Doğancılar Parkı
Asuman Efe, 1993
DOĞANCILAR CAMÜ
bak. ÇAKIRCIBAŞI CAMii
DOĞANCILAR PARKI
Üsküdar'ın batısında, aynı ismi taşıyan semtte bulunan II. Meşrutiyet'ten sonra tesis edilmiş olan, istanbul'un en eski parklarından biri.
Societe Anonyme Ottomane'ın hazırlattığı 1913-1919 tarihli planda (Plan General de la Ville de Constantinople) 2. paftada ve 1930'da Pervititch tarafından çizilmiş Şemsipaşa, Paşalimanı, Çavuşde-re, Atikvalide semtlerini içeren 4 numaralı paftada, Doğancılar Parkı, bugünkü sınırları ile gösterilmiştir.
Park dikdörtgen biçiminde olup en u-zun kenarı 100 m, kısa kenarı 80 m, kapladığı alan ise 8.000 ırf'dir. Halkın çok kolaylıkla ulaşabileceği merkezi bir yerdedir. Dört taraftan iki anacaddeye (Halk ve Doğancılar caddeleri) ve iki sokağa (Eski Belediyeönü Sokağı ve Şair Naili Sokağı) altı kapı ile irtibatlıdır.
Parkın orta yerinde iki küçük havuz vardır. Üç sıra halinde dikilmiş Londra çınarlarının (flatanus x acerifolia) gölgelendirdiği gezinti yolu çevresine, o-turma bankları ile çocuklar için salıncak ve kaydıraklar konmuştur. Yaşlı sedir ağaçları, çam ağaçları, gülibrişim ve erguvan ağaçları, salkım söğütler, akçaa-ğaçlar, parkı gölgelendirmekte ve süslemektedir.
Doğancılar semtinin yaşlı sakinlerinin ifadelerine göre, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra, 1930'lu yıllarda Batılılaşma heyecanının yaşandığı dönemde, bu parkta belediye bandosu özel günlerde ve pazar günleri marşlar ve caz müziği çalar, gençler de burada dans ederlermiş. Park bugün de temiz ve bakımlı olup çevre halkına soluk aldıran bir yer olarak fonksiyonunu sürdürmektedir.
FAlKYALTIRIK
DOĞANÇAY, ADİL
82
83
doğum âdetler!
Adil Doğançay'ın "Kalamış'ta Çamlık" adlı tablosu, tuval üzerine yağlıboya, 28x38 cm.
Ayten Doğançay koleksiyonu
DOĞANÇAY, ADİL
(1900, istanbul - l Aralık 1990, istanbul) Ressam.
Küçük yaşlarda resme gönül verdi, ancak ailesinin tutuculuğu nedeniyle resim öğrenimi göremedi. Eyüp Askeri Rüştiye-si'ni bitirdikten sonra I. Dünya Savaşı'n-da 1920'de Harita Mekteb-i Alisi son sınıfında iken istiklal Savaşı'na katılmak ü-zere altı arkadaşıyla birlikte Anadolu'ya geçti I. Ordu karargâhına atandı. Afyon cephesinde haritalar, paftalar yaptı. Köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Anadolu' nün haritasını çıkardı. Gezdiği yerleri, karakalem, renkli kalem ve suluboya ile kâğıda geçirdi. Bu görevi sırasında, amatör olarak resim, yapan Albay Tahsin Bey'in yüreklendirmesiyle, doğadan çalışmaya başladı. Savaş sonunda istiklal Madalyası ile onurlandırıldı.
Doğançay 1937-1953 arasında Harita Genel Müdürlüğü'nde kartograf subayı o-larak çalıştı. 1953'te Harp Okulu topografya öğretmenliğine getirildi. 1958'de kıdemli albay olarak ordudan emekliye ayrıldı ve ilk kişisel sergisini açtı. 1963-1964' te ABD'de bulundu, The National Club' ün New York resim sergilerine konuk sanatçı olarak katıldı. 1976'da istanbul'a yerleşerek ölünceye dek bu kentte yaşadı. Oğlu Burhan Doğançay ile birlikte 1955, 1957 ve 1959'da "Baba-Oğul Sergisi" açtı, kişisel sergiler düzenledi. Güzel Sanatlar Birliği, Asker Ressamlar Derneği, çeşitli dernek sergileri ile Devlet Resim ve Heykel Sergileri'ne katıldı. 1979'da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mezunları Derneği, 3 Kasım 1984'te Kültür ve Turizm Bakanlığı onur plaketlerim aldı.
Askeri Rüştiye'de Şerif Bey'den, Harita Mektebi'nde deniz ressamı olarak tanınan Diyarbakırlı Tahsin Bey'den ders aldı. Hocası resim öğrenimi görmesini ve
Viyana Akademisi'ne gitmesini dilediyse de bu isteği gerçekleşmedi. Doğançay "asker ressamlar" kuşağının son temsilcileri arasında anıldı. Ankara'da bulunduğu yıllarda Eşref Üren, Turgut Zaim ve Ali Rıza Beyazıt'la ilişki içinde oldu, onların görüşlerine başvurdu. Doğadan yaptığı resimlerini fırsat buldukça "1914 izlenim-cileri"nden Mehmet Ali Laga, İbrahim Çallı ve Hikmet Onat'a gösterdi, eleştirilerim aldı, bu kuşağın izinde çalıştı. İzlenimci duyarlığı; geleneksel ve ortak özellikler taşıyan, doğaya bağlı sanat görüşünü benimsedi. Atölyeden çok doğada çalışmayı yeğledi; bir açık hava ressamı olarak görünü ve ölüdoğa resimleri boyadı. Su ve denizin başat olarak yer aldığı görünülerinin çoğunda Boğaziçi'nden, Adalar'a, Tuzla'ya doğru bir gezinti yaptırdı.
Bibi. G. Elibal, "Adil Doğançay ile...", Sanat Çevresi, S. 111 (1988); ay, Türk Plastik Sanatçıları Ansiklopedisi, I, Ankara, 1967; ay, Asker Ressamlar ve Ekoller, Ankara, 1965; E. Tanal-tay, "Adil Doğançay ile Bir Gün", Sanat Çevresi, S. 104 (1987).
ZEYNEP YASA YAMAN
DOĞUM ADETLERİ 4_
Çocuk geleneksel Türk toplumlarında soyun ve ocağın devamlılığı için çok önemli bir unsur olmuştur. İstanbul'da da evlendikten az zaman sonra çocuğu olmayan kadın, kocası ve ailesi için endişe nedeniydi (bak. kısırlık âdetleri).
Eski İstanbul ailesinde, gebe kadın gebeliğin 40. gününden itibaren portakal, limon, sirke gibi ekşi şeylere, kuru ve yaş meyvelere, tatlı ve şekerlemeye düşkün olduğu için, istekleri yerine getirilmeye çalışılır; ekşi ya da tatlı yemesine bakılarak çocuğun cinsiyeti tayin edilmeye çalışılırdı. "Ye tatlıyı doğur atlıyı, ye ekşiyi doğur Ayşe'yi" sözü, tatlı yiyen
kadının erkek, ekşi yiyenin kız doğuracağı inancım yansıtmaktadır. Çocuğun erkek olduğunu tahmin için gebenin fiziksel durumu da önemlidir. Erkek çocuk gebelikten üç ay sonra hareket eder. Ağırlık ve hareket kadının sağ tarafındadır. Gebenin karnı yuvarlaktır. Kaşları ve kirpikleri dökülmesine rağmen gebenin güzelleştiği inancı vardır. Sütü beyaz olur ve süt ilkin sağ memesinden gelir. Bu gelişmelerin tersi söz konusu olursa bebeğin kız olacağına inanılırdı. Eskiden İstanbul'da halk arasında erkek ayının ödü ile safra karıştırılıp içildiği takdirde çocuğun erkek olacağına dair bir inanış olduğu tespit edilmiştir. Gebenin oturduğu odaya iki minder konulur; bunlardan birinin altına makas, diğerine bıçak ya da çakı konur; kadın bilmeden makasın olduğu minderin üzerine oturursa kızı, çakı ya da bıçağın bulunduğu minderin üzerine oturursa oğlu olacağına inanılırdı.
Gebelik süresiyle birlikte doğum hazırlıkları da başlamaktadır. Eski İstanbul' da doğumu yaptıracak ebe bulunması ö-nemli bir konuydu. Her ailenin güvenini kazanmış; tanıdık, bildik, sır saklayan bir ebe kadın vardı. Doğum evde gerçekleşirdi. Cumhuriyet'ten sonra daha çok hastanelerde doğum yapıldığı görülmektedir. Gebeliğin 6. ayından itibaren doğacak çocuğun çamaşırları "kundak takımı" adı altında hazırlanır. Tülbent ya da ipekten önü açık bir gömlekle takkeden; pamuklu ve yukarısı geniş, altı dar etek bezinden, yumuşak tülbentten yapılmış sargı bezlerinden; yazma yemeni, duvak ve nazarlıkla ipek ya da patiskadan sade, işlemeli bir kundaktan oluşan takımın doğumdan önce hazırlanmış olması şarttı. Doğumu yaptırması kararlaştırılan ebe hanım son üç aya girildiğinde herhangi bir gün eve çağrılır, besmeleyle ve dualarla hazırlanan takım, kundağın içine yerleştirilirdi. Kundağın içine çöreotu serpilmesi, ayrı bir bohçaya konulduktan sonra kıbleye karşı asılması, üstüne de kese içinde bir Kuran konulması çok eski bir âdetti.
Ebe doğum gününü aşağı yukarı tahmin ederek yakın bir günde doğum iskemlesini bu eve gönderirdi. Bu, kolay bir doğum için kullanılan ve koltuğa benzeyen bir iskemle olup bugün terk edilmiş eski bir araçtır. Gebede ilk sancılar başlayınca ebeye haber verilirdi. Ebe gerekli önlemleri alır, ilaçlan hazır ederdi.
Doğum zorlaşırsa iki kişi gebe kadının kollarına girerek odada gezdirirlerdi. Ayrıca kocasının avucundan su içirilip, "helallik" istenmesi de gelenekti. Doğumu kolaylaştırmak için kavun yedirilip et suyu içirildiği de olurdu. Doğum gerçekleştiği sırada ebe tekbir almaya, kelimeyi şahadet getirmeye başlayarak etrafındakilere haber verir, orada bulunanlar da iştirak ederlerdi. Doğumun ardından "son" ya da "eş" denilen plasentanın gelmesi beklenirdi. Ebe eşin gelmesiyle çocuğun göbeğini karından itibaren bir karış uzunlukta keser ve göbek adını koyardı. Bu uzunluk çocuğun sesinin gür
ve güzel olması için konurdu. Göbek bağının kesilen kısmı cami ya da okul duvarına sokulurdu. Göbeğin kesilmesinin ardından çocuk evvelce hazırlanmış su ile yıkanır, tatlı dilli olması için ağzına şeker sürülürdü. Ebe, çocuğu aile fertlerinin her birinin kucağına vererek bahşiş almayı ihmal etmezdi. Yıkanıp kundaklanan çocuğun yüzüne biri beyaz, diğeri yeşil iki duvak örtülmekte, kundağına incili nazarlık takılıp başucuna Kuran a-sılmaktaydı.
Doğumun ardından çocuğa 24 saat bir şey verilmez, üç ezan vakti geçinceye kadar çocuğun ağzına ılık şekerli su akıtılırdı. Üç ezan sonra lohusa Kuran'm açılan herhangi bir sayfasına şahadet- parmağını sürerek çocuğun dudağına götürür böylece çocuğun ağzı açılmış olurdu.
Lohusanın sütünün artması için pekmez, şerbet, mercimek çorbası, börülce, soğan, tahin helvası, karaciğer, boza, süt ve ayran verilir, süt veren kadına "emzikli" denirdi. Sütü kesilen ya da olmayan lohusa akşam ezanı iki kapı arasındaki su dolu bir leğenin içine elinde taze soğan ve ciğer yer halde girer, diğer taraftan "Dağda isen, bayırda isen kızımın (ya da oğlumun) sütü gel" diye bağırırdı. Bunun ardından sütün geleceğine inanılırdı. Emzikli kadının sütü az ya da hiç olmazsa "sütanne" tutulurdu. Çocuğu 1,5-2 yaşlarında sütten kesmek âdet haline gelmişti. Erkek çocukları, kız çocuklarına göre memeden daha geç kesilirdi.
Doğumun ertesi günü lohusa ter döşeğinden kaldırılarak lohusa döşeğine getirilirdi. O günden itibaren lohusaya bal-dırıkara denilen otun suyundan her gün bir fincan verilmekteydi. Lohusa döşeğine getirildiği gün şerbet de kaynatılarak sürahilere konur, doğan çocuk erkek ise şişeye kırmızı kurdele, kız ise al gaz boyaması sarılırdı. Bu sürahiler lohusanm akraba ve uzak semtlerdeki dostlarına gönderilir, şerbet gönderilen evden bahşiş ve mendil verilirdi.
Doğumun üçüncü gününden itibaren konu komşu, hısım akraba gözaydınına gelirlerdi. Ziyaretçilere kahve, daha sonra sıcak lohusa şerbeti ikram edilir, şerbeti içenler "Allah lohusanm sütünü gür etsin" diye dua ederlerdi. Gözaydınına gelenler ikinci ziyaretlerinde "hatır sorma" adı altında lohusaya hediye getirirlerdi. Bu ziyaretler sekizinci günü sabah sona ermek üzere 7 gün 7 gece devam ederdi. Lohusaya, hediye olarak yakın akrabalar mücevher, kıymetli kumaş, ziynet altınları, şekerleme ya da çeşidi yiyecekler, çocuğa ise maşallahlar, mama takımı, çıngırak gibi oyuncaklar getirirlerdi.
Yeni doğan çocuğa doğumun ilk haftası içinde mutlaka ad verilir, doğumun üçüncü günü uğurlu bir saatte çocuğun adı konulursa da cuma namazından sonra ad verilmesi daha hayırlı sayılırdı. Babası ya da dedesi abdestli iken çocuğu kucağına alır ve kıbleye dönerek kulağına ezan okur, sonra da kararlaştırılan isim çocuğun sağ kulağına üç defa söylenerek verilirdi. İstanbul'da çocuklara iki ad
Enderunlu
Fazıl'ın
Hübânname-
Zenanname
adlı eserinde
yer alan ve bir
doğumu
betimleyen
minyatür.
Galeri Alfa
vermek yaygın bir âdetti. Bunlardan Mehmet, Ahmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma, Ayşe, Emine, Zehra gibi Müslümanlarca kutlu sayılan adlar göbek adıdır. Bunun dışında verilen adların seçiminde de aile büyüklerinin, devrin devlet adamlarıyla ünlü komutanlarının adları etkili olurdu. Ayrıca dönem dönem moda olan adlar da vardı.
Lohusalığın 6. günü, son gün toplantısıdır. Eskiden bu günün akşamına kına gecesi denilirdi. Kına gecesi ya da ertesi günü bazı aileler mevlit okuturlar, gece yarısı beşik çıkma merasimi yapılırdı. Beşik ince oymalı ve sanatkârane yapılmış olup içine ağır kumaşlardan sırma yorgan ve yastık konurdu. Beşik, ebe hanım ve çengilerle önünden ve arkasından ikişer kadın ve düğünlerde de hizmetçilik eden hamam ustaları tarafından kırmızılı yeşilli fitilli mumları eline almış vaziyette lohusanm odasına çıkarılırdı. Ebe ince sesle ninni söylemeye başlar, bu sırada aile fertleri ve misafirler tarafından çengilere altın yapıştırılırdı.
Gece yemiş çıkarılması da kına gecesi âdetlerindendi. Bu yemiş eğlencelerin-
den sonra çengiler taklidi oyunlar oynarlar, izleyicileri güldürürlerdi.
Doğumun 8. günü sabahı lohusa döşeği kaldırılır, gerek ter ve gerekse lohusa döşeklerinde yatan lohusa ve çocuk yalnız bırakılmazdı. Yalnız bırakıldığı takdirde al basarak lohusanm öleceğine ve kırklara karışacağına inanılırdı. Bu nedenle çocuk doğduğu gün lohusanm ve çocuğun başına al bağlamak âdeti vardı. Lo-husayı al basmasından korumak için birkaç sarmısak ve soğan, kebap şişine geçirilir, şiş ve sarımsak, soğan başlarıyla birlikte al bir gaz boyamasına sarılır, şişin bir ucuna bir pabuç eskisiyle birkaç mavi boncuk bağlanır ve bunlar lohusa yatağının başucuna asılır ya da kapısının arkasına süpürge konurdu. Lohusa ayrıca doğumdan itibaren kırk gün sokağa çıkarılmazdı. Doğumun kırkıncı günü ilk defa sokağa çıkarılarak hamama götürülür, bu sırada da çeşitli eğlenceler düzenlenirdi (bak. kırk hamamı; kırklama).
Bibi. M. "Z. Oral, "istanbul'da Doğum ve Çocuk Hakkında Âdetler ve inanmalar", HBH, III, S. 23-24 (Mayıs 1933); N. Tezel, "istanbul'da Lohusahk Âdetleri", HBH, VII, S. 73 (1937); M. H. Bayrı, "İstanbul'da Doğum ve
D'OHSSON, IGNATIUS
84
85
DOKUMACILIK
ÇftV',••'.-.'•
.
Paris'teki Ulusal Kitaplık'ta bulunan ve Bizanslı dokumacı kadınları betimleyen bir elyazması. Brigitte Pitarakis fotoğraf koleksiyonu
D'Ohsson'un Tableau general de l'Empire Othoman adlı eserinde yer alan Yalı Köşkü'nde kaptan-ı deryanın padişahın huzuruna çıkışım betimleyen bir gravür.
Erkin Emiroğlu fotoğraf arşivi
Çocukla tlgili Âdetler ve inanmalar", HBH, X, S. 111, 112, 113 (Ocak, Şubat, Mart 1941); ay, İstanbul Folkloru, 1972, 208; S. V. Örnek, Geleneksel Kültürümüzde Çocuk, Ankara, 1979, s. 23-112; Musahibzade, istanbul Yaşayışı, 1992, 32-34; Refik Halid (Karay), Üç Ne-sil-Üç Hayat, isi., (ty), s. 7-11; Ali Rıza, Bir Zamanlar, 102-114.
AYNUR KARATAŞ
D'OHSSON, IGNATIUS MOURADGEA
(31 Temmuz 1740, istanbul - 27 Ağustos 1807, Paris) Tableau general de l'Empire Othoman ("Osmanlı imparatorluğunun Genel Tablosu") adlı bir eseri bulunan Ermeni asıllı tarihçi. Asıl adı Mu-radcan Tosunyan'dır.
Babası izmir'deki isveç konsolosluğunun ilk tercümanlarındandı. Tosun lakabı ile anılırken kendisine isveç asalet payesi verilmesi üzerine bu lakap D'Ohs-son'a dönüşmüştür. D'Ohsson 23 yaşında "istanbul'daki isveç Elçiliği'nde tercüman olmuş, 1768'de baştercümanlığa yükselmiştir. Daha sonra isveç tabiyetine geçerek 1795'te isveç elçisi olarak istanbul'a atanmıştır.
D'Ohsson, daha tercümanlık görevi sırasında Doğu dillerim ve tarihini, özellikle de Osmanlı kroniklerini incelemeye başlamıştır. III. Selim dönemi (1789-1807) ile ilgili bir tarih yazmayı planlarken İsveç Elçisi Ulric de Celsing'in tavsiyesi üzerine imparatorluğun bütününü ele almaya yönelmiştir. 22 sene boyunca malzeme toplayan D'Ohsson 1784'te Fransa'ya gitmiş ve Tableau general de l'Empire Othoman adlı eserini Paris'te yayımlamıştır (1787-1820, 3 cilt; 1788-1834, 7 cilt). Kitabın küçük bir bölümü XVIII. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, (ist., ty) adıyla Türkçeye çevrilmiştir.
D'Ohsson'un eserinin ikinci kısmında saray teşkilatı, Osmanlı hanedanı, harem ve harem hayatı, harem kadınları,
saray hizmetkârları ve cariyeler hakkında özgün bilgiler yer alır ve bu bilgiler III. Selim dönemi istanbul yaşamının bir bölümüne tanıklık eder.
Bibi. K. Beydilli, "Ignatius Mouradgea D'Ohsson", TD, S. 34 (1984), s. 247-314.
İSTANBUL
DOKSAN ÜÇ HARBİ
bak. OSMANLI-RUS SAVAŞI'NDA
istanbul dokumacılık
Bizans Dönemi
Dokumacılık, Bizans'ta önemli bir işko-luydu. Dokuma malzemesi olarak "linon" (keten), "erion" (yün) ve "metaksa" (ipek) kullandırdı. "Bambaks" ya da "bambakina" denen pamuğun adına ise pek az rastlanır. Dokumacılık basit tezgâhlarda, saray atölyelerinde, özel işyerlerinde ve ev tezgâhlarında yapılırdı. Eski Yunan'da "gyna-ikeion" adıyla anılan dokuma atölyelerine, erken Bizans döneminde de rastlanır.
Bizans dokumacılığından ve üretimde kullanılan aletlerden çok az sayıda örnek günümüze ulaşabilmiştir. Bunlardan anlaşıldığına göre basit tezgâhlar kullanılıyor ve dokumacılık başlıca iki aşamadan oluşuyordu. Temizlenerek kirlerinden ve yağından arındırılan malzeme çırpıldıktan sonra, beyazlatılıyor, eğiriliyor ve boyanıyordu. Nakış ve süslemeler dokuma esnasında yapıldığı gibi, kumaşın üstüne resimleme de yapılırdı. Kumaşın üstüne nakış işleme tekniği ise Paleologos-lar döneminde (1261-1453) tercih edilen bir yöntemdi. Öte yandan bu üç tekniğin bir arada kullanılmasına da rastlanmıştır.
Kaynaklarda çok çeşitli tipte dokumalardan söz edilir. Bunlar arasında yüksek kalitede ve mor renge boyanmış bir tür ipeklinin özel bir yeri vardır. "Blattion" denen bu kumaş, saray çevrelerinde ikra-
miye olarak dağıtılır, yabancı ülkelerin yöneticilerine armağan edilirdi. Bizans'ta ipekçilik, 553 ya da 554'te keşişler tarafından Çin'den gizlice getirilen ipek böceği kozaları ile başlamıştı. 7. yy'da imparatorluğun ipek merkezi Konstantinopo-lis'ti. Altın ve gümüş tellerle süslenen ipek kumaşlar, çoğunlukla imparatorluk ailesi tarafından kullanılırdı. Kaynaklarda a-dı geçen "diblattia" ve "triblattia" terimlerinin ne anlama geldiği çok açık değildir. Bunlar ya iki ya da üç kez boyanan, ya da iki veya üç renkli ipek kumaşların adı olmalıdır.
Bizans dokumacılığında asıl önemli yeri keten imalatı tutar. Özellikle 11. yy belgelerinde "linokokkoi" (keten tohumu), "othoniopratai" (keten tüccarı), "li-nelaiotribika" (keten kumaş ticareti yapılan dükkân) deyimlerine sık sık rastlanır. Mısır'ın 7. yy'da Arapların eline geçmesiyle, Konstantinopolis'in keten ihtiyacı Karadeniz ve Bulgaristan yoluyla sağlanıyordu. Kaba dokunmuş ketene "sabana", ince dokunmuşlara "lepte othene" denir, keten kumaşlar özellikle tunik, pelerin, havlu gibi ev eşyalarında, kefen bezi, yelken ve ağ yapımında, sivil ve dinsel mimaride önemli yeri olan duvar halısı ve perde yapımında kullanılırdı,! 1348 tarihli bir saray listesinde ise çeşitli keten kumaşların ayrıntılı bir sayımı yapılır ve fiyatları verilir.
Günümüze dek gelen Bizans döneminden kalma dokuma tezgâhlan arasında, yünlü kumaş dokumak için kullanılanların, keten tezgâhlarından daha karmaşık oldukları görülmektedir. Bizans'ta "mal-lota" ya da "linomallataria" denen ilmekli dokuma usulü de biliniyordu. Koyun postuna benzer bir çeşit müflon üretimi yapılıyor ve bunlar battaniye, örtü gibi kullanılıyordu. Ayrıca yatak takımları da yünlü kumaştan yapılırdı.
Dokumacılık hem kadın hem de erkek işi olarak bilinir, buna karşılık iplik eğirme işi yalnızca kadınlar tarafından evlerde yapılırdı. Konstantinopolis'te her yıl, dokumacı kadınların şerefine Agat-he Şenlikleri yapılırdı.
10. yy'dan kalma önemli bir kaynak olan Eparbos tes Pofeo5"ta(->) "serikarioi" denen kumaş boyacıları ve terzilerden söz edilir. Bu kaynağa göre, bazı terziler dikecekleri kumaşların dokumasını da yapıyordu. Yine önemli bir kaynak olan Studios Manastırı'mn meslekler listesinde, dokumacılar ve terziler ayrı loncalar olarak sayılmışsa da, Eparhos Kitabında bu ayrıma rastlanmaz.
Günümüze ulaşan örneklerden bazı ab şap dokuma tezgâhları, kilden ve bronzdan yapılmış iğ parçaları, bronz iğneler, yüksükler ve kilden makaralar, Amerika' da Dumbarton Oaks koleksiyonlarında saklanmaktadır.
Bibi. J. Ebersolt, Leş arts somptuaires de Byzance, Paris, 1923, s. 21-23; W. F. Vol-bach, "Textiles", Byzantine Art: An Europe-on Art, Atina, 1964, s. 460-485; Ph. Kouko-ules, Byzantinon bios kai politismos, Atina, 1948-1957, s. 215-217.
AYŞE HÜR
Osmanlı Dönemi
Osmanlı döneminde Istabul'da çeşitli türlerde kumaşlar dokunmuş olmakla birlikte asıl ağırlık, saray ve çevresinin tüketimine yönelik ipekli dokumacılık ile askeri gereksinimleri karşılamaya yönelik dokumacılıktadır. Bu tür dokumacılık ö-zel kişilerce yapıldığı gibi çoğu durumda devlet tarafından manifaktür tarzında örgütlenmiştir.
16. yy'm ortalarından sonra Bursa ile birlikte ikinci ipekli dokumacılık merkezi olarak istanbul'un adı geçmeye başlar, istanbul'daki ipekli dokumacılığın devlet tarafından mı yoksa özel kişilerce mi başlatıldığı kesin olarak belli değildir. Ancak, büyük bir olasılıkla devlet tarafından saray için kumaş dokuyan atölyelerin kurulmasından sonra bunun kârlı bir iş olduğunu gören özel kişiler de ipekli dokumacılığa başlamışlardır, istanbul'daki dokuma atölyeleri önceleri Bursa'ya bağımlı olarak çalışmışlardır. Gerekli atkı ve çözgü iplikleri Bursa'da hazırlanmış ve gene Bursa'dan dokumacı ustaları getirtilmiştir.
İstanbul'da 16. yy'ın ortalarında devlete ait dokuma atölyeleri kurulmaya başlanmıştır. Kârhane-i Âmire veya Kârhane-i Hassa adını taşıyan bu atölyelerin Beyazıt yakınında Çarşıkapı'da olduğu sanılmaktadır. 16. yy'ın son çeyreğinde Tavuk Pazarı'ndaki sipahi binalarının dokuma atölyelerine ayrıldığı ve sarayın kumaş gereksiniminin bir bölümünün buradan karşılandığı bazı belgelerden anlaşılmaktadır.
imparatorluğun yükselmesine paralel olarak kumaş sanatı 16. yy'ın ikinci yarısında en parlak dönemini yaşamış, kumaş cinsleri ve desenleri çok büyük çeşitlilik ve zenginlik göstermiştir. Ancak bu dönemde çok kâr sağlama amacıyla işe hile karıştırılmış ve tezgâh sayısı hızla artmıştır. Kumaş kalitesini bozan bu tür o-
laylar sürekli denetlenerek önlenmeye çalışılmıştır.
Dokumacılar lonca biçiminde örgütlenmişlerdir ve tüm loncalar içinde en kalabalık grubu oluştururlar. Yaptıkları i-şe veya dokudukları kumaş türüne göre adlandırılan çeşitli loncalarda toplanmışlardır. Ham ipek sağlayan ve satanlar hamcılar, atkı ipliği eğirenler dolapçılar, kumaş dokuyanlar kumaşın türüne göre kamhacılar, kadifeciler gibi ayrı ayrı loncalar içinde örgütlenmişlerdir.
17. yy'ın ortalarından itibaren büyük yelkenli gemiler kullanılmaya başlandı ve bunların sayıları 18. yy'da giderek arttı. Bu durum yelken bezi talebini önemli oranda artırdı. Yelken bezi daha önceleri özellikle Gelibolu ve Çanakkale'de üretilirken orta ve küçük gemilerin gereksinimine göre yapılanmış olan üretim nitelik ve miktar bakımından artan gereksinimi karşılayamaz duruma düştü. Bu durum karşısında 1709'da Tersa-ne-i Amire bünyesi içinde sabit tesisleri devlete ait olan ve manifaktür tarzında üretim yapan bir yelken bezi dokumahanesi kuruldu. Bu kuruluşun işletmesi bezcibaşı unvanını taşıyan özel bir kişiye verildi. Bezcibaşı her yıl belirli miktarda yelken bezini donanmaya teslim etmeyi üstleniyor ve buna karşılık kullanacağı pamuk ipliğinin bedeli kendisine peşin olarak ödeniyordu. Donanmanın işletmeden yıllık talebi 30.000 zira (arşın) yelken bezi idi ve bu miktar savaş sırasında 200.000 ziraya kadar yükselecekti. Yaklaşan savaşın hazırlıkları kapsamında 1713'te özel üretim yasaklanarak istanbul ile çevresindeki yelken bezi dokuma tekeli bezcibaşına verildi. Savaşın ardından 1718'de donanmanın talebi tekrar 30.000 ziraya indirildi ve özel ü-retim serbest bırakıldı. Pahalı üretim yapan işletme özel üretimcilerin rekabeti karşısında geriledi ve başlangıçta 30-40
dolayında olan dokuma tezgâhı sayısı 1750'de 10'a düştü. Bunun üzerine özel üretim yasaklanarak 1751'de bezcibaşına tekel hakkı tanındı ve 1753'te tekel alanı izmir'i de içine alacak biçimde genişletildi. Tekel koşulları içinde üretim canlandı, işletme 1760'ta eski kapasitesine ulaştı ve 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı' nın getirdiği talep artışı sonucunda 1770' te genişletildi. Bundan sonra donanmanın talebi sürekli bir artış gösterdi. 1774' te yıllık 140.000 zira olan talep 1803'te 300.000 ziraya çıktı, işletmenin kapasitesi 1785'te 50 tezgâha ulaştı. Donanmanın talebinin artması serbest piyasaya yapılan satışı azalttığından işletmenin zarar etmesine neden oldu. ihracat talebindeki artış ve ulaşım güçlükleri pamuk ipliği arzını azalttı ve bunun sonucunda artan iplik fiyatları yelken bezi maliyetini artırdı. Devlet miri mubayaa yoluyla, yani kendisinin belirlediği ve genellikle maliyetin altındaki bir fiyatla Batı Anadolu'daki üretim merkezlerinden iplik satın almaya başladı. Ancak iplik üreticilerinin bu tür zararına satıştan kaçınmaya başlamaları üzerine 19. yy'ın ilk çeyreği sonunda güvenli ve ucuz iplik sağlamak amacıyla bir işletme kurulmasına karar verilerek Iplikhane-i Amire(->) kuruldu. Böylece, dokuma işletmesi ile birlikte Türkiye'nin bilinen ilk entegre pamuklu tesisi ortaya çıktı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun önce duraklama ve ardından gerileme dönemine girmesi Avrupa etkisini gitgide artırmış ve Avrupa kumaşlarının ithalatı büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu durum karşısında rekabet zorluğu çekmeye başlayan yerli dokumacılık 17. yy'dan sonra önce bir duraklama ve ardından gerileme dönemine girmiştir. Bununla birlikte, 18. yy' m ilk yarısında İstanbul'da güzel ve nitelikli kumaşlar dokunmuştur. Ekonomik durumun bozukluğu nedeniyle altın ve gümüş sarfiyatını azaltmak için III. Ah-med tarafından 1715'te çıkarılan bir fermanla ağır sırmalı kumaşların dokunması yasaklanmıştır. İthal malların rekabeti karşısında gerileyen dokuma sanayiini kalkındırmak için 18. yy'ın ilk yarısında bazı yeniliklere girilmiştir. Bu kapsamda III. Ahmed'in sadrazamı Nevşehirli ibrahim Paşa'nın girişimiyle 1719' da İstanbul'da bir yünlü dokuma imalathanesi kurulmuştur. 1721'de, Venedik'ten ithal edilmekte olan nitelikli diba, hatayi ve atlas gibi ipekli kumaşların istanbul' da dokunmasını sağlamak amacıyla işletmeye 40 tezgâhlı bir miri hatayi kârha-nesi eklenmiştir/1725'te tezgâh sayısı 79 olmuş ve aynı yıl 1.600 okka (2.000 kg) ipek kullanılmıştır. Ayrıca, iyi donanımlı bir boyahane bölümü bulunmaktadır. Üretilen kumaşların halka satılması için de Bedesten'de bir mağaza kiralanmıştır. Devlet tarafından kurulup işletilmek üzere özel kişilere kiralanan bu kuruluşların defterleri günümüze kadar ulaşmıştır. Bu işletmenin ne kadar süre çalıştığı, ne zaman ve hangi nedenlerle üretimine son verdiği bilinmemektedir.
Dostları ilə paylaş: |