DODEKA APOSTOIİ KİLİSESİ
Feriköy'de, Avukat Caddesi no. 41'de bulunan kilise, İsa'nın On İki Havari'sine ithaf edilmiştir. Kilisenin yer aldığı yüksek duvarlarla çevrili avlunun kuzey ve güneybatısında sosyal amaçlı yapılar ve yönetim mekânları, kuzeydoğusunda madeni çan kulesi vardır. Batısındaki giriş kapısı üstünde yer alan Yunanca iki kitabeye göre kilise, 1868'de inşa edilmiş, 1949'da onarım geçirmiştir.
Doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı kilisenin doğusunda yarım yuvarlak apsis dışa çıkıntı yapar. Kuzey ve güneyde eksende dışa az çıkıntılı yapı, düzgün kesme taş ile inşa edilmiş, cepheler silme ve kademelerle hareketlendirilmiş-tir. Yapı dışta, dört yönde dik, çift yüzlü çatılar ve bunların kesim yerinde on iki cepheli kasnak üzerinde yükselen kubbe ile örtülüdür.
Kilise, kapalı Yunan haçı plan tipin-dedir. Kare biçimindeki naos, doğuda içte yarım yuvarlak apsis, batıda kuzey-gü-ney doğrultusunda dikdörtgen planlı nar-teks ile sınırlanır. Naosun doğusunda apsis önünde bema yer alır. Naosta kare planlı merkezi mekân dört sütun ile belirlenir. Bu mekâna dört yönde dik olan haç kollarının arasında köşe mekânları bulunur. Batıda narteks, dokuz sütunlu ar-kad düzeni ile naosta sınırlanır. Nartek-sin üstünde yer alan galeriye çıkış, güneybatı köşesindeki merdiven ile sağlanmıştır. Naosta merkezi mekânın örtüsü, sütunları bağlayan basık kemerler arasındaki pandantiflerle geçilen, yüksek kasnak üzerinde basık kubbedir. Haç kollan basık tonoz, köşe mekânları çapraz tonoz ile örtülüdür. Apsisin örtüsü içte yarım kubbe, narteks ve galerinin örtüsü ise düz tavandır.
Yapıda naosa açılan ve eksenlerde yer alan üç girişin biri batıda nartekste, ikisi kuzey ve güneyde eksendedir. Girişler eş boyutlu dikdörtgen açıklıklardır. Güneyde bemaya açılan küçük bir giriş daha vardır. Narteksin güneyindeki bir giriş galeriye çıkan merdiven başlangıcına açılmaktadır. Narteks girişi, batıda eksende ve dikdörtgendir. Yapının kuzey ve güneyinde girişlere simetrik, büyük boyutlu ve yuvarlak kemerli birer pencere ile girişlerin üstünde yarım daire, üst hizada ise ikiz pencereler vardır. Doğuda üstte üç dilimli bir pencere, batıda üstte aynı hizada, eş aralıklı, eş büyüklükte, yuvarlak kemerli beş pencere ile altta eksendeki girişe yanlarda simetrik ikişer büyük pencere, kubbe kasnağında yuvarlak kemerli dört pencere bulunur.
Kilisede naosun doğusunda yer alan ikonostasis ve kuzeydoğusunda bulu-
Dodeka Apostoli Kilisesi
Zafer Karaca
nan ambon ile karşısındaki despot koltuğu ahşap işçiliği üe bezelidir. Kubbede Pantokrator İsa tasviri, galeri korkuluğunda İncil konulu çeşitli tasvirler görülmektedir.
ZAFER KARACA
DOĞAL AFETLER
İstanbul gerek Bizans gerekse Osmanlı döneminde depremler, yangınlar, seller, kasırgalar vb afetler görmüş; kentin kimi semüerinin bütünüyle yerle bir olduğu, yandığı; sellerle, taşkınlarla yıkılıp, yıldırım, kasırga ve kışlardan zarar gördüğü, gerek Bizans kroniklerinde, gerekse Osmanlı kaynaklarında yazılmıştır. Bütün eski kentlerde olduğu gibi, İstanbul'u kasıp kavuran felaketlerin başında gelen yangınların birçoğu da yıldırım düşmesinden çıkmıştır (bak. yangınlar).
İkinci derece deprem kuşağında bulunan kentin geçirdiği depremler Bizans ve Osmanlı dönemlerinde belli bölgelerde büyük tahribat yapmış, mal kaybı yanında can kaybı da olmuştur. Cumhuriyet döneminde ve günümüzde, kent zaman zaman sallanmakla birlikte, yapım teknolojisindeki ve yerleşmedeki gelişmeler sonucunda depremler eski çağlardaki kadar büyük yıkıma yol açmamaktadır (bak. depremler).
Kent için en büyük doğal afet olan depremler dışında, can ve mal kaybı açısından depremlerden aşağı kalmayan büyük yağmur, sel ve taşkınlar, yıldırım, kuyrukluyıldız, göktaşı gibi astronomi o-layları ve denizlerle çevrili kenti sular altında bırakan gelgitler, Boğaz'ın ve Halic'in donduğu soğuklar ve büyük kuraklıklar da her dönem görülmüştür.
Bizans kaynakları, 407'de Nisan ayında Konstantinopolis'te önce yıldırım düşmesiyle başlayan sonra afet halini alan, kentin çarşısının çatısını uçuran, can kaybına, büyük sellere neden olan bir yağmurdan söz eder. Kasım 472'de gökten bu defa kül yağdığı, küllerin evlerin çatılarını örttüğü, bunu şiddetli bir yağmurun izlediği nakledilir, l Nisan 618' de gündüz vakti gece izlenimi veren bir hava kentin üstüne çökmüş, devamlı yağmur yağmış, çukur bölgelerde göller oluşmuş, evler su altında kalmıştır. 857' de kızıl tozlarla karışık yoğun bir yağmur yağmış, 20 Ekim 887'de saatlerce süren bir ay tutulmasından sonra yıldırımlar düşmüş, gök gürlemeleri arasında yağan yağmurda yıldırım ve selden ölenler olmuştur. 14 Nisan 1034'te korkunç bir dolu, evleri, tapınakları ve bütün mahsulü tahrip etmiş, can kaybı meydana gelmiştir.
Belgelerde Mayıs 1283'te İstanbul'a kan rengi bir yağmur yağdığı, Ağustos 1297' de 24 saat hiç. durmadan süren çok şiddetli bir yağmurdan, özellikle Galata-Be-yoğlu kesiminin etkilendiği; kentin diğer kesimlerinde de büyük su baskınları, seller olduğu; ağaçların, evlerin yerlerinden sökülüp sellere kapıldığı; kentin â-deta büyük bir göle dönüştüğü yazılıdır. Bu yağmurun ve sellerin sonucunda de-
IstanbuPun
en soğuk
kışlarından
birini yaşadığı
1954 Mart'ında
Boğaziçi'nde
buz kütleleri.
Ara Güler
nizin renginin günlerce yer yer siyaha, yer yer kırmızıya dönüştüğü rivayet edilir. Mart 1309'daki depremi izleyen tufan da kayıtlara geçmiştir.
İstanbul'un fethinden sonra da, kent dönem dönem şiddetli yağmurlar sonucu büyük sel felaketlerine sahne olmuştur. 1489'da (bazı kaynaklarda 1490) gökyüzü simsiyah bulutlarla kaplanmış ve çok şiddetli bir yağmur başlamıştır. Bu sırada düşen yıldırımlardan bugünkü Sultanahmet civarındaki binalar büyük hasar görmüş, ayrıca can kaybı da olmuştur. "Küçük kıyamet" diye anılan 1509 depremi sırasında suyolları ve bentler de zarar gördüğünden depremi büyük su baskınları izlemiş, denizin de etkilemesiyle dalgalar Galata ve İstanbul'un surlarını aşmış, bu bölgeleri su basmıştır. 24 Ağustos 1553' te Halic'in Kâğıthane kesimini etkileyen bir sel bu bölgedeki köyleri, bostanları, tarlaları, ağaçlan söküp götürmüş Galata önlerine, Halic'in girişine yığmıştır. Bu dönemlerde Osmanlı kaynaklarının kaydettiği en önemli tufan ve sel felaketi ise 19-20 Eylül l653'te padişahın ölüm tehlikesi geçirdiği olaydır. I. Süleyman (Kanuni) (hd 1520-1566) Halkalı Deresi civarında avlanırken yağmur başlamış, padişah sığınmak için Yeşilköy civarındaki İskender Çelebi Bahçesi'ne gelmiş, ancak görülmemiş bir tufana dönüşen yağmurda İskender Çelebi Sarayı da su baskınına uğramış, padişah zorluklarla kur-tarılabilmiştir. Bu yağmurda, bir günde onlarca eve, cami ve kiliseye yıldırım çarpmış, köprüler yıkılmış, suyolları bütünüyle tahrip olmuş, bütün Çekmece, Yeşilköy ve çevresini su basmış, kent seller yüzünden o güne kadar bilinen en büyük tahribatı yaşamıştır.
III. Ahmed (hd 1703-1730) döneminde, özellikle lale bahçelerini, kasırları ve Boğaziçi köylerini tahrip eden büyük bir dolu ve sel felaketinden söz edilir. 11 Ekim 1746 gecesi çok şiddetli yağan yağmur
sırasında, Bayezid Camii'nin minarelerinden birine isabet eden yıldırım; 1750' deki tufan ve sel felaketi; 1789'daki (bazı kaynaklarda Şubat 1790), "tufan-ı sa-nî" denecek kadar şiddetli, büyük mal ve can kaybına yol açan yağmur, 19. yy'a kadar kayıtlara geçmiş yağmur ve sel felaketlerinin başlıcalarıdır. Daha sonraları da, kentin çeşitli semtlerinin çeşitli zamanlarda su baskınlarına uğradığı, dere yataklarının çevresinde ve ağzında yer alan semt ve bölgelerin sellerde en fazla zarar gören yerler olduğu, sellerde yıkılan suyollarının yapımının başlıbaşma bir iş, Suyolu Nazırlığı'mn da Mimar Sinan ve Davud Ağa dahil en büyük Osmanlı mimarlarının, mimarbaşıların görev aldıkları bir rütbe olduğu bilinir. Günümüze doğru gelindikçe, su kaynaklan ve dere yataklarının kuruması, yetersiz de kalsa kanalizasyon benzeri altyapının gelişmesiyle seller kentte gitgide daha az tahribat yapmaya başladı. 1950'deki son büyük sellerden biri olan ve daha önce de sel felaketlerinde defalarca zarar görmüş Sarıyer'de büyük zarara neden olan felaketten sonra, bu çapta bir sel olayına rastlanmadı. Ancak kentin çeşitli kesimlerinde, özellikle alçak ve çukur yerlerle eski mahallelerde su baskınları her zaman sürdü.
Genel olarak ılıman bir iklime sahip olan İstanbul'da zaman zaman Boğaz'ın donması veya buzlarla dolmasıyla sonuçlanan çok soğuk kışlar da görülmüştür (bak. iklim). Bizans döneminde, Aralık 608'deki soğuklarda Boğaz'ın donduğu, insanların ve hayvanlann donarak öldüğü ve ardından büyük bir kıtlığın baş gösterdiği kaydedilir. Yine Bizans kaynakları, Mart 647'de patlayan büyük bir fırtınada birçok geminin battığını, ağaçların köklerinden söküldüğünü, evlerin damlarının uçtuğunu yazarlar. Ekim 763'te Boğaz'da su 30 m derinliğe kadar donmuş; Anadolu sahilinden Rumeli'ye, Sa-
rayburnu'ndan Üsküdar'a, sadece insanlar değil yük hayvanları ve arabalar da buzun üstünden geçebilmiş; çok büyük can ve mal kaybı yanında, Sarayburnu'n-da buzlar surlardan daha yüksek olduğundan, surlar da yıkılmıştır. 928 Ocak'ı-nın sonlarına doğru yine Boğaz donmuş, can ve mal kaybı olmuş, buzlar dört ay süreyle kalmış ve kıtlık baş göstermiştir. Mayıs 968'de birden patlak veren ve u-zun süren fırtınada özellikle ağaçlar, ekinler, bahçeler, bostanlar tahrip olmuş; 1010' daki kışta hayvanlar ve hattâ balıklarla kuşlar soğuktan donmuştur. 1232'de, Bizans kronikleri Boğaziçi'nin üstünde yüzen buz kütlelerinin gemilerin geçmesini zorlaştırdığını, hattâ engellediğini yazarlar. Osmanlı döneminde en büyük kışlardan birinin tarihi, Aralık 1621 olarak düşülür. O yıl sadece Boğaz değil daha korunaklı olan Haliç bile donmuş, olaya zamanın şairleri tarih düşmüşlerdir. l657'de yine Boğaz'ı ve Halic'i donduran bir kış yaşanmış, Defterdar İskelesi ile Sütlüce arasım, halk buz üstünde yürüyerek geçmiştir. İstanbul'u etkileyen son büyük kışlar, Tuna Nehri'nden gelen buzların Boğaz'ı kapladığı 1928 kışı ve yine buzlar yüzünden gemilerin Bo-ğaz'dan geçemediği 1954 Mart'ıdır.
Doğal afetlerin dışında, kent yaşamını etkileyen astronomi olayları da, özellikle halkın bu olaylardan daha fazla etkilendiği ve tarihçilerin de bir ölçüde a-bartarak aktardıkları Bizans döneminde sık sık kaydedilir. Şubat 422 ve Ocak 467' de görülen kuyrukluyıldızlar; 566'da doğudan batıya doğru kayan çok parlak yıldız; 15 Nisan 602'de görüldüğü bildirilen kılıç şeklindeki yıldız; 3 Ekim 693' teki büyük güneş tutulması; Nisan 764'te-ki yıldız yağmuru ve bunu izleyen kuraklık; 4 Kasım 813'teki güneş tutulması; yine 20 Ekim 887'deki güneş tutulması; 16 Mayıs 905'te doğudan batıya doğru kırk gece süreyle seyreden ve büyük ışık saçan
DOĞAL GAZ
76
77
DOĞAL YAPI
yıldız; 968'de görülen garip şekilli parlak ışık saçan bir başka yıldız; 983'teki büyük güneş tutulması, Mayıs 1066'da doğu yönünde 40 gün süreyle görülen ve daha sonraki kıtlık ve kuraklığın kendisine bağlandığı yıldız; 1402'de altı ay boyunca batıya doğru kaydığı gözlenen bir kuyrukluyıldız, yine l620'de iki ay görünen bir başka kuyrukluyıldız, dönemin insanlarına korku salan, çeşitli yorumlara neden olan gökyüzü olaylarıydı.
İSTANBUL
DOĞAL GAZ
istanbul'a 1992'nin başından beri verilen, metan ağırlıklı dumansız ve zehirsiz yakıt.
istanbul'un temel sorunlarından birisi olan hava kirliliği, gerek çok sayıdaki araçtan yayılan egzoz gazlarına, gerekse evlerde ve sanayide kullanılan yakıtların kalitesizliği ve çeşitliliğine bağlıdır.
İstanbul'un bu önemli sorununun çözümünü doğrudan etkileyecek ve olumlu katkılarda bulunacak olan doğal gazın dağıtım, satış ve şebekelerinin işletilmesinden sorumlu olan istanbul Gaz Dağıtım Sanayii ve Ticaret AŞ (İGDAŞ), İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve iştiraklerinin ortaklığı ile 1987'de kurulmuştur.
26 Mart 1989 belediye seçimlerinden önce, 22 ve 24 Mart tarihlerinde ilk kazma vurulmuş ise de ciddi çalışmaya Ağustos 1989'da başlanılmış, şehirde ilk doğal gaz 22 Ocak 1992'de yakılmış, inşaatın bütünü ise l Haziran İ993'te tamamlanmıştır.
Projenin müteahhitlik hizmetleri, Fransız SAE (Societe Ausiliaire d'Entreprises) ve Türk Alarko firmalarınca oluşturulan konsorsiyum tarafından l milyar 884 milyon Fransız Frangı'na mal edilmiştir. İstanbul doğal gaz projesinin danışmanlık ve kontrolörlük hizmetleri ise, Gaz De France'ın bir kuruluşu olan Sofregaz firması tarafından yapılmıştır.
Birleşik Devletler Topluluğu'ndan (Rusya) gelen ve BOTAŞ aracılığı ile İstanbul'a ulaştırılan doğal gazın miktarı yılda 800 milyon m3'tür. Bu miktar İstanbul'da tüketilen yakıtların yaklaşık yüzde 40'ını oluşturmaktadır. Proje hazırlanırken doğal gazın tüm İstanbul'da değil, yaklaşık üçte birlik bir bölümünde kullanımı planlanmış ve 600.000 konut hedeflenmiştir.
Doğal gaz kullanmak üzere 10 Ocak 1994'e kadar 175.000 abone başvuruda bulunmuştur. Bunun 120.000'i halen evinde ya da işyerinde doğal gaz kullanmaktadır. Şu ana kadar 106 sanayi kuruluşu doğal gaz kullanmak üzere sözleşme imzalamıştır. Bunlardan 78'i doğal gaz kullanmaktadır. Doğal gaz kullanan ticari kuruluşların sayısı ise 4.000 civarındadır.
Doğal gaz projesi kapsamında 73.500 servis kutusu bağlanmış, 276.000 km çelik hat, 1.834.000 kilometre de polietilen hat döşenmiştir. Henüz İstanbul'un tümüne yaygınlaştırılamamış olan doğal gaz, çeşitli ilçelerde 1994'ün başında 120 civarında semte verilebilmektedir.
Doğal gaz yüzde 95'i metan gazından oluşan külsüz, dumansız, zehirsiz bir yakıttır. Havayla karıştığında tam yanma sağladığından, yanma sonucu kar-bonmonoksit gazı oluşmaz. İçinde kükürt olmadığı için, kükürtoksitler gibi çevreye ve insan sağlığına zararlı kimyasal maddeler çıkarmaz. Bu nedenle temiz ve çevre dostu bir yakıttır.
Ayrıca doğal gaz özellikle linyit kömürüne oranla çok yüksek enerji içermektedir, l metreküp doğalgaz, ortalama 4 kilo linyite eşdeğer bir enerjiye sahiptir. BÜNYAMÎN ÇELEBİ
DOĞAL YAPI
Doğal yapı ve doğal ortam kavramı coğrafi konum, yeryüzü şekilleri (jeomorfoloji), jeoloji, litoloji (mevcut kayaç türleri ve konumları), iklim(->), toprak, bitki ör-tüsü(->), hidroloji (yerüstü ve yeraltı suları) vb faktörlerin oluşturduğu bir bütündür. İstanbul Boğazı'nın iki yakası ile bir kısmı da Armutlu Yarımadası'nm kuzeyine yayılmış bulunan İstanbul İli, oldukça karmaşık bir doğal yapıya sahiptir.
Kocaeli Yarımadası ile Çatalca Yarımadası'nm önemli bir kısmı, il sınırları i-çinde kalır. İlin en güneyini Yalova îlçe-si'nin yer aldığı Armutlu Yarımadası'nda bulunan kesim meydana getirir. İlin kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Marmara vardır (bak. coğrafi konum). Bu iki deniz arasında kabaca kuzeydoğu-güney-batı doğrultusunda uzanan İstanbul Boğazı'nın, Karadeniz ve Akdeniz kültürlerini birleştiren tek denizyolu olması; Avrupa ile Asya kıtalarını birbirine bağlayan karayollarının Boğaz'a doğru yaklaşarak burada birbirlerine bağlanmaları; İstanbul'un tarih boyunca gelişmesini etkileyen ve Boğaz yöresini diğer sahalardan farklılaştırarak ona ayrı bir özellik veren en önemli faktördür.
Jeolojik Yapı: İstanbul İli jeolojik formasyonlar ve litolojik özellikleri bakımından çeşitlilik gösteren bir yöredir. Yörede paleozoikten (günümüzden 600-230 milyon yıl öncesi) neojenin (günümüzden 26-2,5 milyon yıl öncesi) çeşitli serilerine ve pleistosen (günümüzden 2,5 milyon ile 20 bin yıl öncesi) depolarına kadar birçok formasyon görüldüğü gibi, granitik plütonlardan kuvarsitlere, grovak-lardan killi şistlere ve radyolaritlere, değişik nitelik ve yaşta kalkerlere ve gevşek yapıların farklı türlerine kadar, çok çeşidi kayaç ve depolar yer alır. Ancak bu çeşitlilik, mekânda bir düzensizlik şeklinde ortaya çıkmaz. Aksine adı geçen bu unsurlar belli yaştaki formasyonlara ve bunların yayılış alanlarına bağlı olmak üzere belirli bir düzen gösterirler. Yörenin jeolojik yapısı yaş ve kayaçlar bakımından farklı iki esas unsura ayrılabilir. Bunlardan birisi temel, ikincisi ise örtü formasyonlarıdır.
Yörenin temeli silüriyen, devoniyen ve Halic'in kuzeybatısında yer alan bir şerit boyunca karbon dönemlerine ait formasyonlardan ibarettir. Boğaz'ın do-
ğusunda, temel çok daha geniş bir alan kaplayarak yüzeye çıkar.
Burada killi şistler, grovaklar, çeşitli kalkerler, arkozlar ve çeşidi seviyeler göstermekle beraber esas kısmı silüriyene ait olan kuvarsitler görülür. Saha paleozoik orojenez safhaları esnasında kuvvetle kayıp parçalanmış, genellikle kuzeybatı-gü-neydoğu yönünde uzanan kıvrılmalara uğramış, fakat aradan geçen milyonlarca yıl boyunca bu kıvrımlar aşınarak peneplene (yarıova) dönüşmüştür. Bugünkü topografyası, yapıdan çok kayaç karakterine bağlı olan bu aşınım yüzeyi üzerinde başlıca yükseltileri kuvarsitlerden oluşan tepeler halinde belirir. (Boğaz1 in doğusunda Aydos Tepesi [537 m], Ka-yışdağı [438 m], Alemdağı [442 m], Göztepe [235 m], Karlıdağ [328 m] ve Adalar; batısında Kocataş Tepesi [237 m] gibi.)
Paleozoik temel daha sonraki devirlerde de dislokasyonlara (kayma, kırılma gibi nedenlerle düşey ya da yatay yer değiştirme) uğramıştır. Bu kabuk hareketleri sonucunda temelin fosil aşınım yüzeyi genellikle batıya, bilhassa güneybatıya doğru eğimlenerek alçalmıştır. Bu yönde gidildikçe yüzeyde paleozoiğin daha yeni unsurları ile karşılaşılır ve sonuçta temel, özellikle güneybatıda tersiyer örtü tabakalarının altında kaybolur. Ancak kuzeyde paleozoik temel önemli bir dislokasyon hatü ile sınırlandırılmıştır. Bu sınırın ötesinde, Karadeniz kıyıları boyunca her iki yakada kretase devri tortulları ve bunlarla aynı yaşta olan an-dezidi ve dasitli lav, tüf ve aglomeralar yayılmıştır. Sözü edilen kimyasal bileşimdeki entrüzyonlar (tabakalar arasına giren volkanik kayaç) İstanbul Boğazı'nın her iki yakasında da küçük cepler halinde yaygındır.
Yapısal bakımdan İstanbul ve çevresinin ikinci jeolojik unsurunu "genç örtü" diye nitelenebilecek olan tersiyer formasyonları meydana getirir. Bunlar da farklı yaş ve litolojideki elemanlardan oluşurlar. Ancak tektonik özellikleri, kayaç karakterleri ve aynı zamanda topografyadaki çok daha değişik rolleri ile temelden tamamen farklıdırlar. Bu örtü formasyonlarının başlıcalarını Küçükçekmece'nin batısında geniş bir alanda meydana çıkan eosen kalkerleri, Çekmeceler ile Haliç arasında yayılan neojen kalker, kum, çakıl ve killer meydana getirir. Ayrıca, özellikle Boğaz'ın batısında neojen kum, kil ve çakıllarının, bir örtü halinde temelin eski topografya yüzeyini maskelemiş olduğu tespit edilir. Bu tortulların bir kısmı, temeli de etkileyen daha genç tektonik hareketler sonucunda oluşan Büyükdere ve Paşabahçe depresyonları gibi çöküntülerin içinde veya temelin yüzeyine ait eski topografik çanaklarda büyük kalınlıklara erişir. Boğaz'ın doğusunda da neojen örtü tabakaları mevcuttur. Ancak bunlar temelin daha fazla yükseldiği ve daha fazla aşındığı bu kısımda batı yakasındaki kadar yaygın değildir. Bütün bu genç örtü tabakaları birçok yerde oluşumlarından sonra meyda-
(p Silüriyen-devoniyen
Q Üst kretase, volkanik
fasiyes (h) Devoniyen
^ Kuvaterner, karasal, ayrılmamış
(2) Bazalt, dolerit, andezit,
spilit, porfirit ^ Miyosen, denizel,
ayrılmamış (JJJ Kumul
Q Triyas
0 Kuvarsit
^ Pliyosen, karasal
0 Sarmasiyen,
pliyosen dahil Q Üst kretase (T) Eosen, ayrılmamış
^ Miyosen, karasal,
ayrılmamış ^ Pliyo-kuvaterner
9 Oligosen, karasal
^ Andezit, spilit, porfirit,
riyolit, dasit |f|| Granit, granodiyorit,
kuvarslı diyorit Q Paleozoik, ayrılmamış
^| Karbonifer
Q Holosen, yeni alüvyon
istanbul'un jeoloji haritası.
na gelen aşınmalarla ortadan kaldırılmışlar, küçük parçalara dönüşmüşler ve bu gibi sahalarda temelin yüzeyi fosil bir topografya olarak kalmıştır. İstanbul'un güneyde Armutlu Yarımadası'ndaki parçası ise daha çok miyosen formasyonları ile andeziti! volkanik komplekslerden oluşmuştur.
Bu jeolojik özelliklerin yanında, İstanbul Boğazı ve çevresinin çok önemli bir deprem kuşağının (Kuzey Anadolu fay kuşağı) çok yakınında olduğunun da belirtilmesi gerekir. Marmara Denizi çöküntüleri (depresyon) ve İzmit Körfezi boyunca uzanan kuvvetli bir deprem şeridi İstanbul yöresinin yaklaşık 20 km kadar güneyinde uzanır. Bu yüzden de yöre, tarih boyunca şiddeti farklı olmakla birlikte 153 depreme maruz kalmıştır. Bunlardan bazdan çok kuvvetli depremler olduğundan, zararları da büyük olmuştur (bak. depremler).
İstanbul yöresi bazı faylarla da kesilmiştir. Bunlardan tersiyeri eddlemiş olan kırık sistemleri, genel olarak kuzeybatı-gü-neydoğu doğrultusunda uzanır.
İstanbul İli'nin yayıldığı bölge maden kaynakları bakımından zengin değildir. Ağaçlı linyitleri, Sarıyer'in Maden semtindeki bakır, gümüş, altın ve pirit yatakları; bazı bakır ve demir madenleri gibi yatakların ekonomik değeri azdır. Bununla birlikte il, formasyonların kayaç özellikleri nedeniyle inşaat malzemeleri bakımından oldukça zengin sayılır. Paleozoiğin yoğun ve dirençli mavi kalkerleri sürekli aranan ve kullanılan bir yapı malzemesidir. Bu kalkerler dirençli oldukların-
dan mıcır elde edilmesi açısından da çok değerlidirler. Neojenin daha çok kalın plakalar halindeki maktralı kalkerleri de eskiden beri kullanılan bir yapı taşıdır. Eosen kalkerleri ve paleozoik mavi kalkerleri kireç ve çimento 'üretimi için de elverişlidir ve bu amaçla kullanılmaktadır. Neojen kum ve çakılları da aranan inşaat malzemeleridir. Çok dirençli, ancak çok çatlaklı olan kuvarsider yapı taşı olarak fazla kullanılmamakla birlikte, öğütülerek ses ve ısı izolasyonu sağlayan özel tuğla yapımında değerlendirilmektedir. Ayrıca neojen killeri Haliç çamuru ile birlikte İstanbul yöresinin bir hayli yaygın olan tuğla ve kiremit endüstrisinin başlıca hammaddesidir.
Bu ekonomik özelliklerine karşılık neojenin kumlu ve gevşek depoları ve çoğunlukla likidite sınırı düşük (içinde su oranı az) kaolinitten (beyaz kiltaşı) oluşan killeri, kuvvetli yarılmaların ve dik e-ğimlerin de etkisiyle yer kaymalarına yatkındır. Bu nedenle bunların yaygın olduğu Kilyos'un batısı ile güneybatıda Kü-çükçekmece çevresinin neojen depoları özellikle heyelan tehlikesinin olduğu a-lanlardır. Paleozoik killi şistlerinin de, daha ender olmakla birlikte heyelana neden olduğu bilinmektedir.
İstanbul yöresinin jeolojik yapısı ve kayaç yapısı su kaynaklarını da etkilemiştir. Paleozoik temelin güneybatıya doğru alçalması ve bunu örten kil seviyeleri ile ara tabakalı neojen kum ve çakıl depolarının yapı bakımından bir çanak meydana getirmeleri, yörenin batı kısmında oldukça zengin artezyen kaynaklarının
oluşmasına yol açmıştır. Belgrad Ormanı kesiminde, geçirimli neojen çakıl ve kum tabakalarında toplanan ve süzülen sular, geçirimsiz temelin meydana çıktığı yerlerde birçok kaynağın oluşmasına yol açtığı gibi, sıyrılma sınırı civarında temele gömülü vadilerin setlenmesi, çok eski devirlerden beri buralardan kente su getirilmesine imkân vermiştir. Çatlaklı kuvarsitlerde toplanan yeraltı sularının, bunların geçirimsiz temelle bir araya geldikleri yerlerde bazen fay, bazen de normal yamaç kaynakları halinde, ancak daima belli hatlar boyunca meydana çıkmaları da, İstanbul yöresine Çamlıca, Tomruk, Taşdelen, Sırmakeş, Kayışdağı, Yakacık, Kocataş, Hünkâr suları gibi ünlü içme suları sağlamıştır.
Jeomorfoloji ve Topografya: İstanbul yöresinin ve çevresinin bugünkü topografik ve jeomorfolojik görünümü çok u-zun ve o oranda da karışık bir evrimin sonucudur. Milyonlarca yıla yayılan bir dizi jeolojik olay sonucunda Trakya ve Kocaeli çöküntü alanları meydana gelmiş, Boğaz açılmış (bak. Boğaziçi); çöküntü havzalarını tortullar doldurmuş, Kocaeli ve Trakya peneplenleri teşekkül etmiştir. İstanbul İli'nin yayıldığı alan, bu iki peneplen arasında akarsu vadileri ve Boğazla parçalanmış, yüzde 74,4'ünü platoların, yüzde 9,5'ini ovaların, yüzde 16,1'ini de alçak dağların, tepelerin kapladığı bir toprak parçasıdır. Topografyanın esas unsurunu, yükseltisi 100-200 m arasında değişen alçak bir plato oluşturur. Marmara ve Karadeniz'in derin çukurlarını bir eşiğe benzer şekilde ayıran bu plato,
Dostları ilə paylaş: |