- Sen, dedi, padişah olacaksın, onbeş yıl kalacaksın.
Falcının söyledikerini o zaman pek anlayamamıştık. Memlekette "padişah" vardı. Padişah sülâlesinden olmayan birinin padişahlığından söz etmek tehlikeliydi. Bir yol kalıyordu, Mustafa Kemal ihtilâl mi yapacaktı? Bir yol daha vardı, örneğin Cumhuriyet mi olacaktı yoksa? Hasılı konuşmak, söyleşmek tehlikeliydi... Fakat falcımıza da inanırdık. Kendi aramızda Mustafa'ya zaman zaman "Padişah Mustafa" dediğimiz olurdu. İşte benim sana, Harbiye Nezaretinde söylediğim bundandı...
Sonra devam etti:
- Amma, sana asıl ilginç yanını söylemedim daha öykünün... Anadolu hareketi başlamış, Mustafa Kemal Anadolu'ya geçmiş, başarı da kazanmıştı. Cumhuriyet ilân edilince kalkıp Ankara'ya gittim. Gazi Mustafa Kemal'i, eski mahalle arkadaşımı görecektim. Kabul edildim. Beni iyi karşıladı. Kafası memleket sorunlarıyla yüklüydü. Ayrılırken, kapının yanında, bir de ne göreyim?
- Ne gördün?
- Falcı'yı. Yaşlanmış, daha da kurumuştu...
......................................
Bu yazının başına "masal gibi..." dedim, belki uydurulmuş bir masal, bir öykü... Bana anlatan çoktan ölmüş olmalı. Bana anlatana anlatan da.
*
Tanıdık tanımadık okurlar geliyor, biri şöyle dedi:
- Satırların arasını okumaya çalışmaktan beyin humması olacağız neredeyse. Ne oluyor Ankara'da, ne olacak bir türlü açıkça yazmıyorsunuz.
- Ne yazalım istiyorsunuz? İşte kulisleri, en ince en kıyı köşelerine dek veriyoruz ya...
Daha açık yazın. Kim olacak Cumhurbaşkanı, bilmek istiyoruz...
- Çok değil, bir gün kaldı, hep birlikte öğreneceğiz.
(12 Mart 1973)
DANANIN KUYRUĞUNUN ORTASI...
Herhalde, üç, dört, bilemediniz beş yaşlarında var, yoktum. Babam fırından ekmek çıkarırken, bütün hevesim dükkânımızın yakınında oynamak, sokaktaki köpeklere binmekti. Köpeğe binme de nesi? Şimdi ansıdıkça hem ürperir, hem gülerim. Köpeğe binmişsiniz, elinizde söğüt dalından bir kamçı, söylenip dolaşıyorsunuz:
- Gezdiiiir, gezdiiiiir...
Köpek, nedense -tabii sokak köpeği- fazla ses çıkarmadan gezdiriyor süvarisini. Karşıdan amcam görünce ayıkıyorum:
- İn ulan kerata, köpeğe binilir mi?
Hemen inip, hazırol durumuna geçiyorum. Amcam, askerliğe meraklı. Ben de:"Talim ettiriyor" bana...
- Hazırol...
- Rahat...
Çocukluk günleri, geri gelir mi bir daha?
Köpeğe neden binerdim? O yaşta, boyu boyuma en uygunu o da ondan herhalde. Sonraları eşeğe, ata bindim. Babam deve de almış amma, ben yetişemedim. Ona ağabeyim binmiş olmalı. Fakat başa çıkamamışlar deveyle, akşam olup da ahıra ineklerin yanına kondu mu, durmazmış hayvan. Yıkar dökermiş her yerleri, deve bu...
Sonra satmışlar. Devenin satılmasına asıl neden de ağabeyim. Deveyi gütmek için, dağa, ormana götürür, deveyi ıhtırdıktan sonra, ayaklarını bağlar, akşam olunca da aç biilâç geri eve getirirmiş. İşkencenin bir çeşidi sanki. Gece hayvancağız batmaları, samanlığı yıkarcasına sarsarken, babam:
- Bu hayvan aç galiba... demiş.
Anam, ağabeyime arka çıkarmış:
- Çocuk, bu gâvur malını bağlamadı ya...
Sonra satmışlar deveyi.
Köyden kasabaya taşındık ya, yine ineğimiz atımız -daha çok beygir yani- koyun, kuzularımız olurdu. Kuzuları, danaları severdim. Keçi oğlaklarını... Onlara, "beccenlerimiz" derdik.
Eşeklerin kuyruğunu keserler çoğu, nasıl kızarım. Biz hiç kesmedik. Danaların kuyruklarını da. Neden koparalım?
*
Herkesin ağzında önemli günlerde lâflar:
- Dananın kuyruğu kopacak...
- Yok canım, vah vah...
Danaya acıdıklarından değil vallahi. Bir de şu çıktı:
- Ben ortasının bulunmasına taraftardım, olmadı, dananın kuyruğunun ortasını mı bulacak ne? Bir başka lâf:
- Biz iki ayrı akan ırmağız, birleşip bir nehir oluruz, dedi... Bunlar herhalde, AP ile DP olacak.
Bir başka köşede, bir başka konuşma:
- Hislerin galebe çaldığı yerde akıl oynayamaz kardeşim. Oynar mı, oynatır mı bakalım...
*
Talip Apaydın'ın "Yoz Duvar"ını okuyorum. Nasıl seviyorum hayvanları anlatmasını. Bakın dinleyin:
"Çoban Musa tepenin üstünden dereye aşağı yürüdü. Taş atarak, bağırarak sürdü davarı. Koyunlar zorlukla ayaklandılar. Kayaların dibinde birbirlerine kenetlenip kalmışlardı. Biri yürümeden hiçbiri yürümek istemiyordu. Çobanın bağırıp çağırmalarını duymazdan geliyorlardı. Yanıbaşlarına düşen taşlardan bir sakınıyorlardı o kadar. Sonra iyice sıkıştırılınca birisi kalkıp rastgele yürüyordu, arkasından birisi, onun arkasından öbürü, derken bütün koyunlar ard arda koşmağa başlıyorlardı. Koyun milletiydi işte, biri ne yaparsa hepsi onu yapıyordu."
Tümünü okuyun Talip Apaydın'ın "Yoz Duvar"ının. Çok seversiniz siz de.
(13 Mart 1973)
ÜÇ'E ÇEYREK KALA
Üçe çeyrek kala kulisler kapandı gazetecilere... Günlerdir yapılan kulislerin, söylentilerin, yazardın yazamazdın kapışmasının sonu geldi işte. Gazeteciler, oy verenlerin yüzlerinden birşeyler anlamaya çalışacaklar.
- Suratından düşen bin parça, ne oluyor? Deryada gemilerin mi battı?..
- Ne demiş İsmet Paşa Bağımsızlara?
- Önce bana vermeyin, bakın duruma sonra verirsiniz mi demiş? Sonra AP'liler, İsmet Paşa'nın iki yıl daha yaşıyacağını söylemişler...
- Tövbe de, insan ömürü bilinir mi, hele İsmet Paşa'nın. Demokratikler, fena girmişler biribirlerine. Kuliste -zehir hafiye- Faruk Sükan'ı gördük lokantaya girerken, Hocaoğlu'nun kolundaydı:
- Faruk bey, var mı adayların koluna girmek?
- Bak ne diyeceğim. Sizin bütün telefon konuşmalarınızı "MİT" dinliyor. Geçenlerde Seydişehir'de söyledim. Dinliyor hepsini ve değerlendiriyor. Benim zamanımda "Sükan telefonları dinletiyor" derdiniz, yazsanıza şimdi de.
- Dinlendiğini siz nereden biliyorsunuz, Faruk bey?
- Siz ona bakmayın, kurar kurar oyuncak gibi, sonra da gelir savunma hazırlar...
Demokratikler, grupta karar almak istemişler. Cıngar çıkmış anlıyacağınız, gizli yapılacak bir seçimde grup kararı almak ne demek? Ya uyulmazsa?
Grup hayli karıştı bunun üzerine. Toplantıyı terkedip çıkanlar oldu. Cumhurbaşkanı seçimi yapılacak ya, bundan ne kadar yonga çıkarabiliriz daha demek de nesi?
Aaaaa, AP kulisinde hacı-hoca takımının kulise bu kadar daldığı görülmemişti. Hani masum bir savunmaydı yapılan? Ah kurnazlar ah...
Şinasi Osma:
- Kararlıyız...
diyor rastladıklarına. Neye kararlılar acaba?
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini izlemeye, yabancı radyo-Tv ve gazete muhabirleri de geldi Ankara'ya. Figaro muhabiri ile konuşuyoruz:
- Neden geldiniz, Cumhurbaşkanı seçimlerine? Fransa'da da seçimler var.
- Fransa'daki seçimlerle, Türkiye'deki seçimler paralellik gösterir. Biz, Türkiye'deki seçimlere bu bakımdan önem veririz. Sağcı Figaro'nun oldukça ilerici kafalı genç bir muhabiri...
Soruyorum: Fransa'da solcular oldukça yüksek oylar aldıkları halde, neden iktidara gelmeyip, daha az parlamenter çıkarıyorlar, diye. Seçim sisteminin, bölgelere ayrılmasının bir özelliği imiş o da. Solcular kazanmasın, iktidara gelmesinler diye hani bizde "ulusal artık" sistemi kaldırıldı ya, parlamentoda 15 TİP'li bulunmasın diye, öyle...
İsveçli muhabir daha kurt; İsveç'te komünistler neden başarı sağlıyamıyorlarmış? Herkes sosyalist de ondan. Bütün sosyal hakların gerçekleştiği ülkede, özenmiyormuş komünizme kimse.
Yabancı gazetecilerin kafalarının içindekini öğrenmeye çalışıyorum boşuna.
Kulislerde son turlar... İnce politika meraklıları, "Şurası şöyle olursa, şuraya kadar varır bu..." diyenler. Önümüzdeki seçimlere yonga çıkarmaya çalışanlar... Saat 3'e çeyrek var, hoşça kalın kulisler...
(14 Mart 1973)
GÜMLEYENLER...
Milletvekili Hüsamettin bey, akşam üstü masasına oturmuş, o günün gazetelerini karıştırıyordu. Telefon çaldı, bir arkadaşıydı.
- Hüsamettin bey, haberin var mı, Sunay'ın görev süresi uzatılıyor. AP ile CHP de anlaştı.
Öteki:
- Peki, Gürler ne oldu?
- Bilmem, hadi eyvallah...
Hüsamettin bey, kendi kendine "cık cık" etti. Karısına seslendi:
- Hanım, şu benim rakıyı getir. Olan bizim rakıya olacak. Efkârlandım...
Kendi kendine düşünüyordu.
- Yahu, bu politika ne biçim şeydir? Hey Allahım, neden beni milletvekili yaptın?
Anlaşılan çok ince politikalar vardı işin içinde.
*
Her şey olduğu gibi, yeni politika da, CHP'yi karıştıracağa benziyordu. CHP'nin Genel Sekreteri Kâmil Kırıkoğlu başta, grup üyelerinin bazıları ona katılmışlar, bu politikayı beğenmiyorlardı doğrusu. Sonra "parti dışardan mı idare edilecek, yoksa yetkili kurullar mı yönetecek?" diyenler vardı.
Olanlar, Gürler'e mi olmuştu ne? Peki, neydi 200'e yakın AP'linin "paşam, siz hele bir istifa edin, çıkarın üzerinizden üniformanızı. Gelin aramıza biz sizin yanınızdayız" demesi? Bir Korgeneral, Gürler'i uyarmamış değildi, "efendim, partilerle konuşup anlaşmadan çıkmayın yola" demişti amma, peki AP'den gelenler neydi? Bunlar adam değil miydi? CHP'nin oyları nasıl olsa kendisinindi, ondan hiç kuşkusu yoktu. Tabii Senatörler, Kontenjan Senatörleri, eh hükümet de yani birleşik Feyzioğlu cephesi de kendisini desteklerlerdi. Demokratik Partililer kararsız gibiydiler, hele Celâl Bayar'ın o Yeni İstanbul'da çıkan yazıları pek iç açıcı değildi. Amma, denize yani suya girmiyen de yüzme öğrenemez hani, dalmak gerekti suya, daldı... Cup...
Bazı kişiler harcanmış görünseler de, bazıları darılıp küsse de, tarih akışı içinde olanlar gecikmiyecekti. Bunu geciktirmeye doğrusu kimsenin hakkı da yoktu. Ne olacaktı ki?
Önce şu olacağa benzer: CHP'nin hıncı Demirel'den çok, Feyzioğlu'nadır. Siz misiniz, bizi param parça etmek istiyen? Hiç bir gücünüz yokken, çeşitli güçlerin arkasında -olağanüstü durumdan da yararlanarak- iktidar olan, alın bakalım? Bu politika pek ince hesaplanmış olmalıydı. Feyzioğlu'nun altından sandalye çekilmek üzereydi demek? Yüksek memleket çıkarlarını hesabederek, bakanlık sandalyelerini bırakmıyanların altından da...
Demirel'in hesabı başkaydı ya, o da buna benzerdi. Örneğin, CHP ile bir koalisyon, iktidar kapılarının ardına kadar açılması demek değil miydi? Şimdilik aralanmıştı ya olsundu, seçimden sonra -yine CHP ile- bir koalisyon neden olmasındı. Böylece, hasm-ı biamanı Demokratik Parti eriyip gidecek, kendisini pek rahatsız eden çıkamıyacaktı politika sahnesinde.
Plânın iki yanı da parlak görünüyor gibi.
Fakat, akla bir tek soru gelmiyor değil. Kim kimden yararlanacak, bunun sonunda, daha orası pek belli değil gibi...
Ancak, görünen, bu işin içinde ve çok geçmeden sonunda da gülmiyenler olacak gibi.
Bir sakatlık olmazsa, demokratik rejim kökleşecek gibi bunun sonunda. Bir dönemeci daha döneceğiz gibi, bakalım..
(17 Mart 1973)
KOKTEYLDEN İZLENİMLER
Karşıda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sancar, onun iki adım berisinde, CHP Genel Başkanı Ecevit, daha biraz beride sizin anlıyacağınız, "sütre gerisinde" biz gazeteciler. Ecevit, bu kadar yakında boşuna mı duruyor? Tamam tahmin ettiğim gibi, "çevirme" başarı ile sonuçlandı. Ecevit, Sancar'la el sıkışıyor. Sütre gerisinden, gözlerimi o tarafa dikiyorum iyicene. Konuşuyorlar, ama ne?
Amerikan Büyükelçisi'nin, saray gibi evinde verdiği "veda kokteyli"ndeyiz. Bir küçük kasabaya sığacak kadar adam var burada. Bin kişi varmış, öyle dediler.
Ecevit fazla kalmadı Sancar'ın yanında. Bakalım, Sancar -pek tanımam, o da beni tanımaz- Korgeneral Mithat Ceylan'la konuşuyor, aman... Ben bir dalış yaptım. Açıkçası, "süngü hücumu", yani kalem. Amma, onu da gizledik iyi mi? Sancar sivil, Mithat Paşa sivil. Sivil elbisenin yakıştığından söz ediyoruz. Bana yakışmaz pek, bir arkadaşım,
- Sen giyinmiyorsun ki, örtünüyorsun... demişti. Öyle. Sancar, mahcup etmedi:
- Biz de örtünüyoruz, dedi...
- Estağfurullah...
Gelen, bizim tarafa akın ediyor. Elimizde viski kadehleri, uzaklaştık amma fazla değil. Dur bakalım, ne olur ne olmaz; belki Faruk Gürler de gelir, bekliyelim...
Tekin Arıburun geldi. Arkasından AP'li Mehmet Ünaldı... daha daha uzaklaştım.
- Şimdi Kasım Gülek de gelir... demeye kalmadı.
Askerler sivildiler. -Çağrıda şöyle yazıyordu.- ya, kokteyldeki harekât tam tamına askerceydi. Ecevit'in "çevirme" harekâtından İnönü'nün alt kata gizlenmesine kadar...
Bir AP'liyle DP'li -belki fazla kaçırmaktan viskiyi- konuşuyorlar:
- Ben sana söyliyeyim azizim, büyük oyun bu. Benim aklım ermiyor.
- Tabiî Ferruh Bey bunu taaa ne zaman söyledi...
- Bizim Süleyman Bey ne kadar alıngan canım? Geçenlerde DP'li Özer Ölçmen'le yolda karşılaştık, biraz yürüyelim dedik. Biz bilmiyoruz, arabasıyle geçen İhsan Sabri Bey bizi görmüş. Arabayla dönüp bir daha kontrol etmiş. Sonra da gidip Süleyman Bey'e söylemiş... "Böyle böyle..." diye. Vallahi bu kadar da olmaz canım?
- Peki, Tekin Arıburun kazanacak mı?
- Zannetmem, Süleyman Bey kazanmasını istemez.
- Sunay açıklama yapacak deniyor. "Ben görevimi yaptım. Biraz da Gürler yapsın" diyecekmiş.
- Söyleniyor amma bilmem...
O köşeden uzaklaşıyoruz. Taaa ilerde büfe hazırlanmış ki korkunç. Kocaman bir "Amerikan danası"nı kesmişler mi bölmüşler mi dörde-beşe. İşte kasaba halkı kadar kalabalık yesin diye. Aklıma Ahmet Yıldız'ın esprisi geliyor:
- Yahu kardeşim, bu yeni Anayasa değişikliği iş değil. Bıçak rafta dana aşağıda. Bıçağı raftan indireceklerine danayı rafa çıkarıyorlar. Bu mu demokratik?
- Amerikan danasının başında bekleyip, isteyene bir parça veren -aşçıbaşı olacak- adamın yayındayım:
- Siz de ister misiniz?
- Hayır, ben seyrediyorum.
Masa, on metreden uzun. Danadan başka pilâv, karides, salata, daha adını sayamıyacağım bir sürü yiyecek. Domuz da olsa gerek...
Her yerde konuşulan konu:
- Ecevit'in yaptığı marifet mi Allahaşkına?
- Ben sana söyliyeyim, kısa vadede bir şey olmaz, Ecevit ya büyüdükçe büyür, ya da harcanır gider.
...................................
- Canım efendim, Sunay'ın dediklerini hep bilmiyor muyuz? Yok Erim beceremedi, yok Melen beceremedi, dedi, sonunda Süleyman Bey'le Bülent Bey'e yaptırdı istediklerini. Partiler beni istiyor diyen de o değil mi?
Her köşede bir ayrı konuşma. Süleyman Bey'in amacı başka. O kendisine muhtıra veren bir adamı Cumhurbaşkanı yaptırmak istemiyor...
- Daha çok nefis azizim, sen de al...
Bu kocaman danayı nasıl pişirmişler böyle. Kuzu çevirir gibi çevirmişlerdir ne bileyim. Amerikalı bunlar, yapar mı yapar.
Sovyet elçisi ile el sıkışıyoruz. Öbür sosyalistler nerede? Bin kişinin içinde nereden bulursun?
İnönü ile önemli bir konuşma yapan, Amerikalı gazeteci Nick Ludington, burada evinde gibi. Amma, Nick, bütün girdiği bahisleri kaybetmiş.
- Göreceksiniz, Gürler kazanacak... demiş, herkes gibi. İsrail elçisine dert yandı Nick. İsrail elçisi teselli etti:
- Hiç tasa etmeyin. Hepimiz yanıldık, sorma...
Ben bu kadar kocaman danayı nasıl çevirdiler diye meraklanıyorum.
(19 Mart 1973)
SOLCU MUSUNUZ, DEĞİL MİSİNİZ?
Herkesin uzman kesildiği bir ortamda, böyle bir soru gerçekten şaşırtıcı bulunabilir. Olsun.
Türkiye'de solcular var amma, bunların ne düşündükleri açık-seçik belli değildir. Karşılaştığımız olaylarda her birinin, birbiriyle çelişen tutumlarına, düşünlerine tanık oluyoruz. Kimi var, "solculuk mu, Atatürkçülüğün ta kendisi" der, gider. Kimileri "biz daha kardeşim, yirmi yıl, benim dediğim yoldan gitmezsek başarıya ulaşamayız. Çünkü yurt gerçekleri malûm ya."
Salt doğrular bir yanda olsa mesele yok, tartışmaya da gerek yok. Ancak, öyle çıkmıyor çoğu zaman. Her düşüncede gerçek payı var azıcık azıcık da olsa. Gelgelelim, bunlara katlanan nerede? Herkes kendi ak dediğine kara denmesini nasıl da istemiyor?
Bayılıyorum, Emil Galip'in yazılarına zaman zaman. "Gelin yahu, şu kendi derdimizi yardımsız bir de kendimiz çözelim" diyor ya, bu satırlarda dünyayı bir daha bulmuş gibi oluyorum. Yardımsız, kendi kendimize, biz bize yani. Öyle beyaz at üstünde yakışıklı subay beklemeden. Siviller, demokrasilerini kuracaklarsa kurmalı, durmamalı gibicesine. Eline sağlık Emil...
Solun bir kanadı -bu arada TİP'liler- içerde. Dışarda olsalardı ne derlerdi acaba? İçerde neler yaptıklarını yazmıştım; yedikleri zeytin tanelerini atmayıp güzelce yıkayıp, işleyerek kızlara, kadınlara bel kemerleri yapıyorlardı. Tokaları dışarıdan satın alıp götüren dostlarına armağan ediyorlardı kemerlerden. Kimi, tokaların biçimini "kelepçe"den seçiyordu. "Ankara Notları"nda yazdıktan sonra, yasaklanmış zeytin tanesinden kemer işlemek. Ne güzel, piyasası da çıkmak, tutmak üzereydi belki ne bileyim.
Solun bir kanadı bunlarla uğraşırken -ellerinde olmayarak- dışardakiler de, birbirlerini yemekten vakit bulurlarsa, tartışıyorlar. "Ortanın solu"nda bir Ecevit var, son sıralarda uğradıklarından anasından emdiği burnundan gelmiş olmalı. Eleştiriler de ne, sade suya tirit.
- Neden, Demirel'le birlik oluyorsun?
Aaaaa, adam bunu aylardan beri ilân ediyor. Şu bütçe bir bitse, Cumhurbaşkanlığı meselesi bir bitse de hükümeti alaşağı edip, seçim hükümetini kursak diye. Belki bir koalisyon da olmayacak, belki AP-CGP daha iyi bir koalisyon kuracak. Bizler de Ecevit'e öğüt vermeye devam edeceğiz: "Dayan Karaoğlan..." diye.
Ecevit'le bir telefon konuşmamızda:
- Biz de solculuğu yeni yeni öğreniyoruz..demişti. Herhalde, gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan alacağımız dersler var demek istiyordu.
Ecevit, bir sosyalist değil, bunu kendisi de, "bana sosyalist derseniz, size teşekkür ederim" sözleriyle açıklamıştı. Sosyalist değil ya, solda biri de mi değil? Solda birinin bir Mc Carthy'ci ile karşılaştırmasını yaptınız, onları birbirlerine böyle yaklaştırdınız mı, açıkcası sap derken saman demiş olmaz mısınız? Öyle olursunuz...
12 Mart'ta "bu bize karşıdır" deyip çekildiğinde, herkes acımıştı Ecevit'e. "Yazık, genç yaşında mahvetti kendini" diye. Sonradan, herkes "aman ne haklı çıktı Ecevit, bravo" demedi mi? Süleyman Bey, pir-ü pak olmadı mı?
Biz daha yirmi yıl istediğimiz bir demokrasiye geçemeyiz diyenler, daha sabırlı olsalar ve askerin kışlasında kalmasını sağlayacak bir demokrasiye geçişin sabrını gösterseler, değil 20 yıl, 10 yılda demokrasinin bütün çarkları işlemez miydi? Olağanüstü dönemler hangi solcuya yaradı bir düşününüz, sola açık kimler neyi kurtarabildi?
İnanıp, araştırdığımı yazmam yüzünden ne dostları yitirdim. Tabiî Senatörler küstüler iyicene. Tabiî Senatör Şükran Özkaya:
- Seni keseceğiz... dedi. Bunu Kontenjan Senatörü Özer Derbil'e naklettim:
- Ben kulaklarına talibim... dedi. O da kulaklarımı kesecekmiş... İyi vallahi, bu hengâmeden kelleyi kulağı zedeletmeden çıkarsak yine de iyidir.
Önceki gün, bütün Türkiye, "acaba ne olacak" diye çırpınırken, parlamlento kulisleri, pazarlıklarla vakit geçiren parlamenterlerin yoğun çalışmaları ile doluydu. Çoğu, bu arada Demirel'den "hayır" karşılığı alan Satır, arkadaşı Orhan Kabibay, Ankaragücü-Samsunspor maçındaydılar. Kulisler maçta devam etti. Maçta, elliye yakın general de vardı, iyi mi?
Bakanlar vardı. Örneğin Ali Rıza Uzuner vardı. Nuri Kodamanoğlu vardı. Bakanların artık, bakanlıklarına hâkim olmaktan çıktıkları söyleniyordu kulislerde. Kodamanoğlu'nun "vallahi, artık genel müdürlerime hâkim olamıyorum, örgütüme hâkim olamıyorum" dediği söyleniyordu. Kimse, oralı değildi amma, biri bağırdı:
- Goooooooooollllll...
Hayır, gol değildi, top dışarı çıkmıştı.
Şimdi söyleyin hele,
- Solcu musunuz?
(26 Mart 1973)
SUNAY ÇOK KIZMIŞTI
Senato'daki görüşmelerin, bu denli hücumların belli sonuçlar vereceği kestirilmeliydi. İsmet Paşa gibi tarihsel kişiliğe bürünen birinin, demokrasi yanlısıysa, bir Cumhurbaşkanını bu denli yaralamaması gerekirdi doğrusu. Ya Feyzioğlu?.. O da Sunay'ın "seçim istemiyorum" dediğini yayıp durmamış mıydı? Kontenjan senatörlerinin aleyhinde nasıl kulisler yaptığını duyuyordu Çankaya'da oturduğu yerde. Ve deliye dönüyordu. Ağır, onması zor bir yara almış da, kıvranıyormuş gibi bir hali vardı. Konuşmuyor, bağırıyor, inliyordu adeta. Nihat Erim'ler, Cihat Alpan'lar kendileri gelmişlerdi:
- Paşam, en iyisi sizin sürenizin uzatılmasıdır... demişlerdi. Sunay, ortada dört dönüyordu, bağırıyordu:
- Son dakikaya kadar beni tahrik ettikten sonra bu yapılır mı, söyleyin Allahaşkına...
Vefa bu muydu? Kontenjandan seçmiş getirmiş, bakan yapmıştı bazılarını. Durup, durup bunu düşünüyordu:
- Beni kötü hırpaladılar, kötü... Oy vermemek başka şey, vermesinler istemem... Fakat, bana bu yapılır mı bana ha...
Sunay'ı ziyarete gidenler, sanki konuşmuyorlar, onu seyrediyorlardı.
Süleyman Bey'le Bülent Bey birbirlerine baktılar. Ev sahibinin sinirli zamanında kapı çalmış konuk gibiydiler. Ne deselerdi?! Tam karşısında da Ali Galipzade Turhan Bey oturuyordu. Bütün işleri bozan da o değil miydi? Niye getirmişlerdi ki onu? Onlar getirmemişti ki, kendisi takılmıştı. Takılırken de herhalde:
- Sunay'ı eskiden tanırım. Ben de katılayım ki, sonra orada yaptığınız konuşmaları açıklarım merak etmeyin... dememişti.
Turhan Bey neden katıldığını çok iyi biliyordu. Süleyman Bey'le Bülent Bey'in nasıl tongaya düştüklerini görmesi gerekti, seçim konuşmaları için... Devreye de zaten hayli zor girmişti. Turhan Bey'le konuşmanın hayli zor olduğunu bilen Süleyman Bey, dört kez:
- Çok meşgulüm, kabule imkân yok... demiş, fakat nasıl olduysa sonunda kabul edip kısa da olsa görüşmüştü. Eee, işin bir de protokolu vardı hani, gelene gitmemek olmazdı. Çocukların evcilik oynamaları gibi, ikinci kat meclis salonunda karşılıklı odalara habire gidip gelmişlerdi. Turhan Bey, Süleyman Bey'le konuşmuştu. Bülent Bey'le ne bulup konuşmalıydı. O da bulundu.
- Süleyman Bey, neler diyor, neler?
- Ne diyor?
- Geleyim de anlatayım...
- Eh, gel bakalım.
Devreye böyle girilirdi doğrusu.
Herkes kafasından birşey geçiriyor, "Hay Allah, tam da adamın aksi zamanına çatmışız" diye, Sunay'ı seyrediyordu.
Sunay:
- Sebeb-i ziyaretiniz... gibilerden Süleyman Bey'e baktı.. Süleyman Bey, Bülent Bey'e baktı. Turhan Bey, tavana bakıyordu galiba. Parmak hesabı yapar gibi oynuyordu, oynatıyordu parmaklarını...
"Böyle böyle efendim..." dediler Cumhurbaşkanına.
- Biz bir aday bulduk. Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan... Fakat bir küçük eksiği var, kontenjandan Senato'ya atıyacaksınız.
Dört dönüyordu ortada Sunay; yaralıydı. Kontenjan der demez, kanı başına çıkıyordu. Bir tane daha mı, Allah göstermesin...
- Anlamadım ne dediniz?
Bu Turhan Bey'i ne diye getirmişlerdi sanki? Adam ona baktığı sıralarda deliye dönüyordu. Turhan Bey'e yan yana bakıyor, derin bir soluk aldıktan sonra dolaşıyordu. Dalgın, süzgün bir hal alıyordu bazı bazı. Yatıştırmanın olanağı yok gibiydi.
Süleyman Bey'le Bülent Bey, göz göze geldiler. Bülent Bey, göz mü kırptı, yoksa Bülent Bey'in tikini Süleyman Bey mi öyle sandı. Bu göz kırpmanın anlamı şu olabilirdi:
- Siz çıkın, ben kalayım. Bir daha deniyeyim.. Süleyman Bey:
- Eh, bize müsaade... dedi, Turhan Bey'e içinden:
"Kalk bakalım, başımızın belâsı" der gibilerden baktı. Turhan Bey, hiç oralı değildi, tavana bakıyordu. Onlar çıktılar.
Bülent Bey ısrar etmek istiyordu. Sunay, karşılık veriyordu:
- Israr etme Bülent Bey, kontenjanı çalıştırmam. Ha, bak bir şeyi yaparım. Ben ayrılınca Tekin Arıburun yerime gelip oturacak ya vekil olarak. Yayınlayacağım bildiride bunu açıklarım, onun kontenjandan atama yapabileceğini, onun da Cumhurbaşkanı seçilebileceğini belirtirim. Başka türlü üstüme gelme...
- Ne olur atasanız...
- Bak seni severim üstüme gelme..
Hay Allah, ne olacaktı şimdi? Ayrıldılar Çankaya'dan. Süleyman Bey, Meclis'in ikinci katına odasına, Bülent Bey de. Turhan Bey'i ise Ferit Bey bekliyordu. İyi gidecek miydi bakalım işler...
(28 Mart 1973)
HAYVANAT BAHÇESİNDE
Eylem'i hayvanat bahçesine götürdüm; o hayvancıkları görsün, tanısın diye. Kendim hayvanat bahçesi diye bir şeyi yirmi yaşından sonra görmüştüm. O, ikisini bitirmeden gördü.
Dostları ilə paylaş: |