2- Ahkam Hadisleri
Fert ve toplum hayatını ilgilendiren bütün alanlarda düzenleyici ilkeler koyan âyetlere "ahkâm âyetleri" dendiği gibi, hadislere de "ahkâm hadisleri" denir. Bir başka ifadeyle, yukarıda verilen "hüküm" tanımına uygun olarak mükelleflerden bir işin yapılmasını veya yapılmamasını isteyen ya da bir işi yapıp yapmama konusunda kişiyi muhayyer bırakan herhangi bir hüküm ihtiva eden âyetlere, ahkâm âyetleri" dendiği gibi, hadislere de "ahkâm hadisleri" denir. Bu türdeki hadisler usulcüler tarafından genellikle sünnet kavramı ile ifade edilmektedir. Zira onlara göre sünnet, "Kur'ân dışında Re-sûlullah'tan (sav) sadır olan, şer'î bir hükme kaynaklık edebilecek nitelikteki söz, fiil ve takrirleri" ifade etmektedir51[51]. Bu tanım özellikle insanların fiililerine ilişkin fıkhı hükümlere mesnet teşkil edebilecek nitelikteki hadisleri kapsamakta olup arkaplamnda Kur'ân'ı tebliğ ve tebyin eden, insanlara yol gösteren, kanun ve kurallar koyan Şârî (Kanun koyucu) Resul fikri yatmaktadır. O nedenle usülcüler daha çok Hz. Peygamber'in ilahî hükümleri açıklama veya müstakil hüküm koyma niteliğine sahip söz, fiil ve takrirlerini ele alarak onları bilimsel değerleri ve bağlayıcılık dereceleri yönünden incelemişlerdir. Diğer taraftan şer'î bakımdan bağlayıcı olmayan, Hz. Peygamber'in fizyolojik ve psikolojik yönlerine dair hadisleri ise Sünnet kapsamı dışında tutmuşlardır.
Kuşkusuz ahkâm hadisleri de ahkâm âyetleri kadar dinî yaşantının belli çizgiler üzerinde idame ettirilmesi bakımından önem arzetmektedir. Nitekim bir hadisde: "ilim üç çeşittir; bundan ötesi fazlalıktır: Muhkem bir âyet veya devamedegelen bir sünnet (sünnet-i kâime) veyahut adil bir fariza"52[52] buyurul-muştur. Hadisde geçen "muhkem âyet" ile hükmü hala yürürlükte olan ahkâm âyetlerinin, "sünnet-i kâime" ile de ötedenberi yaşanagelen sabit ve sağlam sünnetlerin kasdedildiği düşünülürse53[53], dinî geleneği muhafaza etmede ahkâm âyetleri kadar onları şerh ve tafsil eden ahkâm hadislerinin, bir başka değişle sünnetlerin de ne denli önemli olduğu anlaşılır. Nitekim ahkâm hadislerinin dindeki vazgeçilmez değeri ve yerinin şuurunda olan sahabe, ahkâm âyetlerinin tefsiri ve onlardan hüküm istinbatında öncelikle ilgili âyet hakkında Allah Resulü tarafında herhangi bir açıklama varid olup olmadığına bakarlar, şayet o hususta sözlü ya da fiilî bir açıklama bulamazlarsa, ancak ondan sonra kişisel reylerini belirtirlerdi. Meselâ, birinci halife Ebû Bekr es-Sıddîk mirasla ilgili bir âyette geçen "kelâle"54[54] lafzını açıklarken bu şekilde hareket etmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber'den herhangi bir açıklamanın varid olmadığını öğrenince, kendi reyiyle bunu "baba ve çocuk bulunmadığı zamanki varis olma durumu" olarak yorumlamıştır. 55[55]
Ahkâm âyetlerinin murad-ı ilâhiye uygun biçimde anlaşılıp tatbik edilebilmesi esasen Sünnet'e bağlıdır. Zira Sünnet, başta da belirtildiği gibi bir anlamda Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından evrensel planda ortaya konmuş bir yorumu, vahyi açıklamak ve ilahî buyruklar doğrultusunda hareket etmek amacıyla tercih edip yaşadığı hayat tarzını ifade etmektedir. Dolayısıyla Sünnet devre dışı bırakılarak ahkâm âyetlerinin ilahî irâdeye uygun şekilde yorumlanması, uygulanması ve yeni durumlara uyarlanması mümkün olamıyacağı gibi bu şekilde sağlıklı bir İslâm düşüncesi oluşturmak da olanaksızdır. Dinî-amelî hayatta ahkâm hadislerinin dikkate alınması zorunluluğunun bir neticesi olarak hadis branşında özellikle ahkâm hadislerinin anlaşılmasını ve onlardan hüküm çıkarılmasını konu edinen "fıkhü'l-hadis" ilmi ortaya çıkmıştır. 56[56]
Sünnet, ahkâm âyetleri karşısında temelde iki fonksiyon icra etmektedir:
a- Beyana muhtaç olan âyetleri açıklamak,
b- Mevcut hukukî boşlukları doldurmak. 57[57] Sünnet'in âyetlerdeki hukukî boşlukları doldurma işlevini de bir anlamda beyan işlevi olarak değerlendirmek mümkündür. Zira Sünnet, tamamen bağımsız bir takım kanun ve kurallardan ibaret olmaktan çok esasen Kur'ân'ı yaşayarak tebliğ eden Allah Resûlü'nün yine Kur'ân'a dayanan yaşayış biçimini ifade etmektedir. Nitekim îmam Şafiî de "Peygamber, ancak Allah'ın helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kılmış ve öylece tebliğ etmiştir" derken58[58] bu gerçeğe işaret etmiş, böylece bir peygamber ile sıradan bir insanın tasarrufları arasındaki farka dikkat çekmek istemiştir.
îslâmın temel kaynakları olmaları bakımından birbirinden ayrılmaları mümkün olmayan Kur'ân ile Sünnet arasında, yine imam Şafiî'nin değerlendirmesine göre59[59] temelde üç yönlü bir ilişki biçimi vardır. Buna göre Sünnet,
a- Kur'ân âyetlerini tekit eder,
b- Kur'ân'da mücmel ve müphem bırakılan hususları beyan eder,
c- Kur'ân'da hükmü belirtilmeyen konularda müstakil hüküm koyar.
Şafiî'nin belirttiğine göre, ilk iki husus hakkında müslüman bilginler arasında herhangi bir ihtilaf mevcut değildir. Üçüncü husus hakkında ise alimler tarafından farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Kimisi Resûlullah'a (sav) müstakil hüküm koyma yetkisinin verildiği görüşünü benimserken, bazıları, Peygamber tarafından ortaya konan her türlü sünnetin Kur'ân'dan bir asla dayandığı görüşünü savunmuşlardır. Kimisi de "Emin ruh kalbime şunu ilka etti: Hiçbir canlı rızkını tamamlamadan ölmeyecektir. Bu yüzden rızkınızı helal yollardan arayınız" hadisine istinaden Sünnet'in tamamının Hz. Peygamber'in kalbine ilka edilen hikmetten ibaret olduğunu ileri sürmüştür. 60[60] Ancak bu bağlamda Sünnet'in hangi çeşiti alınırsa alınsın, onun asla Kur'ân'a muhalif olamayacağı, aksine ona tabi olup onu teyit ya da tebyin edeceği bir gerçektir. Kaldıki yüce Allah Kur'ân'da Resulü'ne iman ve itaati farz kıldığından61[61], sağlam yollarla ona ait olduğu tesbit edilen her türlü sünnet, bir müslüman için uyulmaya en layık olan ilkeyi ifade eder. Bu noktada müslüman, sünneti bir beşerin söz ve fiilleri olarak değerlendirip ona göre davranamaz, aksine onu, Allah tarafından dini tebliğ için görevlendirilmiş bir peygamberin hayat tarzı olarak görür ve Allah'ın bir emri olarak onu kendisine model ve ölçü alarak hayatını ona göre şekillendirmeye çalışır.
Sünnet, ahkâm âyetlerini beyan sadedinde âmmı tahsis, mutlakı takyid, mücmeli tafsil ve müşkili tavzih gibi bir takım temel fonksiyonlar icra etmektedir. Bu bağlamda Resûlullah (sav) tarafından yapılan beyanı, günümüz yasama ve yargı organları tarafından yasamadan (teşri') ayrı olarak yapılan resmî tefsir gibi değerlendirmek mümkündür. Zira resmî tefsir, sâri (kanun koyucu) veya onun yetkili kıldığı bir merci tarafından icra edilen tefsir olup asıl yasa gibi bağlayıcı özellik taşır. Mesela, Kur'ân'da "Erkek hırsızla kadın hırsızın elerini, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah adına ibret olması için kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir." 62[62] buyurulmuştur. Ancak âyetin aslında geçen "eyd (eller)" kelimesi müşterek bir lafız olup "hem bileklere kadar, hem dirseklere kadar, hem de omuzlara kadar el" gibi farklı anlamına gelir. Asılda açıkça belirtilmeyen hırsızlık haddini gerektirecek fiili kuşatan şartlar ve kayıtlar ile cezanın sağ ele bilekten tatbik edileceği gibi hususlar hep Sünnet tarafından belirlenmiştir. Bunun dışında namaz, oruç, zekat, hac vb. mücmel olarak emredilen ibadetlerin ayrıntıları da yine Sünnet tarafından beyan edilmiştir. O nedenle Sünnet, mücmeli beyan, âmmı tahsis, mutlakı takyit, müşkili tavzih ve müphemi beyan gibi fonksiyonlarıyla hep Kur'ân'la iç içe olmuştur. 63[63]
Sünnet'in dindeki konumu esasen Resûlullah'ın (sav) konumuna bağlıdır. Şüphesiz ki Yüce Allah Kur'ân'da Resulü'nü müstesna bir mevkiye koymuştur. Ona tebliğ ve teşri' anlamında "dini beyan" görev ve yetkisi vermiş ve bu hususta kendisine mutlak itaati emretmiştir. O nedenle müslümanlar Allah öyle emrettiği için Hz. Peygamber'e itaat ederler ve onun sünnetine bağlı kalmaya çalışırlar.
Sünnet'in kesin bilgi kaynağı vahiyle irtibatı da önemlidir. Şunu kesin olarak ifade etmek gerekir ki, Sünnet'in vahiyden beslenen kısmı bulunduğu gibi tamamen ictihadî olan kısmı da vardır. Sünnet'in tamamen vahiy eseri olduğu konusunda en katı tutumu sergileyen imam Şafiî ve İbn Hazm gibi alimler bile özellikle dünya işleri ve savaş gibi stratejik konularda Hz.
eygamber'in istişare veya tecrübeye dayalı içtihadı kararları bulunduğunu kabul etmektedirler. 64[64] Ancak hemen belirtelim ki ulemâ, Resûlullah'ın içti-
adını hiçbir zaman alınması ya da reddedilmesi mümkün olan bir müctehi-dın içtihadı gibi telakki etmemiştir. Zira Allah Resulü, her ne kadar bazı görüşlerinde kişisel içtihadına dayanmış olsa da, özellikle dinî tebliğ niteliği taşıyan bütün tasarrufları kendisi henüz hayatta iken vahiy tarafından takrir edilmiş, tabir caizse, hatalı içtihadları da tashih görmüştür. Dolayısıyla vahiy çağında Allah Resulü'nün (sav) tashih görmeyen bütün dinî tasarrufları bir nevî "vahy-i takriri" konumunda değerlendirilmelidir.
Çeşitli ekollere mensup müellifler tarafından kaleme alınan fıhkî tefsirlere bakılırsa, hiç birinde ahkâm âyetlerinin beyanı veya onlardan hüküm is-tinbatı konusunda kavli, fiilî ya da takriri sünnetin devre dışı bırakılmadığı, aksine âyetin anlamı konusunda sıhhat şartlarını taşıyan sünnete her zaman belirleyici rol verildiği görülür. Mezhebi ister yaşasın isterse tarihe karışmış olsun, tabileri bulunsun ya da bulunmasın çeşitli ekollere ve farklı coğrafyalara sahip mü'slüman fakihlerin hepsi şer'î konularda hüküm istinbat ederken sünneti esas almayı veya ona müracaat etmeyi dinin vazgeçilmez bir parçası olarak telakki etmişlerdir. Bu konuda fıkıh tarihinde Hadis Ekolü ve Re'y Ekolü diye bilinen guruplaşmalar arasında da bir fark yoktur. Zira sünnet her iki ekol tarafından da dinin temel kaynağı olarak benimsenip esas alınmıştır. İhtilaf, sadece sünneti kabul şartları ile tatbik sırasında ortaya çıkan ayrıntı ve uygulamalardadır.
İslâm alimleri yasama değeri bakımından uygulamada vahyî sünnet ile içtihadı sünnet arasında herhangi bir ayırıma gitmemişler, aksine belli ilkeler dairesinde her iki türden de hüküm istinbatmda bulunmuşlardır. Bazı sünnetlerin uygulanmasında gösterilen tereddütler ise, onların sübut ve mânâya delâletleri bakımındandır. Yoksa Hz. Peygamber'e aidiyetinde veya hükme delâletinde kuşku duyulmayan bir sünnet asla âyetlerin ya da daha genel anlamda dinin yorumunda devre dışı tutulmamıştır.
Oldukça erken dönemlerden itibaren Sünnet'i bağlayıcılık yönünden de değerlendiren ulemâ bu konuda "sünnet-i hüda" ve "sünnet-i zevâid" veya risâletle ilgili olanlar ve olmayanlar gibi bir gruplandırmaya gitmişlerdir. Bazı son dönem bilginleri ise Sünnet'i bağlayıcılık bakımından on iki kategoride değerlendirilmişlerdir. Meselâ, Tahir b. Aşûr, Mekasidü'ş-şeri'ati'l-îslâmiy-ye adlı eserinde bunları özetle yasama, fetva, yargı, devlet başkanlığı, iyiye güzele teşvik, sulh, fikir danışanlara yol gösterme, yüce hakikatleri öğretme, tedib etme, yaratılış icabı ve maddi ihtiyaç gereği yapılanlar şeklinde bir tasnife tabi tutmuştur. îbn Aşûr'un değerlendirmesine göre özellikle yasama, fetva ve yargı alanlarına giren sünnetler, bağlayıcı olup teşri' değeri bakımından aynıdırlar. Diğerleri ise ait oldukları kategoriye göre bir değer ifade ederler. Genel olarak belirtmek gerkirse, bir inanç esasını açıklama, bir ibadet türünü öğretme, doğru ve güzele yönlendirme, ahlakı olgunlaştırma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, bir beşeri ilişkiyi ıslah etme, bir fesadı önleme veya istenmeyen bir sonuca karşı uyarma gibi fonksiyonlar icra eden sünnet, teşri' değeri taşımakta olup inanaların ona uyması beklenir. Bunlar dışında kalan ve beşerî zaruretlerin gerektirdiği veya fıtrî zorunluluklardan kaynaklanan hususlar, genel anlamda sünnet kapsamına dahil olsa bile, bağlayıcı bir teşri' değeri ifade etmemektedir. Bu gibi alanlara giren sünnetler ümmet için ancak mubah hükmü ifade edebilir. 65[65]
Ahkâm Hadislerinin Sayısı
Fıkhı hükümlere dayanak ve kaynak oluşturan ahkâm hadislerinin sayısı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu hususta Îbn Kayyım el-Cev-ziyye'nin değerlendirmesi önemlidir. Ona göre fıkhı hükümlere esas teşkil eden hadislerin sayısı, aynı konudaki farklı ve mükerrer rivayetler hariç tutulursa, 500 civarındadır. Bu, aynı zamanda ahkâm âyetlerinin sayısına ilişkin olarak İmam Gazzâlî tarafından ileri sürülen ve birçok bilgin tarafından da ortalama bir tesbit olarak makul karşılanan rakamı teşkil etmektedir. 66[66] Ancak hemen belirtelim ki, îbn Kayyim'in ahkâm hadislerin sayısına ilişkin olarak verdiği bu rakam, yalnızca temel hükümleri ihtiva eden hadislerin sayısıyla alakalıdır. Yoksa onları açıkyan, tafsilat veren, hükümlerin kayıt ve şartlarını bildiren hadislerin sayısı 4000'e ulaşmaktadır. 67[67] Ahkâm âyetlerinin tespitinde olduğu gibi ahkâm hadislerinin tespitinde de objektif bir kriterin bulunamaması sebebiyle bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün olmasa da, bir fikir vermesi bakımından İbn Kayyim'in tesbiti dikkate değerdir. 68[68]
Meşhur müsteşriklerden J. Schacht'm hukukî nitelik taşıyan hadislerin büyük çoğunluğunun hicrî ikinci yüzyılın ikinci çeğreğinde özellikle islâm hukukçuları tarafından kendi fıkhı görüş ve içtihadlarmı teyit maksadıyla uydurulduğu yönünde bir iddiası vardır, iddiasına göre her hukuk mektebi, kendi yaşayan geleneğini sağlama almak ve fıkhı görüşlerini yaygınlaştırmak amacıyla bütün bu fıkhî hadisleri uydurma yoluna gitmiştir. Yoksa Peygamber'den herhangi bir hukukî söz ya da uygulama sadır olmamıştır, islâm kültüründeki hadis geleneği hakkında birazcık bilgisi olan bir kimsenin asla kabul edemiyeceği Schacht'ın bu iddiası, Batı'da giderek kabul görmüş ve özellikle hadis çalışmalarında artık bir postulat haline gelmiştir. 69[69] Buradan hareketle Fazlurrahman gibi bazı modernist müslüman düşünürler de îslâm temel öğretisinin hukukî olmaktan çok dinî ve ahlakî olduğu yönünde bir kanaat sergilemişlerdir.
Islâmm temelde insanı ruhî ve ahlakî bakımdan terbiye edip yetiştirmeyi hedeflediğini söylemek mümkün görünse bile, öğretisinde hukukî alanlara hiç yer vermediği ya da pek az yer verdiği şeklinde bir iddiada bulunmak bilimsel anlayışla bağdaşmaz. Aksine îslâm, hayatın zihinsel ya da yaşamsal olsun hemen her alanıyla ilgili yeterli miktarda dinî, ahlakî ve hukukî ilkeler vazetmiş ve insanın bütün eğilim ve davranışları hakkında kendi hükmünü vermiş aktif ve fonksiyoner bir dindir. Dolayısıyla tslâm, insanın ferdî ya da içtimaî hayatını ilgilendiren alanlardan herhangi birine ağırlık verip diğerine sadece temas etmiştir, demek asla insaflı bir değerlendirme olamaz. Gerek tarihî uygulamalar gerekse mevcut Kur'ân ve Sünnet nasları böyle bir iddianın isbatını imkansız kılmaktadır.
Ahkâm Hadislerine Dair Eserler
Hadis bilginleri vahiy çağından itibaren genelde bütün alanlarla ilgili özelde ise dini tebliğ niteliği taşıyan hadisleri büyük bir titizlik içinde koruyup muhafaza etmeye gayret etmişlerdir. Bu bağlamda özellikle tasnif döneminden (III. yy.) itibaren öncelikle ahkâma dair hadisleri fıkıh kitapları tertibinde derleyen Sünen'lenn ortaya çıktığı görülmektedir. Bununla birlikte gerek sünen adıyla gerekse başka adlarla daha erken dönemlerde de özellikle ahkâma dair rivayetleri biraraya getiren eserlerin kaleme alındığı bilinmektedir. Mesela Ev-zâî'nin (ö. 157/774) Kitabü's-sünen fi'l-fıkh (nşr. Mervan Muhammed eş-Şa'ar, Beyrut 1413/1993), Ibn Ebî Zi'b ve îbn Ebî Zâide'nin Kitabü's-sünen adlı eserleri70[70] ve îmam Şafiî'nin es-Sünenü'l-me'sure'si (nşr. Abdulmu'tî Emin Kal'acî, Beyrut 1406/1986) yanında Muhammed eş-Şeybanî'nin (ö. 189/805), hocası Ebû Hanife'den rivayet ettiği merfû, mürsel ve mevkuf hadislerden oluşan el-Asâr71[71] adlı derlemesi bu konuda verilebilecek örneklerdendir. Ayrıca belirtilmelidir ki, tasnif dönemi hadisçileri, gerek geniş gerekse dar anlamda hadislerin anlaşılıp değerlendirilmesi konusunda kendilerini yoğun bir tartışma ortamında bulduklarından eserlerini yazarken rivayet ettikleri hadislerin fıkhı yönünü de yansıtmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda Buhârî, Ibn Huzeyme ve îbn Hıbban gibi bilginlerin eserlerinde kullandıkları bab başlıkları (terâcim) hadisleri anlamaya yönelik birer fıkhu'l-hadis ürünü olarak değerlendirilebilir. Ah-Kam hadislerini toplayıp tertip etmek amacıyla kaleme alınan sünenler içerisinde ise Ebû Davud'un sünenine bilhassa işaret etmek gerekir.
Tasnif döneminden sonra ise ahkâma dair veya fıkhu'l-hadis türüne ait eserlerin mezhep fıkhına bağlı kalınarak yazıldıkları görülmektedir. Ebu Ca'fer et-Tahâvî'nin birbirine zıt gibi görünen hadisleri uzlaştırmak ve onların doğru anlaşılmasını sağlamak amacıyla kaleme aldığı Şerhu meâni'l-âsâr'ı (nsr Muhammed Seyyid Cadelhak-Muhammed Zühri en-Neccar, I-IV, Kahire 1386-1388/1966-1969) ile Şerhu müşkili'l-âsâr'ı Hanefî; Ahmed b. Hüseyin el-Bevhakî'nin, Şafiî fıkhının usul ve furûda dayandığı hadislerle sahabe ve tabiîn sözlerini topladığı ve Tahâvî'nin zikri geçen eserine reddiye mahiyetine1 e kaleme aldığı Ma'rifetü's-sünen ve'Uâsâr'ı (nşr. Abdulmu'tî Emin Kal'acî I-XV, Kahire 1411/1991) da Şafiî mezhebine göre kaleme alınmış eserlerdir. Yine Beyhakî'nin diğer hadis kitaplarında yer almayan pek çok hadisle birlikte sahabe ve tabiin sözlerini de toplayıp değerlendirdiği es-Sü-nenü'l'kübm'sı (I-X, Kahire 1353h.) ile es-Sünenü's-süğra'sı (nşr. Abdulmu'tî Emin Kal'acî, I-IV, Karaçi 1410/1989) da bu türün kayda değer örneklerindendir. Bu konuda zikredilmeğe değer olan tbn Hibban'ın et-Tekasîm ve'l-en-va'ı ile Beğavî'nin Şerhu's-sünne'si ise müstakil bir hüviyet taşımaktadır.
IV. yüzyıldan itibaren hadis literatüründe ahkâm hadislerine dair veya fık-hu'1-hadisle ilgili iki ayrı telif türü gelişmiştir. Bunlardan biri, sahih hadis kaynaklarından derlenen ahkâm hadislerini bir araya getiren veya onları şerh ve tahlil eden eserler, diğeri de "el-Fetava'1-hadîsiyye" türü kitaplardır. Ahkâm hadislerini ihtiva eden eserler, bir anlamda sünen türündeki kitapların daraltılmış şeklidir. Bu alanda kaleme alınmış eserlerin en önemlileri şunlardır: Ibn Cârûd'un el-Münteka'sı ile Kasım b. Asbağ'm el-Münteka'sı, Ibnü'l-Harrât'ın el-Ahkâmü'ş-şer'iyye'si (Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 696, vr. 3-164), Cemâilî diye tanınan Abdülğani el-Makdisî'nin Umdetü'l-ahkâm'ı (nşr. Mustafa Abdülkadir Ata, Beyrut 1406/1986), bunun en tanınmış şerhi Takıyyüddin Ibn Dekîkü'l-Id'in (ö. 702/1302) Şerhu Umdeti'l-ahkâm'ı, Mecdüddin Ibn Teymiyye'nin (ö. 652/1254) Kütüb-i Sitte ile Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'mden seçilmiş ahkâm hadislerinden derlediği Munteka'l-ahbar min ehadîsi seyyidi'l-ahyâr adlı eseri, Şevkânî'nin, rivayetlerin diğer kaynaklarını da belirterek en çok ahkâm hadisini ihtiva eden bu esere yazdığı Neylü'l-evtar adlı şerhi, Ibn Hacer el-Askalâ-nî'nin büyük ilgi gören Bulûğu1-merâm min edilletil-ahkâm'ı ile önemli şerhlerinden biri olan Emir es-San'anfnin Sübülü's-selam'ı. Bu konuda en geniş çalışmayı ise Takribü'l-esanîd ve tertîbü'l-mesantd (I-VIII, Beyrut ts.) adlı eseriyle Zeynüddin el-Irâkî yapmıştır, ikinci türden eserlere gelince, bunların ilkini Takıyyüddin Ibn Teymiyye'nin kaleme aldığı hadislere dayanan fetva kitapları oluşturmaktadır. Daha sonra Ibn Hacer el-Askalânî', Sehâvî, Suyûtî ve tbn Hacer el-Heytemî gibi bilginler de bu alanda eserler vermişlerdir. 72[72]
Sonuç
Islâmın günlük hayattaki yansımasını oluşturan ibadet ve muamelata dair âyet ve hadisler, dinin pratikteki bu yansımasının belirli çizgiler üzerinde değişmeden devam ettirilmesinde büyük rol oynamaktadır. Tarihte dini kültürü yozlaşmadan koruyan ahkâm âyetleri ve onların Sünnet çerçevesindeki yorum ve tatbikleri olduğu gibi bundan sonra da dini hayatın sağlıklı biçimde sürdürülmesi, ahkâm âyetlerinin Sünnet ekseninde yorumlanarak yeni durumlara uyarlanmasıyla mümkün olacaktır.
islâm dünyasında özellikle sömürgecilikle birlikte başlayan ve gittikçe etki alanını genişleten modernizm ve modernist akımların bir sonucu olarak müslüman bilginler ve özellikle entellektüeller arasında îslâmı sorgulama ve yeniden yorumlama düşüncesi zuhur etmiş, Batı medeniyeti karşısında askerî, siyasî ve kültürel alanda alman yenilgiler genellikle yanlış tahlil edilerek dine mal edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede "yeniden Kur'ân'a dönme; Sünnet'in körü körüne taklitçisi olmama" fikri yoğun biçimde işlenmeye başlamıştır. Neticede bazı kişi ve guruplarca "sadece Kur'ân ile yetinme" düşüncesi bayraklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu tür söylemlerle esasen moderniz-min normlarınlarıyla Islâmî değerleri bağdaştırabilmek için gerekli esnekliğin elde edilebilmesi amaçlanmış, bu amacın gerçekleştirilebilmesi için de Kur'ân yorumlarında Sünnet devre dışı tutulmak istenmiştir.
Tarihte daha îslâmm ilk dönemlerinden itibaren Sünnet'i tamamen veya büyük ölçüde reddetme eğilimi taşıyan kişi ya da gurupların ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle hicri II. asırda yabancı kültürlerin de etkisiyle bu yöndeki eğilimlerde kısmen artış olmuştur. Ancak islâm alimlerinin ve müc-tehid imamların, özellikle de esasen hadis ekolünden addedilen îmam Şafiî'nin hadis karşıtlarına karşı yürüttükleri şiddetli münakaşa ve mücadeleler sonucunda bu tür eğilimler ciddi manada taraftar bulup bir gelenek oluşturma imkanından yoksun kalmışlardır.
II. asırdan sonra, özellikle son asırlarda modernist düşüncelerin de etkisiyle Sünnet'i reddedip sadece Kur'ân ile yetinme düşüncesini sistematik bir şekilde ilk defa savunan akım, Hint Alt Kıtası'nda Sir Seyyid Ahmed Han (ö. 1315/1898) ile başlayan ve Çerağ Ali (ö. 1312/1895), Abdullah Çekralevî (ö. 1332/1914), Ahmedüddîn (ö. 1355/1936), Eşlem Ceracpurî (ö. 1375/1955) ve Gulam Ahmed Perviz (ö. 1405/1985) gibi şahsiyetler tarafından sürdürülen Ehli Kur'ân hareketi olmuştur.
Ehl-i Sünnet uleması ise tslâmın ilk dönemlerinden günümüze kadar yeryüzünün her bölgesinde ümmeti ilgilendiren her konuda Allah Resûlü'nün siret ve sünnetini, takip edilmesi zorunlu bir model olarak değerlendirmiş, onun emir ve yasaklarına itirazsız uyulması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu nedenle islâm hukuk sisteminde Kur'ân'ın yanısıra Sünnet de temel dinî kaynak olarak kabul edilmiş, sübut bakımından aralarında bir farklılık söz konusu olsa bile şer'î hükümlere kaynaklık etme ve uygulama yönünden aralarında herhangi bir avınm gözetilmeyen âyet ve hadisler "nas" adıyla anılmıştır. Sünnetin bu konumu bu güne kadar herhangi bir tartışma konusu yapılmadan aynen muhafaza edilmiştir. Ehl-i Sünnet çizgisi dışında kalan bazı fırkalar dikkate alınmazsa, içtihad ve görüşlerinde farklılıklar bulunmasına rağmen fukahadan hiç kimse Sünnef in bu otoritesine karşı çıkmamıştır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse tslâmî ilke ve öğretiler, temelde iki kaynağa dayanmaktadır, ilki biçim ve öz olarak tamamıyla vahiy kaynaklı olan Kur'ân, diğeri ise vahyin kontrolünde Kur'ân'ın amaçlarını açıklayıp aydınlatan Sünnet'tir. Sünnet'in sahibi Allah Resulü, elbetteki kendisine vahyedilen buyrukları insanlara ilettikten sonra başka görev ve fonksiyonu kalmayan diplomatik bir elçi değildi. O, aynı zamanda taşıdığı mesajı yaşantısına yansıtan bir rehber, bir yönetici ve bir öğretici idi. Gerçek amaç ve hedeflerin insanlarca anlaşılmasını temin bakımından Allah'ın buyruklarını söz ve fiilleri ile açıklamak, sonra da mükemmel bir kültür ve medeniyet sisteminin islâm ilkeleri üzerine nasıl kurulacağını göstermek için temel hedeflere uygun şekilde fertleri eğiterek bir fazilet ve adalet toplumu kurmak da onun görev ve fonksiyonları arasında idi.
Sünnet, Islâmî toplum düzenini koruyup devam ettirme konusunda da önemli rol oynamaktadır. Sünnet'in bu fonksiyonu, özellikle sayısız dini ve ideolojik akımının birbirine karışmasıyla ferdin ruhî dünyası bakımından tehlikeli bir belirsizliğin, manevî bunalımın hüküm sürdüğü, bilim ve teknolojideki sınır tanımaz gelişmeler neticesinde adeta küresel bir köye dönüşen dünyamızda, medeniyetler arası çatışmalardan bahsedilen günümüzde, kimlik ve kişilik bunalımlarına karşı müslüman fertlerin ve toplumların kendi dinî-kültürel yapılarını korumalarına yardımcı olması bakımından daha da önem kazanmaktadır. Kısaca muasır medeniyetin karanlık labirenti içerisinde Sünnet'ten bağımsız bir çıkış yolu bulmak ve özgün islâm düşüncesine dayalı bir müslüman toplum modeli tesis etmek mümkün değildir.
Dostları ilə paylaş: |