Hipnotik santraç



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə7/12
tarix24.10.2017
ölçüsü0,54 Mb.
#12076
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

XXV. Sibirya’ya Doğru

Nimetullah sonunda Rus subaylara inanır ve onlara katılır. Hedefi baba ocağı ve Mahaçkala’dır. Gönüllü olarak Rus ordusuna katılanlar belli bir sayıya ulaşınca Remini’den ayrılırlar. Önce Roma – Cineciti’ye ( sinema kenti) uğrarlar. Orada on beş gün barakalarda kalırlar. Kent duvarları İtalya siyaseti kadar tahrip olmuştur:


“Viva Partita Comunista Italiana”

“Viva Mussolini”


İtalyan komünistler kent civarında yakaladıkları Rus askerlerini getirip para karşılığında Rus kampına teslim etmektedirler. Bu sayede oluşturulan daha kalabalık bir grup halinde Avusturya’ya doğru yola koyulurlar. Avusturya’nın yarısı İngiliz, yarısı da Rus işgali altındadır. Nimetullah da kendi ordusuna kavuşmanın huzuru içinde evine dönmektedir ama kendisine hâlâ nedense esir gibi davranılmaktadır. Yolda Leoben Donavets kentindeki esir kampında on beş gün konaklarlar. İşin iyi tarafı, kasabın tavşana havuç göstermesi gibi, esirlere iyi yemek verilmektedir.
Leoben Donavets’de esirler, aileler, kadın – çocuk – bebekler, valizler dolusu eşyalar halinde yaya yola çıkarlar. Hedef yüz yirmi kilometre ötedeki Viener Neuschetat’tır (Viyana’nın yeni kenti). Rus subaylar at üstünde giderken toplanan ordu mensupları ve aileleri yaya yol almaktadırlar. İşin rengi değişmeye başladıkça ve yorgunluk baş gösterince aileler umutlarıyla birlikte teker teker valizlerini de yollarda bırakmaya başlarlar. Bir ara Saltsburg’da mola verirler ve sonunda Viyana’ya sekiz kilometre uzaklıktaki Viener Neuschtat’a varırlar.
Burada eski İngiliz, Amerikan ve Rus ordularının ortak esir kampı vardır. Bu kampta Stalin’in oğlu da Almanlar’da esir kalmış. Doğal olarak o da aç, sefil. Almanlar, oğlunun bakımı için Stalin’e mektup yazmış ve iaşe bedeli istemişler. Stalin, esir düşen askerlerinin kendilerini öldürmeleri beklentisini oğlu için de yinelemiş ve oğlunu evlatlıktan reddetmiş. Kampta geçen üç günün sonunda durumdan şüphelenen Nimetullah yakınlaştığı bir üsteğmeni sıkıştırır:
“Eve gitmek için yola çıkmıştık. Şimdi farklı bir şey mi oluyor?”

“Evet, aramızda kalsın ama aranızdan Alman ordusuna girenleriniz kurşuna dizilecek, sizin gibiler ise on iki yıllığına Sibirya’ya sürülecek.


Bu haber üzerine Nimetullah kendine iki arkadaş ve bir harita bulur ve yeni kaçma planları yapmaya başlar. Kampın dört bir köşesinde makineli tüfek kuleleri vardır. Arka taraf nehre sınır. Nehirde bir adacık ve karşı kıyıda buğday tarlaları var. Gece, nehir kenarı projektörlerle taranmakta ve sınırı, ileri geri gidip gelen iki nöbetçi korumaktadır. Evet! Plan hazırdır: Nehirde düzenli olarak yapılan banyolardan birinde diğerlerinden ayrılıp gizleneceklerdir. Vakit gelince öyle de yapar, otların arasına gizlenirler. Gece olunca projektörleri gözleyerek iki nöbetçiyi, başlarına sert bir cisimle vurup bayıltırlar ve nehre dalarlar. Adaya uğramadan sessizce karşı kıyıya geçer, buğday tarlasına dalarlar. Tarlalar bitince demir yoluna çıkmışlardır. Ray makasçısı da bir süredir bunları gözlemektedir. Arkalarından seslenir:
“Hey, korkmayın. Gelin! Sizin kamptan kaçtığınızı anladım. Bu yoldan gitmeyin yakalanırsınız. Şu taraftan giderseniz karşınıza bir çay çıkacak. Orası Rus - İngiliz sınırıdır. Hızla karşıya geçin, sonrası kolay.”
Makasçının sözlerini güven vericidir. Ukraynalı yaşlı teyzeyi anımsarsak, tersine, bir insanın yüzünden doğruyu okumak bazen de olanaklı olabilir, kim bilir. Makasçının söylediği gibi yaparlar. Çayı koşarak geçerken arka tepeden onları gören Rus askerleri makineli tüfekle peşlerinden ateş açar ama boşuna; sınırı geçmişlerdir. Sınırın ötesine ateş açamazlar. Nimetullah ve iki arkadaşı özgürdür.
Bu üç kafadar rasgele bir araya gelmemişlerdir. Nimetullah her kazancını, her değerini, her zaman birileriyle paylaştığı gibi, kendi hayatını kurtarırken de arkadaşlık duygularıyla hareket etmiş ve bu iki arkadaşını da özenle seçmiştir. O, yardım edeceği kişilerin ahlaklı, becerikli ve zeki, kısaca risk almaya ve emek vermeye değer olmalarına özen gösterir. Bu arkadaşlarından biri Elmas Ferlsan’dır, Azeri’dir; Leningrad’da okumuş bir dişçidir. Diğeri de Datiko Paçaşvili, bir Gürcü. Paçaşvili’nin öyle dahiyane bir niteliği yoktur. Fakat sporcu, güzel vücutlu, temiz bir delikanlı, iyi gitar çalan, güzel sesli bir müzisyen, neşeli bir çocuktur. Nimetullah kıyamadığı için onu da yanına almıştır.
Şimdi bu üç kafadar delikanlı dağ bayır, özgürlüğe giden yönü arayarak yol almaktadırlar. Dağ bayırın buram buram doğayla dolu olması beklenebilir edebi bir romanda. Oysa burada toprak doğa ile değil tarih ile, daha doğrusu tarihin kusmuğu ile doludur. Her yer çürümekte olan, çoğu Alman, asker cesetleri ve savaş artığı makinelerle doludur. Düzenli Alman ordusu komünist çeteciler tarafından avlanmıştır.
“Bir sürü tank vardı, çalışır durumda, sağlam, benzini yok. Benzin koy, git.
Şimdi Avusturya’nın, o zaman Yugoslavya, şimdi Slovenya sınırında olan Graz’a gelirler, fakat Tito’nun Yugoslavya’sına girmezler. Sovyetlerden kaçan Sovyet askerlerinin Tito’ya güvenecek halleri yoktur herhalde.
Graz’dan İtalya’ya yönelirler. Ellerinde harita, ağaçların yosunlu yüzü gibi kuzey işaretlerini takip ederek Yugoslavya sınırını izlerler. Yolda ne bulurlarsa yerler. “Çerniga” dedikleri küçük siyah erikler, mantarlar, vb. Bu bitkileri ayrıntılı bilmeleri onlar için doğaldır, çünkü bütün Sovyet okullarında sıkı bir coğrafya eğitimi vardır, ayrıntılı bir bitki, hayvan sınıflandırması öğrenirler. Babam hâlâ bu sınıflandırmayı Rusça olarak tüm ayrıntısıyla sayabilmektedir. İşte böylece Nimetullah’ın tanıyabildiği bütün bitkileri, meyveleri seçer, yerler.
Dağlarda dört beş kilometrede bir mola kulübeleri bulunur. Bu kulübelerde bazen bitki örtüsünü korumak ve hayvanları tedavi etmekle görevli korucular da vardır. İçeride kimse yoksa, bazen hazır yiyecek, peynir, ekmek, şarap, ilaç bulunur, üç kafadar da bunlardan, israf etmeden yararlanırlar. Eğer korucu varsa, aç olduklarını söyleyerek yiyecek isterler. Korucular genelde çok kibardırlar ve seve seve yiyeceklerini onlarla paylaşırlar. Bir keresinde nemrut bir korucuya rastlarlar. Korucu bunları kovar. Onlar da önce dönüp giderler, fakat az sonra bu yapılanın ayıp olduğuna karar vererek geri dönerler. Bu korucunun kendilerini açlıktan ölmeye mahkum eden Alman’lardan bir farkı yoktur. Ne kadar dirense de korucuyu bağlarlar ve onu o halde bırakıp karınlarını bir güzel doyurduktan sonra yollarına devam ederler. Bunun gibi birkaç olay daha yaşanır.
1945 kışı yaklaşmaktadır, en azından Alp dağlarında. Yer yer saman tepeleri vardır, geyiklerin beslenmeleri için. Bu samanlar odundan dört köşe kafes apartmanlar içine yığılmıştır. Kışın her taraf karla kaplandığı zaman samanlar açıkta kalacaktır. Ne gariptir ki, birbirlerini öldürmek için doğanın en vahşi hayvanlarından daha acımasızca saldıran insanlar aynı zamanda doğaya karşı incelikli, duyarlı olabiliyorlar. İnsanların kendilerini doğadan ayırıp, doğayı kullanan akıllı kültür varlıkları olarak tanımlamaları onları doğadan koparmaz, aksine doğanın tepkilerine esir eder. Bu insanlar herhalde birbirlerini öldürdüklerini geyiklerin duyumsamadıklarını ve umursamadıklarını düşünüyorlardır. Oysa geyikler insanların ne korkunç, vahşi bir hayvan türü olduğunu ve doğayı neredeyse tamamen yok ettiklerini derinden duyumsuyor ve bu vahşi hayvanların ne tür bir sanat, ahlak ve vicdan sorunsalıyla kendilerini kışın beslediklerine aldırmadan ve insanlardan korkarak yaşamlarını uzaktan uzağa sürdürüyorlardır. Demek ki insanın doğada kendini aşkınsallaştırabilen, dünyasını kavramsallaştırabilen tek akıllı varlık olması onu diğer canlılardan daha ayrıcalıklı ve üstün kılmıyor, hata bazen, işte Nazi olgusunda olduğu gibi, bilimci, doğalcı bir anlayışla, seçkin genlerin zeki Alman ırkını “yüce” kıldığı ve doğal ayıklanma ilkesine katılarak zayıfların, asalakların yok edilmesinin “doğal” ve “zorunlu” olduğu fikriyle diğerlerini katletmeleri gerektiği çıkarımına varmaları onları belki doğanın en alçak hayvanları haline getiriyordu.
Alp Dağları’nda Yugoslavya sınırını takip eden üç kafadar bu arada İtalya sınırına varmışlardır. İtalya’ya girdikleri yer ayni zamanda Avusturya’ya da sınırdır. Bu bölgeye “Treppo Carnico” denir. Treppo Carnico’dan Güneye ilerleyip Udine girmekle de ovaya ve daha dostça bir iklime inmiş olurlar.
Udine demiryolları çevresinde dolandıkları bir sırada birden karşılarına silahlı, çekik gözlü iki İngiliz askeri belirir. Görüntüde besbelli bir gariplik vardır ve telaşlanmadan hemen durumu çözer, ortama uyum gösterirler. İngilizler Ruslara silah ve üniforma yardımı yapmıştı ve bunlar da İngiliz değil Rus askeriydi. Çekik gözlüydüler çünkü Özbek’tiler. Bizimkiler bu iki Özbek’i hemen “ya biz de sizi arıyorduk, dağlarda kaybolduk. Vatanımıza dönmek istiyoruz” geyiğine sarıp kafalarlar. Askerler de onlara yakında her ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir kamp olduğunu müjdeleyip davet ederler.
Gerçekten de kamp mükemmeldir. Özel oda, temiz yatak, bol yemek vardır. Gündüzleri serbest gezme belgesinin yanında çarşıda harcamaları için bolca para bile verilmektedir. Kampa yerleşirler ama elbette artık Sovyetler’e dönmeye niyetleri yoktur. Bir hafta sonra Elmas ile Paçaşvili Fransa’ya gitmek için Nimetullah’ı ikna etmeye çalışırlar. Fransa’da önemli tanıdıkları varmış, orada yeni bir hayat kurabilirlermiş. Nimetullah’ın siyasal sezgileri ise ona Fransa’ya gitmemesini söylemektedir. Fransa komünist doludur ve kaçak Rus askerlerini hoş karşılamayacaklardır. Sonunda tartışma kavgaya dönüşür ve Nimetullah Elmas’ı döver, üçlüden ayrılır, kampta kalır. Onlar ise Fransa’ya giderler.
Elmas ile Paçaşvili gittikten üç gün sonra Rus subayları güzel müjdeyi verirler, “haydi gözünüz aydın, vatana dönüyoruz” diye. Ailesi burnunda tüten Nimetullah bir daha ailesini göremeyeceğinin bilinci içinde, herkesin gittiğinden ters yönde koşmaktadır kaderine. Etrafındaki binlerce figüran arasında hemen bir plan yapar ve anında uygulamaya sokar. Çarşıdan arkadaş olduğu İtalyan bir şoförü gece yarısı kamyonuyla kampa çağırır. Kamp dışı organizasyonundan şoför sorumludur, kamp içi organizasyonundan da Nimetullah. Gecenin en ıssız, el ayak çekildiği bir saatte Nimetullah elinde demir bir levye, kapıdaki nöbetçinin başına dikilir. Elinde makineli tüfek, kapıyı bekleyen bu Ukraynalı nöbetçi aslında zavallı bir kurbandır, tüfeğinde mermi bile yoktur. Nimetullah ona bir şans verir ve kendine katılmayı teklif eder.
"Rusya'ya dönersen seni öldürecekler, beni yakalamaya kalkarsan seni ben öldüreceğim. Gel, bana katıl, hem hayatını, hem özgürlüğünü, hem de para kazan."
Nöbetçi askerin gerçekten de mantıklı tek bir seçeneği vardır ve onu kullanır; kapıyı gürültü yapmadan açar ve dışarıda bekleyen kamyonu içeri alır. Nimetullah kamyonu deponun kapısına dayar, deponun kilidini elindeki levye ile kırar. Koca depo tepesine kadar yün atlet, çorapla, ayakkabı ve tıraş takımlarıyla doludur. El birliği ile depoyu kamyona taşır ve ardlarına bir daha dönüp bakmadan oradan kaçarlar.
İtalyan şoför depo ve müşteri ayarlamıştır bile. Kamyon hemen kent merkezindeki depoya girer. Malı teslim eder ve karşılığında kucak dolusu para alırlar. Kucak dolu olması yanıltmasın, bin Liret otuz santimetre boyundadır ve bir ekmek için altmış santimetre boyunca Liret gerekmektedir. Parayı bölüşmek için sayacak halleri yoktur. Üç gurup halinde eşit yükseklikte dizer, göz kararı bölüşürler. Herkes kendi yoluna gidecektir.
İtalyan şoför Nimetullah'ı evine davet eder, giderler. Nimetullah evde saygı ile ağırlanır, aile içine alınır. Öyle ki, İtalyan arkadaşı, evindeki akrabası dul bir kadın ile onu tanıştırır, arkadaş olurlar. Savaşta, isterse düşman tarafıyla olsun, asker aileleri arasında sükunetle eş paylaşımına boyun eğmek, kaybedilen eşlerin anısına buruk bir çelenk bırakmak gibidir. Nimetullah yeni elbiseler alır, bir süre evde sıcak aile ilişkileri yaşar, eğlenirler. Bir süre sonra Nimetullah macerasının peşinden gitmek üzere evden ayrılır. Artık İtalya kentlerinde bir kaçaktır o.

XXVI. İtalya'da aşk, mafya ve ressamlık

İtalya Rus askerlerini yasal bir kimlik altında tanımadığı, ortada bıraktığı gibi, komünist çeteciler de onları yakalayıp Rus ordusuna satmaktadırlar. Yirmi beş yaşında genç bir kaçağın Kuzey İtalya kentlerinde barınabileceği tek bir topluluk vardır: Mafya. Nimetullah'ın da İtalyan mafyasıyla tanışması pek uzun sürmez. Ne kadar mafyadan uzak dursa, hatta bazen para gereksinimini en aza indirmek için dağda yatsa bile sonunda gene para gerekmektedir. Nimetullah da hayatta kalabilmek için mecbur kaldıkça mafyaya katılır. İtalyan mafyasıyla yaşadığı deneyimler Nimetullah'ın kendisiyle çeliştiği ve hiç bir kulağıyla tekrar duymak istemediği karanlık bir döneme karşılık gelir. Kendini koşulsuz doğruluğa teslim etmiş bir idealist bir karakterin sonunda diğer insanlar gibi "akıllı" (!) davranıp kendi hayatını ilkelerinden daha öne çıkarması ileride hep ona acı verecek bir hata olarak kalacaktır.


Nimetullah esaretten sonra, artık yorgundur. Çünkü yorgunluğunu hissedebilme lüksünü yaşamış, insan olmayı, insan gibi yaşamayı anımsamıştır. Yaşamak için ise başka çaresi yoktur. Esir kampında bile hiç olmazsa esir olarak tanınmıştı. Burada adalet isteyebileceği bir yer yoktur, o da çaresiz, karanlık adalete, meşru olmayan yasalara sığınır. Bunu yapar çünkü artık ölmeyi seçecek gücü kalmamıştır ve bu süreçten en az iç çelişkisiyle çıkıp asıl kimliğine dönmek için çırpınmaktadır. Nimetullah'ı altmış beş yıl sonra da hâlâ üzen şey, başkasına karşı taşıdığımız ahlaksal sorumluluğu hiç bir akılsal açıklamanın ortadan kaldıramadığını kendisinin de bilmesidir. Hele dağ köylerinde her çaldığı kapıda karnının doyurulduğu İtalya'da.
Bu şekilde geçen kaçak ve yarı aç günlerden soğuk bir akşam üzeri Nimetullah, diyelim ki Dolmezzo kasabasındaki bir fırının kapısında ekmek kuyruğuna girer. Sırası gelince ona ekmek vermezler. Oysa Nimetullah'ın cebinde ekmek alacak kadar bir para vardır. Bu ayırımcılığı anlamaz ve sinirlenir. Yeni öğrenmeye başladığı İtalyanca'sı ile kendisine ekmek satmamalarının nedenini anlamaya çalışır. Evet, o dönemde Türkiye'deki gibi orada da ekmek karneyle verilmeye başlanmıştır. Kendisine karşı kural dışı bir düşmanlık beslenmediğini anlayınca hemen kenara çekilir. Bu durumu izleyen sıradaki kadınlardan biri Nimetullah'ın yanına gidip kulağına kendisini beklemesini fısıldar.
Kadın ekmeklerini aldıktan sonra beraber yürümeye başlarlar. Bir süre sonra vardıkları ev ve karşısındaki insanların davranışları Nimetullah'ın hiç beklemediği türdendir. İçinde havuzlar, heykeller olan geniş bir bahçe ve saray yavrusu gibi bir köşkle karşılaşmıştır. Kapıyı, yanındaki kadına saygıyla davranan kibar bir hizmetçi açar. Kadın, hizmetçiyi uzaklaştırıp Nimetullah'ı mutfağa alır. Mutfak sadece hacim olarak değil, yiyecek çeşitleri olarak da geniş ve zengin bir mutfaktır. Kadın kendi elleriyle masayı çeşitli yemekler, meyveler ve içeceklerle donatır. Nimetullah asıl şaşırması gereken satırlara henüz gelmediğini bilmeden şaşırmıştır. Neyse ki açlığı onu hemen kendine getirir ve yemeklere yumulur.
Sonunda Nimetullah’ın karnı doymuş aklı başına, keyfi yerine gelmiştir. Nimetullah’ın yüzünde mutluluk belirtilerini gören kadının da yüreği tüm vücudunda atmaya başlar; gider, yanına oturur, titreyen dudaklarını ona sunar. Bir süre öpüşürler. Sonra kadın “olmaz” der. Kalkar, beraber yatak odasına giderler. Kadın Nimetullah’ın eline bir at kırbacı verir ve kendisine vurmasını ister. Nimetullah allak bullak olmuştur. Bir kadına vurmak! Bu ancak en aşağılık bir erkeğin yapabileceği bir şeydir. Sonunda yine de ikna olur ve oyuna katılır. Yatak odasını alevler sarmıştır.
Diyelim ki kadının adı Kedi olsun. Bu satıra kadar olanlar bile önemli değil. Kedi’nin asıl şaşırtıcı hikayesi bundan sonra başlar. Kocası cephede ölmüştür, yalnızdır. Bir gün kolu kapının tokmağına takılıp çizilen ve kanayan Kedi, kolundan duyduğu acıdan haz aldığını fark eder. Bir kenara atılmış, unutulmuş kendinin ve vücudunun varlığını, kendinin ve vücudunun sevilesi değerini duyduğu acının derinliklerinde bulmuştur. Kendini yeniden ortaya çıkarabilmek için her defasında aynı şekilde, vücudunda fiziksel, derin bir acı duyması gerekmektedir.
Kedi’nin itilmişlik ve unutulmuşluk duygusu sadece kocasını kaybetmesinden kaynaklanmıyordur aslında. Kocasının varlığında da onun yoğun toplumsal ve siyasal güç ilişkileri arasında Kedi kendi aslından uzaklaşmış, kendisi ve kocasına toplumsal bir maske görevi görmüştür. Çünkü kocası Mussolini’nin yakınındaki generallerden birisidir! Şu feleğin ne garip çemberleri var. İşte bu yatak odasının duvarlarında Nimetullah “hakikat” adındaki çokboyutlu tabloyu derinlemesine bir daha görür.
Tarih neredeyse mutlak egemen bir trajedidir ve her insanı içinde zalimce öğütür. İnsanlık kendinin kurbanıdır. Zalim tarihin trajik kurbanı insan masumdur. Kendini tarihselleştirecek yerde tarihi kendisileştirmeye kalkan, kendini tarihin yerine koyup tarihi kişisel hırsları doğrultusunda biçimlemeye kalkan şeytan ruhlu karakterler dışında, tarihin devasa zulmü karşısında insanlar pek masum kalırlar. İnsan, zekasını bileylediği vahşi doğasının kurbanıdır. Tarihin yazgısallığı insanın doğasından gelir, yıldızlardan değil.
İtalya’ya girdiği andan itibaren, daha bir esirken bile ilk işi faşist Mussolini’ye karşı savaşmak için İtalyan komünist çetecilerle görüşmek olan Nimetullah şimdi Mussolini’nin bir generalinin yatak odasında, onun karısıyla yatmaktadır. Kedi Nimetullah’a kendinin ve evinin efendisi olmayı teklif eder. Resmi olarak evlenmelerine karşı pek çok engel çıkabilir ama en azından nikahsız, evli gibi düzenli bir hayat yaşayabilirler. Sokaktaki zorluklardan sonra böyle bir yaşamın üstüne oturmak pek akıllıca görülebilir ama, Nimetullah böyle bir yaşamda kendi yatırım payının sadece erkeksi bir cazibe olmasını kabullenemez, karşısında gene cazibeli bir dişi olsa da.
Toplumsal cinsiyetin erdemlerinden biri “sadakat” ise bir diğeri de “sakınmak”tır; çıkar, saygınlık ve refah için cazibeni açmamak, sunmamak, satmamak, örtmek, gizlemektir. Geleneksel toplumsal cinsiyet kültüründen bakarsak yaygın olarak, birinci erdem kadına ikinci erdem erkeğe verilir. Yani kadından sadık olması ve gerektiğinde erkeğin çıkarı için cinsel cazibesini satması, erkekten ise asla cinsel cazibe göstermemesi beklenir ve fakat sadık olması beklenmez. Dikkat edilirse bu dağılımın elbette erkeği özne, kadını nesne konumuna getiren ataerkil bir tezgah olduğu görülür. Bu tezgah mülkiyetçi, ahlakçı çirkin bir labirenttir. Oysa sadakat da sakınmak da her iki cinsin birden sahip olması gereken erdemlerdir. Cinsiyet bir değer olarak görülüyorsa elbet.
Nimetullah’ı Kedi’nin sıcak teklifini redde götüren akıl-dışı seçimin ikinci nedeni ise “özgürlük”tür. Nimetullah yaşayacaksa da ölecekse de, bu sonun kendi macerasının, kendi savaşımının hakkettiği sonucu olmasını ister. Postmodern seranın yapay çiçeklerinin bu “hakikat” ve “kendilik” düşkünlüğünü anlaması güç hatta olanaksız olabilir. Oysa insan varoluşu dipsiz, derinlikli bir hazinedir, inmeyen bilmez. Hakikaten kendin olmadan da oraya inilmez. Bilen için ise yaşamak, ölmek, acı çekmek küçük bir ayrıntıdır. “Varlık” aslında kendin olmak, “yokluk” kendine yabancılaşmaktır. Kamusal vitrinde dişleri parlayan, yaşamlarına imrenilen insanlar içleri saman dolu bebeklerdir, onlar cansız, ruhsuz, şişirilmiş, kendilerini bir şey sanabilmek için ruhlarını satmış şeytancıklardır, tarihin en zavallı kurbanlarıdırlar onlar. En var görünenler en yok olmuşlardır aslında. Sahne sendromuna, başarıya, pazar tezgahında kendilerini çıkarır satarlar. Bunlar yaşam karşısında yenilmiş, hak etmediğine hileyle el uzatmış zavallı korkaklardır. Korkaklıklarının nedeni kendilerine sahip çıkacak bir derinliklerinin olmamasıdır. Olan ise acı çeker, yalnızdır, özgürdür, kendinden korkulandır, korkaklara göre olabildiğince sahneden uzak tutulmalıdırlar, yoksa sahnedekilere at sinekliği yapacak, ayna olacak, onlara zavallı olduklarını anımsatacaktır. İşte kötülüğün yuvası burasıdır. Tanrı bile şeytanı, kötülüğü, kendisinin görülmesini istemesiyle yaratmadı mı? Kötülük ham olanın değerli, olgun olanı sahneden saf dışı etmek için giriştiği vicdan oyunudur, yaptığı kötülükten dolayı çekebildiği vicdan azabı ölçüsünde kaygılanma, kendinde derinleşme, “sahne”den “ayna”ya, görülmekten, kendini görmeye yönelme olgunlaşmak, değer bilmek ve değerlenmekle sonuçlanabilir. En değerli olanlar artık hiçbir talep ve girişimleri kalmayan ve iyice toplumsal sahnenin dışına atılmış, aşağılanmış, görünmez olmuş insanlardır. Bu gizli hazineler hakiki insanlardır. Hakiki insanlar da gizli birer hazinedir. Yaşarken yok gibi olan ve öldükten sonra da geride bıraktığı derin izlerle var olmaya devam edebilen hakiki varlıklardır.
Nimetullah ile Kedi’nin beraberlikleri bir ay olmuş ve artık Nimetullah’ın gitme vakti gelmiştir. Kedi’ye erdemler ve özgürlük üzerine felsefi bir açıklama serimleyecek hali yoktur elbet, fakat yaşadığı gerçek budur. Artık Dağıstan’a ve Eva’ya kavuşma ümidi olmasa da bu bahaneyi öne sürer. “Bir bekleyenim var” der ve geride iki acılı yürek, kendini yeniden Kuzey İtalya kentlerinin sefil sokaklarına bırakır.
Nimetullah, onur ve özgürlüğün bedelini ödeme istenci ve cesareti gösterebilen – çoğunluğu erkek olan – herkes gibi sokakta yalnızlık, açlık, sevgisizlik, soğuk ve vahşilikle ödüllendirilmiştir. Anne şefkati, baba güvenliği, eş sevgisi ve yuva sıcaklığı, yerde devlet, gökte tanrı, meleklerle kuşatılmış ışıltılı bir evrenin rahminde iyilik rüyalarıyla uyumaktan çok uzaktadır. Mafya üyesi olsa da kendini olabildiğince haksızlıktan uzak tutmaya çalışmakta, zenginin günahını hafifleterek (!) aradan aldığı küçük bir payla karnını doyurmaktadır. Gereksinimleri konusunda kendini sınırlamak için geceleri otel odası yerine dışarıda bir kuytuda uyumasına rağmen, grup ile paylaşması gereken eğlence ve kutlamalardan hatta bazen çapkınlık turları atmaktan geri kalmaz. Bir gece dağda bir ağaç altında uyurken ertesi gece bir sevgili ile lüks bir mekanda içmeye, şık bir kıyafetle dans etmeye gidebilmektedir.
Fakat bu onur ve günah oyunu, bu yaşam savaşı arasında başına hiç istemediği bir şey gelir. Bir gece polisin baskınına uğrarlar ve gruptan biri kaçamayacağını anlayınca polislerden birini vurur ve öldürür, kaçar. Nimetullah mafyanın gerçek yüzünü o an görmüştür: Kendisinin de dahil olduğu grup, bir insanı öldürmüştür ve kendisi kurban safında değil, katil safındadır. Asla böyle bir şey düşünmemiş ve istememiştir. Beyni dönmüş, üzgün, yıkılmış bir halde orada kala kalır. Alır götürürler. Sonunda Nimetullah İtalyan cezaevlerini de görmüştür.
Cezaevi küçük grupları barındıran koğuşlardan oluşmaktadır. Alman esir kamplarından sonra cezaevi ona ev gibi gelir. Fakat Nimetullah’ın derdi rahatlık değildir ki. O onurlu ve sevgili bir hayat aramaktadır. Oysa tüm hayatı boyunca aradığını tam olarak bulamayacaktır. Demir parmaklıkların arasından yapılan küçük değiş tokuşlar – kitap, para, sigara, yiyecek, kağıt, kalem, fotoğraf – oradaki toplumsal yaşamın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bir gün Nimetullah bir sigara paketinin üzerine kadın resmi yapar. Görenler şaşırır çünkü çok başarılı bir resimdir. Sonra koğuş arkadaşının koluna çıplak bir kadın resmi yapar ve kol kaslarını oynatmasını söyler. Nimetullah’a anatomi dersleri veren değerli hocaları elbette böyle bir kullanım hedeflememişlerdi. Adamın kolunda canlanan kadın görüntüsü cezaevini de hareketlendirir. Artık Nimetullah hiç durmadan resim yapmakta, yoğun talepleri karşılamak için ciddi bir ressam gibi çalışmaktadır. Cezaevinde eğlencelik bile olsalar, Nimetullah’ın resimleri ressamlar ülkesine yakışacak kadar başarılıdır. Arkadaşlarıma ayrıntıya girmeden önce, “babam İtalya’da ressamdı” esprisi yapmak hep hoşuma gitmiştir.
Nimetullah nü resimler yaparak uzun süre ekmeğini çıkartır. Bir resim ortalama bir karton sigaraya gitmektedir. Hiç fena değil! Bu şekilde Nimetullah’ın İtalya macerası kendi yolunda sürerken Ruslar hâlâ vatana dönüş yalanı ile öldürecekleri askerlerini geri toplama hevesiyle çalışmaktadırlar. Bu amaçla görevlendirilmiş bir Rus albayı bir süredir Nimetullah’ın tutulduğu cezaevine dadanmış, kendine içecek kan aramaktadır. Nimetullah, kendini oradan çıkartabilirse seve seve vatanına döneceğini, ailesini çok özlediğini söyler. Rus albayı, daha ben yazmadan önce, Nimetullah’ın bir roman kahramanı olacağını bilemezdi elbette. Aklınca saf bir Rus subayını ipe gönderip rütbe kazanacaktır. Rus albay söz verdiği gibi Nimetullah’ı cezaevinden çıkartır. Nimetullah’ın dışarı çıktığı andan itibaren ise ne o subay Nimetulah’ı ne de Nimetullah o subayı bir daha görür. Bu olayın üzerine o Rus albayı rütbesini kim bilir neresinden almıştır.
Her ülke İtalya’nın kentlerinde göçmen büroları açmış, savaştan kalan vatandaşlarını ve/ya soydaşlarını toplamaktadır. Nimetullah, savaşa girmemiş olmasına rağmen Türkiye’nin de büro açtığını duyar. İşte o anda Nimetullah hayatını kökten değiştirecek hamleyi yapar. Gider ve tek kelime Türkçe bilmeden hatta Türk olduğunu bile bilmeden Remini’deki göçmen bürosuna başvurur. Aklınca yalan söyleyerek Rusça “ben Türk’üm” der. Türkiye’yi, bildiği diğer, Sovyetler Birliği, Almanya, İngiltere, İtalya gibi bir ülke sanır. Büroda Rusça bilen bir görevli de vardır. Nimetullah biraz da baskı ve tehdit ile kendisini Türk olarak kabul ettirir. Artık İtalya’da yaşama şansı kalmamıştır. Roma’ya gider. Limanda Türkiye’nin Amerikalılara yeni yaptırdığı “İstanbul” adlı gemiye biner, eski dünyanın merkezine, İstanbul’a doğru yola çıkar.



Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin