Bibi. Dr. Robert Rieder Pascha, Pür die Tür-kei. Selbstgelebtes und Gewolltes. Bd. I. Das Krankenhaus Gülhane, Jena, 1903; Prof. Dr. Wieting Pascha, Gülbane-Festshrift, Leipzig, 1910; Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mekteb ve Seririyatı Nizamname-i Dahilisi, İst., 1911; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mekteb ve Seririyatı Talimatnamesi, İst., 1339; T. Sağlam, Gülhane, İst., 1925; O. Ergin, İstanbul Tıp Mektepleri Enstitüleri ve Cemiyetleri, İst., 1940, s. 41-51; ay, Türk Hekimliğinde (Gülhane)nin Rolü, İst., 1944; İ. Titiz, Gülhane İç Hastalıkları Klinikleri Tarihi (1898-1953), Ankara, 1960; A. Altıntaş: "Gülhane Askeri Tababet Tatbikat Mektebi ve Seririyatı'nda İlaç Hazırlama Çalışmaları", /. Türk Tıp Tarihi Kongresi, Ankara, 1992, s. 157-161.
NURAN YILDIRIM
GÜLLER VADİSİ
Sarıyer'den 2 km kadar uzaklıkta olan Çırçır Deresi (Güldere) vadisine verilen isim.
İstanbul'un mesire yerlerinden biridir. Gül bahçelerinin çokluğu nedeniyle Güller Vadisi adını almıştır. Eskiden İstanbul halkı Kestane Suyu, Fındık Suyu, Hünkâr Suyu ve Çırçır Suyu kaynaklarının bulunduğu bu mesire yerine ulu ağaçların gölgesinde dinlenmek, memba sularından içmek, gül kokusu ve bülbül sesi ile mest olmak amacıyla giderdi.
Gülyağı ve gülsuyu elde etmek için yağ gülünün (Rosa damascend) İstanbul bölgesinde yetiştirilmesine 1880'den itibaren Göksu^ Deresi boyunca kurulan çiftliklerde (örneğin Hekimbaşı Çiftliği ve Çavuş-başı Çiftliği), Kızanlık (Bulgaristan) bölgesinden gelen, gül yetiştiriciliğinde deneyimli göçmenlerin yardımı ve bunların getirdikleri gül fidanları ile başlanmıştır.
II. Abdülhamid'in (hd 1876-1909) mülkü olan Çavuşbaşı Çiftliği'nde gül yetiştiriciliği ve gülyağı elde edilmesinde zamanın Hazine-i Hassa ve Maliye Nazırı Agop Paşa'nın emek ve katkıları vardır. Döneminde bu çiftliği gezen ve elde edilen gülyağı üzerinde analizler yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane analitik kimya hocası C. Bonkowski(->) kurulan gül bahçeleri, elde edilen gülyağı ve gülsuyu hakkında etraflı bilgi vermiştir.
Çavuşbaşı Çiftliği'nde ilk gül hasadı 1886' da yapılmış ve 650 kilo kadar gül çiçeği elde edilmiştir. 10 kilo taze gül çiçeğinden yaklaşık olarak 4,6 gr gülyağı ve 7 kilo gülsuyu çıkartılmıştır.
1970'li yıllarda bölgedeki vadiler İstanbul Belediyesi tarafından çöp dökme alanı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle de II. Abdülhamid döneminin, gül bahçeleri ile ünlü Hekimbaşı Çiftliği, bugün Hekimbaşı Çöplüğü adını almıştır. 28 Mayıs 1993 günü, meydana gelen gaz patlaması sonucunda çevrede yaşayanlardan 30 kişi hayatım kaybetmiştir.
Bibi. T. Baytop, "Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Anadolu'da Yağ Gülü Yetiştirilmesi ve Gülyağı", Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bülteni, S. 4 (Temmuz 1990); C. Bonkowski, "De la fabrication de l'essence de rose en Asie Mi-neure", RevueMedico-Pharmaceutique, 1: 53, 1888; A. de Lamartine, Voyage en Orient, III, Paris, 1835, s. 324; E. Mamboury, Conslanti-nople, Guide touristique, İst., 1925, s. 170.
TURHAN BAYTOP
GÜLLÜ AGOP
bak. AGOP (Güllü)
GÜLRİZ SURURİ-ENGİN CEZZAR TİYATROSU
28 Eylül 1962'de kurulan topluluk.
Dormen Tiyatrosu'ndan ayrılan Gülriz Sururi-Engin Cezzar çiftinin kurdukları topluluk Erksine CaldweH'in tiyatroya u-yarlanan Tütün Yolu adlı oyunu ile Küçük Sahne'de perdelerini açtı. Engin Cezzar'ın yönettiği oyunda, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Pekcan Koşar, Ayten Ürkmez, Nur Sabuncu, Mine Cezzar bellibaşlı rolleri paylaştı.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nun 1967-1968 sezonunda Fatih Renk Sineması'nda oynadığı Kelepçeden bir sahne, (soldan sağa Engin Cezzar, Ali Poyrazoğiu, Gülriz Sururi). Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu
Aynı sezonda Çikolata Sevgilim, Akhn Oyunu, Tatlı Kaçıklar adlı oyunlarla seyirci karşısına çıkan topluluk, 1963-1964 sezonunu Otello ile açtı, Midas'm Kulakları, Canlı Maymun Lokantası, Bütün Kadınlar Güzeldirve Keşanlı Ali Destanı ile sürdürdü. Ancak, Keşanlı Ali Destanı Karaca Tiyatrosu'nda seyirciyle buluştu. 1964-1965 sezonunda Ferhat ile Şirin, Teneke, Zilli Zarife; 1966-1967 sezonunda Palto, Ben Bir Kadımın, Kurban adlı oyunları sahneledi. 1967-1968 sezonunda, Fatih Renk Sineması'nda Kelepçe, Aykın, Sokak Kızı İrma; 1968-1969 sezonunda Dünya Sineması'nda ittihat ve Terakki'ji sahnelemesinin ardından topluluk, Şiş-li'deki Ümit Tiyatrosu'na taşındı. 1969-1970 sezonunda Nikâh Kâğıdı, Düşenin Dostu, Hint Kumaşı, Haftada Bir Gün; 1970-1971 sezonunda Morfin, Güneş de Batar; 1971-1972 sezonunda Çifte Vurgun, Hair, Evet Evet Evet; 1972-1973 sezonunda Ağustos Böceği, Bizim Kadınlar adlı oyunları sahneledi. Ayrıca bu sezonda, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nun kuruluşunun 10. yıldönümünü Haldun Taner'in yazdığı Keşanlı -Ali Desta-nz'nın toplulukça yeniden sahnelenme-siyle kutlandı. 1974-1975 sezonunda Gü-müşsuyu'nda bir işhanında tiyatroya dönüştürülen salonda çalışmalarını sürdüren topluluk, 1975-1976 sezonunda İstanbul dışında turneler yaptı. Sezon sonunda topluluk çalışmalarına ara verdi.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, 1980'de oynadıkları eski oyunlardan seçerek oluşturdukları Uzun İnce Bir Yol ile seyirciyle yeniden buluştu. 1982-1983 sezonunda Hodri Meydan Kültür Merkezi'n-de Fransız şarkıcı Edith Piaf m yaşamından kesitler sunan ve Başar Sabuncu'nun yönettiği Kaldırım Serçesi toplulukça oynandı. 1983-1984 sezonunda Sıraselviler Caddesi'ndeki Ali Poyrazoğiu Tiyatrosu'nda Kabaremi; 1984-1985 sezonunda yine aynı salonda Filumena'yı oynayan topluluk, 1985-1986 sezonunda festival için hazırladıkları Halide adlı oyunu Devlet Tiyatroları Taksim Sahnesi'nde ve Nişantaşı Konak Sineması'nda sahneledi. Daha sonra topluluk çalışmalarına bir süre ara verdi. Bu arada Engin Cezzar ve Gülriz
Sururi, televizyon çalışmaları yaptılar. Keşanlı Ali Destanı ve Kaldırım Serçesi o-yunları televizyona çekildi.
1990-1991 sezonunda Tiyatrocu adlı o-yunu Karaca Tiyatrosu'nda sahneleyen topluluk, aynı salonda 1991-1992 sezonunda Sokak Kızı İrma'jı oynadı. Engin Cezzar 1992'de topluluktan ayrıldı. Topluluk, çalışmalarını bu yıldan itibaren Gülriz Sururi Tiyatrosu olarak sürdürmekte.
Yerli, yabancı birçok oyun yazarına re-pertuvarında yer veren Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nda, Engin Cezzar, Gülriz Sururi, Genco Erkal, Ali Poyrazoğiu, Coşkun Tunçtan, Çetin İpekkaya, Mehmet Akan, Haldun Dormen, James Bald-win, Işıl Kasapoğlu yönetmenlik yaptı. Turgut Boralı, Aykut Oray, Erol Günaydın, Müjdat Gezen, Cahit Irgat, Aydemir Akbaş, Tuncel Kurtiz, Umur Bugay, Zafer Önen, Metin Serezli, Ahmet Mekin, Suna Keskin, Füsun Önal, Hasan Kuruyazıcı, Ani îpek-kaya, Güzin Özipek, Hadi Çaman, Aliye Rona, Nurhan Nur gibi birçok sanatçı, topluluğun oyunlarında rol aldı.
HİLMİ ZAFER ŞAHİN
GÜLŞEN-İ MUSİKİ MEKTEBİ
1918'de, Kemani Abdülkadir Bey'in (Töre) Cerrahpaşa Camii Sokağı no. 8'deki e-vinde açtığı özel musiki okulu.
Töre, evinin çeşit çeşit güller bulunan bahçesi o yıllarda çok ünlü olduğu için o-kula bu adı vermiştir. Töre, okulun kapandığı 1927'ye kadar pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Maarif Nezareti'nin denetimi altında öğretim veren Gülşen-i Musiki Oku-lu'nda, temmuz ayında yapılan bitirme sınavları Maarif Nezareti ile Darü'l-elhân' dan(->) gelen hocaların gözetiminde gerçekleştiriliyordu .
Abdülkadir Töre musiki öğretiminde kendine özgü ve pratik bir yol izleyerek kısa sürede öğrencilerine Türk musikisinin en güç konularını ve inceliklerini ustalıkla aktarmış, özellikle usul öğretimine önem vermiştir. Konserlerde ve provalarda akortlar daima piyanoya göre düzenlenerek hiçbir zaman pest akortlar tercih edilmemiş, hanende ve sazendelerin her eseri ayrı ayrı prova ederek hataların dü-
GÜLŞENÎLİK
442
GÜLŞENÎLİK
zeltildiği bir çalışma tarzı izlenmiştir. Öğrencilerden oluşan kalabalık bir heyetle verilen düzenli okul konserleri ile İstanbul'un çeşitli yerlerinde hayır cemiyetleri yararına verilen konserler, istanbul halkının zevkle dinleyerek ayakta alkışladığı etkinlikler olmuştur.
Okulda düzenli olarak her ayın ilk cuması ile son salısında, maddi çıkar gözetilmeksizin düzenlenen ve ünlü musikişinasların davet edildiği konserler büyük ilgi toplamıştır. Bu konserlerde başta istiklal Marşı, ardından klasik fasıllar, saz eserleri, oyun havaları ve milli Anadolu havalarından oluşan programlar icra edilmiştir. Evin l. katındaki piyanolu salonda verilen ve iki fasıl arasında davetlilerin bahçeye çıkarak deniz manzarası ve çiçekleri seyrettiği cuma konserlerinin sürekli dinleyicileri arasında vali, şehremini, merkez kumandam gibi resmi zevat yer almıştır.
Gülşen-i Musiki Heyeti'nin okul dışında verdiği ilk konser Tepebaşı Dram Ti-yatrosu'nda Kızılay yararına düzenlenmiştir. Okul dışındaki konserlerin en önemlisi ise 26 Ocak 1927'de Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Şehzadebaşı Letafet Apartma-nı'ndaki Eminönü ilçe merkezinde icra edilmiştir. Pek çok ünlü kişinin dinlediği bu parlak konserde önce Abdülkadir Bey'in_ acemaşiran makamında ve sofyan usulünde bestelediği İstiklal Marşı, ardından da acemaşiran ve bestenigâr fasılları okunmuştur. Union Française'de 15 günde bir hayır cemiyetleri yararına verilen konserler, Taksim Belediye Bahçesi'nde verilen iki konser ve İstanbul Radyosu'n-da gerçekleştirilen konserler de oldukça ilgi görmüştür.
Bu kurumdan yetişen ve fasıl heyetinde yer alan musikişinaslardan bazıları şunlardır: Hanende Hadiye Hanım, Kemani Nuri Bey, Kemani Zekiye Hanım (Töre' nin eşi), Udi Saide Hanım, Şemsettin ve Necmettin beyler, piyanist Saadet Hanım, Kemani Saadet Hanım (Töre'nin kızı), Kemani Zehra Hanım ve Santuri Hüsnü Bey (Tüzüner). Hanende Zeki Bey de (Çağlar-man) Gülşen-i Musiki'den yararlanan sanatçılar arasındadır.
Bibi. Abdülkadir (Töre), Usul-i Talim-i Keman, ist., 1329; Ergin, Maarif Tarihi, IV; İnal, Hoş Şada; M. Rona, 20. Yüzyıl Türk Musikisi, ist., 1970; E. Karadeniz, Türk Musikisinin Nazariye ve Esasları, ist., 1978; H. Tüzüner, "Gülşen-i Musiki Mektebi Hatıralarım", Türk Musikisi Dergisi, S. 19-20 (1949); Ş. M. Çanga, "Gülşen-i Musiki Mektebi Hatıraları", Musiki Mecmuası, S. 411 (1985); N. Revi, "Seyid Abdülkadir Töre ve Birkaç Hatıram", ae, S. 429 (1990).
GÖNÜL PAÇACI
GÜLŞENÎLİK
Diyarbakırlı Şeyh İbrahim Gülşenî (ö. 1534) tarafından kurulmuş olan tarikat.
Silsile itibariyle Halvetîliğe bağlanan Gülşenîlik tasavvuf tarihine ilişkin kaynakların çoğunda bu tarikatın bir kolu olarak telakki edilmiştir. Doğum yeri olan Diyarbakır'da ilk tahsilim tamamlayan ibrahim Gülşenî, Akkoyunluların başkenti Tebriz' de, Uzun Hasan'ın kazaskeri Mevlânâ Ha-san'ın himayesi altında tahsilini sürdürmüş,
bu sırada Halvetî tarikatının ileri gelen şeyhlerinden Aydınlı Dede Ömer Rûşenî' ye intisap etmiş, bir süre sonra kendisinden hilafet alarak, kısa bir müddet için Tebriz'deki tekkesinin meşihatını üstlenmiştir. Şiîliğe yönelen Erdebil şeyhlerinin baskısı sonucunda Tebriz'i terk etmiş, Diyarbakır'a, Kütahya'ya ve Kudüs'e uğrayarak Mısır'a gelmiş, dönemin Memluk sultanı Kansu Gavri (ö. 1516) başta olmak üzere, devlet ricalinden ve diğer zümrelerden birçok kişiyi kendisine bağlamıştır. Mısır'da büyük bir nüfuza sahip olan ibrahim Gülşenî Kahire'ye yerleşmiş, burada, ileride türbesini barındıracak ve tarikatın "pir evi" sıfatını kazanacak olan bir tekke tesis edilmiştir.
I. Selim'in (Yavuz) (hd 1512-1520) 1517' de Mısır'ı fethetmesi üzerine Osmanlı yönetici sınıfından, özellikle Mısır'daki yeniçerilerden ve sipahilerden birçoğunun kendisine bağlanmasıyla nüfuzu büsbütün artan İbrahim Gülşenî'yi çekemeyenler, oğlu Ahmed Hayalî'nin son Memluk sultanı Tumanbay'ın dul karısı ile evlenmesi gibi sudan sebepleri bahane ederek, kendisini yeni tahta çıkmış olan I. Süleyman'a (Kanuni) (hd 1520-1566) şikâyet etmişler, diğer taraftan ulema sınıfının mutaassıp olan kesimi, vahdet-i vücuda ve ilahi aşka ilişkin coşkun sözlerinden dolayı şeyhe cephe almış, sonuçta İbrahim Gülşenî'nin aleyhtarları kendisini hapse attırmaya muvaffak olmuşlardır. Bir rivayete göre Mevlânâ neslinden Sultan Diva-nî'nin müdahalesiyle hapisten çıkarılan İbrahim Gülşenî, Kanuni tarafından İstanbul'a davet edilmiş, padişah kendisi ile bizzat tanışıp sohbet ederek tasavvufi bilgisinin derinliğine ve manevi olgunluğuna hayran kalmıştır. Ayrıca bu arada padişahın arzusu üzerine, 100 yaşını geçmiş olan ve gözleri görmeyen İbrahim Gülşenî'nin, kehhâlbaşımn (göz tabibinin) müdahalesi sonunda gözlerinin görmeye başladığı nakledilmektedir.
İstanbul'da bulunduğu süre (1523-1528) zarfında, Kanuni'den başka dönemin ileri gelen âlimlerinden, tarikat şeyhlerinden ve devlet ricalinden pek çok kişiyi etkisi altına alan İbrahim Gülşenî, Mercan'daki Çandarlı İbrahim Paşa Camii'nde vaazlar vererek düşüncelerini İstanbul halkının büyük bir kesimine ulaştırmak imkânını bulmuş, böylece kurucusu olduğu tarikatı İstanbul'da ilk yayan bizzat kendisi olmuştur, ibrahim Gülşenî, beraberinde bulunan halifelerinden Şeyh Hasan Zarifi Efendi'yi (ö. 1569) Mısır'a dönerken İstanbul'da bırakmış, adı geçen şeyh de, biri Rumelihisarı'nda, diğeri Langa'da olmak üzere, tesis ettiği iki tekkenin birden meşihatını üstlenerek Gülşenîliği İstanbul'da yaymayı sürdürmüştür. Ancak Gülşenîli-ğin İstanbul'da, 18. yy'm birinci çeyreğinden itibaren, bu tarikatın Sezaî kolunun kurucusu Edirneli Şeyh Hasan Sezaî'nin (ö. 1737) halifeleri tarafından temsil edildiği ve şehrin tasavvuf hayatına eskisinden daha geniş ölçüde katkıda bulunmaya başladığı gözlenmektedir, istanbul'da hiçbir zaman çok yaygın olmayan Gülşe-
nîliğin 12 kadar tekkede temsil edildiği anlaşılmakta, bu tarikatın daha tekkelerin kapatılmasından önce sönmeye yüz tuttuğu, tarihi gelişimine ve özelliklerine ilişkin birçok hususun tespit edilemeden u-nutulup gittiği görülmektedir. İstanbul'da Gülşenîliğe hizmet etmiş olan tekkeler söyle sıralanabilir:
/ Durmu§D_ede Tekkesi; Şeyh Hasan Za-rifî Efendi tarafından Rumelihisarı'nda, Kayalar Mezarîığı'nm yanında 935/1528' de tesis edilmiştir. I. Ahmed döneminde (1603-1617), Akkirmanlı Ali Baha'nın meşihatı sırasında, şeyhin hemşerisi olan Durmuş Dede (ö. 1616) adındaki meczup buraya yerleşmiş, tekke de bu tarihten itibaren, kerametleri ile İstanbul'da ün salan Durmuş Dede'nin adıyla anılır olmuştur. 18. yy'm ortalarında Halvetîliğin Cerrahî koluna intikal eden Durmuş Dede Tekkesi 1940'larda Bebek-Rumelihisarı yolunun genişletilmesi sırasında yıktırılarak tamamen tarihe karışmıştır. Şeyh Hasan Zari-fî Efendi'nin Langa'da tesis ettiği söylenen tekkenin ise konumu ve tarihçesi hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir.
Hulvî Efendi Tekkesi: Şehremini'de, Ereğli Mahallesi'nde yer alan bu tekke 1035/l626'da, saray helvacıbaşısı Ahmed Ağa'nın oğlu olduğu için "Hulvî" ve "Hale-vî" lakapları ile anılan Şeyh Cemaleddin Mahmud Efendi (ö. 1653) tarafından kurulmuştur. Babasının evini tadil ederek tekkeye dönüştüren Şeyh Mahmud Efendi Halvetîliğin Sünbülî kolundan Koca Mustafa Paşa (Sünbül Efendi) Tekkesi Postnişi-ni Necmeddin Hasan Efendi (ö. 1610) ile Kahire'de Gülşenîliğin merkezi olan tekkenin postnişini İbrahim Efendi'den icazet almıştır. Tasavvufa ilişkin mensur ve manzum çeşitli eserleri arasında özellikle, Lemezât olarak tanınan tabakat kitabı ünlüdür. "Şirüganî Dede" olarak tanınan ve İstanbul merkezli Osmanlı tasavvuf musikisinin en başta gelen simalarından olan Şeyh Ali Efendi de (ö. 1714) Hulvî Efendi Tekkesi'nde uzun müddet (1659-1714) meşihat görevini yürütmüştür. 18. yy'm sonlarında Kadiri tarikatına bağlanan tekke Şeyh Mustafa Hulvî Efendi'nin (ö. 1800) 1796'da posta geçmesiyle kısa bir süre tekrar Gülşenîlerin eline geçmiş, bundan sonra Rıfaîliğe bağlanmıştır. Günümüzde ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Gülşenî Tatar Efendi Tekkesi: Tophane'nin yamaçlarında, Atik Ali Paşa Mahal-lesi'ne katılmış olan Sakabaşı Mahallesi'nde, Sakabaşı Mescidi'nin yanında yer almaktaydı. Kuruluş tarihi tam olarak tespit edilemeyen ancak 18. yy'm birinci çeyreği içinde tesis edildiği anlaşılan tekkenin banisi Hadîkatü'l-Cevâmfde Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, İ. H. Uzun-çarşılı'nın Osmanlı Taribi'nde ise Kırım hanlarından II. Mengli Giray (ö. 1739) o-larak belirtilmektedir. Tekkeye adını vermiş bulunan Gülşenîliğin Sezaî kolunun kurucusu Edirneli Şeyh Hasan Sezaî Efendi'nin halifesi olan ilk postnişin Tatar Şeyh Hasan Efendi'nin (ö. 1766) etnik kökeni, tekkeyi II. Mengli Giray'ın yaptırmış olması ihtimalini güçlendirmektedir.
Kaynaklarda "Gülşenîhane" olarak da zikredilen bu tekke 19. yy'm birinci yarısı içinde, muhtemelen bir yangında ortadan kalkmış, yeri bir müddet arsa halinde kaldıktan sonra aynı yüzyılın ikinci yarısında ihya edilmiş, fakat çıkan bir yangında komşusu olduğu Sakabaşı Mescidi ile birlikte tarihe karışmıştır.
Gürcü Ali Efendi Tekkesi: Balat-Eğri-kapı arasında, Molla Aşki Mahallesi'nde, Şeyh Hasan Sezaî Efendi'nin diğer bir halifesi olan Gürcü Şeyh Ali Efendi (ö. 1773) tarafından 1176/1762'de tesis edilmiştir. Kaynaklarda "Gülşenîhane" olarak da anılan bu tekkenin, kuruluşundan itibaren Gülşenîliğin İstanbul'daki en önemli merkezi olduğu, faaliyetim 1925'e kadar aralıksız olarak sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Cumhuriyet döneminde tekke binaları ortadan kalkmış, hazire harap durumda günümüze ulaşabilmiştir.
Sofular Tekkesi: Fatih'te, Sofular Mahallesi'nde bulunan ve 16. yy'ın başlarında Halvetî tarikatına bağlı olarak tesis edilen bu tekkenin 19. yy'm birinci yarısında bir müddet Gülşenîliğe hizmet ettiği, postuna Gürcü Şeyh Ali Efendi'nin halifelerinden Şeyh Hafız Mustafa Efendi'nin (ö. 1849) geçtiği, daha sonra tekrar Halvetîliğe intikal ettiği tespit edilmektedir.
Peyk Dede Tekkesi: Silivrikapı civarında, Veledi Karabaş Mahallesi'nde 18. yy'ın ortalarında, yine Şeyh Hasan Sezaî Efendi halifelerinden, "Peyk Dede" lakaplı Şeyh Ahmed Remzi Efendi tarafından tesis edilmiş, 19. yy'ın başlarından itibaren Kadiri tarikatına bağlanan bu tekke de, hazire-sindeki bazı mezar taşları dışında, tamamen ortadan kalkmıştır.
Sarmaşık Tekkesi: Edirnekapı'da, Hatice Sultan Mahallesi'ndedir. Peyk Dede' nin halifesi olan, Süleymaniye Camii vaizi Şeyh Seyyid İsmail Efendi'nin (ö. 1783) meşihatı (1732-1783) müddetince Gülşenîliğe hizmet etmiştir.
Başçı Tekkesi: Haseki'de, Nevbahar Mahallesi'nde, 15. yy'ın sonlarında II. Meh-med'in (Fatih) (hd 1451-1481) başçıbaşı-sı Hacı Mahmud (ö. 1495) tarafından mescit olarak tesis edilen bu yapı 18. yy'ın i-kinci yarısında Gülşenîliğin Sezaî kolundan Şeyh Mehmed Said Efendi'nin (ö. 1802) meşihat koydurması sonucunda kurulmuştur. Adı geçen şeyh, Hasan Sezaî Efendi'nin damadı Şeyh Mustafa Efendi' nin halifesidir. Kaynaklarda banisinin adıyla da anılan bu tekke 1918'de yanarak harap olmuş, yıkıntısı 1953'te ortadan kaldırılmış, 1986'da yerine yeni bir cami inşa e-dilmiştir.
Süleyman Efendi Tekkesi: Beykoz'da 1142/1729'da Halvetî şeyhlerinden Süleyman Efendi (ö. 1746) tarafından kurulan bu tekkenin postnişinleri arasında Gülşenî tarikatından Şeyh Hafız Seyyid Ahmed Efendi'nin (ö. 1797) adı tespit edilmekte, tekkenin bu şeyhten sonra Rıfaîliğe bağlandığı anlaşılmaktadır.
îmrahor Tekkesi: Yedikule'de Bizans dönemine ait Studios Manastırı'nın II. Ba-yezid döneminde (1481-1512) Halvetî tarikatına bağlı bir cami-tekke haline geti-
rilmesi sonucunda ortaya çıkmış olan bu kuruluşun postnişinleri arasında Gülşenî tarikatından Şeyh İbrahim Efendi'nin (ö. 1793) kısa bir süre (1772-1793) meşihatı üstlendiği tespit edilmektedir.
Ümmî Sinan (Zekaîzade) Tekkesi: Şehremini'de, 958/1551'de Halvetîliğin Sinanî kolunun kurucusu Şeyh İbrahim Ümmî Sinan (ö. 1568) tarafından tesis edilen ve a-dı geçen kolun İstanbul'daki âsitanesi (merkezi) olan bu tekkenin şeyhlerinden, Gülşenîliğe bağlı el-Hac Ali Efendi'nin (ö. 1804) 6 yıl kadar post makamını işgal ettiği bilinmektedir.
Gülşenîlik ile Mevlevîlik arasında, başından beri, irşat sistemine, terminolojiye, ayin ve erkâna, teşrifata ve kıyafete ilişkin birçok ortak yön bulunmakta, bu husus da İbrahim Gülşenî'nin hayatından ve kişiliğinden kaynaklanmaktadır. İbrahim Gülşenî'nin tasavvuf içerikli eserleri arasında en ünlüsü, Mevlânâ'nın Mesnevi 'sine nazire olarak aynı vezinde kaleme aldığı 40.000 beyitlik Manevî'sidir. Tasavvufta vahdet-i vücudun ve ilahi aşkın en büyük temsilcileri olan Muhiddin-i Arabî ile Mevlânâ'nın görüşlerinden ilham alan İbrahim Gülşenî, Mevlânâ neslinden, kalenderlik ve "harabatîlik" meşrebine sahip Sultan Divanî ile dostluk kurmuş, hattâ bir rivayete göre Sultan Divanî kendisinin Mısır'da hapisten çıkarılmasını temin etmiştir. Her iki tarikatın mensupları arasındaki bu yakınlığın ve dayanışmanın daha sonraki yüzyıllarda da sürdürüldüğü, Yusuf Sineçâk Dede (ö. 1546) gibi bazı Mev-levî büyüklerinin başlangıçta Gülşenî tarikatından oldukları gözlenmekte, Yusuf Sineçâk Dede'nin halifesi Şair Arifî'nin (ö. 1551) İbrahim Gülşenî'nin vefatına tarih düşürdüğü bilinmektedir. İbrahim Gülşenî ve kendisine mensup olanlar bazı mu-
Bugün
yalnızca
haziresi kalmış
olan Peyk
Dede
Tekkesi'nden
bir görünüm.
IAM Encümen
Arşivi
Şeyh Hasan Sezaî'nin tuğra şeklinde istiflenmiş ismi. M. Baha Tanman
taassıp din âlimlerinin sert tenkitlerine hedef olmuş, bunlardan Çivizade Şeyh Mehmed (ö. 1587) İbrahim Gülşenî ile mensuplarının zındık oldukları yolunda bir fetva bile vermiştir. Buna rağmen bir taraftan Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin (ö. 1573) uzlaştırıcı fetvaları, diğer taraftan Mevleviler ve Halvetîler başta olmak üzere, sufîlerin Osmanlı toplum ve yönetim kadroları nezdindeki saygınlığı Gülşenîliği yasaklanmış bir tarikat olmaktan kurtarmıştır.
Mevlevîhanelerde olduğu gibi, Gülşenî tekkelerinde de aşçıbaşı ile tarikatçı dedenin, dervişlerin manevi terbiyesinden sorumlu, önemli görevliler olduğu gözlenmekte, Mevlevîlikteki binbir günlük çileyi andıran 3 yıllık "meydan hizmeti" ile yine Mevlevî tarikatından alınma 7, 12 ya da 40 yıl dervişlere hizmet etmek suretiyle tamamlanan "çile-i merdânenin" varlığı dikkati çekmektedir.
Mevlevî sikkesine benzeyen Gülşenî tacı pembe zeminli, uzun ve dilimsiz bir serpuşun üzerine "şeker-âviz" demlen tür-
GULTEPE
444
445
GULZARI
de (aşağıya doğru genişleyen), yeşil renkte destar (sarık) sarılmasıyla oluşmakta, tepesinde bir düğme bulunmaktadır. Ay-nca 2, 4, 6 ve 8 dilimli taçlar da tespit edilebilmektedir.
Bibi. Evliya, Seyahatname, ty, 267-268; Ay-vansarayî, Hadîka, I, 55, 70-71, 125-126; Vas-saf, Sefine, V, 274; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, l, 12-14, 20, 30, 37, 69, 78; Osmanlı Müellifleri, I, 108-109, 116-117, 181, 185-186; Ergim, 4ra-tofo/!, I, 136-142; E. S. Sünbüllük, Anadolu ve Rumeli Hisarları Tarihi, ist., 1953, s. 26-29; J. S. Trimingham, The Sufi Orders in islam, Oxford, 1971, s. 76, 184; H. Küçük, Tarikatlar, ist., 1976, s. 99; S. Eraydın, Tasavvuf ve Tari-katler, İst., 1981, s. 241-243; Gölpınarlı, Mevlevilik, 110, 322-328; Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 687-688.
M. BAHA TANMAN
Zikir Usulü ve Musiki
Gülşeııîlik Halvetîliğin bir kolu sayılmasına rağmen; kuruluşundan itibaren Mevlevîlikle âdeta iç içe denilecek kadar yakın ilişkide olmuştur. Tarikat kıyafetinden, tekke teşkilatına kadar her alanda ortaya çıkan bu yakın ilişki, musiki alanında da kendini göstermiştir. Gerçi Gülşenîlikte, Mevlevîlikte olduğu gibi, besteli ayin ve zikir usulü yoktur. Fakat "Gülşenî savtı" denilen özel bir Gülşenî musikisi tarzı vardır. Türk tasavvuf musikisinde "savt" cami musikisindeki "teşbih" benzeridir. Savt, musiki ile okunan şiir anlamına gelirse de, kısa'güfteli, ağır tempolu, çok tekrarlanan melodi cümleleri ile bestelenmiş bir tür ilahi formudur. Yalnızca Bayramîlik(->) ve Gülşenîlikte özel savtlar kullanılmıştır. Sonraki devirlerde başka tarikatların zikir ilahilerine de savt denilmiş ise de, bu yanlış bir yakıştırmadan ibarettir. Bayramı savtları ne yazık ki kaybolmuştur. Neva ve saba makamlarındaki iki Gülşenî savtı ise, melodisine başka güfteler giydirilerek kullanılmış ve böylelikle bugüne ulaşmıştır.
Son devirlerde Gülşenî savtları ancak çok meraklı musikişinaslarca öğrenilebil-mişti. Bunların başında Hüdaî Âsitanesi şeyhleri Abdurrahman Nesîb ve Ruşen efendiler gelir (bak. Celvetîlik). Hattâ Nesîb Efendi'nin çargâh ve saba, Ruşen Efen-di'nin mahur ve müstear makamlarından savt besteleri vardır. Bu savtların hepsinin güftesi Yunus'un "Şûrîde vü şeydâ kılan" mısraıyla başlayan şiiridir.
Gülşenîlik, bir bakıma Halvetîliğin bir kolu sayılması dolayısıyla, "devrani" zikir ayini usulünü benimseyen tarikatlardandır.
Zikir ayini, kırmızı renkli makam postu karşısında halka şeklinde oturan dervişlerin, Fatiha'dan sonra şeyh efendinin işareti ile, bir miktar tevhid çekmeleri ile başlar. Daha sonra ayağa kalkıldığında "Hû" ismi ve sonra da "Hay" ismi zikredilir. Bu sırada zâkirler Gülşehîliğe özgü savtlar o-kurlar. Savt okunurken hiçbir saz çalınmaz. Zikrin temposu hızlandığında ilahilere başlanır ve o zaman kudüm, mazhar, bendir, halile gibi vurmalı sazlar kullanılır. Bu hızlanma sırasında dervişler, el ele tutuşarak sola doğru dairesel yürüyüşe başlarlar. Bu yürüyüşte sol ayaklarını, "kütüp-
hane" denen zikir halkasının merkezine doğru, sağ ayaklarını ters yöne doğru atarken, sol ayakla beraber bedenlerini öne doğru eğer, sağ ayakla doğrulurlar. Bu hareket yukarıdan izlendiğinde, bir gül goncasının açılması ve kapanması gibi görünür. Gülşenî tacının, pembe renkli ve yeşil destaıiı olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, bunun ne kadar estetik bir görünüm oluşturduğu belli olur. Gülşenî ayininin en belirgin özelliği budur.
Gülşenî ayininde, savtların dışında, zikir ilahileri, kasideler gibi kullanılan musiki formları, diğer tarikat ayinlerinde kullanılan formların aynıdır. Ayin, devranın sonunda okunan Kuran ve yapılan duayı takiben şeyh efendinin Fatiha'sı ile sona erer.
Türk dini musikisinin en güzel eserlerinden biri "Çün doğup tuttu cihanı" diye başlayan hicaz tevşihtir. Bu eserin güftesi, Gülşenîliğin piri İbrahim Gülşenî'nin mürşidi, Ömer Rûşenî'ye aittir ve Yunus' un "Şûrîde vü şeydâ kılan, yârin cemâlidir beni" ilahisi ile beraber, dini musikide en çok bestelenen güftedir. Fakat en güzel beste hicaz makamında olanıdır. Bütün eski kaynaklar bu bestenin, güfte sahibi Rûşenî'ye ait olduğunu kaydederler. Böylesine kudretli bir bestekâr olan Rûşenî'nin müridi ibrahim Gülşenî de, tarikatında musikiye çok önem vermiştir.
Gülşenîlik, Türk musikisinin Mısır'da tanınıp yayılmasında da çok önemli rol oynamıştır. Halvetîliğin Şabanî kolunun Bek-rîye, Kemalîye, Ticanîye gibi bazı şubeleri Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılmış ise de, buralarda bu tarikatların ayinleri yerel musiki ile icra olunmuş, Türk musikisi kullanılmamıştır. Gülşenî tarikatının pir evi (asitânesi) olan Kahire'deki dergâhta -Kahire Mevlevîhanesi ve Bektaşî Tekkesi ile birlikte- hep Türk musikisi eşliğinde ayin yapılmış, bu husus Türk musikisinin Mısır'da yayılmasını sağlamıştır, iskenderiye'deki Gülşenî Tekkesi de aynı hizmeti görmüştür.
Gülşenîliğin, Türk musikisine olan diğer katkısı ise, bünyesinde yetişen çok değerli musikişinaslar ve bestekârlardır. Bunlardan biri istanbullu Derviş Sadayî'dir. Mevlevî olduğu söylenirse de, gerçekte
Gültepe'nin
Harmantepe
mevkiinden bir
görünüm.
Yavuz Çelenk,
Gülşenîdir ve uzun müddet Kahire'de âsitanede zâkirlik hizmetinde bulunmuştur. Yaşlandığında Bursa'ya gitmiş ve 1655'te vefat etmiştir. Kabri Deveciler Me-zarlığı'ndadır. Dindışı bazı besteleri de olan Sadayî'nin saba ve buselik makamlarında iki ilahisi bilinmektedir.
17. yy'in sonunda istanbul'da ün kazanmış zâkirlerden biri de, Gülşenî Tekkesi zâkiri Hüdaî Çelebi'dir. Ne yazık ki hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Gülşenî zâkirbaşılarmdan Edirneli Şaban Dede'nin ise sadece 1721'de vefat ettiği bilinmektedir. 1812'de vefat eden zâ-kir Mustafa Dede'nin bayati makamında bir ilahisi vardır. Hakkında, Gülşenî şeyhi olduğu ve yaklaşık 1730'da vefat ettiğinden başka hiçbir bilgi olmayan Şeyh Abdülganî Efendi'nin, saba makamında bestelediği "mahfel sürmesi" (camide namaz bitiminde yapılan teşbih ve dua) dini musikinin az rastlanan teşbih örneklerinin şaheseridir.
Gülşenî tarikatının en önemli musikişinası, Derviş Ali Şirüganî Dede'dir (1635-1714). "Eski Dede -Dede-i Atik" diye de anılan Derviş Ali, sadece Gülşenîliğin değil, Türk musikisinin şüphesiz en büyük şahsiyetlerinden biridir. 17. yy'ın ortalarından 18. yy'ın başlarına kadar istanbul' da en üstat musiki icracısı, bilgini ve hocası, 100 dolayındaki kâr, beste, murabba, semai gibi dindışı ve 600 kadar savt, teşbih, ilahi, durak, naat gibi dini eserin bestekârı olarak çok büyük şöhret sahibi olmuştu. Bu eserlerden bugüne yalnızca 20 civarında ilahi kalmıştır.
ÖMER TUĞRUL INANÇER
Dostları ilə paylaş: |