İKİNCİ BÖLÜM


İKİNCİ BÖLÜM FIKIH USÛLÜ AÇISINDAN HABER-İ VÂHİD



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə4/11
tarix06.03.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#44596
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

İKİNCİ BÖLÜM

FIKIH USÛLÜ AÇISINDAN HABER-İ VÂHİD

A. HABER

1. Lügat Anlamı


Haber, sözlükte, “ağızdan ağza nakledilen söz” anlamına gelen Arapça bir fiildir. Fiil olarak “bilmek” ve “bir şeyin künhüne vâkıf olmak” manasında kullanılır.

خابر kelimesi, “haberin künhünü bilen kimse” demektir. Esma-i Hüsna’dan biri olarak Allah için kullanıldığında “bir şeyin künhünü bilen ve hakikatine vâkıf olan” anlamına gelmektedir.

خَبْر, ekin, خابر de bitki anlamına gelmekte, deve yünü manasına gelen خبير الإبل ile aralarında sürekli büyüme benzerliği bulunduğuna dikkat çekilmektedir56.

Haberin ağızdan ağza nakledilmesi ve muhtemelen bu esnada bazı değişikliklere uğraması ve yorumlara tâbi tutulması dolayısıyla süreklilik ve büyüme özelliklerine sahip olduğu düşünülürse, aynı kökten gelen “خبْر” ile anlam yakınlığı içinde bulunduğu görülebilir.



et-Tezhib’de kaydedildiği üzere bazı dilciler “haber” ile “nebe’” kelimelerini anlamdaş görmektedirler. Ancak Rağıb el-İsfehânî, bu görüşü reddetmekte ve nebe’ “İlim veya galip zan ortaya koyan faydalı haber” şeklinde tanımlayarak aradaki farkı belirtmektedir.

Ragıb el-İsfehânî, nebe’ kavramının “mahiyeti itibariyle doğru ve yanlış olma ihtimali bulunan söz” manasındaki haberden üç bakımdan farklı nitelik taşıdığını söyler: Önemli ve etkili bir olayı konu edinmesi, kesin bilgi içermesi, en azından zann-ı gâlib durumunda bulunması. Aslında nebe’ derecesindeki bir haberin gerçeğe aykırı olmaması gerekir. Bundan dolayı nebe’ Kur'ân’da hem “ilim”, hem de “haber” anlamında kullanılır57.


2. Istılah Manası


Terim olarak dilciler tarafından yapılan, usûl bilginleri tarafından da benimsenen “doğru veya yalan olma ihtimali bulunan söz”58 tanımı, klasik mantıktaki “önerme” ile aynı anlama gelmekte59 ve çeşitli yönlerden tenkit edilmekle birlikte en çok benimsenen tarif olduğu gösterilmektedir.

Ancak Alaeddin Semerkandî, Allah’ın Hz. Peygamber (sav)’in ve ümmetin ittifakla verdiği haberin yalan olma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekerek farklı açıdan bu tarifi fasid bulmakta ve “mükellef kılma anlamı taşımayan söz” şeklinde yapılan tarifi doğru saymaktadır60.

Başta İbn-i Hacer el-Askalânî olmak üzere hadis usûlü ile uğraşan âlimlerin çoğu “haber”i “hadis” ile eş anlamlı saymış; merfu, mevkuf ve maktu‘ hadislerin tamamına “haber” adını vermiştir61.

Hatta çağdaş hadis bilgini Subhi es-Salih’e göre “haber”in “hadis”le eş anlamlı olması, sünnetin hadisle eş anlamlı olmasından daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (sav)’in hadisi demek, ona kadar ulaşan “haber” demektir62. Ancak bazı bilginler, Hz. Peygamber (sav)’den gelen rivâyetlere “hadis”, sahabe ve tâbiînden gelen rivâyetlere ise “haber” demeyi tercih etmişlerdir. Bu görüşte olanlar “haber” ile “hadis” arasında mutlak bir umûmîlik ve husûsîlik alakası bulunduğuna dikkat çektikten sonra şu kuralı koymuşlardır. “Her hadis haberdir, fakat her haber, hadis değildir.” Ayrıca tarih ilmiyle uğraşanlarla, hadis ilmiyle uğraşanları birbirinden ayırmak için birincilere ahbârî; ikincilere muhaddis denilmiştir.

Diğer taraftan Horasan bölgesinde yetişen fakîhlerin mevkûf hadisi “eser” veya “hadis” diye adlandırırken merfûya “haber” adını verdikleri de bilinmektedir63.

B. HABER-İ VÂHİD’İN TANIMI VE HÜCCET OLUŞU


“Bir” anlamındaki Arapça واحد kelimesine muzaf kılınması (خبر الواحد) veya sıfat tamlaması (الخبر الواحد ) şeklinde kullanılmasıyla (haber-i vâhidin) ortaya çıkmış olup bir nesilde bir tek râvî tarafından rivâyet edilen habere haber-i vâhid adı verilir64.

Genellikle haberü’l-vâhid şeklinde lafzî izafetle kullanılmakla birlikte bazen haberu vâhid şeklinde manevî izafetle de kullanılır. Sözlükte “bir kişinin verdiği haber” anlamındadır. Terim olarak, çeşitli dönemlerde çeşitli bilginler tarafından değişik tanımları yapılan haber-i vâhid, İmam Şâfiî ve onun asrındakilerin “haber-i hâssa” dedikleri; bir-iki veya daha fazla sayıda kimsenin rivâyet edip de şöhret derecesine ulaşmamış hadistir65.

Ebu’l-Beka el-Kefefî’ye göre “Allah cc ’ın elçisinin ağzından tek bir kişinin duyduğu, ondan da yine tek bir kişinin duyduğu ve bu şekilde onunla amel eden kişiye kadar ulaşan hadistir.”66

Râvî sayısının önemli olmadığı, “mütevâtir derecesine ulaşamayan her hadisin haber-i vâhid sayılacağı” daha sonraki âlimlerin ittifak ettiği bir husustur. Kaynağını Şâfiî’nin Risale’sinden alan bu tanım67, hadisi mütevâtir ve âhâd arasında meşhur hadis bulunduğunu söyleyen Hanefî usûlcülere göre “Haber-i Vâhid, mütevâtir ve meşhur derecesine ulaşmayan hadistir.”68 Meşhur hadisin konumunda yani mütevâtir mi; yoksa haber-i vâhidin bir kısmı mı olduğu konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır.

Bir başka tarifle haber-i vâhid, tek râvînin tek râvîden, tek râvînin cemaatten veya cemaatin tek râvîden naklettiği haberdir69.

Dolayısıyla âhâd haber denilince râvîsinin bir kişi olacağı zannına kapılmak, doğru değildir. Tarifte verdiğimiz üzere, cemaatin bir kişiden veya bir kişinin cemaatten rivâyet ettiği haber de haber-i vâhid sayılır.

Haber kelimesi, vâhid kelimesinin çoğulu olan âhâdla beraber bulunduğunda (haberü’l-âhâd, ahbârü’l-âhâd) birden fazla kişinin rivâyet ettiği haber anlamına gelir.

Hadisçiler, usûlcüler ve fakîhler, tevâtür derecesine ulaşmayan bir haberi “âhâd haber” kabul ettikleri için haberi nakleden râvî sayısının bir, iki, üç veya daha fazla olması arasında fark yoktur.

Hadis ilminde, haber-i vâhid için özel olarak sahih ve hasen haberin tarifine denk tanım da yapılmaktadır. Buna göre haber-i vâhid, mütevâtir sünnetin dışında kalan ve Rasûlüllah (sav)’tan itibaren adâlet ve zabt sıfatlarını taşıyan bir veya iki yahut tevâtür derecesine ulaşmayan sayıda sahabenin, daha sonra tâbiînin ve tebeu’t-tâbiînin rivâyet ettiği, metninde şaz ve illet bulunmayan ve zann-ı galip ile (râcih) sâbit olan habere denir70. Bir habere rivâyet yollarının çoğalması sebebiyle “meşhur” denilse bile bu haber, âhâd olmaktan çıkmaz.

1. Şâfiî’ye göre Haber-i Vâhid


Haber-i Vâhid konusunu belli bir disiplin içinde ele alan ilk bilgin, günümüze kadar ulaşan ilk usûl kaynağının müellifi İmam Şâfiî’dir. Bu özelliği dolayısıyla tâbii olarak kendinden sonra bu konuyu tartışanları çok derinden etkileyen Şâfiî’nin yaklaşımını ve değerlendirmelerini özetlemek büyük önem arz etmektedir71.

Gerek Risale, gerek el-Ümm’de, gerekse İhtilâfu’l-Hadis’de haber-vâhid (haber-i hâssa) hakkında o dönemde yapılan tartışmaları, hemen hemen bütün boyutlarıyla nakletmeyi ve değerlendirmeyi, sünnetin müdafaası yolunda ihmali mümkün olmayan bir görev sayan Şâfiî, özellikle er-Risale’de “el-Hucce fî Tesbît-i Haberi’l-Vâhid” başlığı altında çok mufassal bir bölüm kaleme almıştır.

Haber-i vâhid’in hucciyetini (delilliğini) nass, delâlet ve icma’ ile isbat edeceğini kaydederek giriş yapan Şâfiî, ilk olarak Hz. Peygamber (sav)’in: “Benim sözümü duyan, onu ezberleyen, iyice kavrayan ve başkasına nakleden kimsenin Allah yüzünü ak etsin.”72 Hadisi ile başlamış ve Hz. Peygamber (sav)’in sözlerinin önerilmesi ve başkalarına aktarılması konusundaki teşvikinin, bu sözü duyan kişiler için delil (hüccet) olduğunu belirtmiştir. Çünkü helaller, haramlar, şer‘î cezalar, alınıp verilecek mallar, din ve dünya hakkındaki nasihatlerde ve nakledilen sözlerdedir73.

Ayrıca hadisin devamında yalnızca hafız olup (hadisi ezberleyip) fakîh olmayan (fıkıh bilmeyen) kimseden bulunmasının istenmesini hadis nakletmek için fıkıh bilmenin şart olmadığına delil saymıştır74.

Koltuğuna yaslanmış olarak Kur'ân ile yetinip Hz. Peygamber (sav)’in sünnetinden kendini mustağni sayan kimsenin durumunu haber veren hadisi75 ise hadislerin tespit edilmesi konusunda bağlayıcı bir nass olarak değerlendirmiştir76.

Daha sonra Hz. Peygamber (sav) döneminde tek kişinin haberinin muteber olduğunu gösteren çok sayıda örnek vermiştir. Mesela, Ümmü Seleme bir soru üzerine eşini öpen oruçlunun orucunun bozulmayacağını söylemiş; Kuba halkı sabah namazında kıblenin değiştiğini bir kişinin getirdiği haberle öğrenmiş; Ebû Talha, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Übey b. Ka‘b, içki içerken bir kişinin, içkinin haram kılındığını haber vermesi üzerine Ebû Talha kendilerine hizmet eden Enes b. Mâlik’e. “Kalk Ey Enes! Şu Arap fıçılarını kır.” demiş; Hz. Ebû Bekir hac emîri olarak, Muaz b. Cebel ise, Hz. Peygamber’in Yemen’deki elçisi olarak onu temsil etmişler; bu vb. durumların hiçbirinde tek başlarına oldukları için yalanlanma ve güvenilmeme gibi bir durumla karşılaşmamışlardır.

Ayrıca Hz. Peygamber (sav), hayatta iken on iki ülkeye on iki elçi göndermiş ama bu elçileri gittikleri kabile veya yöre halkı tarafından bilinen kimseler arasından seçmeye özen göstermiş. Bu örnekler haber-i vâhidin terim anlamına uygun düşmekle birlikte ilerleyen sayfalarda verilen örnekler bu anlamla örtüşmemiş, bir başka ifade ile daha çok lügat anlamıyla örtüşen örnekler zikretmiş. Özellikle haber-i vâhidin kabule şâyan olduğuna Nuh77, İbrahim, İsmail78, Salih79, Şuayb80 ve diğer Peygamberlerin81 gönderilişini hikaye eden âyetlerden delil getirmesi tipik bir örnektir82. Zira Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin tevâtür yoluyla sâbit olduğu malumdur. Şâfiî bu örneklerde peygamberlerin kavimlerine tek tek gönderildiklerine, buna rağmen her bir peygamberin kavmine getirdiği mesajın Allah (cc) katında hüccet sayıldığına dikkat çekerek haber-i vâhidin hüccet olduğunu; isbat etmiştir ki bu yaklaşım, esasında konu dışı kalmaktadır. Çünkü haber-i vâhid meselesinin aslını teşkil eden nokta Hz. Peygamber (sav)’in tâbii bu meyanda diğer peygamberlerin verdikleri haberlerin hücciyetini (delilliği) değildir. Şayet öyle olsaydı mütevâtir haberle âhâd haber (haber-i vâhid) arasında bu açıdan herhangi bir fark bulunmazdı. Hâlbuki mütevâtir haberin kat’î bilgi ifade ettiği ve kesin delil olduğu ittifakla kabul edilirken, haber-i vâhidin ifade ettiği ilmin hangi düzeyde olduğunun yani, zan mı; yakîn mi, İtmi’nan mı hâsıl ettiğinin tartışılmasının asıl sebebi, tevâtür yoluyla nakledilen hadislerin Hz. Peygamber (sav)’e ait oluşunun kesin, haber-i vâhidle nakledilen hadislerin ise şüpheli olmasıdır.

Daha sonraki dönemlerde de usûl bilginlerince takip edilen bu yaklaşım ve yöntem, başta da işaret ettiğimiz gibi haber-i vâhidi lügat anlamıyla ele almaktan kaynaklanmaktadır. Şüphesiz terim anlamıyla kastedilen haber-i vâhidin bilgi değerinin isbâtı için öncelikle tek tek fertler tarafından verilen haberlerin, gerek dînî, gerek dünyevî işlerde nasıl karşılandığının incelenmesi, yanlış bir hareket noktası sayılmaz. Ne var ki; yöntem açısından, önce lügat anlamında haber-i vâhidin değeri ele alınıp daha sonra terim anlamındaki haber-i vâhid, bütünlük arz eden bir üslupla ele alınmış olsaydı, daha isabetli olabilirdi.

Öncü olması sebebiyle Şâfiî için mazur görülebilecek bu noktanın daha sonraki dönemlerde de telafi edilmeyip tekrarlanması, haklı bir tenkit konusu gibi görünmektedir.

Risale’de mufassal bir şekilde ele alınan haber-i vâhid konusu83 İhtilâfu’l-Hadis’te de benzer bir üslupla ele alınmış, aynı örneklerle desteklenerek incelenmiş84, zaman zaman da Ümm’e atıflar yapılmıştır85.

2. Cessâs’a Göre Haber-i Vâhid


İmam Şâfiî’nin haber-i vâhid konusundaki değerlendirmelerinden sonra eserleri günümüze kadar gelen bazı Hanefî usûlcülerinin de bu konuya yaklaşımlarını nakletmek gerekmektedir.

Günümüze kadar ulaşan ilk Hanefî usûl kaynaklarından birinin müellifi Cessâs, haber-i vâhidi, “sahih olduğunu gösteren karinelerden dolayı ilim ifade edenler”, “verilen haberin sahih olduğu konusunda ilim ifade etmeyenler” şeklinde ikili tasnife tâbi tutmakta, daha sonra ikinci kısmı teşkil eden haber-i vâhidleri de ilim ifade edenler ve etmeyenler şeklinde ayrıca iki kısma ayırmaktadır. Daha sonraki usûl bilginlerince benimsenen bu yaklaşım86, konuyu ele alış ve sunuş itibariyle nev-i şahsına münhasır bir özellik arz etmektedir. Zira “sahih olduğunu gösteren karinelerden dolayı haber-i vâhidin ilim ifade ettiği” konusunda muhtelif vecihler serd ederken, Hz. Peygamber (sav)’in kendisinin nebî olduğunu ve Allah (cc)’ın kendisine vahyettiği hususları haber vermesini ilk örnekler olarak zikretmesi, daha sonraki kaynaklarda görülmeyen bir orjinallik arz etmektedir. Terim anlamıyla değil, lügat anlamıyla ele alınan bu haber-i vâhid anlayışına göre, Hz. Peygamber (sav)’in kâfirler karşısındaki konumu değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeden sonra, söz konusu ilmin “İktisâbî” ve “İstidlâlî” olup “zarûrî” olmadığına; yani aklı ve düşünceyi kullanmak sûretiyle elde edilebileceğine, güneşin varlığı, ateşin yakıcı olduğu gibi herkes tarafından zarûrî olarak bilinen bilgi cümlesinden olmadığına da işaret edilmiştir87. Görüldüğü kadarıyla bu bölümde ve örneklerde “haberden” çok “iktisâb” ve “istidlâl” ön plana çıkmıştır. Zira Hz. Peygamber (sav)’den ve getirdiği mesajdan tevâtür yoluyla haberdar olduğu halde ona inanmayanların bu tavrı, haberin sıhhati ile değil, onların akıllarını kullanmamaları ile ilişkilendirilmiştir88. Peş peşe gelen diğer örneklerde de Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda verilen ve O’nun tarafından tasdik edilen haber ile Kur'ân-ı Kerim tarafından veya ümmetin icma‘ı ile tasdik edilen haberin zikredilmesi, söz konusu değerlendirmeyi güçlendirmektedir89.

Hz. Peygamber (sav)’in verdiği haberlerin ilim ifade etmesi gerektiği, O’nun mucizelerini gören ve Peygamber olduğundan şüphe etmeyecek tarzda emin olan kimselerin akıl ve istidlâl yoluyla kavranabilir.

Huzurunda verilen ve onun tasdikine mazhar olan haberlerin ilim ifade ettiğini gösteren deliller ise akıl ve istidlâlin yanı sıra o dönemde cereyan etmiş ve günümüze kadar nakledile gelmiş bazı olaylardır: Hz. Peygamber (sav), hutbe okurken bir adam Übey b. Ka‘b’a, okuduğu bir âyetin ne zaman nâzil olduğunu sorar. Übey, bu soruya cevap vermez ve namaz bittikten sonra adama, yaptığı lakırdıdan dolayı cuma namazından hiçbir mükâfat alamayacağını söyler. Adam, durumu Hz. Peygamber (sav)’e -şikâyet olarak- bildirdiğinde Hz. Peygamber (sav), “Übey doğru söylemiş” diye cevap verir90.

Kur'ân-ı Kerim tarafından tasdik edilen habere örnek olarak, Zeyd b. Erkam’ın Benî Mustalik gazileri hakkında Hz. Peygamber (sav)le konuşurken Abdullah b. Übey b. Selûl’ün Ensar ve Muhacirler arasında yaydığı şu söylentiyi vermektedir: “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” Bunun üzerine Abdullah b. Übey, Hz. Peygamber (sav)’e gelerek böyle bir şey söylemediğine yemin etti. Ancak Allah (cc), Abdullah b. Übey’in sözlerini Kur'ân-ı Kerim âyeti olarak indirince91 Hz. Peygamber (sav), Zeyd b. Erkam’a Allah (cc)’ın kendisini tasdik ettiğini haber verdi92.

İcma‘ ile te’yid edilen haber-i vâhid örnekleri ise azımsanamayacak sayıdadır. Mesela, Abdullah b. Mes‘ud tarafından rivâyet edilen “Müşteri ile satıcı arasındaki anlaşmazlık vuku bulursa ya satıcının dediği olur veya her iki taraf da vazgeçer”93 hadisi ile Muğire b. Şu‘be ve Muhammed b. Mesleme tarafından rivâyet edilen “Mirasta ninenin payının altıda bir olduğunu” haber veren hadis de94 bu cümledendir.

Gerek “Selef” denilen ilk dönem âlimleri, gerekse “halef” denilen daha sonraki dönemde yetişen âlimler, bu hadisleri duydukları zaman onların delil olarak alınması ve kullanılması konusunda görüş birliğine varmışlardır. Bazı muhâliflerin bulunması ise, kural dışı bir yaklaşım olarak değerlendirilmiş ve hâsıl olduğu söylenen icma'a zarar vermediği iddia edilmiştir95.

3. Debbûsî’ye Göre Haber-i Vâhid


Debbûsî’nin bu konudaki üslubu, kendinden önceki ve sonraki usûlcülerden farklı görünmektedir. Zira diğer usûlcüler gibi haber-i vâhid’in -satır aralarında zannî ilim ifade ettiğine işaret etmekle birlikte- açık bir şekilde kat’î veya zannî ilim ifade etmediğini tartışmak yerine, delil olup olmadığını tartışmayı tercih etmiş ve bu konuda dört ayrı görüş olduğunu belirttikten sonra ilk olarak Cumhur96 tarafından benimsenen “delil olduğu” görüşünü kaydetmiştir. Bu görüşü benimseyen âlimler şu âyet-i kerimelerin kendilerini desteklediği kanaatindedirler: “İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah (cc), hem de bütün lanet ediciler lanet eder.”97, “Allah (cc), kendilerine kitap verilenlerden ‘O’nu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, O’nu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı.”98 Her iki âyet-i kerimede de Allah (cc), hidayet yolunu gizleyenleri ve açıklanması gereken hususları açıklamayı terk edenleri azap ile tehdit etmiştir. Burada tehdit hükmünün topluluğa izafe edilmesi, teker teker fertleri de içine alır. Çünkü Allah (cc)’ın söz alması, dinin esasını teşkil eden hususlardandır. Bu özellikteki bir hitap, topluluğa yönelik bile olsa, o topluluğun fertlerine tek tek şâmil olur. “Ketm etmeme (gizlememe ve beyan etme/açıklama)” herkese vâcip olduğuna göre, herkes tarafından yapılan açıklamaların ve verilen haberlerin geçerli olacağı kendiliğinden anlaşılır. Çünkü emredilen bir işi yapan kimse için, o işin kabule şâyân olduğunu görmek bir haktır.

Ayrıca “Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkması doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde (dînî ilimlerde) onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”99 Âyet-i kerimesinde geçen “fırka” ve “tâife” kelimeleri de bu konuda sözü edilen görüşü desteklemektedir. Çünkü “tâife”, “fırka”dan ayrılan; yeni ondan daha küçük bir gruptur ki, bu da üç kişiden oluşabilen, “fırka”nın bir bölümüdür. Buna göre iki veya bir kişi anlamına gelir. Nitekim “Eğer mü’minlerden iki grup/tâife birbiriyle vuruşursa, aralarını düzeltin.”100 Âyet-i kerimesinde geçen iki gruptan asıl maksadın, iki kişi olduğu, gerek aynı âyette geçen ve ikil/tensiye için kullanılan zamirden (هما,) gerekse, bir sonraki âyette “iki kardeşinizin arasını düzeltin”101 ifadelerinden kolayca anlaşılmaktadır.

Şayet bir kişinin sözü ve haberi hüccet olmasaydı Allah (cc), onun fıkıh (din ilimleri) öğrenmesini ve savaştan dönen kavmini, Allah (cc)’a isnat etmeleri halinde karşılaşacakları felaketle uyarmasını emretmezdi.

Ayrıca bütün insanlığa tebliğde bulunmakla görevli olan Hz. Peygamber (sav)’in bütün insanlara bizzat kendisinin ulaşmasının mümkün olmadığı; bu görevi elçiler ve mektuplar aracılığı ile yaptığı tevâtür yoluyla bilinmektedir. Haber-i Vâhid’in hüccet sayılmaması, Hz. Peygamber (sav)’in bu yollarla yaptığı tebliğin geçersizliğini iddia etmek demektir.

Hâkim’in, şâhitlerin kesin bilgi (ilmu’l-yakîn) sayılmayan şahadetini kabul etmek ve o yönde hükmetmek zorunda olması, kesin bilgi ifade etmese bile hüccetin dikkate alınıp onunla amel edilmesinin vâcip olduğunu göstermektedir.

Debbûsî, bu konuyu şu tespitle bağlamaktadır. Gerek Hz. Peygamber (sav)’in, gerekse ashabının haber-i vâhidle hüküm verdiklerine ve amel ettiklerine dair rivâyetler, sayılamayacak kadar çoktur. Selef âlimleri de aynı yolu izlemişlerdir. Muhammed b. Hasan ve diğer müellifler bu konuda müstakil eserler kaleme almışlardır102.


4. Diğer Usûlcülere Göre Haber-i Vâhid


Pezdevî, Serahsî ve Alaüddin Semerkandî başta olmak üzere, Debbûsî’den sonra gelen bütün Hanefî usûlcüler, Haber-i Vâhid’in zannî ilim ve galip re’y ifade ettiği konusunda görüş birliği içindedirler103.

Abdülaziz Buhârî bu hükmü, haberi- vâhide sûret/şekil ve mânâ yönünden ârız olan iki şüpheye bağlamaktadır. Şekil yönünden şüphe ârız olması, senedinin kesin bir tarzda Hz. Peygamber (sav)’e ulaşmaması, mânâ yönünden şüphe ârız olması ise, ümmetin çoğunluğu tarafından kabule mazhar olmaması sebebiyledir104. Molla Hüsrev, bu iki şüpheyi haber-i vâhid için yaptığı tarifin asıl unsurları olarak zikretmektedir105.

Âhâd hadisin, Hz. Peygamber (sav)’e ittisalinde şüphe bulunduğu için, ulemâ, ona aykırı bir hüküm bulunmazsa, bununla amel edilebileceğini; fakat itikâdî konularda bunun bir delil teşkil etmeyeceğini; çünkü itikâdî bilgilerin kesin bilgiye dayanması gerektiğini, tercih yönü olsa bile zannî bilgi ile itikât konusunda bir şey ifade etmeyeceğini söylemişlerdir. İtikadı gerektirseydi, münkir tekfîr olunurdu106.

Adil bir râvî tarafından yapılan rivâyetin hükmü konusunda mütekellimîn usûlcüleri de farklı görüşlere sahip bulunmaktadır.

Bazı Zâhirî usûlcüler ile bir rivâyete göre Ahmed b. Hanbel’e göre Haber-i vâhid, doğruluğuna delâlet eden herhangi bir karine olmasa da kesin bilgi (yakîn ilim) ifade eder107. Ehl-i hadis mensubu bazı bilginler ise bu durumun bazı hadisler için söz konusu olduğunu, ancak bütün haber-i vâhidler için aynı şekilde hükmedilmeyeceğini belirtmektedirler. Nazzâm ve onu izleyen bir grup usûl bilginine gelince, onlar da yalnızca karineler doğruluğuna delâlet ettiği haber-i vâhidlerin kesin bilgi ifade edeceğini söylemektedirler108.

Nazzâm’a nisbet edilen bu görüş, İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazâlî, Âmidî, Râzî ve İbnü’s-Sübkî tarafından da tercih edilmiştir109.

Mütekellimîn ekolüne mensup usûl bilginlerinin çoğunluğuna göre ise haber-i vâhid, ancak zannî bilgi ifade eder.

“Mütevâtir haberin şartlarını taşımayan haber” diye zikrettiği haber-i vâhidin kesinlik ifade ettiği görüşünü reddeden Bağdâdî, doğru veya yalan olma ihtimalinden dolayı, sağlamlığı bilinmeyen haberlerle, Resul-i Ekrem’den şer‘î ahkam konusunda ihtilaflı olarak nakledilen hadisler hususunda tevakkuf edilmesi gerektiğini söyler. Bununla beraber sika bir râvînin başka bir sika râvîden naklettiği haberi kabul ederek onunla amel edilmesi gerektiğini belirtir110. İbn Hacer el-Askalânî’ye göre, doğru sözlü bir kimsenin verdiği haberin, gerçeği yansıtması kuvvetli bir ihtimaldir. Dolayısıyla genel maslahat, nadir olan mefsedet endişesinden dolayı terk edilemez111.

Hatib el-Bağdâdî’nin ortaya attığı ve Şevkânî’nin de tercih ettiği bir diğer görüşe göre, ümmetin genel kabulüne mazhar olmuş bazı râvîlerin ve hadis bilginlerinin rivâyet ettiği haber-i vâhidler, kesin bilgi ifade etmektedirler. Mesela, Mâlik’in Nâfi yoluyla İbn Ömer’den yaptığı rivâyetlerle, Buhârî ve Müslim’in Sahîh adlı eserlerinde kayıtlı bulunan veya onların şartlarını hâiz olan haber-i vâhidler, bu kabilden sayılmıştır.

Hanbelî fakîhi Kadu Ebû Ya‘lâ, bu görüşü benimsemiştir112.

Fukahâ mesleğinin büyük usûlcüsü İbnü’l-Hümâm ise, bu görüşü “tehakküm”113 saymıştır. Çünkü “sahihlik”, bu iki kaynağın râvîlerinin ön görülen şartları taşıması dolayısıyladır. Bu duruma göre sözü edilen iki kitabın dışında başka bir hadis kitabında aynı şartları hâiz olan bir râvî veya râvîler topluluğu tarafından rivâyet edilen hadis de sahihtir. Aksini söylemek ise herhangi ilmî bir temeli olmayan soyut bir iddia olmaktan öte geçemez114.

Bir genel kabulü yansıtan bu yaklaşıma karşı yapılan bu itiraz, ilk bakışta haklı gibi görünse de, esasında İbnü’l-Hümâm’ın isnâd ettiği değerlendirme ile; sözü edilen yaklaşımı savunanların değerlendirmeleri arasında paralellik olmadığı kanaatini taşımaktadır. Zira hadisler, tek tek ele alındığında; hiç şüphesiz asl olan, râvîlerin aranan şartları hâiz olmasıdır. Ancak günümüze kadar gelen ve ümmet arasında yaygın olan telakkîye göre söz konusu şartların en çok bulunduğu râvîler, “Buhârî” ve “Müslim”in râvîleridir. Hele hele onların şartlarını taşıyan hadisleri de aynı kategoride değerlendirdikten sonra bu itiraz daha da zayıflamaktadır. Çünkü böylece eserlerden ziyâde “şartlar” ön plana çıkmakta ve İbnü’l-Hümâm’ın işaret ettiği ve “tehakküm”e yol açtığını belirttiği mahzur ortadan kalkmaktadır.

Genel olarak haber-i vâhid, furu‘ konularında hüccet sayılmakla birlikte İslâm hukukçuları arasında ayrıntıda bazı görüş farklılıkları bulunmaktadır. İbadet gibi şüphe ile düşmeyen hususlarda, yalan ihtimalinin bulunmamasına değil, doğruluk ihtimalinin ağır basmasına itibar edildiği için ön görülen vasıfları taşıyan haber-i vâhidin hüccet sayılacağı genel kabul gördüğü halde, had cezaları gibi şüphe ile düşen hususlarda haber-i vâhidin hüccet olup olmadığı tartışmalıdır. Ebû Yusuf, haber-i vâhidin bu konularda da hüccet olduğu görüşündedir115. Haber-i vâhidin hüccet olabilmesi için, haber-i vâhide doğruluk tarafının ağır basmasına itibar edilir.


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin