I d I n I a V a V x h o n I n < I j V a h I x V l a I o I l n V v h fi X l Q



Yüklə 7,77 Mb.
səhifə16/139
tarix27.12.2018
ölçüsü7,77 Mb.
#87837
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   139

Bibi. Ahmet Fehim Bey'in Hatıraları, (haz. H. K. Alpman), ist., 1977, s. 145-147, 164, 170-173; A. Kemal (Çankırılı Hacı Şeyh Oğlu), Görüp İşittiklerim, III, Çankırı, 1932, s. 113-115; M. Aksel, İstanbul'un Orta Yeri, Ankara, IgTTfsrTS^TT^S^; And, Meşruti-

yet, 69-71; And, Tanzimat, 182, 219; B. Ar-pad, Direklerarası, ist., 1984, s. 228-240; ay, Yok Edilen İstanbul, İst., 1988, s. 228-240; S. Birsel, Kahveler Kitabı, ist, 1975, s. 101-163; M. Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın, ist., 1989, s. 66-68, 77-79; Gökmen, Sinemalar, 13-19; "Direklerarası", İSTA, VIII, 4602-4604; Nutku, Darülbedayi, 8, 32; Ö. Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, I, İst., 1985, s. 381-382, II, s. 305, 396; M. N. Özön-B. Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi, ist., 1967; Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, I-II, İst., 1992, s. 85-87, 97-99; (Sevengil), Türk Tiyatrosu, I, 70-73; A. Yalçın, //. Meşrutiyet'te Tiyatro Edebiyatı Tarihi, Ankara, 1985, s. 44.

RAŞlT ÇAVAŞ



DİRİMTEKİN, FERİDUN

(1894, istanbul - 26 Eylül 1976, istanbul) Tarihçi ve müzeci.

ilk ve orta öğrenimini izmir'de gördü. 1910'da Kuleli Askeri Lisesi'nden ve 1912'



Feridun

Dirim-

tekin

Cumhuriyet

Gazetesi

Arşivi

de Harbiye Mektebi'nden mezun oldu. istiklal Savaşı'ndan sonra Harp Akademile-ri'nde eğitim görerek kurmay subay oldu. 1925'ten, askerlikten ayrıldığı 1927'ye kadar Harp Akademileri'nde öğretmenlik yaptı.

Türk Hava Kurumu'nda reis muavinliği (1935-1939), Beden Terbiyesi istanbul bölge müdürlüğü görevlerinden sonra, 1942'de Eminönü Halkevi başkanlığına getirildi. Başkanlığı sırasında Eminönü Halkevi'nin istanbul müzeleriyle yakın bir bağlantı kurmasını sağladı. 1945'te Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TTOK) bünyesindeki istanbul'u Sevenler Grubu üyeliğine seçildi. 1946-1950 arasında İstanbul Şehir Meclisi üyeliği ve İmar Karma Komisyonu başkanlığı yaptı. 1950'de TTOK başkan yardımcılığıyla birlikte Eski Eserleri Koruma Encümeni'ndeki görevini de sürdürdü. İstanbul'un Fethinin Beş-yüzüncü Yıl Dönümünü Kutlama Derne-ği'ne üye oldu. Sonradan Fetih Derneği a-dını alan bu kuruluş bünyesinde E. H. Ayverdi(-») ile birlikte İstanbul Enstitüsü adıyla bir enstitü kurulmasını sağladı. 1955-1971 arasında Ayasofya Müzesi müdürlüğü görevini sürdüren Dirimtekin 1976'da öldü ve Feriköy Mezarlığı'na defnedildi.

Dirimtekin'in istanbul'u ele alan birçok çalışması vardır. Bunların başlıcalan İstanbul'un Fethi (ist., 1949; 2. bas. 1976), Fetihten Önce Marmara Surları (ist., 1953), Ecnebi Seyyahlara Nazaran Fe-Hh'den Sonraki İstanbul (ist., 1953), Fetihten Önce Haliç Surları (İst, 1956), Ecnebi Seyyahlara Nazaran XVI. Yüzyılda İstanbul (ist, 1964) olarak sıralanabilir.



DİŞ HEKİMLİĞİ

62

63

DİVAN EDEBİYATI

Dişçi Mektebi'nin 1965'e kadar eğitim verdiği Beyazıt Meydanı'ndaki binası (solda). Necdet Sakaoğlu koleksiyonu

Ayrıca Fatih ve İstanbul, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, Ayasofya Müzesi Yılh-|f«(-0 ve Türk Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni gibi dergilerde İstanbul'a ilişkin çok sayıda makalesi yayımlanmıştır.

Bibi. S. Eyice, "Trakya Araştırmacılarından: Feridun Dirimtekin", GDAAD, 8-9 (1980), 259-285

İSTANBUL


DİŞ HEKİMLİĞİ

Dişçilik sanatı Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde kendi kendine ve görgüye dayanarak yetişen kimseler tarafından uygulanırdı. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde İstanbul esnafı arasında "dişçi" adı ile anılan bir zümre bulunmadığını, dişçiliği cerrahların yaptığım belirtir.

Babadan oğula, ustadan çırağa geçen diş çekme, apse açma gibi işlemler, 19- yy' da belli nizamlara bağlandı ve dişçilik yapabilmek için özel bir belge aranmaya başlandı. Bu belgeler hastanelerde çalışan dişçilerin kendi yanlarında çalıştırdıkları kimselere veriliyordu. Daha sonra, bu belgeler sağlık müdürlükleri veya Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye'nin cerrahi bölümlerin-ce tasdik ediliyordu.

19. yy'a kadar görgü, cesaret ve biraz da bilgiye dayanan gezginci hekimlerin, ağrılar için ilaç satanların, kırık çıkıkçıların diş de çektikleri görülmektedir. Nalbantlar, demirciler, berberler de diş çekmekte ve bazı önerilerde bulunmakta idiler. Bunların dışında dişi çürüten kurtları bazı tozlarla, merhemlerle öldüreceklerini iddia eden şarlatanlar, hacamat yapmak, sülük yapıştırmak ve şişe çekmekle diş ağrılarına deva olduklarını iddia ediyorlardı.

19. yy'da tıp öğretiminin modemleş-mesiyle durum biraz değişti. Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye tarafından verilen küçük cerrahlık şahadetnamesi alanlar cerrahlıkla beraber dişçilik de yapıyorlardı. Bu şartlarda yetişerek çalışanların dışında, Avrupa'dan gelen ve çoğu özel bir eğitim görmeksizin kendi kendilerine yetişen yabancı uyruklu kimseler, istedikleri gibi dişçilik yapmakta idiler.

Ordu ihtiyacı için gerekli olan cerrahlar askeri hastanelerde hasta bakıcılıktan veya pansumancı eski deyimi ile tı-marcılıktan yetişmiş kimselerdi. Tımarcılardan bilhassa ameliyathanelerde hizmet edip de ehliyet ve kabiliyet gösterenlere hastane başhekimi tarafından cerrahlık vesikası verilir ve bunlar orduda sivil olarak, kendilerine verilen sıhhi vazifeleri görmekle beraber, imkân bulurlarsa dişçilik de yaparlardı. Bunlardan ordu ile ilişkisini keserek tamamen dişçilik yapanlar zamanla çoğaldı. Bu tür dişçiler Türk ve Müslüman idiler.

Türkiye'de yahut yabancı ülkelerde herhangi bir diş hekiminin ve hattâ bir dişçinin yanında bir müddet çalışıp ondan pratik olarak diş çekmeyi öğrenmiş diğer birtakım kimseler de Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye'ye müracaat ederek hafif bir pra-

tik yoklamadan sonra dişçilik yapmaya yetkili olduklarına dair bir vesika alırlar ve dişçilik ederlerdi. Bu tür permili dişçilerin hemen hemen hepsi Türk ve Müslüman olmayan kimselerdi. Hattâ Türkçe okuma yazma bile bilemezlerdi. Üçüncü grup veya sınıf dişçiler ise, tıp tahsili görmüş fakat mesleğini terk ederek dişçilik yapanlardı. Dördüncü gruptakiler ise dış ülkelerde dişçilik tahsili yaparak Türkiye'ye gelmiş olanlardı. Bunlar gerçek diş hekimleri idiler, fakat sayıları çok az idi. İstanbul'da modern diş hekimliği Dişçi Mektebi'nin(->) kurulmasıyla başlamıştır. NURİ MUĞAN



DİŞ KİRASI

Eskiden ramazan ayında iftara gidilen yerlerde misafirlere ve özellikle de ev sahibinin koruması altındaki yoksul ya da çoluk çocuk sahibi orta halli kimselere yemek ve namazdan sonra ayrılırken verilen hediye ya da paraya "diş kirası" denilirdi.

Bazı tarihsel kaynaklarda II. Mehmed' in (Fatih) (hd 1451-1481) vezirazamı Mah-mud Paşa'nın tertip ettiği iftarlarda pilav içine altın paralar koydurduğu ve yemek sırasında bu paralara onları bulanların sahip olduğu rivayet edilmektedir. Vezirlerin zenginlik ve cömertlik gösterisi gibi yorumlanabilecek olan bu uygulama zamanla yarı resmi bir nitelik kazandı.

Eski ramazanların güzel geleneklerinden biri de durumu iyi olanların yakınlarını, dostlarım, komşularını ve maiyetinde çalışanları iftara davet etmeleriydi (bak. iftar âdetleri). Eski İstanbul'da iftarlar padişahtan, hanedana mensup kimselerden başlayarak sadrazam ve öteki vezirlerle devletin ileri gelenlerine, zengin tacirlere ve emlak sahibi kimselere varıncaya kadar ramazan boyunca ihmal e-dilmeden gerçekleştirilirdi.

Saraylar, konaklar iftar vakti çoğu davetli olmak üzere misafir akınına uğrar, ev sahibi de kimseyi boş çevirmez, âdet ne ise yerine getirirdi. Diş kirası yalnızca zenginlerden, makam sahiplerinden yoksullara, küçük memurlara verilmez, toplumsal ve ekonomik durumu denk olanlar arasında da çoğu zaman karşılıklı olmak üzere diş kirası adı altında hediyeler verilip alınırdı.

Diş kirası deyimi alanla veren arasında konuşulmamak kaydıyla ancak başka ortamlarda kullanılır, verilen ya da alınanın âdet haline gelmiş hediyeden ibaret olduğu ifade edilirdi. Öyle ki hanedana mensup olup da kendi saray ve konaklarında büyük bir debdebe içinde yaşayan sultanlar, iftara davet ettikleri yüksek rütbeli devlet memurlarına da hediye verirler, onlar da almaktan çekinmezlerdi. Adı açıkça konulmamakla birlikte bunlar da bir diş kirası sayılırdı. Hattâ yakın akraba ve ahbap iftarlarında verilen hediyeler için herhangi bir yanlış anlamayı engellemek amacıyla "diş kirası değil, bir hatıra..." gibi gönül alıcı sözler de söylenirdi.

Özellikle sultan saraylarında verilen iftardan sonra, misafirler ev sahibine haremağaları .vasıtasıyla saygılarını, bağlılıklarını bildirirler, karşılığında da rütbelerine, mevkilerine göre mühürlü zarf ya da mahfaza içinde paralarını, hediyelerini a-lırlardı. Haremağası herhangi bir davetliye hediyesini sunmadan önce öpüp başına koyar, karşı taraf da aynı hareketi yaparak hediyeyi alırdı.

II. Meşrutiyet'e (1908) kadar devam e-den diş kirası geleneği yavaş yavaş unutulmaya yüz tuttu. Bir süre, ancak ev sahibinin himayesi altındaki yoksullara verilmeye devam edildiyse de bu uygulama da yıllar önce kendiliğinden kalkmıştır.



Bibi. Tarib-i lutfî, II, 191-192; Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, İst., 1948, s. 161-170; Pakalm, Tarih Deyimleri, I, 455; H. F. Ozansoy, Eski istanbul Ramazanları, İst., 1968, s. 26-27; Bayrı, istanbul Folkloru, 1972, 143; Ali Rıza, Bir Zamanlar, 136, 166-168; Mehmed Tevfik, istanbul'da Bir Sene, İst., 1991, s. 141; Musahib-zade, istanbul Yaşayışı, 1992, 117; "Diş Kirası", DlA, DC, 375; "Diş Kirası"; 1KSA, III, 1563.

İSTANBUL


DİŞÇİ MEKTEBİ

16 Eylül 1909'da, Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığı sırasında Cemil Paşa (Topuzlu) ve Halit Şazi Bey'in (Kösemihal) çabalarıyla kurulmuştur.

Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (sivil tıbbiye), Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) ile birleşerek Tıp Fakültesi adı ile Haydarpaşa'ya taşınmış ve sivil tıbbiyenin boşalttığı Kadırga'daki Menemenli Mustafa Paşa Konağı da Darülfünun-ı Os-mani Tıp Fakültesi Eczacı ve Dişçi ve Kabile ve Hastabakıcı Mektepleri'ne verilmiştir. Birkaç okulun birleştiği bu kuruluşun müdürlüğüne Mustafa Münif Paşa getirilmiştir. Tıp Fakültesi Muallimler Meclisi (profesörler kurulu) Dişçi Mektebi'nin müdürlüğüne Halit Şazi Bey'i ata-dıysa da Halit Şazi sadece Dişçi Mektebi Muallimler Meclisi'ne başkanlık etmiş, resmen müdür olmamıştır. İlk muallimleri Halit Şazi, Hüseyin Talat Bey, Terziyan Efendi ve Manok Leon (Mustafa Nihat) Efendi'ydi. Ekim 1909'da Dişçi Mektebi Muallimler Meclisi ilk toplantısını yapmış ve öğrenci kaydına başlanmıştır.

Başlangıçta iki yıl olan eğitim kısa sürede üç yda çıkarılmış ve ilk mezunlarım 1911'de vermiştir. I. Dünya Savaşı başlarında kapatılan okul, 19l6'da yeniden a-çılmış ve dahil olduğu yüksekokullar grubunun müdürlüğüne Mazhar Hüsnü (1916-1920) getirilmiştir. Onu Server Hilmi (Büyükaksoy) (1920-1930) izlemiştir.

Kadırga'daki bina bakımsızlıktan harap olduğu için Server Hilmi Bey'in gayretleriyle Bayezid Camii yakınındaki eski Jandarma Dairesi Darülfünun'a devredilmiş, Eczacı ve Dişçi mektepleri buraya taşınmıştır. Binanın üst katı Eczacı Mek-tebi'ne, giriş katı Dişçi Mektebi'ne ayrılmıştı. Birinci kata da müdüriyet, kalem, toplantı salonu, dişçi ve eczacı hocalarının odaları ile iki mektep öğrencilerinin de kullanacakları dershaneler yerleştirilmişti.

Server Hilmi Bey'in vefatından sonra

Eczacı ve Dişçi mektepleri müdürlüğünü Sait Cemil Bey (1930-1933), Mahir Tokay (1932-1933) ve Behçet Sabit (1933) vekâleten yürütmüşlerdir. Halit Şazi Bey'in çabalarıyla gelişen Dişçi Mektebi diplomalı çağdaş diş hekimleri yetişmiş ve diş hekimliği yurdumuzda ayrı bir meslek haline gelmiştir.

1925-1926 ders yılından itibaren okula yabancı öğrenciler gelmeye başlamış, sonraki yıllarda artarak devam eden bu ilgi sonunda okuldan 400'e yakın yabancı öğrenci mezun olmuştur.

1933 üniversite reformunda Eczacı ve Dişçi mektepleri birbirinden ayrılarak tıp fakültesine bağlanmış, öğrenim süresi de dört yıla çıkarılmıştır. Müdürlük görevine ise Kazım Esat Devrim getirilmiştir. Ekim 1934'te, Bonn Diş Hekimliği Okulu Direktörü Musevi asıllı Prof. Dr. Alfred Kanto-rowicz Almanya'dan davet edilmiş ve tedris direktörü olarak göreve başlamıştır. Bütün kürsülerin idaresini üstlenen Kan-torowicz zamanında, diş hekimliği eğitiminde büyük bir reform yaşanmıştır. Kan-torowicz ayrıca serbest diş hekimlerine yönelik çalışmalar da yapmış; tedavi, protez, cerrahi ve ortodontinin yer aldığı geliştirme kursları düzenlemiştir. 1946'da Kantorowicz'in bilimsel çalışmalara ağırlık verebilmesi için, okulun idare müdürlüğüne Hikmet Yalgın getirilmiş (1946-1955), onu Pertev Ata (1955-1957), Suat İsmail Gürkan (1957-1959), Şevket Tagay (1960-1962) ve Lem'i Belger (1962-1964) izlemiştir. 1949'da kürsüler bağımsızlaştı-rılmış, 1950'de Kantorowicz Almanya'ya dönmüştür. 1936'da okulun adı, Diş Tababeti Mektebi'ydi. Cumhuriyet'in ilk yıllarında öğrenci sayısı oldukça azdı. 1940' tan sonra büyük bir öğrenci akını olmuş ve bina yetersiz gelmeye başlamıştır. 1959' da Eczacı Okulu'nun bugünkü binasına taşınmasıyla bu sorun çözüme kavuşmuştur.

1965'te yol genişletmesi nedeniyle binanın yıkılması gündeme gelince, öğretime Eczacılık Fakültesi C bloğunda devam edilmiş ve 1970'te Çapa'da bulunan bugünkü binasına taşınmıştır. Eski binanın bir bölümü yıkılmış, bir süre böylece kaldıktan sonra onarılarak Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne verilmiştir.

Dişçi Mektebi, kurulduğundan beri Tıp Fakültesi'ne bağlı bir yüksekokul olduğundan ikinci planda kalmış ve beklenen düzeyde gelişme gösterememiştir. İdari ve mali özerkliğe kavuşmak isteyen hocalarının çabaları sonunda 28 Mayıs 1964'te İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi adıyla bağımsız bir fakülte olmuş ve öğrenim süresi beş yıla çıkarılmıştır. İlk dekanı Suat İsmail Gürkan'dır.

Bibi. C. Topuzlu; "Dişhekimliği Tarihi ve Kuruluşuna Dair", Türk Diş Tabipleri Cemiyeti Mecmuası, XXI, S. 109-110 (1944), s. 23; Z. C. Büyükaksoy, Türk Dişhekimliği, İst., 1946; S. î. Gürkan, "Türk Dişhekimliği", Dişhekimliği Dergisi, S. 2 (1971), s. 107-114; Y. Noras, Diş Hekimliği Tarihi, Ankara, 1973; S. 1. Gürkan, "İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Tarihçesi", Atatürk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Yıllığı, Ankara, 1977, s. 43; İ. Uzel, Dişhekimliği Tarihi, Ankara, 1989; ay, "Dünyada ve Bizde Dişhekimliği Eğitiminin Gelişmesi", Tıbbî Etik Yıllığı, II, (yay. Arslan Terzioğlu), ist. 1992, s. 65-70; A. Efeoğlu, Dişhekimliği Tarihi, İst., 1992, s. 120-132; M. Yıldırım "Ülkemizde 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın Başında Dişhekimliği Eğitiminin Gelişimi", İst., 1993, (yayımlanmamış doktora tezi).

NURAN YILDIRIM



DİVAN EDEBİYATI

Divan şiirinde İstanbul'un değişik cephelerini, insan, toplum, hayat ve tabiat manzaralarını görmek mümkündür. Bununla birlikte Divan Edebiyatı'nda yalnız şehirleri konu alan yegâne tür şehrengizdir. İstanbul hakkında yazılmış 12 şehrengiz yanında bazı mesnevilerde İstanbul ile ilgili bölümler vardır. Divanlarda ise pek çok

manzume İstanbul'a dair hayat sahneleriyle dolu beyitlerle süslenmiştir.

Divan Edebiyatı klasik bir yapıya sahiptir. Kuralların dışına çıkmak zordur. Dahası, Divan şiiri ustaların yolunda yürümeyi gerektirir. Bu bakımdan Divan şiirinde doğrudan İstanbul'u işleyen manzumeler azdır. Ama birçok şairin yaşadıkları devrin zevk ve eğlencesini, gezinti ve mesiresini, mehtap ve içki âlemlerini, çevrenin sosyal yapısını, acı ve kederleri, sevinç ve neşeleri, yangın ve zelzeleleri, yaz ve kışları, gelenek ve görenekleri, a-tasözleri ve deyimleri, bayramları ve zaferleri, düğünleri ve kutlamaları vb akla gelebilecek her türlü özellikleriyle İstanbul'u terennüm ettikleri yadsınamaz. Aslında Divan şairinin amacı da zaten hayatı ve tabiatı tasvir değildir. Onların şiirlerinde İstanbul'un çeşitli cepheleri, birer sanat kaygısı yahut üslup süsü olarak yer alır.

Yüzlerce şair içinde bu gayretin dışında olanlar, parmakla gösterilecek kadar azdır. Çünkü klasik terbiye, onları bu tür çizgidışı söyleyişlerden men eder. Ancak kafiye, redif, söz sanatları vb şiirin dış özellikleri mecbur ettikçe şairler İstanbul'u anarlar. Bu bakımdan hiç umulmadık bir şiirin bir ucunda İstanbul'la karşılaşmak mümkündür. Dahası, kıyıda kalmış küçük bir beyit, yazıldığı devre ait pek çok belgeden daha zengin özellikleri de anlatıyor olabilir.

Şairlerin klasik terbiye içindeki bu tutumları, yaşanılan hayatı terennümü engellemiş sayılır. Ancak yine de Fuzuli İstanbul'a dair bir tek beyit yazmadığı halde en usta Divan şairlerinden sayılır. Keza İstanbul'u imar eden, altın çağına ulaştıran I. Süleyman (Kanuni) şiirlerinde kullandığı mahlasla Muhibbi, İstanbul'da yaşadığı halde, şehrin adını bir tek beytinde bile anmamıştır. Ama yine de onun çağı, Divan Edebiyatı'mn gündoğumu sayılır. İstanbul lehçesi onun zamanında Türk edebiyatına damgasını vurur. Keza aynı dönemde yaşamış pek çok şair, İstanbul'un güzel havasından tatlı suyuna, mavi ve berrak semasından çiçekli bayırları-

Muhibbî mahlasıyla şiirler de yazmış olan

Kanuni Sultan Süleyman'ı betimleyen Aşık

Çelebi'nin Meşairü'ş-Şuara'sında yer alan bir

minyatür, 16. yy, Millet Kütüphanesi,

İstanbul.

Ara Güler fotoğraf arşivi

DİVAN EDEBiYAT!

64

65

DİVAN EDEBİYATI

na kadar hemen her türlü istanbul manzarasını mısralarına yerleştirmişlerdir. Bazen cenge çıkan bir ordu, bazen tebdil gezen bir sultan, bazen bir düğün, bazen bir fetih ve zafer sevincinin coşkusuyla çalkalanan İstanbul, biraz da bu şiirlerle ölümsüzleşmiştir. Hiçbir tarih kitabı Damat İbrahim Paşa dönemini Nedim'in şiirleri kadar canlı anlatamaz. Keza fetih yılının hemen sonrasında İstanbul'u anlatan Karamanlı Aynî'nin "Şehr-i Kostan-tin'dedir" redifli muhammesi, hiçbir arşiv belgesi ile mukayese kabul etmez. İşte bunun içindir ki Tacizade Cafer Çelebi' nin(->) Hevesnamesinde, Taşlıcalı Yahya'nın^) Şah u Gana'sında veya şehren-gizlerde söz konusu edilen İstanbul, tarih bilgisi değil, tarihin bizzat kendisini oluşturur. En azından tarihin laboratuva-rı, şehirlerin kimlik tanımlarıdır. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nin I. cildini İstanbul'a ayırıp şehrin en hurda teferruatı ile gizli semtlerine kadar anlatıyorsa, bunun bir sebebini de Divan Edebiyatı'n-dan gelen bedii zevkin olumlu etkisine bağlamak mümkündür.

Pek çok tarihi belgede Havaînin Gece çorbası çıkar/ bir kapı da kalmamış bey-tiyle İstanbul'un sosyal durumunu, yahut Geçilmez oldu yollarından / Sulu çamur gördün mü / Sokakları sel aldı / Böyle yağmur gördün mü derken şehrin yağmurunun, çamurunun, yolunun, sokağının o çağdaki durumunu anlatan detaylarım bulamayız. Bugün Kâğıthane ya: hut Boğaziçi tarihi hakkında verilecek her hüküm, eski şairlerin mısralarına muhtaçtır. "Seyr-i Sa'dâbâd'ı sen bir kerre iyd olsun da gör" mısraındaki coşkuyu bugün bile göz ardı etmek mümkün değildir. Vasıf binelim kayığa Istinye Koyu 'ndan / Sağar çekerek şevk ile Kandilli suyundan beytini okuyunca, insan Boğaziçi'nin bir mehtap âlemini âdeta yaşıyor gibi olur. Divanlar içerisinde yer alan pek çok methiye, kasriye, bahariye, şitâiye, rahşiye vb kasidelerin hemen hepsinde İstanbul adı anılmasa da şehrin herhangi bir özelliğini bulmak mümkündür. Sözgelimi bir kasriye kasidesinde, yapılan binanın pek çok özelliğini; yahut bir bahariyede, şitâiyede, İstanbul'un o yıl içinde yaşadığı mevsimlerini detaylarıyla öğrenmek ve yüzyıllar içinde bu tür örneklerle karşılaşmak mümkündür. Asaf Halet Çelebi Divan Şiirinde istanbul adlı eserinde eski şairlerin İstanbul'a dair birinci derecede, önemli şiirlerini sistematik bir tarihleme sırasıyla anlatmıştır. Bu çalışmaya şehrengizlerle birlikte diğer bazı eserler de ilave edildiğinde Divan şiirinin her yüzyıla ait İstanbul telakkisi daha bariz görülebilir.

Eldeki eserlere göre İstanbul'un Türk şiirinde anıldığı en eski dönem, fetih yıllarına rastlar. Bizzat II. Mehmed (Fatih) (hd 1451-1481) iki gazelinde, o dönemde İstanbul'dan ayrı telakki edilen Galata hakkında övgü dolu sözler eder. Özellikle Galata'nın iskân durumu ve Hıristiyan cemaatlerin yaşayışları hakkında ilginç tasvirlerin yer aldığı bu şiirlerden başka,

istanbul fethine ebced hesabıyla düşürdüğü tarihi de ünlüdür (Feth-i istanbul'a fırsat bulmadılar evvelûn / Feth edip Sultan Mehemmed dedi tarih Âhirun).

İstanbul'un fethini konu alan bir şiir de Aynî mahlaslı bir şairin Câmiu'n-Ne-zâir'de (yazılışı 1512) yer alan bir müte-kerrir murabbaıdır. "Revnakı bu kâinatın şehr-i Kostantindedir" nakaratlı 6 bentten oluşan şiirde, şehrin güzellikleri genel çizgileriyle anlatılıp Galata'mn sosyal yaşamından kesitler verilir.

Asrın büyük şairi Ahmed Paşa'nın (ö. 1497) Topkapı Sarayı için söylediği kasidede saray mimarisinin tanıtımı (Mirkâtı-na bir paye yedi çerh-i mutabbak / Eyvanına bir tak dokuz kubbe-i uzmâ) ile sarayın yapılış 'tarihi (1478) söylenir (Bün-yâd-ı sarayına budur ahsen-i tarih /Kim ide mübarek tapum Hayy u tuvânâ).

16. yy hem Divan şiirinin hem de İstanbul'un en görkemli çağıdır. Bu dönemde hemen pek çok şair, İstanbul'u herhangi bir vesile ile mısralarına konu edinirler. Çünkü artık Galata'da ayak sey-ri(-») devri başlamış, kaçamak yapmak isteyen kalender şairler Galata'ya geçip gizli içki meclisleri kurarak şiirlerinde bu maceraları remizlerle anlatır olmuşlardır. Artık İstanbul hem şiir, hem de yazı dili açısından Divan Edebiyatı'nı köklü biçimde etkilemekte, kendinin dışında bir e-debiyat anlayışına âdeta müsaade etmemektedir.

Yüzyılın hemen başlarında Hevesname yazarı Tacizade Cafer Çelebi'yi görürüz. Çelebi, genel bir İstanbul anlatımından ve övgüsünden sonra şehrin mimari özellikleri ile semtlerini bölümler halinde anlatır. Her bir bölümde söz konusu edilen mekânlar hakkında 16. yy'ın en detaylı tanım ve tasvirlerinin verildiği bu eser, gerçekten İstanbul'un ilk kimlik kartı sayılır. Hevesname'nin daha sonraki çağlarda yazılan eserlere örnek teşkil ettiği söylenebilir. Nitekim daha sonraki asırlarda yazılan mesnevilerde İstanbul'a dair bölümler açmak oldukça yaygın bir usûl olmuştur.

l II. Bayezid dönemi (1481-1512) şairle-\ rinden Sirozlu Sadî'nin Şehr-i Istan-\buj/^ki âlemde güzeller kânıdır / Dün-yenin arifleri katında Mısr-ı sânîdir beytiyle başlayan bir gazelinde İstanbul'u anlatması, Divan şiiri geleneği içinde orijinal bir deneme sayılır. Bu yek-âvâz (konu bütünlüğü olan) gazel, belki de klasik gazel konulan olan aşk, kadın, içkiye karşı bir başkaldırıdır. 10 beyitlik bu gazelde İstanbul ile Mısır'ın çeşitli yönlerden mukayesesi ve İstanbul'un üstünlüğü ile mimarisinden, güzellerinden, manzaralarından vb bahsedilir.

Anînin (Benli Hasan) (ö. 1517) aynı üslupta bir gazeli ise Galata vasfında yazılmıştır. Ha çeker başım beni durmaz bu deryadan yana / Seyre çıkmıştır meğer dilber Galata'dan yana beytiyle başlayan bu şiir, biraz da "Galata'da ayak sey-ri"ni anlattığı için devrinde çok okunmuş ve taklit edilmiştir. Nitekim devrin şiir üstadı Zatî (ö. 1547) ile Nihanî de (Tor-

lak Çelebi) (ö. 1564) bu şiire birer nazire söylemişlerdir. Zatî naziresinde ayak seyrini bizzat anlattığı gibi (Bir ayak bir erbainin baletin vermez mi gör / Geç ayak seyrine ey sufî Galata'dan yana); Nihanî de İstanbul ile Galata'mn güzellerini eşdeğerde niteler (Ey Nihanî görmek istersen güzeller kânını / Gah İstanbul'a gel git geh Galata 'dan y and).

16. yy Divan şiirinde şehrengizlerin(->) doğup yayıldığı dönemdir. Mesihî'nin (ö. 1512) Edirne hakkındaki ilk şehrengizi-nin gördüğü rağbet, İstanbul hakkında da şehrengizler yazılmasına vesile olmuş, hattâ şehrengiz türü âdeta İstanbul ile bütünleşmiştir. Bir yandan İstanbul konulu gazeller tanzir edilirken, diğer yandan Kâtib adlı şair ilk İstanbul şehrengizini kaleme alıverir (yazılışı 1513). Belli bir dilber hakkında sergüzeştname türünde kaleme alınan eserin konu bölümü He-mân dem yollara girdim dürüstüm / Gelüben şehr-i istanbul'a düştüm beytiyle başlar.

Eakirî'nin şehrengizi (yazılışı 1534) i-se konu bölümünde 44 istanbul mah-bubundan bahseder. Şairin "Birini sevmeyince rahatım yok" dediği bu mah-bublardan her biri, 2-3 beyitte okuyucuya tanıtılır. I. Süleyman (Kanuni) döneminde (1520-1566) yazılan ama yazarı bilinemeyen bir başka şehrengizde de önce İstanbul övülür, sonra da ikişer beyitte 25 dilber tasviri yapılır.

Koca Nişancı lakabıyla ünlü Celalzade Mustafa (ö. 1569) 4 beyitte enfes bir Aya-sofya anlatımı verir. Beyitler okununca, yapının bütün ihtişamı insanın ruhuna a-kar. Mumcuzade Balı Çelebi (Zihnî) (ö. 1577) 5 beyitlik bir gazel kaleme alarak İstanbul ve Galata'yı över (Başım deryasının iki yanında bu iki çeşmim / Biri şehr-i Stanbul'dur biri şehr-i Galata'dır).

Asrın büyük tezkire yazarı Latîfî (ö. 1582) ise divamndaki şiirler yanında tezkiresinde de İstanbul'dan sık sık bahseder. Latifi Tezkiresi'ndeki pek çok biyografik bilgide İstanbul'daki şiir ve sanat muhiti ile bu muhite mensup olanlar ve oturdukları mekânlann tasvirlerini bulmak mümkündür. Ancak onun İstanbul hakkındaki en önemli eseri Ev-sâf-ı istanbul adını taşıyan düzyazı risa-lesidir. Şehrin akla gelebilecek her açıdan değerlendirildiği ve önemli özelliklerinin anlatıldığı Evsâf-ı İstanbul'uz surlar, camiler, çarşılar, saraylar, köşkler, evler, bahçeler ve medreseler, içlerindeki hayat ile birlikte epizotlar halinde anlatılmış; ibadetten eğlenceye, alışverişten mahrem hayata varasıya dek şehrin tahlili yapılmıştır. İstanbul'un kuruluşu ve tarihiyle ilgili rivayetlerin de yer aldığı eserde, müellifin tenkit ve tavsiyelerini de bulmak mümkündür. Payitaht şehir İstanbul'un maddi ve manevi çehresini zengin motiflerle anlatan bu risale, 16. yy İstanbul'u için paha biçilmez bir belge niteliğindedir. Konu bölümleri yer yer şiirler ile de zenginleştirilen (Öğme ey hâce bize Hind ü Hıtâ vü Huten'i /Bundadır lutf u şeref buna Stanbul derler) eserde,

özellikle o döneme ait meskûn mahaller ve sosyal yapı, ayrı bir titizlikle incelenmiştir.

.. Defterdarzade Cemalî'nin(-0 İstanbul Şehrengizi, dilber tasvirleri yanında şehrin de tutarlı tasvirlerini verir. Eserin baş kısmında yer alan mekân tanıtımları, 18. yy'da ortaya çıkacak olan sahilnamele-rin(-0 âdeta bir prototipidir.

16. yy'ın usta şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey de (ö. 1582) İstanbul âşıkların-dandır. Şair hem Şah u Gedâ mesnevisinde hem de şehrengizinde İstanbul'u konu alır. Şah u Gedâ klasik aşk mesnevileri içinde konusu İstanbul'da geçen bilinen tek eserdir (Sabıka bir mühendis-i dana / Urdu söz kasrına bu resme bînâ. Ki bu fam cihanda var bir şehr / Kadr-i unvan ile ferîdü'd-dehr. Adı Konstantı-niyyedir anun / Tahtıdır şâh-ı Âl-i Os-mân'un). Eserde Atmeydam (şimdiki Sultanahmet Meydanı) ile Ayasofya tasvirleri çok değerli bilgiler içerir. Şah u Gedâ, bir insanın mecazi aşka tutulup kalp gözünün açılarak hakiki aşka yönelişini konu alır ki 16. yy İstanbul'undaki tasavvufi hayatı yakından terennüm etmesi bakımından önemlidir. Yahya Bey şehrengi-ze "Sıfat-ı bahâr-ı dil-güşâ" başlığıyla girer ve önce İstanbul'un baharını anlatır. Buradan Bahann ziynetin kıldım temaşa / Diledim kim yazam bir hûb inşâ. Hususa işbu şehr-i işret-âbâd / Olupdur şehr-i İstanbul ana ad beyitleriyle asıl konuya geçilir. Şehrengizde 58 dilber üçer beyit halinde övülmüştür. Eserin sonunda yine İstanbul'la ilgili l kıta ile divandan iktibas edilen 4 gazel yer alır.

Azizî Mustafa'nın (ö. 1585) İstanbul şehrengizi, "Nigarnâme-i zevk-âmîz der-üslûb-ı şehrengiz" adını taşır. Eser bir girişten sonra gece ile gündüzün tasvirle-riyle başlar. Azizî'nin eseri İstanbul'un hanımlarını konu almak bakımından önemlidir. 50 İstanbul güzeli üçer beyit halinde anlatılır.

Yine bu dönemde İstanbul şehrengizi yazdıklarını bildiğimiz ama eserleri henüz ele geçmeyen 2 şair daha vardır: Fikrî Derviş Mehmed (ö. 1574) ve Kastamonulu Kıyasî (ö. 16. yy'ın son çeyreği). Bu yüzyılın sonuna doğru Divan şiirinde İstanbul Türkçesinin güçlü temsilcisi Ba-kî(-») kendini gösterir.

Bakînin öğrencilik arkadaşı olup aynı dönemin söz sahibi tarihçi ve şairlerinden Hoca Sadeddin Efendi de (ö. 1599) İstanbul'la ilgili zengin bilgilerin yer aldığı şiirler yazmıştır. Acep yer var mı İstanbul'a benzer / Ki yeksan ola anda bak ile zer diyerek başladığı İstanbul vasfındaki ilk mesnevisinde (18 beyit), daha önceki örnekleri gibi şehrin genel anlatımını verir. Yine istanbul'u övdüğü bir başka mesnevide (33 beyit) şehrin mimari ve tabii güzelliği yanında sosyal hayatını da anlatır. Şair, dua bölümündeki Saklaya Hakk anı beliyyâttan / Ey-men ede cümle-i afattan. Taht-gehi ola makarr-ı emân /Daim ola mesken-i Os-maniyân beyitleriyle son bulan İstanbul tasvirinden sonra Ayasofya hakkında da

13 beyitlik bir methiye yazmıştır. Ona göre Ayasofya'yı görenler diğer bütün eserleri unutur (Bülend olmuş felek-gir-dâr esası / Anı gören olur gayriyi nasî).

17. yy Divan Edebiyatînda, mesnevi türü altın çağım yaşar. Şair sayısında görülen artışa, şiir konularının geniş bir zemine yayılmasına, taklitten ziyade yerli malzemeye dönüşe rağmen, bu dönemde İstanbul yeterli ilgiyi görmüş sayılmaz. Yangınları, şiddetli kışları, binalar ve hamamların tarih beyit ve manzumelerini dışarıda bırakırsak Divan şairlerinin zorlama sonucu bazen bir kafiye, bazen bir kelime oyunu için İstanbul'dan bahsettikleri görülür.

Bahtî mahlaslı L Ahmed'in (ö. 1617) istanbul'un eşsizliğini 'Yine amma bu dünyada Stanbul'a bedel olmaz" gibi mısralarla terennüm eden gazeliyle, ünlü şair Nefînin (ö. 1635) Kâğıthane'yi anlattığı Mahşer olmuş sahn-ı Kâğıthane dünya bundadır / Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır beytiyle başlayan gazeli cılız birer nefes olarak şiirlerde istanbul'un unutulmasını önler. Bu çağda istanbul'dan bahseden önemli bir pasaj Nev'îzade Ataî'nin(->) kaleminden çıkar. Onun hamseyi oluşturan mesnevileri içinde zaman zaman istanbul'a, Boğaz'ın çeşitli köylerine ve iskelelerine dair beyit (Semt-i Hisâr'a gelip et âlemi / Ömre sürer işretinin her demi), manzume ve bölümlere rastlamak mümkündür.

Aynı dönemin dikkate değer bir başka siması da Şeyhülislam Yahya Efendi' dir (ö. 1643). Divamndaki 2 gazel, l kıta ve l de müfret İstanbul'u konu almıştır. Özellikle İstanbul bayramlarından birini tasvir eden "Stanbul'un" redifli gazeli gerçekten kıymetli bir belge niteliğindedir (Sofalar kesb edip uşşâka olsun merhaba yer yer/ Vefa meydanına gelsin civânânı Stanbul'un. Semend-i nâz ile yöğrük civanlar seyre çıksınlar / Pür olsun hûb-larla Atmeydam Stanbul'un).

Bu asrın İstanbul hakkındaki tek şehrengizini Tab-î İsmail Efendi (ö. 1636) kaleme alır. Eserin baş kısmında İstanbul hakkında genel övgü ve tasvirler bulunmaktadır, içinde cevr ü hicran u sitem bol / Felekte yokdurur illâ Stambol beytiyle başlayan bu bölümde Eyüp, Kâğıthane, Yenikapı ve Beşiktaş'a ait zarif tanıtımlar da vardır. Şairin İstanbul güzellerine ayırdığı bölüm de folklor ve sosyal hayat açısından önemlidir.

Vecdînin (ö. 1660) iki ayrı gazelinin makta beyitlerinde birer vesile ile istanbul adı anılır. Bunlardan ilki İstanbul hasretiyle (Stanbul'a o denli arzu var dilde ey Vecdî / Uçardım bulsam amma neyleyim bal ü perim yokduf), ikincisi de İstanbul güzellerinden şikâyetle (Hûbân-ı Stanbul'a yetişmez yine Vecdî / Bezi etmeğe sermâye-i Karun ele girse) yoğrulmuştur. Devrin diğer yarısını Fasihî (ö. 1699) ve Kâşifin (ö. 1699) İstanbul ile ilgili birer gazeli yanında nazımı meçhul birkaç tarih (Yakdı İstanbul'u âh-ı fukara [1070 h]; Aldı bin seksende istanbul'u kar, vb) ile İstanbul hamamları hakkında

söylenmiş beyit ve manzumeler doldurur. Ancak Alaşehirli Veysînin İstanbul halkına seslenerek şehrin ahlak yapısı, ruhi çöküntüsü, kargaşa, İslamdan uzaklaşma, isyanlar, gasplar vb sosyal rahatsızlıkları tenkit ettiği ünlü manzumesi gerçek bir sosyolojik tahlildir. "Ela ey kavm-i İslâmbol bulun tahkîk olun agâh" ferya-dıyla başlayan manzume bir müddet dillerde dolaşmış ve pek çok mecmuaya da girmiş, okuyan İstanbulluları asırlar boyunca uyanıklığa, doğru yola çağırmıştır.

18. yy, şairlerin âdeta İstanbul'u anlatmakta yarıştıkları ve onu klasik kuralların içinde eriterek şiirlerine konu edindikleri bir dönemdir. Asrın hemen başında Ramî Mehmed Paşa (ö. 1706) ve Âsim' m (ö. 1712) birer gazeline konu olan İstanbul, Sabit(->) ile Nabî'nin(-») ilgi alanına girmekle, birdenbire dillerde dolaşmaya başlar. Özellikle "Nabî mektebi"nin temsilcileri olan diğer şairler de bir sonraki asırda bile olsa, İstanbul'u terennümü bir töre haline getirmişlerdir (Nâbî efendi lehçesine ittibâ eder / 'Sabit istanbul'un dahî pâkize-gûlari). Sabit'in Di-varimda l ramazaniye, 6 gazel, 2 kıta ve 2 müfredin tamamı İstanbul'u konu almıştır. Türünün en güzel örneklerinden biri olan ramazaniyesinde istanbul'un eski ramazanlarını seyretmek mümkündür (Donanıp al akideyle şeker tablaları /Etti her kûşe-i İstanbul'u sûk-ı Mercan. Can verir râhat-ı hulkûma esîr-i helva / Gelse efsürdegî-i savm ile hulkûmuna can. Elde işkembe fener arkada zenbil-i sahur / Gece faslında sitem-hârelerindir meydân). Gazellerinin ise her biri İstanbul'u ya över ya da çeşitli vesilelerle semtlerini anlatır. Bu manzumelerden birinde istanbul'un kibar muhitine sitemde bulunur (Ya gayet mihribândırya ziyâde bî-hakîkattir / Bizim istanbul'un âfetlerinde orta halet yok). Başka bir şiirinde de o dönem şiir çevresi ve şiire bakış açısına dair görüşlerini anlatmıştır (Kumâş-ı nev-zuhûr-ı ma'rifette Sâbitâ şimdi/Bulunmazsa Halep tamgası İstanbul'da rağbet yok?) (Nabî o dönemlerde Halep' te bulunduğu için şiirde Halep damgası, yani Nabî'nin beğenisi aranmaktadır.)

Nabî'nin İstanbul konulu pek çok manzumesi gerçekçi bir bakış açısına sahiptir (Bilen hâk-i Stanbul'dur rüsûm-ı şîve vü nazı / Kenarın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz). Özellikle Ayasofya tas-virindeki 12 beyitlik gazelinin her bakımdan ayağı yerdedir (Rûze rûze cem' olur rindân Ayasofiyye'de / Halka-bend-i üns olur yaran Ayasofiyye'de. Andelî-bân-ı behişti şerm ile hâmûş eder / Her taraf âvâze-i Kur'ân Ayasofiyye'de).

Nabî'nin en önemli İstanbul anlatımları Hayriye adlı eserindedir. Bu eserde "Der-beyân-ı şeref-i istanbul" başlığı altında, toplam 72 beyitte anlatılan, İstanbul'un her çeşit güzelliği ile ilim, sanat, nezaket, bilgelik, yücelik, yüce gönüllülük, eğlence, cazip hayat, zevk dolu zamanlar, temiz tabiat, tatlı su, hoş hava vb konular Nabî'nin biraz da gurbet duygu-



66

67

Yüklə 7,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   139




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin