İKİNCİ BÖLÜM
DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN AYETLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN)
Bilindiği gibi dil gerek kelimelerin vaz’ı gerekse mantık örgüsü açısından tarihseldir. Oluşum yönünden tarihsel olan dil, tarih içinde bir organizma gibi değişir ve gelişir, bunun neticesinde her dönemin kendisine mahsus bir dil yapısı oluşur. Bu nedenle herhangi bir döneme ait dil içinde yer alan bazı kelimeleri özellikle deyimleri ve edebi sanatları anlamak için o dilin dönemini, sözün söylendiği ortamı bilmek gerekir. İşte bu tür öğelerin varlığı o sözün unsurlarını ihtiva eder ve tarih içinde organizmasını tamamlayan şer’i dil evrensel bir boyut kazanarak ortak bir lisan haline gelir. İkinci bölüm olarak çalışacağımız bu aşama ayetlerdeki bu unsurların bazısını tespit etmeye çalışmaktır.
Sözgelimi ayet Kur’an’ın indiği dönemin sosyal yapısı ile ilgili ise buna yönelik kaynakların, inançlar ile ilgili ise o dönem inançlarını ihtiva eden kaynakların verilerine müracaat edilecektir. Mesela, ele alınan bir ayette, indiği dönemde var olan inanç söz konusu ediliyorsa, öncelikle bu inancın ne olduğu ve o gün bu inanç ile ne kastedildiği ile ilgili olarak Arap şiiri, tarihi kaynaklar vs.ye başvurularak onlardan yardım alınarak ayet bu çerçevede anlaşılmaya çalışılarak bu güne ulaşılacaktır. Şayet ele alınan ayette indiği toplumun barınma şartları ile ilgili bir unsur varsa yine bu şartları açıklığa kavuşturacak tarihi, arkeolojik vs.nin verilerine dayanarak bir bağlantı kurulacak ve ayetin anlamı evrensel bir yorumla insanlığın hizmetine sunulacaktır.
Allah, Kur’an vasıtasıyla ilahi mesajlarını, topluma belirli bir zaman ve mekânda beşeri imkânları gözeterek anlaşılabilir bir dil ile aktarmıştır. Zengin bir anlatım çeşitliliğine sahip olan Kur’an’da, yalın ve estetik anlatımlara yer verilmiş, mesajlar kimi zaman doğrudan, kimi zaman Kur’an’ın indiği dönemde yaşanan bir olay örnekliğinde nakledilmiştir. Kur’an ayetlerinde bazen ilk muhatapların sahip oldukları inanç, gelenek görenek gibi yerel unsurlar kullanılmış, bazen de bunlardan soyutlanmış yalın ifadeler tercih edilmiştir.
A. İnançların Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi
Kur’an’ın temel konularından en önemlisi Allah inancını yerleştirip, bunun karşısındaki diğer inançların geçersizliğini ortaya koymaktır. Özellikle Mekke dönemindeki ayetlerin ağırlıklı konusu budur. İndiği toplumun puta tapıcılığının yanlışlığını ortaya koyan Kur’an, bu esnada o toplumun inançların dan da bahsetmiştir. Kur’an’ın üslubu gereği ayrıntılarına girilmeyen bu ayetlerin anlamını tam olarak kavramak için bu dönem inançlarını bilmek gerekmektedir.
Mesela; ‘’Allah ne bahire, ne saibe, ne vasile ne de ham’ı meşru kılmıştır. Buna mukabil inkarcılar, bu konuda Allah’a iftira ediyorlar. Onların çoğu akletmezler.’’121
Bu ayette yer alan bahire, ‘’saibe, vasile, ham’’ kelimeleriyle neyin kastedildiği bilinmeden ayetin manası açığa çıkmamaktadır. En genel manada geçmişten gelen122 yanlış inanışların onaylanmadığını belirten bu ayeti anlamak için Kur’an’ın indiği dönemde neyin kastedildiğinin bilinmesi gerekmektedir. Kur’an’ın indiği dönemde var olan cahilliye dönemine ait bir inancı temsil ettikleri için bu dönem inançlarına dair verilere ihtiyaç duyulmaktadır.
Ayetin ikinci kısmında yer alan ‘’İnkarcıların Allah adına yalan uydurup iftira attıkları’’ ifadesi de bu tür inançların asılsız bir şekilde Allah’a izafe edildiğini belirtmektedir. Böyle bir olayın olup olmadığını tarihi verilere bakarak araştırdığımızda Hz. İsmail’den gelen dini değiştiren ilk kişi olan Amr İbn Luhay el-Huzai’nin Mekke’ye melik olunca putlar yaptırdığı bahire, saibe, vasile ham inancını da bu kişinin icat ettiğini tespit etmekteyiz. İbn Abbas ‘’Yalan olarak bu inancı Allah’a isnad eden inkarcılar…’’ sözü ile Amr İbn Luhay ve arkadaşlarını kastettiğini zira onların ‘’bu hayvanları Allah haram kıldı ‘’diye iftira ettiklerini söylemektedir.
Bu belirlemelerden sonra diyebiliriz ki, bu ayette toplumun ileri gelenlerinden bir kısım kimseler hakkında ilahi bir bilgi olmadığı halde çeşitli amaçlara yönelik olarak dini inanç ihdas ettikleri ve bunları rağbet görmesi için Allah’a isnat ettikleri anlaşılmaktadır. Bu bütünlük ile baktığımızda cahilliye döneminde bir Allah inancının olduğunu ve önde gelen bazı kimselerin bunu istismar ederek çeşitli inançları Allah’a izafe ettiklerini görmekteyiz. Akletmeyen insanların da bu inançlara aldandıkları anlatılmaktadır.123 Araplarda bu tür inançların olduğu, benzer şekilde En’am suresinde de konu edinilmiştir.
Kendi döneminde ve metin bütünlüğünde böyle bir anlamı taşıyan bu ayet literal bir şekilde okunduğunda sadece bu inançların, yani söz konusu hayvana ait inançların kaldırıldığı söylenebilir. Buna göre ayetin anlamı o günkü toplum için geçerli olmakta ve vahiy indiği dönemde var olan bu inançları ortadan kaldırmaktadır. Aynı inançlar tekrar ettiğinde ayet yeniden işlerlik kazanacaktır. Ya da ayet ancak bu tarz inançların var olduğu mesela hint inanışlarında bazı hayvanların kutsanması gibi toplumlar için bir anlam ifade edecektir.
Bizim toplumumuzda yer alan bir kişinin bu ayeti anlaması ile Budistlerin bu ayeti algılamaları arasında fark vardır. Hayvanlarla ilgili bir hurafeye sahip olmayan bir toplumda yaşayan bir kimse ise bu ayeti daha farklı anlayacaktır.
Bu örnekte görüldüğü gibi Kur’an başta inançlar olmak üzere muhtelif konularda cahilliye dönemine atıflarda bulunmaktadır. Bu nedenle söz konusu ayetlerin anlaşılması için tarihsel bağlamı kurarak anlamın kavranması ve günümüze taşınması gerekmektedir.
B- Geleneklerin Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi
Bir arada yaşamanın gereği olarak toplumların içine yayılan bir takım kabuller nesillerden nesillere aktartılarak devam etmiştir. Kur’an, indiği toplumda yaşayan bu tür gelenekleri yansıtmıştır. İbrahim’i din anlayışının kalıntıları ile bedevi hayat anlayışının bir karışımı olan bu geleneklerin bir kısmı Kur’an tarafından onaylanmıştır. Fıkıh kitaplarında ‘’şer u men kablena’’ olarak ele alınan bu konuları Kur’an, genellikle ‘’la cünahe’’ gibi ifadeler ile ele almıştır. Buna mukabil bir kısmını da reddetmiş ya da düzenlemiştir. Her iki şekilde de bu hususların yer aldığı Kur’an ayetlerinin anlaşılması bu geleneklerin ne olduğunun bilinmesi ile ortaya çıkmaktadır. Ziharı konu edinen ayet bu tür bir yorumu içermektedir.
Zıhar Ayetlerinin Değerlendirmesi
Araplar arasında kişinin hanımı için kullandığı bir tabirden muktebes olan zıhar kelimesi ile bu dönemde var olan boşanma ile ilgili bir anlayış ele alınmaktadır. Bu konu Kur’an’da iki yerde geçmektedir.124 O dönemde yaşanan ve Mücadele suresine de ismini veren bu olay bu surenin ilk dört ayetinde konu edinilmiştir.
‘’Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir. İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Buna imkân) bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.’’125
Zıhar cahilliye döneminde kabul gören bir tür boşama şeklidir. Buna göre bir kişi karısını, ‘’sen bana anamın sırtı gibisin’’ deyip126 karısını bakılması haram olan arkası ve karnı gibi bir uzvuna benzetmesi127 sonucunda karısını boşamış sayılmakta artık ebedi olarak karısına dönememekteydi. Yani boşadığı hanım tıpkı soy, emzirme, hısımlık suretiyle evlenilmesi ebediyen haram olan bir kadın gibi olmaktaydı. Yukarıdaki ayetlerde bu konu ele alınmış ve cahilliye dönemindeki bu ayet kaldırılarak zıhar yapanlara kefaret ödemekle hanımlarına dönebilecekleri bu sözü söylemekle hanımının kendi annesi gibi olmayacağı belirtilmiştir.128
Böyle bir arka plana sahip olan zıharın Kur’an’da yer aldığı bu ayetlerin içeriğinden anlaşılacağı üzere bu ayetler, yaşanan bir olayı anlatmaktadır.
Ayet, aslı olmayan, yani vahye dayanmayan hiçbir inancın dinen bir geçerliliği olmadığını o ortamdaki bir örnekle ortaya koymaktadır. Ancak bu âdeti hüküm olarak geçersiz kılmakla beraber uygulamaya devam edenlerin tekrar hanımlarına dönebilmelerini kefarete bağlamıştır. Bu husus dikkat çekicidir. Zira madem zıhar yapmakla kimsenin hanımı ananesi gibi olmayacaktır, öyleyse bu sözü söyleyenlerin hanımlarına dönebilmeleri için neden kefaret gerekmektedir.? Bu soru keffaretin öngörülmesini toplumda yaygın olan bir âdeti kaldırmak için uygulanan eğitici bir yöntem olarak algılamakla cevaplanabilir. Ayetin ilk indiği dönemde elde ettiğimiz bu anlamı bu güne taşıdığımızda Kur’an’ın bu ayetlerle sadece zıharı değil, herhangi bir toplumda var olan ve ilahi vahye dayanmayan bu tarz sözlü kabullere dayalı gelenekleri kaldırdığı bu tür sözlerin hakikati ifade etmediği şeklinde aktarılabilir. Buna göre mesela bizim toplumumuzda var olan beşik kertmesi gibi adetler ve bu hususta söylenen ve verilen sözler de geçersizdir.
C- Sosyal Statüleri Aktarması Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi
Kur’an’ın inmiş olduğu toplumda var olan sosyal yapı, çeşitli şekillerde Kur’an’a yansımıştır. Bunun en açık gözlendiği ayetler, kölelerin ve cariyelerin konu edinildiği ayetlerdir. Kur’an indiği toplumda köleliğin varolması nedeniyle bunlarla ilgili konulara da değinmiş, bu olguyu kendi prensipleri doğrultusunda düzenleyerek köleliğin kalkmasını sağlayacak bir sosyal yapı oluşturmuştur.
Kuran Ayetlerinin Köleliği Değerlendirmesi
İslamın ilk dönemlerinden başka dönemlerde bulunmaması muhtemel olan kölelik, cariyelik129 ve efendilik kavramları, Kur’an’da muhtelif bağlamlarla konu edinilmiş, bunlarla ilgili hükümler belirtilmiş,130 azat edilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.131
Kur’an’ın indiği dönemde yeryüzünün hemen her yerinde olduğu gibi Arap yarımadasında da kölelik vardı. Savaşta esir alma, adam öldürme ve zina gibi ağır suçları işleyenleri cezalandırma, borcunu ödeyememe ve ailenin çocuklarını satması ile hür insanlar köle haline getiriliyordu. Cahilliye döneminde savaşların yaygın oluşu kölelerin artmasına neden olmuştur.132 Bu dönemde kumar nedeniyle de borçların fazla olduğu bu nedenle insanların köleleştirildiği nakledilmektedir. Ebu Leheb’in As b. Hişam’ı kumar borcu sebebiyle köle yaptığı ve develerini güttürdüğü nakledilmektedir. Ancak İslam kumarı yasakladığı için artık kimse kumar borcundan dolayı köle haline dönüştürülememiştir. Araplar da Rum ve Fars komşuları gibi savaş esirlerine insanlıktan uzak bir şekilde davranırlardı. Cahilliye döneminde köleyi satın alan boynuna bir ip takıp onu götürürdü. Bu toplumda başkasına köle hediye etme âdeti de vardı.133 Buna mukabil İslamiyet hür bir kimsenin borcundan veya herhangi bir sebepten dolayı köle yapılmasını yasaklamış, zekât, sadaka gibi uygulamalar ile borçlulara yardım etmeyi tavsiye etmiş gerektiğinde borcunu ödeyemeyenlere beytülmalden yardım edilmiş, bunların köle yapılması engellenmiştir.134 Kur’an’da zekât verilecek kimseler arasında borçlular ve köleler de zikredilmiştir.135
İslam hukukunda köleliğin, savaş esirliği dışındaki tüm kaynakları kurutulmuştur. Savaş esiri de mutlaka köle yapılacak diye bir şart yoktur. Alınan esir, bir karşılık alınarak ya da karşılıksız olarak serbest bırakılabilir. Esirler mübadele edilebilir. Bunlar olmazsa köle ve cariye olurlardı. Ancak esirlerin köle edinildiği savaşların toprak kazanma ve kahramanlık gibi sebeplerle değil de sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yapılması136 gerekmektedir.137
Bu konunun önemli bir yönü de Kur’an’ın bazı davranışların kefareti olarak köle azadını öngörmesinin138 köleliğin olmadığı dönemlerde nasıl anlaşılması gerektiği sorunudur. Köle azadının kefaret olarak öngörüldüğü suçlar, hatayla bir mümini öldürmek, yemini bozmak, zıhar yapmaktır. Tarihsel yorumu gerektiren bu konu geçmişte problem olarak görülmemiştir. Muhammed Esed konuyu bugüne taşıyarak‘’bir kölenin veya tutsağın özgürlüğünü satın almak yahut onu serbest bırakmak, köleliğin az veya çok ortadan kaybolduğu modern çağlarda tahriru rakabe kavramı, sanırım, bir insanı büyük bir borç yükünün veya yoksulluğun tutsağı olmaktan kurtarmayı içine alacak şekilde genişletilebilir139 demektedir. Esed’in bu yorumu gerek Kur’an’ın bütünlüğü gerekse cahilliye döneminde insanların borçları nedeniyle köleleştirilmesi gibi tarihsel ortamı gözeterek yapılanın göz ardı edilmemesi gereken bir yorumdur. Ancak ‘’güç yetiremezse’’ tabiri yerine köle azadı hakkında ‘’bulamazsa’’ ifadesinin tercih edilmesi, bize göre getirdiği projelerle kölelik müessesinin biteceğini önceden kestiren vahyin köleliğin olmayacağı bu günü de gözettiğini ve bunun alternatifi olarak orucu teklif ettiğini göstermektedir. Bu nedenle kölenin olduğu ilk dönemlerde köle azadı yoksa diğer alternatifleri uygulama vahyin bilinçli bir tercihidir.
D- Zamanın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi
Değişme, İslam dünyasında nas ve hayat arasındaki ikilem içinde doğmuş, üzerinde ittifak edilemeyen önemli bir problemdir. ‘’Nesiller ve bölgeler değiştikçe naslardaki ameli ve hukuki ahkamı, yaşadıkları devrin değişen şartları karşısında artık kabil-i tatbik görmeyenler çıkmış, başlıca üç fikir ortaya çıkmıştır.
Ya zamanın getirdiği zaruretler dikkate alınmayarak mezkur nasların mutlak değişmezliği üzerinde ısrar edilecek yahut dünyevi vasıfta nasların din olmadığı görüşünden hareketle laik düşünceye gidilecek, son olarak da, dünyevi naslarda değişebilmenin İslam’a uygunluğu kabul edilerek İslam hukukuna devamlılık kazandırılacak, İslam’ın dünya-ahiret birliği korunacak, dinin içtimai geçerliliği yitirilmemiş olacaktı. Bu üç görüşten ikincisine İslam âlimleri arasında sahip çıkanların mevcudiyeti hakkında herhangi bir bilgimiz yoksa da, birinci ve sonuncu anlayışların tohumlarının İslam dünyasının ilk asırlarına kadar inebildiği, özellikle kendi memleketimizde kesin hatlarıyla mücadelenin verildiği devirlerin, İslam âleminin batı karşısında düşmüş olduğu durumdan kurtuluş çarelerinin arandığı son iki asır olduğu malumdur.’’140
Bizim izahına çalıştığımız yorumda değişmenin tespiti ayetin muhtevasına ve tekabül ettiği alana ve zamana bağlıdır. Bir diğer ifade ile tarihsel alternatifsizliğin olup olmadığının araştırılması ve mananın taşınacağı tarihsellikte yeni imkanlar doğrultusunda teklif edilen anlam ile mukayese edilerek belirlenecektir. Mesela, Kur’an, indiği topluma bugünün teknolojisi ile sahip olduğumuz DNA testi gibi metotlarla anne rahminin boş olup olmadığının tespitini izah edemezdi. Ya da sınırları çizilmiş, vatandaşlık anlayışlarının hakim olduğu bir devlet anlayışı vs. söz konusu edilemezdi. Diğer yandan vadeli alışverişte, çek, senet gibi evrak hatta kredi kartı gibi uygulamaları ön göremezdi. Söz konusu hususlarda, vahiy indiği dönem toplumunun algı dünyası ve bilgi birikimlerini gözeterek muradını ifade etmiştir. Bu nedenle ele alınacak ayet böyle bir özelliğe sahip ise içinde yer aldığı ayetin başka bir tarihselliğe aktarılmasında da gerekli değişmenin yapılması gereklidir. Ayrıca tespit edilen tarihsel ifadenin tekabül ettiği alan ile değişmeyi gerektiren şartlar arasında ilgi kurulacak, nihai olarak da bu değişmenin beşeri alana ait olup olmadığı üzerinde durulacaktır.
İfade etmeye çalıştığımız yöntemin değişme ile ilgili en temel prensibi, anahtar kavramı ‘’tarihsel alternatifsizliktir’’. Bu yöntem, genel olarak değişme unsuru taşıdığı tespit edilen bütün ayetlere uygulanabilmekle beraber bize göre tekabül ettiği alan itibariyle ibadetler başka bir kategoride değerlendirilmelidir. İbadetler ne kadar tarihsel öğe içerse de özü itibariyle değiştirilmesi teklif edilemez. Mesela, haç ibadeti hem mekânın, Kur’an’ın indiği ortamda olması, hem de indiği toplumda bu geleneğin bulunması gibi nedenlerle birçok açıdan tarihsel öğe taşımaktadır. Hac mevsiminin panayır dönemi yapılması, safa-merve arasında sa’y yapılması, hedy kurbanının kesilmesi gibi unsurlar bu ibadetin uygulamasında da değişim unsurlarının olduğunu göstermektedir. Buna rağmen biz ibadetlerde değişimden bahsedilemeyeceği kanaatindeyiz. Bunun bazı örnekleri vardır. Öncelikle ibadetler, özü itibariyle kulların Allah’a bağlılıklarını gösteren semboller olup kul ile Allah arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. İnsan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerle ilgili hükümlerde değişmeye gerek yoktur. Çünkü öyle de olsa böyle de olsa insan ibadet ile imtihan edilmektedir. Bu nedenle şeklin sorgulanması bir anlam taşımamaktadır.
Diğer yandan her ne kadar dünyada icra edilse de ibadetlerin sonucu ahirete yöneliktir. Değişme talepleri ise dünyevi alandaki değişme ve gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle değişme bağlamında aralarında ortak bir nokta yoktur. Farklı alanlara tekabül etmeleri nedeniyle eskinin yerine ikame edilecek yeniyi belirleyecek bir akıldan söz etmek de zordur. Zira fıkıh disiplininin iadesi ile, ibadetlerin hikmetlerini tam anlamıyla bilmek mümkün değildir. İbadetler, teabbudi hükümlerdir. Yani Allah tarafından nasıl konulmuşsa o şekilde ifa edilmesi gerekmektedir.141 Yalnız şunu belirtmekte fayda vardır ki, ibadetlerin ifasında teknolojinin getirdiği yeni imkânların ve aletlerin kullanımı ile değişimi birbirinden ayırmak gerekir.142 İbadet mahallerinde tabana önceleri kum iken çakıl döşetme, daha sonraları halı, kilim serme, aydınlatma şekilleri, mikrofon kullanma vs. gibi konular konumuzla ilgili değildir.
İbadetlerin dışında değişmeyeceğini düşündüğümüz konulardan bir diğeri de Kur’an’ın indiği dönemde var olup da, Kur’an’ın kaldırdığı uygulamalardır. Değişim ismi altında yeniden bunlara dönülmesi, Mesela; faiz Kur’an’ın indiği dönemde var olan bir uygulama iken Kur’an tarafından kaldırılmıştır. Herhangi bir dönemde faizin yeniden uygulama alanına ulaşması söz konusu değildir.
Değişmenin tespitinde önemli bir perspektif de Kur’an’ın üslubudur. Bu üslubun tam olarak elde edilemediği durumlarda değişmenin nasıl olacağı konusunda ihtilaf çıkmaktadır. Ancak ayetin asli anlamı kendi içinde yalın bir anlatımla zikredilmişse bu problem yaşanmamaktadır. Mesela; ‘’Sizler de onlara karşı güç yetirebildiğiniz her çeşit kuvveti, savaş için beslenen atları hazırlayın, bunlarla hem Allah’ın hem sizin düşmanınızı, hem de sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutabilirsiniz….’’143 Ayetinde olduğu gibi mutlak anlam yalın olarak ifade edilmiş, değişime konu olan nesnede de örnek olarak verilmişse burada değişme ilgisi kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu örnekte değişme, tarihsel öğe olan at ile bunun asli anlamı olan düşmanı korkutacak ve güç yetirilebilecek savaş aracı arasındaki ilgi ile tespit edilebilmektedir. Buna göre anlam, tıpkı Kur’an’ın indiği dönemde at gibi tedarikine güç yetirilebilecek her çeşit kuvvetin başka dönemlerde de savaş için hazırlanmasıdır. Görüldüğü üzere farklı dönemlerde atın yerine konulacak araçların ayette zikredilen vasıfları taşıması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır.
Harp dünyevi bir iş olduğu ve harp araçları da teknolojiye bağlı olarak geliştiği için bu ayette geçen at hazırlamanın değişmesi gerektiği hususunda akl-i selim olan herkes ittifak etmektedir. Söz konusu nedenlerden dolayı bu ayet değişmenin en kolay şekilde algılanabildiği bir örnektir. Diğer ayetlerde değişimin bu denli kolay tespit edilebildiği söylenemez.
Metotların spesifik örnekler üzerine bina edilmesi doğru olmadığına göre spesifik olan bu örnekten sonra şimdi değişme hususunu daha önce belirttiğimiz ve Kur’an’ın indiği dönemi kavramaya dayalı olan ‘’tarihsel alternatifsizlik’’ yöntemi ile değerlendirmeye çalışalım. Burada açıklamaya çalıştığımız görüşümüz Şatibi’nin ‘’İslam şeraiti ümmidir’’ sözü ile ifade ettiği Kur’an’ı anlamak için Arap’ın ümmiliğine sahip olmak gerektiğini belirttiği yaklaşımı ile örtüşmektedir. Şatibi, el-Muvafakat adlı eserinin Kitabu’l-Makasid adlı bölümünde şeraitin konuluş maksadının anlaşılmak olduğunu açıklarken Kur’an’ın ilk muhatapları ümmi olduğu için şeraitin de ümmi olduğunu söylemiştir.144 Bu bölüm okunduğunda onun ümmilik ile ilk muhatapların bilgi birikimi ve ilgi dünyalarını kastettiği anlaşılmaktadır. Onun yaklaşımı aynı zamanda Kur’an’daki ifadelerin Arapların anlayacağı şeylerden müteşekkil olduğu anlamına gelmektedir. Yani Allah, isteklerini o günkü arabın anlayışı ve algılayışını gözeterek ifadelendirmiştir. Buna göre murad-ı ilahi, başka bir dönemde farklı şekillerde ifade edilebilir olup, değişim muhtemeldir. Ancak bunu her ayet için söylemek mümkün müdür? Bunu tespit için öncelikle aynı maksadı ifade ettiği iddiasıyla farklı bir dönemde yaşayanlar tarafından teklif edilen yeni ifadelerin Kur’an’ın indiği dönem toplumu tarafından bilinebilir, algılanabilir olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Bu konu özellikle hüküm bildiren ayetlerde daha fazla önem kazanmaktadır. Hükmün bağlı olduğu öğenin yerine aynı işlevi göreceği düşünülerek teklif edilen şeyin Kur’an’ın indiği dönem muhataplarınca bilinemez yani algılanmaz ya da uygulanamaz oluşu hükmün değişimini gerektirecektir. Bunun en açık örneği teknolojik gelişmelerdir. Diğer yandan teklif edilen uygulama Kur’an’ın indiği dönemde var olduğu halde Allah tarafından tercih edilmemişse değişimin olduğu düşünülemez. Bunu el kesme cezası ile örnekleyebiliriz.
El Kesme Cezası nın Değerlendirilmesi
‘’Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının suçları sabitleşince yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin…’’145 ayetinde yer alan el kesme cezası, yaşadığımız çağın kabulleri ile bağdaştırılamadığı için problem edilmekte bu cezanın ayetin indiği dönemle ilgili olduğu söylenerek bugün farklı şekilde olması gerektiği ileri sürülmektedir.146
Bu görüşte olanlar iddialarını genelde aynı gerekçelere dayandırmaktadırlar. Mesela Cabiri, ‘’…hırsızın elinin kesilmesi, Arap yarımadasında islamdan önce de uygulanan bir ceza şekliydi. İkincisi, el kesme cezası, develeri ve çadırlarıyla bir yerden diğerine göç eden bedevi bir toplumda uygulanmıştır. Böyle bir toplumda hırsızın ‘’hapis’’ cezasına çarptırılması mümkün değildi. Zira o zaman ne hapishane, ne duvar ne de mahkûmların kaçmasını önleyecek otorite, ne de onların iaşe ve ikamesini sağlayacak bir teşkilat vardı. Öyle ise, yegâne çözüm yolu bedensel ceza olmaktadır. Böylesi bir toplumda hırsızlığın çoğalması, kaçınılmaz bir biçimde o toplumun varlığının yok olmasına sebep olacaktır. Çünkü o zaman ne sınırlar, ne duvarlar, ne de servetin korunduğu güvenli yerler vardı. Dolayısıyla şu iki hedefi amaçlayan bedeni ceza, zorunlu olarak kendisini ortaya koymaktadır: Tekrar çalma imkânını nihai olarak ortadan kaldırmak ve insanların kolayca hırsızları tanıyacakları bir alameti kişide sürekli olarak bulundurmak. Kuşkusuz, elin kesilmesi de bu iki amacı birlikte gerçekleştirir. Netice itibariyle, çölde bedevi olarak yaşayan bir toplumda hırsızın elinin kesilmesi anlamlı ve makul bir tedbirdir.
İslamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi, kendinden önceki durumdan pek farklı değildir. İslam öncesi toplumda geçerli olan tedbirler, örfler ve semboller arasında, hırsızlık suçunun bir cezası olarak el kesme cezasını da İslam aynen korumuştur. Böylelikle, İslam’i karakteristiğe katılan bu ceza, artık örfi bir uygulama olmaktan çıkıp şer’i bir hüküm hüviyetini kazanmıştır147 diyerek bu cezanın cahiliye dönemindeki varoluşunu irdelemiş bu cezanın ön görülmesini, bu gün için alternatifi olabilecek hapis cezasının o dönemde uygulanamaz oluşu ile gerekçelendirmiştir. Garaudy ise, sosyal adaleti egemen kılmanın önemine değindiği bir bağlamda dönüşü olmayan bir ceza olan el kesme cezası ile sonsuz merhamet sahibi olan Allah tasavvurunu birbiri ile bağdaşır bulmamaktadır.148 Garaudy’nin yaklaşımında yaşadığı tarihselliğin etkisi açık bir şekilde görülmektedir. Biz de konuya bakış açımız çerçevesinde ayeti yorumlamaya gecelim.
Birinci aşamada herhangi bir hükmü Kur’an’a onaylatmak kastı olmadan hırsızlık karşısında Kur’an’ın tavrı nedir? sorusu sorulur. Bu sorunun cevabı, Kur’an’ın hırsızlığa karşı bir ceza öngördüğü ve Maide 38'de bunu ele aldığıdır. İkinci aşamada bu ayeti anlamaya geçilir ve öncelikle tarihsel bir özellik taşıyıp taşımadığına bakılır. Burada üslup açısından bakıldığında Ayet, salt kelime bilgisi ile anlaşılabilmektedir. Ancak yukarıda dediğimiz gibi bu konuda el kesmenin o günkü toplumun bildiği ve uyguladığı bir konu olduğu, bu nedenle tercih edildiği ve sosyal ve fiziki şartların bu cezayı gerektirdiği gibi iddialar vardır. Bu nedenle tarihsel anlamı kavrama çerçevesinde bu iddiaların ne denli etkili olduğunu ve ‘’tarihsel alternatifsizliğin’’ olup olmadığını araştırmak gerekmektedir. Tarihsel alternatifsizlik ile anlamın ya da hükmün toplum tarafından algılanamaması veya uygulanamamasını kastediyoruz. Bu açıdan el kesme cezasını inceleyelim.
Tarihsel ortamla ilgili Cabiri’nin açıklamaları bu cezanın Kur’an’ın indiği dönemde var olduğu tarafıyla doğrudur. Zira kaynaklar da cahiliye döneminde hırsızlık yapanın sağ elinin kesildiği nakledilmektedir. 149 Bunun yanında kesinlik arz eden bir tarzda hapis cezasının o dönemde uygulanamayacağı ile ilgili ifadeleri tarihsel verilere dayanarak tartışılmalıdır. Önce kendisinin de alternatif olarak gördüğü hapis cezasının o dönem açısından algılanabilirliği, sonra da uygulanabilirliği üzerinde duralım.
Hapis cezasının, Kur’an’ın indiği cahiliye döneminde bilindiğini gösteren rivayetler vardır. Mesela: Cahiliye döneminde hırsızların el kesme dışında hapsedildiği birkaç kat fazlasını ödemek ile cezalandırıldığı, kabilenin himayesinden dışlandığı, dövüldüğü de nakledilmektedir.150 İslami dönemde de hapis cezası bilinmektedir. Nitekim farklı suçların cezası olmak üzere mescide bağlamak ve bir hücreye kapatmak şeklinde uygulandığı görülmektedir.151 Bu nedenle şayet Allah’ın muradı el kesme değil de hapis cezası olsaydı bunu ifade etmesinin önünde vahyin muhatapları itibarıyla herhangi bir engel yoktu.
İkinci husus, hapis cezasının Kur’an’ın indiği toplumda uygulanabilirliğinin tarihi veriler ile değerlendirilmesidir. Cabiri’nin açıklamaları hatırlandığında o, sosyal ve fiziki çevre açısından hapis cezasının uygulanamaz oluşunu söylemekteydi. Cabiri’nin yaptığı sosyal hayat ile ilgili tasvirleri cahiliye dönemi ile ilgilidir. Tarihi kaynaklara baktığımızda bunun doğrulanamadığını görmekteyiz. Cabiri’nin söylediği çadırlarda yaşama hali Kur’an’ın indiği toplumun umumunu kapsamamaktadır. Bilakis Kur’an yerleşik bir hayatın hakim olduğu Mekke ve Medine şehirlerinde indirilmiştir. Medine döneminin sonlarına doğru inen bu ayetin, indiği dönemde toplu göçebe hayatı değil, çoğunluk itibarıyla yerleşik bir hayat yaşamaktaydı.152 O halde hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla el kesme cezası olarak öngörüldüğünü aslında muradın hapis cezası olduğunu, ancak şartlar gereği bu cezanın emredilemediğini söylemek kendi içerisinde bir çelişkidir.
Diğer yandan onun islamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi kendinden önceki durumdan pek farklı değildir ‘’sözleri de izaha muhtaçtır. Bununla hapis cezasının İslami dönemde de uygulanamaz oluşunu ifade etmektedir. Hâlbuki bir kısım rivayetler, hapis cezasının İslami dönemde uygulandığını göstermektedir. Mesela, ‘’Hicaz ahalisinden bir grup arasında münakaşa çıkmış ve bir kişi öldürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.) gönderdiği bir emir ile bunları hapsettirmiştir.’’153 Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde bazı kimselerin hapsedildiği anlaşılmaktadır.154 Ayrıca yine bu sürede yer alan hirabe suçunun cezası olarak gelmiş olan ‘’yeryüzünden sürmek’’ ifadesinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından hapis cezası olarak uygulandığı söylenmektedir.155 Nitekim buna dayanarak Ebu Hanife de ayeti bu şekilde anlamıştır.156 Bunlar bize hapis cezasının farklı suçların cezası olarak az da olsa uygulanması nedeniyle o gün için bu cezayı uygulamanın asgari şartlarının var olduğunu göstermektedir.
Hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla hapis cezası olarak değil de el kesme cezası olarak öngörüldüğünü söylemek bir çelişki olmakla beraber vahyin hiçbir şeyi değiştiremediği yani toplumun hayat şartlarını oluşturmada rolü olmadığı gibi hakikat ile uyuşmayan bir anlamı da içermektedir. Şayet Allah, el kesme cezasını değil, hapsi murad etseydi Medine döneminde birçok sorunu halletmiş olan İslam toplumu bunun için gerekli altyapıyı oluşturabilirdi. Nitekim el kesme emrini içeren ayetin inişi düşünüldüğünde aralarında çok uzun bir zaman geçmeden halifeler döneminde farklı suçların cezası için hapishanelerin oluşturulmaya başlandığı görülmektedir.157
Bu açıdan baktığımızda el kesme cezasının alternatifsiz olmadığı bilakis hapis cezasının o gün için bir alternatif olduğu halde ayette al kesme olarak belirtilmesi murad-ı ilahi olarak algılanmalıdır. Bu nedenle el kesme cezasının bütün dönemlerde uygulanması gerekmektedir.
Hirabe suçunda olduğu gibi bir suç için ayetin metninde farklı alternatiflerin sayılmayıp158 sadece el kesme cezasının ön görülmesi de bunun tarihsel bir zorunluluk olmadığını bilakis irade-i ilahiye olduğunu teyit etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde uygulandığı bilinen159 bu cezanın sadece indiği dönemde değil, diğer ilahi dinlerde de uygulandığının bilinmesi cezanın yerel olmadığını kanıtlamaktadır.160
Garaudy gibi hümanist düşüncelerle bu cezanın Allah’ın rahmetiyle bağdaşmaz telakki edilmesi, bu cezanın caydırıcılığı yanında, suçun toplumun düzenini bozan oldukça çirkin bir davranış oluşu, önü alınmadığı takdirde mal emniyetinin sağlanamayacağı161 gibi hususlar düşünülünce daha nötr hale geleceği kanaatindeyiz.
Dostları ilə paylaş: |