saflarına gizlenmesi demektir. Göstermelik bir eşitlik değil, hatta bir eşitlik bile değil, doğal eşitsizlik içinde eşitliği sağlamak için “ordu-millet sırrı” yani seçkinlerin, (bilim adamı ve entelektüeller değil, tanınmış aileler, popüler, marka isimler, magazin dünyasının gözdeleri) en tehlikeli görevlerde en önde göreve gitmesi, toplumun ortak bilincinde sistemin dürüstlüğü, meşruluğu ve sürdürülebilirliği için bir anahtardır.
Elbette Alman ordu geleneğinin böyle bir sırrı yoktur. Modernizm burjuvayı özne yapar, diğerlerini asker. Bu yüzden emir komuta zincirinin insanlık kırılımı noktasında tam bir tedbir mekanizması işler. Bu mekanizmanın işlemesi, Hobbes’in Leviathan’ında vurguladığı gibi, devlete ius ad bellum, yani savaşa karar verme hakkı vermek ve ölüm emri yetkisini meşrulaştırmak demektir. Firarilik, vatandaşlığın reddi, sinirsel yıpranma, ölmekten, öldürmekten çekinme, askerlik kavrayışından uzaklaşma gibi sorunlara karşı Alman ordu geleneğinde, paralı veya gönüllü olarak, insanlar sivil hayatta veya askerlik öncesinde de askerlik süresince de sürekli denetleme, terbiye, askeri, ulusal duygulanım ve disiplinle alıştırılırlar.
Hitler de ordusunu aynı gelenek üzerinden kurmuştur. Nazi ordusu iki farklı ordudan oluşur. SS ve Wermacht orduları, Wermacht gönüllülerin ordusudur, ücretleri öteki dünyada ödenecektir. Her Wermacht askerinin belindeki kemerde “Tanrı bizimle” yazar. SS ordusu ise paralı ordudur, dinsizdir ve acımasızdır. Buradan Wermacht’ın inançlı olduğu için şefkatli, SS’nin de dinsiz olduğu için acımasız olduğu gibi bir düz kontak mantık yürütmek doğru olmaz. Belki akılsızlık ile acımasızlık arasında bir bağlantı kurulabileceği gibi, din ve benzeri akıldışılık ile acımasızlık arasında da bir bağlantı kurulabilir. Yani akıl(-dışılık) ile acıma (-sızlık) arasında zorunlu bağlantı yok; o halde olumsal bir bağlantı var. Demek ki aklın acımayı belirlemesi kültüreldir. Nazizmin aklın, bilimin, geleneğin, hukukun, törenin, demokrasinin en kusursuz, ideal bir örneğidir ve acımasızlıkta da kusursuzdur. İşte Almanlığın en büyük kusuru acımasızca akılcı bir kusursuzluk tutkusudur. Bu pencereden insanlar böcek veya sabun gibi her tür çıkarım kalıbına sokuşabilirler. Hegel’i hem Kant, hem de Hegel’e karşı kullanırsak: aşırı akılcılık aşırı akıldışıcılığı doğurur! Hitler ve Almanya biraz nargile keyfi ve biraz da gevrek kadercilik geyiğine takılsaydı bizimle, galiba daha akıllıca bir iş yapmış olurlardı.

XVIII. Beelayatselkov (Beyaz Kilise) Esir Kampı

Nazi ordusu modernizmin uç örneğidir. Doğaya, nesneye istedikleri biçimi verecek kadar yüksek bir teknolojiye sahip oldukları gibi, doğal olarak ayırt edemeden insana da doğal bir nesne gibi istedikleri biçimi verecek yüksek bir ideolojiye de sahiptirler. Hitler’in ordusu Moskova’ya ilerlerken kesin zafer ilanları ile geçtiği yerlerdeki gençleri ve Sovyet askerlerini de etkisi altına alarak kendi safına katmaktadır. Moskova’ya ilerleyen Von Paulus’un SS ordusu bu şekilde Kabartay ve Balkarlardan oluşan “Kabardina Balkarya” birlikleri, Rus Kazaklarından oluşan “Krasnadar” birlikleri oluşturmuştur.


II. Dünya Savaşının dönüm noktası Stalingrad olmuştur. Hitler ile Stalin arasındaki sidik yarışının adsız askerleri en az onlar kadar gerçek insanlar, tarihsel gerçeklikleri olan bireylerdir, aile üyesi, onurlu insanlardır. Fakat siyasal güç masumların onur hırsızıdır, suçluları, yalancıları, acımasızları onurlandırır. İşte Stalingrad’da olanda kimin hangi tarafta olduğu iyice karışmış iki tarafın satranç oyunu gibidir.
Feld Mareşal Von Paulus’un anlı şanlı SS ordusu bir alım çalım Stalingrad’ı (asıl adıyla Volgagrad’ı) kuşatır. İdeolojilerin en kötü yanı taraftarlarının kendi yalanlarına inanmalarıdır. Almanlar Rus ordusunun tükendiğine, Stalingrad’da onları kuşatıp imha edeceklerine inanırlar. Fakat asıl Rus ordusu gelip de SS ordusunu çembere alınca işin rengi değişir. Çember, çember içindedir. Von Paulus iki taraftan da kuşatılmış durumdadır. Şiddetli çatışmalar olur. Sonunda Von Paulus’un SS ordusu tamamen imha edilir ve 31 Ocak 1943’te General Von Paulus Ünivermak mağazasının bodrumunda kılık değiştirmiş, zayıflamış ve perişan bir halde bulunur.
Nimetullah bu kuşatmalar esnasında diğer esirlerle beraber Kremençuk’tan saatler süren zorlu bir yürüyüşün ardından Beelayatselkov kentine getirilmiştir. Kentteki esir kampı kırk bin kişilik büyük bir kamptır. Nimetullah burada bir sene kalacaktır. Her esir kampının bir sıhhiye bölümü vardır ve her yeni esir kampına gelindiğinde yapılacak ilk akıllıca iş bu bölüme girmektir. Nimetullah burada da sıhhiye bölümünde çalışmaktadır.
Von Paulus’un propaganda subayları buraya da gelmişlerdir. Esirlere sürekli anons yapılmaktadır. “Gelin, Alman ordusuna katılın, şık birer Alman subayı olun. Gelin hep berber ülkenizi komünizm belasından kurtaralım.”
“Her zaman bizi davet ediyorlardı, burada da davet ettiler. Ben gene reddettim. Onlar katildi, insan değil, onlara mı katılacaktım. Hem karşı cephede ağabeyim vardı, ona mı ateş edecektim?”
Bu savaşı yaşayan insanların aldıkları her bir kararın üzerine şiddetli kuramsal tartışmalar yürütülebilirse de bütün akılcı ve akıldışı görünen kararlarında Nimetullah hiçbir tereddüt göstermeden dosdoğru hareket etmiştir. Kestirmeden Alman ordusuna girip rahat edebilirdi. Kendine bakmasını ve yaşamasını iyi bilen Nimetullah hayatı boyunca inandığı ilkeleri üzerinde düşünme gereği bile duymamıştır, bedeli ölüm olsa da. Alman ordusuna girmemesinin pek çok nedeni vardır. Nazizmin acımasız, ırkçı, şeytan yüzünü derinden tanımış ve karşısında eski hümanist geleneğin eşitlik ve ulusların kardeşliği ilkelerini daha inandırıcı bulmuştur. Sadece iki seçenekli bir soru. Alman ordusuna girmek katil olmak demektir.
Alman ordusuna girenlerin ise keyfi yerindedir. Sıcak, kuru döşek, bol yemek, temiz, havalı üniforma, insanca davranış. Adaylara sadece Rus ordusundaki rütbeleri soruluyor ve ne denirse o rütbe veriliyor. Rütbeler bol keseden dağıtılırken elbette sorumluluk ve yetkiler de aynı oranda dağıtılmıyor.
“Bir bakıyorsun önünden atlı çöp arabası süren, Alman üniformalı bir kazak asker geçiyor; üzerinde general üniforması var!”.
Üzerindeki o kumaşa ruhunu satan asker, hayatının doruğundadır. Kendi aklınca sonunda değeri bilinmiştir, onuru teslim edilmiştir. Artık ölse bile adı, ailesini yüceltecektir, “generalliğe kadar yükseldi” diye.
At arabasında çöp çeken, Alman general üniformalı çekik gözlü, gururlu asker komedisi, modern iş dünyasının insanlık fakirliğinin tam resmi değil mi? Profesör cüppesi içinde karikatür sayısı hiç de az değildir. Sadece ruhunu satacaksın, çok basit. Fakat Nimetullah sefilce ölmek pahasına işkence çeker ve insanlığa duyduğu inancını satmayı aklından bile geçirmez. Ayrıca bu bir savaş oyunudur ve Nimetullah iyi satranç oynar, Almanların kaybedeceğini sezinlemektedir. Onun için gücünün yettiğince Almanlara karşı direnecektir.
Sıhhiye bölüğünde yüz, yüz elli kadar hasta yatmaktadır. İçlerinden her gün yetmiş kadarı ölür. Ölenler toplanıp bir kamyonun arkasına günlük çöp gibi atılır. Kimisi hareket etmektedir, daha ölmemiştir ama Alman subay “nasılsa ölecek” diye, fazla ayrıntıya girmeden onları da ölülerin arasına attırır.
“Kemiklerinin üstünde hiç et kalmamış, sırf deri, fakat hala yaşıyorlardı. Kamyon, arkasını kaldırır hepsini birden, önceden hazırlanmış çukura dökerdi.”
Sıhhiye bölümü aslında bir ölüm istasyonudur, bir son durak. Nimetullah bu son durakta bekçidir, nadiren de olsa buradan kurtardığı, iyileştirdiği hastalar da olur. Fakat sonunda aynı yatağa kendisi hasta olarak düşecektir. Hummalı tifoya yakalanmıştır, “Tifus Exentematicus.” Tifonun taşıyıcısı bittir. Esir kampında bitten bol ne olur? Bit bir kere ısırsın yeter, artık geri dönüşü yoktur, kesin ölüm!
Nimetullah 1943 Ocak başında, göğsünde lekeleri görünce ölümle yüzleşir. Yüksek ateş içinde buz gibi havada titremektedir. Yaşam macerasının sonuna gelen Nimetullah artık dünyayı uzaktan, tanrısal bir yerden, varoluş trajedisin yaratıldığı sanatsal bir tepeden seyretmektedir. Onu atın çektiği bir sedyeye yatırırlar, sedyenin ayak ucu yere sürtmektedir. Lapa lapa yağan kocaman kar taneleri bir yandan Gök Tengri’nin serin şefkat dolu dokunuşları gibi alev alev yanan yüzünü, göz kapaklarını okşamakta, diğer yandan yüksek kültür içinde birbirlerini ezip acımasızca katleden ayırımcı zalimlere karşı, eşitlikçi doğa karşısında tüm insanlarla aynı değerde olmanın geri getirdiği insanlık onurunu duyumsamakta ve ölümün evrenselliği karşısında kendi varoluş hikayesini ve kendini son bir defa sevmektedir.
Onu getirir sıhhiyedeki samanların üzerine yatırırlar. Bir süre öylece kalır. Sonra birileri gelir, onu soyar ve buz gibi suyun içine atarlar. Amaç ateşini düşürmektir ama o suya atılınca bayılır, üç gün kendine gelemez. Üç gün sonra ayıldığında yatakta bulur kendini, gerçek hemşirelerin elinde. Bu güler yüzlü hemşireler hastalara ödül gibi karpuz getirir. Sanki cennete uyanmıştır. Fakat aslında Azrail’in yüzü çok soğuk gülümsemektedir. Tifoya yakalananların sindirim sistemi incelir ve kurt gibi iştahı olur. Ve hastalara zorla tuzlu karpuz verilmektedir. Babamın tıp bilgisi onu burada da kurtaracaktır. Zor da olsa kendini tutar, inatla verilen karpuzu yemez.
“Yanımda gürcü bir doktor vardı. Yeme, ölürsün, kasten veriyorlar dedim, inanmadı, yedi. İki dakika sürmedi kasıldı ve öldü.”
Nazi felsefesinin inceliğine hayran olmamak elde değil. Bir esir kampında uluslararası savaş hukukuna uygun bir cinayet ancak bu kadar incelikle işlenebilir. Tuzlu karpuz! İnsanlığın hizmetinde, Hipokrates’in hemşire kızlarının elinde.
Ve işte cevabı zor verilecek bir gerçek daha: Tuzlu karpuz sınavını geçen Nimetullah bu sefer gerçekten cennete düşmüştür. Ertesi gün, aynı hemşire üzerine domuz yağı sürülmüş bir dilim ekmeği, hayatını tehlikeye sokma pahasına gizlice Nimetullah’ın yastığının altına atar. Ertesi gün ve daha ertesi gün. İkisi de nasıl aynı hemşire olabilir? Hangisi kendisi? Katil hemşire mi, aşık hemşire mi? Ahlaksal davranışlarımızın hakikati ahlak yargılarımızdan çok daha karmaşık.
“O beni besledi, ben de onu!”
Bizim bakkal Rıza’nın başından böyle bir hikaye geçse kim bilir nasıl anlatırdı ama, babamın kapalı bir erkek sohbetinde bile utanarak kullanacağı en açık ifade en fazla bu kadar olur. Her ne kadar hayat hikayesini anlatmayı kabul etmiş olsa da o bir sır küpüdür. Yalan söyleyemediği için pek çok konuyu hiç açmaz. Anladığım kadarıyla, hemşireyle baş başa yaşadıklarını esir kampındaki Alman subaylar bile hayal edemez. Nimetullah’ın ruhu da bedeni de yenilenir, iyice beslenir, iyileşir ve oradan da kuvvetlenerek aslanlar gibi çıkar.
Nimetullah’ı tekrar yapılanmış gören Almanlar onu odun kesmeye gönderirler. Kırk bin kişilik kampta her iş kırkar kişilik gruplar halinde yapılmaktadır. Kırk kişi odun kesmek için sabahtan ormana bırakılıyor, akşama da toplanıyor. Fakat bir akşam odun kesme grubu otuz dokuz kişi çıkar.
Nimetullah kirişi kırmıştır. Ormanda izini bulamazlar. O ise kaçarken ne yapacağını düşünmektedir. Rus birliklerine geri dönse kendini öldüreceklerdir. Ukrayna’da sivillerin yanına karışıp iş bulmayı düşünür. Edebi bir Rusçası vardır, konuşmasından kaçak olduğu anlaşılmaz. Bu düşüncelerle tarlalardan geçmekte ve mısır yavrularıyla beslenmektedir. Bir gün bir mısır tarlasında Ukraynalı ihtiyar bir kadın onu görür, evine çağırır. Arka bahçedeki tarlaya hafif tepeden bakan camekanlı evin ortasında peçka, büyük ocak, vardır. Kadın peçkadan sıcak yemek çıkarır, şarap ikram eder. Peçkanın önünde camekandan gelen gün ışığının altında yemek yerken sohbet ederler. Kadın:
“Benimde senin gibi bir asker oğlum var, sen de benim oğlum sayılırsın, ye” der.
Der demesine ama? Kötülük gösterip iyilik yapan mı makbuldür, iyilik gösterip kötülük yapan mı? İşte bu ihtiyar kadın, hemşirenin tam tersi çıkar, yemek yerken oğlunu (!) ihbar eder. Neden? Hem yaşlı, hem kadın, hem yalnız, hem de ezilmiştir. Kadın korkmuştur ve sadece kurallara uyar. Oysa insan olmak başkasının riskini taşıyabilecek güçte ve cesarette olabilmeyi gerektirir. Kurallar, sözleşmeler birbirini taşıyamayan güçsüz insancıklar içindir. Tam bir insan, kendini bilerek başkasından gelecek zarara açık tutar. Karşısındaki bu yüceliği anlayamasa, alay edip aşağılasa bile, aldırmadan aynı açık davranışına devam eden insan tam bir insandır. Buna karşın, günümüz toplumlarını oluşturan insanlar gibi, başkasına karşı akıllı olan insan zavallı, basit, gelişmemiş insancıktır veya bu yaşlı gibi, gücünü, akıl sağlığını yitirmiş biridir.
Nimetullah yemeğini yerken iki Ukraynalı polis gelir, kaçamaz. Polisler aslında kadına içerlemiş ve Nimetullah’a üzülmüşlerdir. Kadın ne kadar işgüzar ise bunlarda o kadar müşkülpesent, işlerinden uzaktır:
“Kadın Alman’a gidip söylemiş. Bize gelseydi ört pas eder, seni saklardık. Fakat şimdi götürmek zorundayız. Gel bari gitmeden önce bir güzel içelim.”.
İşte toplumsal konumu ile rolü arasında genişçe insanlık alanı açabilmiş insan örneği. Konumunu gerektirdiği rolü oynuyor (vicdanına karşı olsa da) ama ne biçimde! İdeolojik güç alanından özgürlük çalabileceği kadarıyla kendisi oluyor, insan oluyor.
Bu örneği ideale doğru biraz itsek ve iki polisin, inanmadıkları için Alman güdümlü üniformalarını çıkardıklarını ve Nimetullah’la beraber Ukrayna’nın içlerine doğru kaçtıklarını düşünsek ne olur? Roman, roman olmaktan çıkmaz ama bu da gerçeğe uymaz. Bakacakları bir aile ve ulusal sorumlulukları var. Fakat bir insanı ölüme götürmekle kendilerini ve tüm insanlığı öldürmüş olacaklar. Sonuç olarak “İnsan özgür değil, herkes kendi yükümlülüğünü yerine getirsin.” mi diyeceğiz? Hayır. Doğrusu, insan her bir yükümlülüğü yüklenirken özgürdü. Ahlaksal çıkmazlarımızı önceden kendimiz hazırlıyoruz. Toplum, insanları kamburlaştırıp ona her bir yükü yüklemek için tüm kanallardan baskı yapar. Birey kolaya teslim olup kamburlaşmaya hevesli olursa tüm toplumsal yükümlülüklerine esir olur. Bu polisler vicdan özgülüğünü terk etmeden evlenmeselerdi veya inandıkları ilkeleri çiğnemden polis olmasalardı veya Alman boyunduruğunda üniforma taşımayı reddetselerdi en başlardan, o zaman ne yapabileceklerini konuşabilirdik. Bu noktaya gelmiş bir etik soruna cevap aramak ölüyü diriltmeye çalışmak gibidir. Temel sorun “Bir defadan bir şey çıkmaz, bunu da idare edelim.” diye küçük çıkarlarla susmak, adım adım ruhunu satmaktır, küçük insan olmaktır, sonra geriye dönmenin bedeli çok ağır olur.
Ukraynalı iki polis domuz yağı kızartır, votkaları açar, bir güzel yer içer, sarhoş olurlar. Rus arabeski veya Rus blues’u da böyle oluyor işte. Teslim ettikleri Alman subayı Nimetullah’ı küfürlerle karşılar, çetecilikle suçlar, öldürmeye hazırdır. Nimetullah ise savaş yasalarına sığınabilmek için kendini savunur.
“Ben 12. kaptanım bak sırtımda KG yazıyor.”

“Seni 12. kampa götüreceğim, tanımazlarsa hemen orada vururum.”


Kampa gittiklerinde tanıdığını söyleyip onu kurtaran kişiyi Nimetullah unutmaz: Sultan Zeynuddin Babayeviç! Aslında Babayeviç, yüksek rütbeli subay kimliğini gizleyen bir meslektaşıdır. Hatta Sivastopol’da bağlı olarak çalıştığı hastanenin başhekimidir. Onu getiren Alman subay bir tekme vurur, annesine küfreder ve “Bir daha kaçarsan vururum.”der, gider.
Yedi, sekiz gün süren kısa bir özgürlük hayali, insanlık hayali ardından gene esirdir Nimetullah. Dünya küçük bir tepsidir, öküz ki ne öküzdür o, boynuzları üzerinde taşıyan, dünyayı. Tepsinin kenarları üst üste yığılmış tel örgülerle kaplı. Gözü ufukta, tel örgüyü aşanlar tepsiden aşağı düşer. Ama kimse o tel örgüleri aşamamıştır. Esirler zaman zaman sinek gibi tel örgüye takılı kalıyorlar ki tel örgülere ulaşmak pek olanaklı değil. Her yüz metrede bir nöbetçi kuleleri var, kulelerde makineli tüfeklerle Alman askerleri nöbet tutuyor. Gece projektörler yasak hattı tarıyorlar. Tel örgünün on metre gerisinden başlayan kireçle çizili bir hattan sonrası yasak. Kireç ölümün koruyucusu. Kirecin içinde ölüm var, cehennem var, gerçekler var. Kireçten itibaren hayat başlıyor, otlar var, canlılık var, cennet var, umutlar var, gökyüzü var, aileler var, şefkat var.
Ve ne gariptir ki kireç hattının tam dibine yatmış çılgın bir esir de var, Nimetullah! Yaşamla ve ölümle alay eder gibi tüm şansını kullanan bir çılgın. Vücudunun hangi vitaminlere, minerallere gereksinimi olduğunu iyi bilen doktor Nimetullah İsmailov. Sırt üstü uzanmış, bacak bacak üstüne atmış, elleri ensesinde esareti kutlayan sefil bir hayalperest; gibi görünse de, aslında kamp içindeki hareketliliği ve kulelerdeki nöbetçilerin dönüşlerini birbirine uyarlamış takip eden zehir gibi bir çift göz ve bulduğu her mini boşluk anında hemen kirecin ötesinden ot koparıp koynuna sokan bir çift çabuk eldir o. Sonra o otları taşta döver, suyunu çıkartır, kendi içerken kolladığı bir iki arkadaşını da unutmaz.
Yolda bir parça araba iç lastiği görseydiniz ne düşünürdünüz? Nimetullah lastikte hayat bulur. Lastikten gizlice sapan yapar. Büyükçe taşlar bir esir kampında silaha dönüşebilir, onun için bulunmaz; fakat minik taşların silah olacağı kimin aklına gelir. Aç bir insanın gözü de keskin olur, çünkü gören sadece göz değildir, tüm bedeni, tüm beyni, tarihi, tüm varlığıyla görür insan. Attığını vurur Nimetullah, ne bulursa, karga, serçe, hatta kedi. Hem de kimin kedisi: Kamp komutanının! Kedi de bilmektedir kendisinin komutanın kedisi olduğunu, bir alım, bir çalım, korkusuzca salınarak gezinir kampta. Kedi komutanla birlikte iki katlı taş binada oturmaktadır. Barakalardan çıkan sefiller mi ona dokunacaktır, adamın her bir organını ayrı ayrı kurşuna dizerler. Ama zavallı kedicik, kampta çılgın doktorun ona ne göze baktığını bilemezdi, kafasının üstüne sapan taşını yemeden. Hayvanların çiğ kemikleri bile ne lezzetlidir.
Pek çoğumuz böylesine rezil bir satranç tahtasının ortasında öz denetimimizi kaybedebilir, kaderimize küsebilirdik, çoğunun yaptığı gibi. Masum bir aile üyesi, masum bir öğrenci iken, hatta ulusal bir ilgisi bile yokken bir genç kendini iki düşman ordunun arasında ortak bir düşman olarak bulur. Bir yandan Almanlar, diğer yandan Ruslar onu öldürmek istemekte, diğer taraf ülkelerinin orduları da onu yakalarsa iki taraftan birine teslim etmeyi kabul etmektedirler. İşte ideolojik yalanların karşısında gerçek bir insanın gerçek evrensel yazgısı budur. Banka kredileri, iş, aile, arkadaş ilişkileri içinde çoğunlukta esir kampının sefaletini yaşamıyor muyuz, biz halk yani gerçek insanlar. Bizim gerçekliğin kıyısından hijyenik denemeler yapma zamanımız yoktur, her hamlemiz hayatımızı etkiler. Yaşamsal düzeyde sürer hayat koşullarımız. Onun için sıradan insan kahramandır. Sahnedekiler ise ideolojilerin jölelenmiş piyonlarıdır, görüntü kahramanlardır. O derece sahtedir ki kahramanların, idollerin çoğu, onları canlandıran sanatçılar bile o rol içinde daha gerçek bir karakter oluştururlar.

XIX. Smella Esir Kampı

Beyaz kilisenin kutsal ışıları altında geçen bir yıllık kültürel ve turistik maceradan sonra, yeniden esirler yaya olarak yollara dizilir ve Ukrayna içlerinden Polonya’ya doğru yaklaşırlar. Yeni kamp yerleri Smella’dır. Bu kampın mekan tasarımı, roller ve senaryo biraz daha bohemdir. Eski büyük taş binalar vardır. Fakat o güzelim taş binaların sadece duvarları kalmış. Ne kapı var ne pencere. Bizim Sarıkamış’taki askeri hizmetimde gördüğüm Katerina köşkü ve büyük taş binalar da benzer bir estetiğe ve yaşam biçimine sahipti doğrusu. Vatan hizmetinin ruh hastası komutanların keyfine bırakılması sadece askere değil, asıl orduya, somut en kritik konu olarak emir komuta zincirinin meşruiyetine zarar veriyor elbet.

Smella esir kampının bir diğer farkı kadın esirlerdir. Bir Ukraynalı kadınlar çetesi toplu olarak yakalanıp kampa getirilmiştir. Nedeni ise, bölgede gezen Alman askerlerden birini sessizce kuytuya çekip üzerinde biraz anatomi çalışmaları. Kadınlar çetesi taş binalardan birinde Nimetullah’ın da içinde bulunduğu esir grubuna komşu olur. Aralarında konuşurlar. Von Paulus’un SS ordusu Stalingrad’da yenilmiş, general Von Paulus yakalanmıştır. Almanlar savaşı kaybediyorlardır. Nimetullah’ın öngörüsü haklı çıkmıştı. Demek ki Almanlar kaybetme sürecinde ordularını, savaş esirleriyle beraber Ukrayna-Polonya-Avusturya üzerinden geriye doğru çekmekteydiler.
Nimetullah’ın yanında esir kampının esir lideri var. Rus dönmesi bir eski Alman subayı. Ordu disiplinine uymadığı için ordudan ihraç edilmiş ve böyle ara bir görev verilmiş. Ukraynalı kadınlar çetesinin lideri olan genç kadın cesur ve heyecanlı konuşmalarıyla Nimetullah’ı ve kamp liderini ikna etmeye çalışıyor. “Almanların işi bitti. Burada da bir avuç Alman var ve ellerinde boşu boşuna esir tutuluyoruz. Birleşirsek Almanları allak bullak eder buradan kaçarız.
Artık kaçma uzmanı olan Nimetullah bu teklifi fazla romantik bulur. Böylesine büyük bir organizasyonu başarmak zordur ve gereksizdir. Pratik ve gerçekçi bir eylem yapmak gerekir. Kamp lideri ile kendi planlarını yaparlar. İkisi tünelden kaçacaktır. Kaçarlar da ama başarısız olmuşlardır, yakalanırlar. Almanlar telaş içinde kaçmakta olmalarına rağmen ellerine üşenmez, Almancı bir kural ve görev bilinci içinde uzun süre ikisini döverler. Sonunda da buzhaneye kilitler ve giderler. Fakat giderlerken son anda Alman komutan geri döner, donarak ölmeyi bekleyen ikisini çıkartır ve diğerlerin yanına katar. İnsanlığın ne anlaşılmaz cilveleri var.
Esirler yüzer kişilik gruplar halinde vagonlara doldurulurlar. Hiç durmadan on iki gün süreceği hesaplanan yolculuk için ayrılan erzaklarla vagonlara kilitlenirler. Tren sanki sonsuzluğa doğru yol almaktadır. Bombardıman sesleri ve yer sarsıntıları, raylar üzerine kabaca abanmış yüklü tren tekerleklerinin çıkardığı demir gıcırtıları ve sallanmalar bir bütün halinde yaşadıkları dünyanın uzay ufkunu oluşturmaktadır. Bu dünyaya yaklaştığımızda ise tuvalet pislikleri ile cesetlerin oluşturduğu yığınlara, burun deliklerine ve akıl sağlıklarının son tavan kapakçığına kadar gömülmüş esirlerin “su, su” diye inledikleri duyulmaktadır. Dünyanın o kadar uçsuz bucaksız verimli ve ıssız toprakları varken, hem mülkiyet duygusuna sahip ve çelişik bir şekilde hem de sıkı bir biçimde toplumsallaşmayı isteyen insanların uluslararası toplumsal sözleşmeleri onlara dünyayı bu şekilde paylaştırmaktadır.

XX. Hollanda Kömür Madenleri

Yolculuk on iki değil, yirmi gün sürer. Aç, susuz, ölümcül bir insanlık utancı içinde geçen yolculuğun sonunda Nimetullah’ın olduğu vagonda on iki kişi hayatta kalmıştır. Yolculuğun hiç durmadan sürmesinin nedeni Almanya’ya ulaşma arzusudur. Almanya’nın bilmedikleri bir bölgesine gelmişlerdir. Kalan esirler vagonlardan çıkartılır, uzaktan hortumlarla basınçlı su altında yıkanırlar. Susuzluktan ölürlerken kendilerinden esirgenen bir damla su, şimdi hortumla üstlerine boca edilmektedir. Esirlerin iyice karınları doyurulur ve Kuzey Almanya civarında nerede ağır işler varsa orada hizmete sunulurlar.


Önce bir yol yapımında çalıştırılırlar. Almanya’nın neresi olduğu bilinmez ama herhalde bugün hâlâ babam ve diğer esirlerin yaptığı o yollardan nereye bastığını bilmeyen Almanlar geçmektedir. Uzun bir yol şantiyesidir burası. Alman askerlerin kaldığı yatakhaneler, yemekhane, bürolar ve esirlerin kaldığı barakalardan oluşur. Esirler yolu kazıp düzeltmekte ve üzerine beton dökerek ilerlemektedirler.
Aslında yemek bol ama esirlere yeterince yemek vermek herhalde tanım gereği mantıksal bir çelişki yaratacağından onlar gene aç bırakılırlar. Nimetullah’ın açlıktan gözü dönmüş, ölüm korkusunu unutmuştur. Çalıştığı zeminin üç dört metre ötesinde bir ahır vardır. Askerlerin bakışları arasında bulduğu ilk boş aralıkta şimşek hızıyla ahıra dalar. Ahırda kadın işçiler ineklerden süt sağmaktadırlar. Nimetullah eliyle sütü işaret eder. İleride Goethe’den ezbere dizeler okuyacağı Almanca’yı henüz bilmemektedir. Süt sağan kadın belki on kiloluk bir kova sütü Nimetullah’ın önüne sürer. O da iki soluklanmayla sütün hepsini içer bitirir. O kovanın hacmini zayıflamış bedenini neresine sığdırdığına kadınlar da Nimetullah da karşılıklı neşelenerek şaşırmışlardır. Aynı hızla gözden kaybolur ve işine devam eder.
Roman esaret hakkında olunca, konuları da ancak yemek oluyor işte. Nimetullah bu sefer aynı çılgınlığı Almanların lokantasında yapacaktır. Lokantada çalışan Ukraynalı hizmetçi kadın, bir kova sıcak yemek artığını Nimetullah’a göstererek barakanın ara boşluğuna döker. Ardından Nimetullah o aralığa dalar. Ne var ki bir Alman subayı olanları görmüştür. Hizmetçi kadın korkmuş bir halde özürler dizer Alman’a ve Alman da ses çıkartmaz. Zaten Nimetullah’ın hiç bir şeye aldıracak hali yoktur. O, yenmemiş patatesler, etli kemik parçalarıyla meşguldür. Açlıktan her an ölmektense bir defa ölmeyi tercih eder. Bir aylık yol çalışması bitince esirler kamyon arkasında yeni hizmet bölgelerine yollanırlar.
Almanlar aslında edebiyat tutkunu, yüksek estetik esinlenimli askerlerdir ve sırf roman konusu olmaya değer bir hava yaratma çabasındadırlar. Bunun için Nimetullah ve diğer esirlerin yeni yaşamı yeraltında, karanlık, siyah bir dünyada devam edecektir. Nimetullah kamyonun kapalı arka kasasında oraya götürülürlerken minik pencereden “Stein” yazan bir yol tabelası görür. Bu tabelanın nerede olduğunu anlamak benim için de kolay olmadı. Burası Hollanda’nın Limburg’daki Stein kömür madenleridir.
Yeraltında çalışan ruhlar da kendi yeraltlarının karanlığına gömülürler. Topraktan gelmiş bedenler kömüre dönmüştür. İçi dışı kara bir dünya. Kararmış bedenler ve karalar giymiş ruhlar kara kömür duvarlarla özdeşleşmiştir. Bıçkı makinesi ile kesilen kömür duvarlar parçalar halinde vagona konur ve raylar üzerinde asansöre nakledilir. Hemen hiç yukarı çıkmadan ve dinlenmeden çalışmaktadırlar.
“Aniden ölenlerimiz olurdu. Yanı başımızda düşüverirlerdi. Bir nedeni yoktu. Sadece yorgunluktan ölüyorlardı.”
Yardıma çağırılacak hiçbir güç, değer, tanrıcıklar, tanıklar bile kalmamıştır binlerce yıllık uygarlık tarihinde. On bin yıl önce tarıma geçmiş ve hayvanları evcilleştirmişlerdi. O günden bu güne toplumsal hiyerarşinin getireceği refah, huzur, mutluluk aranmış, milyonlarca düşünür, bilim adamı, hukuk – devlet adamı, milyonlarca değerli fikir ve kitap gelmiş geçmiş fakat hiç biri kâr etmemiştir. Neandertalleri vahşice öldürme alışkanlığı tüm gücüyle, içgüdüsel olarak devam etmektedir. Esirler yerin iki bin metre altında, karalar içinde oksijensiz, ışıksız, ağızlarından burunlarından kan gelerek derece derece yorgunluktan ölürken insanlık tarihi bellek yıkımına uğrar. Tanrısız, şeytansız mutlak hiçlik içine doğru karanlıkta kaybolarak, dayanılmaz acılar kuyusunda yuvarlanmaktadır ölüm. Bu bir edebiyat metni değil, hakikaten yaşanmış ve yaşanmakta olan toplumsal zindanımızın karanlıkta seçebildiğimiz ipuçlarıdır.
Bir aylık tükenesiye çalışmanın arasında tanıdık bir yüz geçer Nimetullah’ın gözlerinin önünden. Sivastopol’da beraber çalıştıkları doktor arkadaşı, Odesa’lı Şornikov Baris. Alman subayı olmuş. Seslenir ama Şornikov Baris onu tanımaz. Tanınacak halde değildir ki, o parıltılı genç sıhhiye subayı. Çökmüş bir beden, kapkara bir yüz ve karışmış saç ve sakalların arasından sadece bakışlarından tanır Nimetullah’ı ve çok şaşırır. Şornikov ona yardım eder. Banyo yaptırır, tıraş ettirir, yeni giysiler verir ve boynuna 158043 nolu bakır bir plaka asar. 1944 Ocağında Nimetullah başka esirlerle birlikte yeniden yollardadır.

XXI. Dansig Koridoru

Polonya’nın Torun kentinde Gdansk ya da Dansig denen küçük bir Alman toprağı vardı. Ara bir bölge olduğu için Dansig “Koridoru” diye bilinir. Burada Polonyalı Alman vatandaşları yaşar ve Almanca konuşurlardı. Nimetullah ve bazı başka esirler kışın, Kuzey Almanya’yı aşarak kamyonlarla Belçika üzerinden Polonya’ya, bu bölgeye getirilirler.


Burası da kırk bin kişilik bir ana kamptır. Esirler ihtiyaca göre çiftliklere gönderilmekte ve orada, çalıştıkları çiftliklerde kalmaktadırlar. Bölgenin erkekleri Alman ordusunda savaşa katıldıklarından çiftliklerine bakmayı ordu üstlenmiştir. Böylece hem çiftlikler işlemekte hem de ordu üründen yararlanmaktadır. Bölgede Briezen, Gradion ve Brus adlarında üç büyük çiftlik vardır. Nimetullah çeşitli işlerde bu çiftliklerin üçünde de çalışmıştır.
Esirler gene kırklı gruplara bölünür ve Nimetullah da kırk kişilik bir grubun içinde önce “20. At Hastanesi”nde çalıştırılır. Diş ve tıp doktoru olarak ona uzmanlığına uygun bir iş vermişlerdir: At kasaplığı! Yaylı bir iğne vardır. Onu kurar ve atın alnına dayarsın. Düğmeye bastığında parmak büyüklüğünde bir iğne atın beynine saplanır ve at hemen ölür. Gerisi malum.
Almanlar atın her bir parçasının sınıflandırılarak depolanmasını istemektedirler; bağırsakları dışında. Bağırsaklar Nimetullah’ındır. O ise buna rağmen şansını zorlar, çaldığı parça etleri kaşla göz arasında bağırsakların içine gizler. Sonra onları güzelce yıkar. Akşam kırk kişilik esir barakasına giderken onları da götürür.
“Kimi buğday çalmış, kimi şeker pancarı. Ben de yağlı yağlı bağırsaklarla etler getirirdim. Aramızda değiş tokuş yapar hepsinden de yerdik. Ben bir de orada şişmanladım, ensem bile çıktı.”
Nimetullah çok yemek ve çok çalışmaktan tekrar vücut güzeli gibi olur. keyfi yerindedir. Almanlar, barakanın içinde ne olduğunu denetlemezler. Neler döndüğünü bir fark etseler hepsini kurşuna dizerlerdi. Barakanın ortasında gerçek bir soba vardır; öyle esirler için uyduruk bir kamp sobası falan değil. Sobanın üstünde bir kazan, sürekli yemek kaynıyor. Ve kaynayan tek şey de yemek değil(?).
Esirler her gece yemekten sonra votka içip şarkı söylerler. Evet votka! Esir kampında. Nasıl mı? Nimetullah eczacılık bilgisini konuşturmuştur. Tenekelerden bir damıtma mekanizması yapmış, şeker pancarını kaynatıp elde ettiği yüksek oranlı alkolden votka üretmektedir. Hem de ne lezzetli bir votka! Gene bir akşam alemin keyfi yerindeyken basılırlar. Bir Alman askeri kapıdan seslenir:
“Komutan içinizden en iyi satranç bileninizi yanına çağırıyor, kim ise çıksın.”
Herkes rahatlar ve kurtulmanın sevinciyle Nimetullah’ı işaret ederler. Esirlerin hepsi çiftçilikten gelen, okumamış kişilerdir. Satrancın inceliklerini bilmezler. Nimetullah ise satrancın içinde büyümüştür, bütün Rus gambitlerini bildiği gibi, Alman, İtalyan gambitlerini de bilir. Benim de çocukluğumdan kalma, babama ilişkin, unutulmaz en güzel belki tek anım, onunla satranç oynayarak baş başa geçirdiğimiz uzun kış geceleridir. Neyse, Nimetullah komutanın bürosuna girince bakar, satranç masası hazırlanmış. Komutan doğrudan emreder:
“Gel! Satranç oynayacağız. Otur!” Adamın belinde tabanca, üstelik Alman. Nimetullah ise ölmesi beklenen kimliksiz bir esir. Sıkıysa oyna.

“Baktım Alman’da iş yok. Beceriksiz. Fakat ne yaparsın, mecburen kaybettim. İkinci elde gene kaybettim. Fakat kaybederken onu kolayca yenebileceğimi gösteriyor ve sonunda oyunu bırakıyordum.”


Komutan kötü bir satranç oyuncusu olabilir ama eşek değildir, karşısındaki esirin kendisiyle alay ettiğini anlar. Nimetullah ise satranç değil hayatıyla oynamaktadır. Oraya bu oyunun sonunda ölüm olduğunu bilerek gitmiştir ve hayatına satranç oynamaktadır. Buna rağmen oyunun hakkını veremeyen rakibine karşı kendini değil satranç oyununu aşağılatmayı hazmedemez ve hem satrancın olanaklarını ve karşısındakinin aptallığını sergiler hem de hayatını kurtarmaya çalışır. Zaten hayatını aynen bir ölüm satrancı gibi yaşamaktadır. Komutan kızgınlıkla masaya yumruğunu vurur:
“Nein! Doğru oyna! Söz, bir şey yapmayacağım!” Eh artık Nimetullah’tan günah gitmiştir.

“Üçüncü oyunda hemen yendim. Sonra bir daha yendim. Baktım kızarıyor, beşinci oyunda berabere bıraktım. Rahatladı, kendi eliyle ağzıma bir sigara koydu ve ayağa kalkıp yaktı.” Bundan sonra komutan yelkenlerini indirir, içten konuşmaya başlar:


“Size şaşıyorum. Esirsiniz. Ölümcül koşullarda yaşıyorsunuz. Fakat her gece şarkı söyleyip eğlendiğinizi duyuyorum. Bu akıllı işi değil. Siz kesin bir yerlerden içki buldunuz. Nereden buldunuz söyleyin. Bir şey yapmayacağım. Paylaşalım.”

“Yo, içki içmiyoruz. Bizim mizacımız böyledir. Yaşıyorsak yaşarız. Ölmekse ölüm.

“Bak, biz burada içki bulamıyoruz. Oraya gelir kendim bulursam karışmam. Söyle haydi.”

“Şey, aslında, gerçekten bir yerden içki bulmadık. Ben bir damıtma sistemi kurdum, yirmi dört saat votka üretiyoruz.”


Bu konuşmanın üstüne şaşıran komutana ürettikleri içkiden getirirler. Komutan içkinin tadına bakınca aklı çıkar.
“Ah, bu inanılmaz bir lezzet. Tamam, istediğiniz tüm malzemeleri alın, bize de üretin, kendinize de.”
Böylece komutan ile Nimetullah arasında bir yakınlaşma olur. Hem o guruptaki diğer esirler rahat eder hem de Nimetullah. Zaman zaman komutan ile Nimetullah baş başa verir, sohbet ederler. Daha doğrusu komutan anlatır, o dinler. Komutan ailesini, hayatını, yaşadıklarını anlatır.
Alman komutan kısa boylu, çirkin birisidir. Çekoslovak asıllıdır. Esir kamplarında görevlendirilen diğerleri gibi, ruhen ve bedenen cephede savaşmayacak hale geldiği için geri görev olarak esir kampında görevlendirilmiştir. Kamplarda Alman askerlerinde en ufak bir insanlık belirtisinin görülmemesinin nedeni, cepheden dönenlerin çıldırmış olmasıdır. Nimetullah asla unutamayacaktır, örneğin bahçe çatalıyla pancarları topraktan çıkartırlarken, yanındaki arkadaşının, bir pancarın yarısını kırdığı için bir Alman subay tarafından “pis domuz” diye azarlanarak zevk için orada beyninden kurşunlanarak öldürülmesini. Evet, asla unutmayacaktır o şeytan, o canavar yüzleri.
Alman subaylar bazen, Nimetullah’a denetledikleri çiftliklerden hırsızlık yaptırırlar. Örneğin, Polonyalı Paçkovski’nin müdürlüğünü yaptığı çiftlikten sürekli haşhaş tohumu çalmaktadırlar. Elbet bundan Nimetullah da yararlanır, bol bol haşhaş tohumu yer. Kafa yapmaz ama önemli besinler içerir. Bir de doyasıya şeker pancarı yemektedir. Pişirerek, çiğ, nasıl olursa.
“Sırtıma ilk yüz kiloluk pancar çuvalını yüklediklerinde bacaklarım titremişti. Fakat sonra zorlanmadan onları beş kat merdiven çıkartmaya başladım.”
Pancarları üst katlara depolamaktadırlar. Nimetullah elbisesini, pantolonunu baştan aşağıya bir büyük cebe dönüştürmüştür. En üst katta çuvalı bıraktığında onu gören yoktur, hem ceplerini doldurur hem de yer.
Bütün bunların yanında, kolay bulunmayan en lezzetli yiyecek, üzerine domuz yağı sürülmüş ekmektir ki, ona ulaşmak çok incelikli bir iştir, ince bir iş! Nimetullah bunun da yolunu bulur. Ortası delik Polonya kuruşlarından bulduğu zaman, taşla günlerce onlara biçim vermeye çalışır. Dişçilikten öğrendiği modelaj tekniklerini kullanarak onları birer yüzüğe dönüştürür. Bitince önce taşla, sonra da pantolonunun kenarına taktığı bir iğnenin kenarına sürte sürte parlatır. Depolarda beraber çalıştığı Polonyalı kadınlar bir yüzük karşılığında Nimetullah’a üç dört gün boyunca domuz yağlı ekmek verirler; hediyesi, kendilerini de. Kadınlar üç dört günde bir yer değiştir, başka yerlere çalışmaya giderler. Fakat kendileri gelemeseler de söz verdikleri kadar ekmeği aksatmadan gönderirler.
Çalışırken Nimetullah alt kattan saman balyalarını üst katlara atmakta, üst katlardaki kadınlarda onları yerleştirmektedirler. Askerler olmadığı zaman, piramit gibi dizili saman balyaların üstünden kendini aşağı bırakan kadınlar samanların üstünden kayarak soluğu Nimetullah’ın kollarında alırlar. Bu Polonyalı kadınların kocaları Alman ordusuna girmiş ve geri dönmemişlerdir. Kadınlar yalnız ve güçlü, sağlıklı, yapılı kadınlardı.
“Polonyalı kadın dışarıda sert, içeride yumuşaktır.”
Dansig Koridoru’ndaki esir kampının hizmet verdiği çiftliklerde Nimetullah’ın yaşadığı sayısız zorluklar ve unutulmaz acılar vardı ama diğer esir kampları ile karşılaştırıldığında burası gerçekten bir çiftlikti. Ne var ki, bu arada Ruslar yaklaşmaktadır. Orada daha fazla kalamazlar.


Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin