XXXIII. Boşluk ve Özgürlük
Türkiye gibi, Doğu dedikleri ülkeler –ki Türkiye ara köprüdür- Skolastik düalizmden nasibini almamış veya paçasını kurtarmış olduklarından, yaşadıkları bütünsel dünyayı parçalayıp kendi yüce özneleri karşısında nesneleştirdikleri yeryüzünü ve içindeki toplumları tek yönlü belirlenecek, denetleyecek ve kullanacak egemen bir şeytan zekasından ve bu vahşiliğin diyalektik karşı panzehir üretimlerinden, aydınlanma, hümanizm, bireyselcilik, komünizm ve demokrasi ülkülerinden yoksundurlar. Asya’nın minik bir köşesinde kendilerine kıta unvanı veren mini prensliklerden bozma Avrupalı ülkelerde iktidar ile halk sınıfları arasında karşılıklı birbirlerine egemen olma, düzen kurma ve kendini kurtarma savaşı sonucu, iktidar ve birey arasında boş bir özgürlük alanı, kendin olma, kendini bulma, kendini yeniden yaratma alanı kalmamış, insanlar iktisadi, toplumsal, cinsel ve dinsel bir iç baskı ve öz-suçluluk duyguları altında ezilmişlerdir. Asya, Amerika ve Afrika’nın binlerce yıllık büyük uygarlıklarında ise ne düalist bir kültür yaratılıp dünya parçalanmış ne de iktidarlar ve toplumları Avrupa’daki gibi birbirlerinden ayrı ve birbirlerine karşı sıkı bir var oluş yaşamamışlardır. Bu doğal toplumsal bütünlük, bütünlüklü bir yerleşik ekonomi-politik yapının olgunlaşmasını da sağlamıştır. Avrupalı tarih ve kuramlarının açısından bakıldığında bunlar bir yapı olarak bile görülmeyebilir, hatta barbarlık, ilkellik olarak görülebilmiştir de zamanında. Fakat her görüngü kendi tarihsel, toplumsal, dilsel sürekliliği içinde çözümlenmelidir. Babama:
“Her şeye rağmen Türkiye çok güzel bir ülke, ne yazık ki kimse kıymetini bilmiyor”
Dedirten nedeni anlamak için bu kadar derine inmem, Avrupa’da sanat ve felsefeyle dolu refah ve huzur içinde yaşarken, neden sürekli Egeli efelerin eşkıyalık türkülerini dinlediğimi, neden çocukluğumun tozlu topraklı İstanbul sokaklarını özlediğimi anlamayı deneyerek babamla empati yapmam gerekti. Sorun özgürlük sorunu. Toplumsal-siyasal rezaletine rağmen, Türkiye’de olan ve Avrupa’da olmayan bir değer var. Batılılaşma sürecinde ne kadar tahrip edilmiş, kısıtlanmış ve hızla kısıtlanmakta olsa da bu değer hâlâ var. Bu değerin adı “boşluk”tur, iktidar boşluğu. En değerli değer değersizlik veya boşluktur; yani “özgürlük”tür. Avrupa düşünsel olarak kendi içine kapanıp dünyayı kendine benzetmeye çalıştıkça kendini rasyonelleştirmek, kendini beğenmek ve tüm dogmatikliğiyle bu rasyonel dünyayı yeryüzünde boşluk bırakmayacak şekilde egemen kılmak zorunda kaldı. Böylece, akıl denen üretim, kendi kendine kasılıp kendi içine kendini ve kendine bağladığı tüm toplumları hapsetti. Bu ifadeleri ister kapital, ister askeri, ister bilim, ister din tarihi olarak okuyun, sonuçta tüm cılız karşı çıkmalarına rağmen Avrupa doğal-insanlık dışı olan, kültürel bir rasyonelleştirmeyi, kendi merkezinden başlayarak acımasızca dünyaya zorla kabul ettirmiştir. Avrupa’da egemen aklın burnunu dibine kadar sokmadığı hiçbir toprak parçası, hiçbir ev, sokak, hiçbir bilinç, yani kendini yaratma alanı yoktur. Bu yüzden sistem olabildiğince düzgün işler, hata yasaktır. Sistem dışında kişisel hayat yoktur. Sistem-dışılık talebi bile “sistem-dışılık” başlığı altında sınıflandırılıp sistem içinde değerlendirilir.
Oysa Türkiye’de yol tabelaları yoktur, ne “giriş” yazar ne de “çıkış”. İnsanlar kaderlerine, ülke Allah’a emanettir. Türkiye’de iyiliğe teşvik edip “haydi şunu yapalım” demek de suçtur, “sakın bunu yapmayın” diye kötülükten sakındırmaya kalkmak da. Elbette bunda, Türkiye’ye hâlâ “Türkiye’yi size yedirmeyiz” diyen Avrupa’nın yarattığı tahribatın payı büyüktür.
Fakat Türkiye ve benzeri ülkelerde iktidar boşluğunun asıl nedeni dış tahribat değildir, bu tarihsel, kültürel ontolojik bir mirastır. Ne “iktidar”ın sistemi ile bireyin var oluşu arasındaki sınıfsal bir karşı saflaşmanın aralığındadır, ne de aradaki boşluk sistem dışına kaçma, anarşist bir boşaltma, yok etme, değerlere isyan etme alanıdır. Doğal bütünlüklü bir toplumda farklı sınıflar farklı gerçeklikler üretmez, tek bir dünyada yaşarlar. Söz konusu özgürlük aralığı her sınıf ve iktidar için vardır ve bu aralık düzenlenmiş ve düzenlenmemiş, tanımlanmış ve tanımlanmamış, yüzeyde aşkınsallaştırılan durağan kavramsal düzen ile öz derinliğinde içkin yapıların düzensiz dinamizmi arasındadır. Boşluk boşlukla, düzenlenmemişlikle, yokluk varolan yapılarla doludur. Boşluk, hiçlik, kendini yaratmanın tüm özel ve gizil olanaklarıyla doludur.
Avrupa’nın iktidar talebini mutlaklaştırması rasyonel insan, rasyonel tanrı ve rasyonel sistemler üretmesine ve bunların dışındaki tüm olanakları kaplayıp yok etmelerine neden olmuştur. Kültürel (yabancılaşmış) insan toplumsal iktidarların düzenleyici egemen yasaları karşısında kendi fiziksel var oluşunu gerçekleştirmeye çalışır, doğal insan, karşısındaki, herkesin paylaştığı dünyanın düzen teklif eden bulanık yasalarına daha iyi uyum sağlayacak, kendini sürekli yeniden yaratacak, yeniden gerçekleştirecek şekilde kendi olmaya, kendini olgunlaştırmaya çalışır, “aradalık” birincisinde toplum ile birey arasındadır ve toplum tarafından işgal edilmiştir, ikincisinde bireyin içinde.
İbrahim rasyonelleştirilmiş bilimsel uygarlığın(!) en son ve en mükemmel örneklerini II. Dünya Savaşı’nda gördü. Şimdi ise irrasyonel duygusal uygarlığın yıkıntıları arasından filizlenen Türkiye’de ne Rus ne de Almanlarda olmayan bir boşluk, özerkliğini, açlıktan, sefaletten ölmek üzere iken bile Nazizme satmadığı özerkliğini, başkasının aracı haline gelmesine, köleleştirilmesine izin vermediği benliğini efendice yaşayabileceği bir oyun sahası bulmuştur.
Halk ile devletin doğal bütünlüklü yapısında bu iki unsurun arası uzak da olabilir, devlet halkından halk devletinden habersiz de olabilir. Türkiye’de olduğu gibi, benzer bir durumda devlet her türlü bireysel var oluşu kuşkuyla karşılayabilir. Düşünür, yazar olmak, yenilik teklif etmek, düzeltilmesi için yanlışa “yanlış var” demek modern ve demokratik bağlamda doğruluk, adalet adına devletine sahip çıkmak olarak değil, devletin temeli olan halk - devlet bütünlüğüne gölge düşürmek ve vatana ihanet gibi algılanır. Halk devlete, devlet halka karışmaz; daha doğrusu halkın içindeki devletin iktidar odaklarına, güçlü ve işe yarar olanlarına karışmaz. Güçsüz olan çoğunluk ise bütünün malıdır, birileri “ben bireyim, insanım” gibi çıkıntılık yapmadıkça dokunulmaz. Fakat her birey, devletin temeli olan bu bütünlük açısından birey oldukları için birer potansiyel vatan hainidir devlet için. Bunun için Doğu, özellikle Ortadoğu’da devletler potansiyel vatandaş haini konumunda, bir adım önde olur vatandaşından.
İşte diyalektik mantığın karmaşası bunlar. Halk ile devletin sınıf ve çıkar savaşlarıyla saflaşarak bölündüğü modern toplumlarda ise halk ile devlet birbirine çok yaklaşır, halk devleti denetler, devlet halkı. Birbirlerinin soluk alışlarını izlerler. Hemen her tür sivil inisiyatif, sivil örgütlenme, demokrasiye ve devlete, vatana hizmettir.
Birincisinde düzenlenmemiş, denetlenmeyen boş bir alan var, rasgele ve irrasyonel, ölümcül müdahaleler dışında sınırlanmamış bir özgürlük alanı var. İkincisinde ise düzenlenmiş, denetlenen dolu bir alan, kendin olma (nasıl olacaksa?) ve kendini yaratma (buna yaratma mı denir?) ve rasyonel, bilinen belli yasalarla sınırlanmış bir özgürlük alanı var. Birincisi dağ, ikincisi mahalle parkıdır. Birincisinde güçlü ve zeki olanlar şanslı, ikincisinde güçsüz ve aptal olanlar. “Denetlenmeyen özgürlük, özgürlük değildir” sözü de “denetlenmiş özgürlük, özgürlük olamaz” sözü de, ikisi birden doğrudur. Çeşitli tarihsel toplumsal koşullarda biri geçerli olabilir veya çeşitli tarzlar için biri tercih edilebilir. Fakat bunlar özgürlüğe ölçüt olamazlar, yol olabilirler. İnsanlık onuru ve yani özgürlüğün olanağını yaratacak toplumsal ölçüt bireylerin bilinçlerinin veya ortak bilinçlerinin kendilerini sürekli yaratabilecekleri, hata yapmaya ayrılmış, siyasal, ideolojik, kültürel, dinsel, ahlâksal her tür iktidardan uzak, boş bir aralığın olmasıdır. Toplumda yaşanan bir iktidar boşluğu değil, bilinçte yaşanan bir üst iktidar boşluğu, üst ben boşluğu.
İşte İbrahim Türkiye’de böyle özgür bir yaşam aralığı görür. Türkiye’de yaşam bazen Alman esir kamplarındaki kadar sefil olsa da güçlüysen özerkliğini koruyabilsin; Skolastik mirası paylaşan ülkelerde her tür olanak ve lüksten kusacak hale gelsen bile özerk, auto-nomos ve özgür, özü gürül gürül çağlayan bir yürek olmayabilirsin. İşte bunun için, “her şeye rağmen Türkiye çok güzel bir ülke”. 1965 yılında İbrahim’e, savaştan çıktığı için uluslararası pasaport verip Amerika’ya gitme olanağı tanıdıklarında, o bunu reddeder. Çünkü Türkiye’yi daha özgür, daha yaşanılası bulur. Özgürlükler ülkesi Amerika’da yaşanan özgürlük müdür? Bu soruyu onlara bırakalım. Türkiye’de en azından insanı rengine, kökenine, parasına, dinine göre fişlemezler, sürüden mi, düşünenlerden mi diye fişlerler.
XXXIV. Çemberin Kapanışı
“Bir gün mutlaka döneceğim Dağıstan’a!”
70’li yıllarda, İbrahim, adresinin değişmediğini tahmin ettiği ablası Fatıma’ya bir temsilci gönderir, Bakü’ye. Kapıyı oğlu, yani kuzenim açar. Fatıma Hanım’ın evde olmadığını, fakat Nimetullah diye birisini de tanımadıklarını söyler. Adam da İbrahim’in mektubunu bırakıp döner. Oradakiler çok tedirgin olmuşlardır. KGB’den korkmaktadırlar.
Bir gün de İbrahim’in laboratuarına, Almanya’da kendisini yakın takibe alan tanıdık bir KGB ajanı gelir. Güya arkadaştır, ama İbrahim pis kokuları iyi alır. Babasıyla tanıştığını, ailesinin İbrahim’i çok özlediğini, bu mektubu muhakkak kendisine vermesini istediğini söyler, mektubu uzatır. Elden zarflanmış, pulsuz mektubu açınca yanında bir de resim bulur. Dedem Abas İsmailov’un resmi. Sonunda İbrahim’in eline somut bir bağlantı geçmiştir. Heyecanlanır, burnunun direği sızlayarak hızla mektubu okur. Mektup “seni çok özledik, annen de ben de seni çok merak ediyoruz. Artık evine gel. Burası senin yuvan, gel bir kere görelim” şeklinde gidiyor. El yazısı gerçekten babasınındır. Fakat! Resimde babasının bakışları bir şey anlatmak ister gibidir. Babasının göz bebeklerinde, fotoğrafçının arkasında duran katil KGB şefinin tehdidini görür. Manzaranın en arkasında Bakü cezaevi binası görünmektedir. Baba, Abas, gözleriyle mektubu baskı altında yazdığını ve sakın gelmemesini söylemektedir. Mektubu getiren ajan İbrahim’in tezgâhı çözdüğünü anlar, korkar. İbrahim’in gerçekten de çay söylemek için çıktığı bir arayı fırsat bilen adam hemen oradan sıvışır.
Bir gün de İbrahim’in Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan hemşerilerinden Musa gelir. Moskova’dan bir diplomatlar heyetinin Kapalıçarşı’yı gezerken, Sovyet Spor Bakanı’nın kendisini bulup Nimetullah İsmailov’u tanıyıp tanımadığını sorduğunu anlatır. Kuyumcu Musa endişelenip tanımadığını söylemiş. KGB ajanlarını anladık da bir Sovyet bakanı neden Nimetullah’ı sorsun? Söylediğine göre Bakan, İbrahim’in kız kardeşi Mina Hatun’un eşiymiş. Evet, gerçekten de öyledir. Moskova’lı bakan hükümetine karşı risk alarak İbrahim’i aramaktadır.
Bu nasıl bir kindir ki, Sovyetler, savaşta ölmeyen askerlerini dünyanın her yerinde takip ediyor ve öldürmek için hayatları boyunca sıkıştırıyor? Babamın etrafında geniş bir hayran kitlesi vardır. Çevredeki her sohbetin, içkili sofranın davetlisidir. Sovyet konsolosundan zabıta müdürüne, yerli yabancı pek çok konuk, dost gelir geçer laboratuarından. En yakın arkadaşları KGB ajanı çıkar, onu sarhoş edip konuşturmak isterler. Bizim, evde bütün bu olanlardan, hatta babamızın kim olduğundan haberimiz bile yoktur. Sadece farklı, efsanevi bir karakter olduğunu ve çok kuvvetli olduğunu biliriz, bir de kuzey Kafkasyalı olduğunu biliriz, o kadar. Fakat ne bildiğimizi bilmeyiz. Bu arada annem tek başına üç oğlanın okul yollarında ayıla bayıla perişan eder kendini. O yüce kadın hayatı boyunca tek bir gün bile nefes almamış, bizim ve yeğenlerimin, beş oğlan bir kız, okuması, hayata tutunabilmemiz için kendi ömrünü feda etmiştir. Bir gün kendisine:
“Anneciğim, bizim okumamız için sen ömrünü tükettin, ama hepsi boşuna. Şimdi adam olmanın koşulu cehalet; bak işadamı adı altında iti kopuğu mafyalaşıyor, her köşeyi tutuyor, biz de okuyup bu itlere bizi işe alsınlar da üç kuruşa şerefimizi satalım diye başvuruyoruz” dedim de, bana,
“Nereden bilirdim evladım, ülkenin bu hale geleceğini. Eskiden okuyan herkes adam olurdu” dedi.
1980’lerde Michael Gorbaçov’un SSCB Başkanlığı’nda Perestroyka dönemine geçilir. Sovyetlerin yumuşama dönemi. Spor Bakanı’nın babamı sorabilmesi ve başka ipuçları da Prestroyka’nın habercisiydi. 40 yıl sonra KGB babamı yakın takipten vazgeçti. 1988 baharında bir haber aldık: Mina Hatun ve Resul’ün kızı bize geliyor. Yarım asırlık ayrılık son bulacak. Annem, babam ve ben hava alanında gelişlerini bekledik. Babamla kardeşi kucaklaştıklarında benim gözlerim yaşardı ama her zaman ki gibi babamın duyguları gene kendine kalmış, hiçbir heyecan göstermemişti. Halam Mina Hatun gerçek bir hatundu. Yetmişine merdiven dayamış güçlü, güzel ve asil bir genç kız gibiydi, bir first lady. Gen kodlarımın bu kadar benzer bir örneğine dokunabilmek, şaşırtıcıydı. Griye çalan mavi-yeşil arası değişken göz renkli, başı dik, zaman aşırı güzellik abidesi bir kadındı. Halamın asaletine hayran olmuştum, anlaşılacağı üzere. Amcamın kızı ise görece yeni nesil, erdemleri kendinde değil ötekinde, hatta Sovyetlerin ötekinde arayan birisi. İşte Sovyetlerdeki değişimin özeti.
Böylece aile haberlerini birinci elden, resimler eşliğinde öğrenme olanağımız oldu. Ne yazık ki babaları Abbas, anneleri Zuhra ve ablaları Fatıma vefat etmişlerdi, diğerleri yaşıyordu. Mina Hatun’un eşi hasta yatıyor, Moskova’nın merkezinde oturuyorlarmış. Ağabeyleri Asadullah emekli subay, Kırım, Simferopol’de yaşıyormuş. Geri kalan bütün aile Azerbaycan, Bakü’de yaşıyorlarmış. Sonradan öğrendiğime göre, KGB babamın yaşadığını öğrendikten sonra bütün aileyi Bakü’ye göçe zorlamış. Resul ziraat mühendisliği okumuş ve şimdi de Bakü’deki içki fabrikasının müdürüymüş. 70’lerde babamın, büyük halama gönderdiği temsilciye kapıyı açan kuzenim Gafur ise Azerbaycan’ın otomasyonundan sorumlu, Ulusal Bilimler Akademisi üyesi bir matematikçiymiş.
90’ların ortalarında, babam gibi diş hekimi olan ağabeyim Şamil Belçika’dan tatile gelir ve babamı da alıp Dağıstan’a gitmek üzere Bakü’ye giderler. Bakü’de bütün sülâle toplanır ve günler süren şölen sofraları kurulup Nimetullah’ın dönüşü kutlanır. İbrahim 75 yaşında kalp, şeker, tansiyon hastasıdır ve kontrollü yaşamaktadır. Fakat o kadar mutludur ki yeniden gençleşmiştir, her sunulan şeyi yer, sürekli votka ve şampanya içer ve hiç hastalanmaz. Bir günlerini yas tutmaya ayırırlar, anne, baba ve Fatıma’nın mezarları ziyaret edilir, çiçekler bırakılır. İçlerinde Kuran suresi bilen bir tek İbrahim’dir. O Türkiye’de sadece Türkçe’yi değil, belli başlı sureleri de Arapça öğrenmiştir. Onun Arapça okuduğunu duyanlar bu anlaşılmaz şeyleri neden okuduğuna, Kuran okuyacaksa, anlamı yaptıkları işe uygun bir sureyi, neden anladıkları bir dilde, Türkçe okumadığına şaşarlar. Onlar tarihte Türkiye gibi Araplık ve Sünniliğin etkisi altında kalmamışlardır.
Ertesi gün, ceplerinde Dağıstan vizeli pasaportları, bir araba tutup Dağıstan’a doğru yola koyulurlar. İbrahim sonunda hayatının son hedefine ulaşmak, 21 yaşında çıktığı yolculuğu, inanılmaz akıl dışı maceralar dizisini atlatarak tamamlamak üzeredir. Ne yazık ki “Yalama Maşın Yolu” adlı Azerbaycan sınır kapısına geldiklerinde elli yıllık heves İbrahim’in kursağında kalır. Sınırdaki Rus askerleri, “savaş var” diye içeri almazlar. İbrahim ile Şamil’i izleyen Lezgi mafyasından birisi kendilerini kaçak olarak Dağıstan’a sokabileceğini söyler. Anlaşır, yola çıkarlar. İki sınır arasında mola verdiklerinde, adamın Şamil’in video kamerası, fotoğraf makinesi ve olası paralarına toptan el koyma eğilimini sezinleyen İbrahim adama bastonuyla öyle bir vurur ki adam olduğu yere yığılır. Şamil de kapı gibi adamdır, ama ona iş kalmaz. Hem İbrahim’in hayat deneyimi etraftaki gizli hareketliliği fark etmesini sağlamıştır. Olayı uzaktan izleyen mafya lideri İbrahim ve Şamil’e o anda dokunulmamasını işaret eder, onlar da öldürülmekten kurtulmak için hemen arabayla son sürat geri dönerler, oradan da İstanbul’a.
Sonradan Şamil’in düğünü dolayısıyla Bakü’ye gittiğimde ben de akrabalarımı topluca görme, tanıma fırsatı buldum. İstanbul’un kaybolan eski hanımefendi ve beyefendilerini anımsattılar bana. Ne kadar önemli hizmetlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar gelir seviyeleri inanılmaz düşük, buna karşın inanılmaz zengin yürekleri olan hakiki insanlar, hakiki erkekler, özellikle hakiki kadınlar ve cinsler arası tam bir saygı olduğunu gördüm. Bu kadar kültürlü ve alçakgönüllü, bu kadar yoksun ve zengin, bu kadar onurlu ve incelikli bir topluluğu dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Tüketim kültürü onlardan uzak dursun.
Ben bile, genç bir nesil sayılabilmeme rağmen günümüzde güçlenen piyasa kültürüne, neo liberal ekonominin getirdiği ahlâka (buna pek ahlâk denemese de) yabancı kaldığımı hissederken babamın ve annemin günümüz dünyasına çok yabancı karakterler olduğunu gördüm. Aslında babam dünyaya yabancılaşmadı, dünya babama yabancılaştı. Bir yeni yetmenin İbrahim’in doğruluk tutkusunu anlamasına olanak yok. Hayatınızda hiç sadece dosdoğru düşünebilen, düşüncelerini eğip bükemeyen, yalan yanlış düşünmenin ve konuşmanın nasıl olanaklı olabileceğini, başkalarının bunu nasıl yapabildiğini hiç anlayamamış ve asla anlayamayacak birisini gördünüz mü? Peki böyle doğrucu birisinin eğitim ve hocaları aşıp tıp, dişçilik, subaylık gibi önemli görevler yürütmesini Rus, Alman, İngiliz, İtalyan ordularının elinden ve esir kamplarından, İtalyan mafyasından, İtalyan çetecilerden, KGB, MİT, İngiliz istihbaratlarının kıskacından geçerek nasıl hâlâ hayatta kalabildiğini anlayabileniniz var mı? Esir kamplarında bir deri bir kemik kaldıktan, hastalık ve sefaletten, her tür işkenceden sonra, o kadar ölüm ve delilik gördükten, vahşilik ve adaletsizliğin her türünü hayatı boyunca gördükten sonra, onca yaşlılık ve sıkıntıdan sonra onu delirmekten ve ölmekten alı koyan şeyin ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? Ben söyleyeyim. Birincisi çok güçlü genler ve mucizevi bir beyin kapasitesi, ikincisi hayat satrancını, hipnotize olmuş bir kesinlikte dosdoğru oynamak. Akıl dışı bir derecede akıllı olmak. Tüm gücünle otantik var oluşuna sarılmak. Yabancılaşmaya karşı sürekli kendin olmaktan asla ve asla taviz vermemek, asla ve asla boyun eğmemek ve tertemiz bir vicdanla kimseye de boyun eğdirmemek.
İbrahim, modern teknolojinin doğa anlayışını tıbbın alanları içinde görmüş ve eğitimini almış ve bu teknikleri kendisi de son derece başarıyla uygulamıştır. Modern teknoloji doğayı bir nesneye indirgerken, insanı da nesneye indirgeyip kullanılabilir bir niceliğe dönüştürdü. Böylece modern insan emeğinin ürününe, yarattığı dünyaya ve kendine yabancılaşmış oldu. Fakat İbrahim, otantik karakterini yitirmemiş eski Dağıstan toplumundan geldiği için kendi emeğine pek fazla yabancılaşamadı. Onun için doğayı, -tıp’ta, bedenleri - dönüştürmek hep bir oyun gibi geldi, sanat çalışması gibi geldi. Savaş ve modern dünyanın kötülükleri onun için gerçeküstücü bir tabloydu.
Modern insan dünyanın ve kendinin otantik varoluş hakikatine ne kadar yabancılaşmışsa Post modern insan onun karesi kadar yabancılaşmıştır. Post modern insan modern insana da yabancılaşmış, yabancılaştığına da yabancılaşmıştır. Bu yeni insan türünün var oluş köklerine, kendi hakikatine dönebilmesi çok zordur. Önce kendinin nasıl yabancılaştığını çözümlemesi gerekir ki bu bile zor. Post modern dünya için İbrahim ancak bir roman kahramanı olabilir, gerçekten kendi toplumlarında yaşayan birisi olamaz. Zaten yaşatmamak için elinden geleni yapıyor, ama o hâlâ neyin doğru olduğunun kavgasını veriyor. Biz evlatları da ondan kötü (!) etkileniyoruz elbette. Bir dolandırıcının oğlu olsaydım Türkiye’de daha güçlü ve saygın biri olabileceğimden kuşkum yok.
İbrahim ile Kâmile Post modern dünyanın düşman yüzüne karşı evlerinde baş başa vermiş, yalnız başlarına oturuyorlardı. Ta ki bir gün ben hastaneden annemle değil, yalnız gelip, Kâmile’nin yarım asırdan fazla onurla taşıdığı evlilik yüzüğünü babamın avucuna bırakana kadar. İki büklüm; acı bir inleme. 2004’ün sonbahar serinliklerinde, geride binlerce şiiri, yüzlerce hayranını bırakarak Miraç Kandili’nde miraca çıktı Kâmile. Çok sevdiği Allah’ına kavuştu. İbrahim’in ve hepimizin dünyası karardı, yaşam anlamını yitirdi. Onun gibi, insan olmanın son doruklarına varmış, peygamber gibi yüce ruhlu bir varlık bu dünyadan göçtükten sonra bu dünya var olsa ne olur, yok olsa ne olur? Gene de İbrahim ara sıra Kâmile’yi görmekte ve onunla konuşmaktadır. En azından onun yaşadığı gerçek bu.
İbrahim, özensiz, yetersiz ve çok zahmetli yollardan sağlık hizmetleri almakta ve el yordamıyla bastonuna dayanarak zar zor yaşamaktadır. Bu zor yıllarını ise aralarında hiçbir zaman dostluk kuramadıkları küçük oğlu vefalı Bahri’nin veya hep dost oldukları büyük oğlu Şamil’in yakın ilgisi ile geçirmektedir. Zaman zaman yürürken düşüyor, bilincini kaybediyor, zaman zaman komaya giriyor, vücudu ağrı sızı içinde. Hâlâ bacağındaki şarapnel parçalarının izi, Alplerde kızak çekerken Alman askerin beline vurduğu yer sızlıyor. Alplerde donan ayakları ve su toplayan ciğerlerinden hâlâ ciddi sıkıntılar çekiyor. Bütün bunlara rağmen acı çektiğini asla söylemez, hiçbir işini kimseye yaptırmaz, güçlü, pırıl pırıl bir zekâ, konuşur, tartışır, kızar, küser. O kendisini anlayacak kimsenin kalmadığı bir dünyanın son Don Kişot’u, son şövalyesi, yalnız kralıdır. Öleceğini bilse bükmediği belini, yaşlı kemiklerini çatırdatırcasına hâlâ dimdik tutmakta ve Kâmile’den sonra, maceralı yolculuğuna kaldığı yerden devam etmenin planlarını yapmaktadır. Son gücüyle direnmektedir yuvaya dönmek için. Macerasını tamamlayacak, çemberini kapatacaktır. Evinde, içinden saat tik taklarının geçtiği duman artık Dağıstan dağlarının eteklerine, Mahaçkala limanına inen sislere bürünmüştür. Hazırlık, saat gibi; tik tak, tik tak, tik tak...
“Ölmeden önce muhakkak gideceğim Dağıstan’a!”
-SON-
Dostları ilə paylaş: |