İKİNCİ BÖLÜM



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə7/11
tarix06.03.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#44596
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

2. Râvîlerle İlgili Şartlar


Hadis rivâyet eden râvîlerin şahıslarında, rivâyet ettikleri hadislerin kabul edilmesi için bazı şartlar aranır. Bu şartlar, beş maddede toplanmaktadır.

1. Akıl,


2. İslâm,

3. Bülûğ,

4. Adâlet,

5. Zabt


Bunlardan ilk üç şart (Akıl, İslâm, Bülûğ), insanı yalan söylemekten, ya da yanılgıya düşmekten uzak tutacak bilinç ve inanç düzeyinin oluşmasını sağladığı için bütün hadis ve fıkıh usûlü bilginlerince gerekli görülmüştür. Büluğa ermemiş olmamakla birlikte temyîz gücünü kazanmış çocuğun rivâyeti ile, çocuk yaşta öğrendiği hadisleri bülûğ çağına girdikten sonra rivâyet eden kişilerin hakkında tartışmalar bulunmaktadır171. Bu şartlar (akıl, İslâm, Bülûğ, Adâlet, Zabt)dan herhangi birinin bulunmaması, hem o râvînin zayıf addedilmesine, hem de rivâyetinin reddine sebep olur. Şâfiî, bu şartları şöyle sıralamıştır:

“Hadis rivâyet eden bir râvî, dininde sika, hadisinde sıdk ile marûf; rivâyet ettiği şeyi bilir (âkil); hadisin manasını bozacak lafzı anlar (âlim); yahut hadisi işittiği şekilde harfiyle rivâyet eder ve mana üzere rivâyet etmez -zira mana üzere rivâyet ederse, manayı bozacak lafzı anlamamış demektir, bu halde helali haram yapabilir- hıfzından ve kitabından rivâyet ederse hâfız; bir hadisin rivâyetinde diğer lafızlarla birleşirse rivâyet ettiği hadis, diğerlerinin hadisine uyar; mülâkî olduğu şahıslardan işitmediği şeyleri ve sikâtın Hz. Peygamber (sav)’den rivâyet ettikleri hadislere muhâlif rivâyet etmez ve hadisi Hz. Peygamber (sav)’e kadar mevsûl olrsa, bu râvînin rivâyet etmiş olduğu hadisin alınmasında tereddüt edilmez.”172

İmam Şâfiî’nin bu ibarelerinde toplanan şartları, gerek İbnu’s-Salâh’da ve gerekse en-Nevevî’nin Takrîb’i ile onun şerhi Tedrîb’de görüldüğü gibi, meşhur hadis ve fıkıh imamları tarafından formüle edilmiş ve “bir râvînin rivâyetinin kabul edilebilmesi için adâlet ve zabt şart koşuldu” denilmiştir173.

a) Akıl


Akıl, Cenab-ı Allah (cc)’ın, insana bahşettiği bir nurdur ki; küçüklük, bunama ve delirme gibi hallerde bu nur, insanlarda bulunmaz. Rivâyet meselesi, titiz bir mevzu olduğu için bu şartın râvîlerde aranması, gayet normaldir. “Akıl bakımından insanlar, iki kısımdır:

Birincisi: Kendisine zarar ve fayda getirecek şeyleri temyîz kudretine sahip olmakla beraber, insanda bulunuşu kemâl noktasında değildir.

İkincisi: Kâmil akıl sahibi ki; bâliğ olup da aklında bunaklık gibi bir afet bulunmayan kişi gibi174. Buna binaen, mecnunların, bunakların ve mümeyyiz olmayan çocukların rivâyetleri kabul olunmaz.”

Akıldan murad, hadisin râvîsinin temyîz kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadis rivâyetinde belirli bir yaş haddi konulmamış; fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivâyeti kabul edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bülûğ zımmen mülâhaza edildiği için, bülûğ çağına ermemiş bir çocuğun hadis tahammülü (yani işitmesi, alması) câiz görülmüş olsa bile; büluğdan önce bu hadisleri rivâyet etmesi tecvîz edilmemişitr; yani bülûğ çağından önce işitilen hadisler, ancak bülûğ çağına erdikten sonra rivâyet edilmişse makbûl sayılmıştır. Bununla beraber, bazı bölgeler muhtemelen iklim şartlarını göz önünde bulundurarak, hadis sema‘ının bazı muayyen yaşlarda daha sıhhatli olabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Mesela Kûfeliler, ancak yirmi yaşın tamamlanmasından sonra hadis sema‘ını doğru görmüşler ve bu yaşa kadar Kur'ân-ı Kerim hıfzıyla ve ibadetle meşgul olmuşlardır175. Basralılar, on; Şamlılar ise otuz yaşından sonra hadis yazmaya başlamışlardır176.

“Âkil veya bâliğ olmayan şahıs, yükümlü olmadığı; dolayısıyla yalan söylemesinden ötürü sorumlu sayılmadığı için, rivâyeti yalan olma ihtimaline açık tutacaktır.177

Sahabe, küçüklüklerinde Hz. Peygamber (sav)’den haber almışlar, ancak bunu, büyüdükten sonra nakletmişlerdir178.

Mesela, Sehl İbnSa‘d es-Sâ‘idî, Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği sıralarda on beş yaşında bulunuyordu ve ondan pek çok hadis hıfz etmişti. Hz. Peygamber (sav)’den hadis rivâyet eden el-Hasan b. Ali Ebî Tâlib, hicretin ikinci senesinde dünyaya gelmişti. Keza Abdullah İbnu’z-Zübeyr, İbnu’l-Avvâm, en-Nu‘mân b. Beşîr, Ebû’t-Tufeyl el-Kinânî ve Es-Sa‘b İbn Yezîd, aşağı yukarı aynı yaşlarda idiler. Ümmü’l-Mü’minîn Hz. Aişe, Hz. Peygamber (sav) ile evlendiği zaman henüz küçük yaşlarda bulunuyordu; dokuz yaşına geldikten sonra, ondan işitmiş olduğu hadisleri rivâyet etmeye başlamıştır. Yine sahabeden Enes b. Mâlik, Abdullah İbn Abbas, Ebû Said el-Hudrî gibi daha birçok kimse, Hz. Peygamber (sav)’den hadis işitmeye başladıkları zaman küçük yaşta; çocuk idiler.

Bu haberler gösteriyor ki; bazı bölgelerde cârî olan âdetlere rağmen, belirli bir yaş haddi konulmamış, çocuğun temyîz kabiliyetine sahip olduğu devreden itibaren hadis rivâyetleri makbûl sayılmıştır. el-Hatib el-Bağdâdî’nin de kaydettiği gibi179, eğer belirli bir yaş haddi tatbik edilse idi, Hz. Peygamber (sav)’den küçük yaşta hadis hıfz eden birçok sahabi bir yana, yine birçok ilim ehlinin rivâyetleri yok olur giderdi.


b) İslâm


İslâm’dan maksat, Allah (cc) Teâlâ’yı, sıfatlarıyla birlikte tasdîk ve ikrâr, şeraitini ve hükmünü kabuldür. Bu da iki kısımdır:

Birincisi: Zâhir olandır ki; bu, o kimsenin Müslümanlar arasında yetişip tanınmasıyla ortaya çıkar ve ana-babası gibi kendi dışındaki kimselerin tasdîkiyle sâbit olur.

Diğer ise: Kendi beyanı ile anlaşılır180.

Râvîde bulunması gereken şartlardan biri de İslâm’dır. Çünkü gayr-ı Müslimlerin, İslâm diniyle ilgili bir konuda, taassup ve art niyetten tamamen uzak kalarak rivâyette bulunmaları akıldan uzak görünmektedir. Rivâyet işi, dikkat ve titizliği gerektiren bir husustur. Müslüman olmayanların, İslâmiyetle ilgili bir konuda gerekli titizliği ve doğruluğu göstermeleri beklenemez.


c) Adâlet


Adâlet, hadis rivâyetinde; bu rivâyetin kabul edilebilmesi için râvîlerde bulunması gereken vasıflardan biri ve en önemlisidir. Adâlet, istikâmet manasına gelmektedir. Adâlet kelimesiyle kasdedilen, râvînin özellikle mürüvvetini (kişisel saygınlığını) kaybetmesine sebep olacak fiillerden kaçınması yanında büyük günahları irtikâb etmemesi ve küçük günahlardan da uzak durmak sûretiyle dînî ilkelere bağlı olmasıdır181.

Hatib el-Bağdâdî, bu manayı biraz daha detaylandırarak şöyle ifade etmektedir: “Kim, farzları edâ etmek, dînen emrolunduğu hususları yerine getirmek, yasaklardan kaçınmak, kişiliği zedeleyici çirkin davranışlardan uzak durmak, davranışlarında ve başka insanlarla ilişkilerinde hakkın ve görevini tam olarak yerine getirmek, din ve ahlak açısından ağza alınması yakışıksız bulunan sözleri kullanmamak gibi güzel meziyetlerle sahipse işte o kimse, dininde âdil, sözünde sâdık demektir.”182

Gazâlî’ye göre rivâyet ve şahadette adâlet, dinde sîret (gidiş)in doğruluğu ve düzgünlüğüdür ki; ruha sağlamlık verir ve onun takvâ ve mürüvvete yönelmesini sağlar; bu sûretle insanın doğruluğu hakkında insanların nefislerinde güven hâsıl olur. Zira insanı yalandan alıkoyacak Allah (cc) korkusuna sahip olmayan bir kimsenin sözüne güvenilmez. Diğer taraftan mübah olmakla beraber; mesela yolda bir şey yemek, cadde ortasında işemek, rezîlâne sohbetlerde bulunmak, şakada ifrâta gitme gibi mürüvveti zedeleyecek fiil ve hareketlerden sakınmak, adalette şart koşulduktan sonra, bir soğan tanesi çalmak veya kasden bir buğday tanesi ağırlığında noksan tartmak gibi, küçük-büyük günahlardan sakınmak, bi-tarîki’l-evlâ; adaletin şartlarındandır. Zira bütün bunlar, dinin zayıflığına delâlet eden kusurlardır; o dereceye kadar ki; bu kusurları nefsinde cem‘ eden bir insan; dünyevî gayeleri için yalan söylemekten bile çekinmez183.

Adâlet iki kısımdır.

Birincisi: Zâhir olandır ki, din ve akıl ile sâbit olur. Kim bunlara sahipse, zahiren âdil sayılır. Çünkü bunlar, kişiyi istikâmete sevk eder.

İkincisi: Bâtındır ki; ancak kişilerin amellerine bakmak sûretiyle bilinir. İnsanlar arasında amel bakımından farklılıklar olduğu için bu çeşit adaletin nihâyetine kadar vâkıf olmak mümkün değildir.

Râvî’nin adâlet şartını hâiz olmasının mutlak sûrette gerektiği konusunda icma' bulunduğu belirtilirken hem zâhirî, hem de bâtınî adâletin şart koşulmasında görüş ayrılığı vardır. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve onları izleyen bazı usûlcüler her iki adâletin de bulunmasını şart komşulardır184. Âmidî, bu görüşün usûl bilginlerinin çoğunluğu tarafından paylaşıldığını söylemiştir185.

Ebû Hanîfe ve onu izleyenler ise bâtınî adaletin tespitinin mümkün olmadığını; ziranihâî sınırının tayin edilmesinin imkânsız olduğunu, aynı zamanda zâhirî adâletin, rivâyetin hüccet sayılaması için yeterli bulunduğunu ileri sürerek; sadece zâhirî adâleti yeterli görmüşler ve bâtınî adaleti şart koşmamışlardır186.

Yani bunlara göre adâlet, İslâm’ın izhârı ve Müslümanın zâhir bir fısktan selâmetidir187. Bu görüş için ıraklıların ileri sürdükleri delil, bir arâbînin, Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda Ramazan ayının girişi ile ilgili şahadetidir. İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, bir Arâbî, Hz. Peygamber (sav)’e gelerek hilali gördüğünü söylemiş, Hz. Peygamber (sav) de ona “Allah (cc)’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şahadet edip etmediğini” sormuş, arâbînin “evet, şahadet ediyorum” demesi üzerine orada bulunan Bilal’e188: “Ey Bilal! Halka duyur, yarın oruca başlasınlar” diye emir buyurmuştur189. Irak ehli bu haberi ele alarak “görülüyor ki Hz. Peygamber, arâbînin adâletini, başka herhangi bir şeyle tahkîk etmeksizin, sadece İslâmiyetin izhârı ile yetinmiş ve onun Ramazan ayı ile ilgili şahadetini kabul etmiştir” demişlerdir190. Bununla beraber, aynı görüşe sahip olmayan Bağdâdî, bu delile itiraz ederek, “Ramazan ayına şahadet eden şahsın Arâbî olması, onun âdil olmasına ve Hz. Peygamber (sav)’in daha önceden onun adâletine vâkıf bulunmasına; yahut da halkın, onun halini Hz. Peygamber (sav)’e bildirmiş olmasına mânî teşkil etmez” demiş, bir ihtimal olarak da “belki arâbînin tasdîki hususunda o anda bir vahiy gelmiş olabileceğini, netice tibariyle Hz. Peygamber (sav)’in arâbînin haberini kabul etmek için sadece İslâmiyetin izhârı ile iktifâ edip etmediğinin kesin olarak bilinemeyeceğini” ileri sürmüştür191.

Anlaşılan o ki; Hanefîler, bir râvînin âdil sayılabilmesi için büyük günahları işlememesini ve küçüklerinde de ısrarlı olmamasını gerekli görmektedirler. Mubah bir fiilin işlenmesini ise adâlet vasfına zarar verici olarak değerlendirmemektedirler. Bu noktada Hanefîlerin, vasat bir görüşe sahip olduklarını söylemek mümkündür. Aksi takdirde mubah fiili işleyen insanı, günah dairesine girmemesine rağmen mubahtan dolayı cezalandırmaktadır.

Bir hadis râvîsinde adâletin sübût bulması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o râvînin adâleti hakkında şahadette bulunmalarıdır ki; bu şahadet, hadisçiler arasında şuyû bulur; ya da râvînin adaleti, hadisçiler ve sâir ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde şöhret kazanır. Mesela Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, el-Evza‘î, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve emsâli adâletlerine şahadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir. Keza hadisçilerden el-Leys, İbn Sa‘d, Şu‘be İbnu’l-Haccâc, Abdullah İbnu’l-Mübârek, Vekî İbnu’l-Cerrah, Yahyâ b. Ma‘în, Ali İbnu’l-Medînî ve bunun gibileri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup, hiç kimse bunları adâlet yönünden incelemeye tâbi tutmaz. Mesela Ahmed b. Hanbel’e İshâk İbn Râhûye hakkında sorulduğu zaman: “İshâk gibis sorulur mu?” demiş, Ebû Ubeyd’i soranlara da Yahya İbn Ma‘în: “Benim gibisine Ebû Ubeyd sorulur mu? Ebû Ubeyd’e başkaları sorulur.” cevabını vermiştir192.

Netice olarak adâlet, hadis rivayetinde, râvînin sahip olması gereken sıfatlardan en mühimi olup, aşağıda ayrıca açıklayacağımız zabt şartıyla birlikte râvîye sika lafzını kazandıran bir sıfattır.


d) Zabt


Herhangi bir kimsenin bir rivâyeti duyma, aklında tutma ve anlama kapasitesini ifade eder193.

Gerek hadis usûlü, gerekse fıkıh usûlü bilginleri râvînin bir fırsatı olarak ele alınan “zabt”ı “Râvînin rivâyet ettiği haberi gerektiği şekilde duyması, tam olarak anlaması, bütün şüpheleri izâle edecek sûrette mükemmel olarak ezberlemesi, bu özelliklerini hadisi duyduğu andan, başkasına nakledeceği ana kadar koruması” diye tarif etmektedirler194.

İşitmeksizin, mananın anlaşılması mümkün olmaz. İşittikten sonra sözün manası anlaşılmamışsa bu da, mutlak işitme olmayıp; sözün anlaşılması değil, herhangi bir sesin işitilmesinden ibaret kalır. Ancak mananın anlaşılmasından sonra hadisi tahammül tamam olur. Bu tahammül için de söz nasıl işitilmişse, öylece edâ edilmesi lüzumlu olur. Bütün bunlar, haberi muhafaza etmek ve başkasına edâ edinceye kadar hiç değiştirmemeleriyle mümkündür. Ancak bundan sonra haberde mananın doğru olmasına itibar edilerek, edâ makbûl olur.

Bundan dolayı Ebû Hanîfe (v. 80/150) senetteki yazısını tanıyıp hâdiseyi hatırlayamayan şahsın şahadetini edâ etmesini câiz görmemiştir. Zira bu şahıs, tahammül ettiği şeyi zabt edememiştir. Bundan anlaşılmaktadır ki; Ebû Hanîfe, “Râvînin, bir hadisin râvîsi sıfatını kazandığı andan, başkasına rivâyet ettiği ana kadar olan müddet zarfında, kendisine unutkanlık ârız olmamasını”195 şart koşmuştur.

Adâlet ve Zabt, bütün hadis râvîleri için gereklidir. Zira her rivâyet, hem sıdk (doğruluk) hem de kizb (yalan olma) özelliğine sahiptir. Her hadis rivâyetinin temel şartı olan doğruluk, kısmen râvîlerinde bulunan bu özelliklere dayanmaktadır196.

Hanefî usûlcü Serahsî, “adâlet” gibi “zabt”ı da zâhirî ve bâtınî şeklinde iki kısma ayırmaktadır.

Zâhirî zabt, duyulan hadislerin lafızlarının; yani kelimelerinin ve bir bütün olarak cümlelerinin ezberlenmesi; bâtınî zabt ise, o lafızların üzerine kurulacak şer‘î hükümler konusunda mananın ve muhtevânın iyice anlaşılması ve kavranmasıdır197.

Hanefî usûlcülere has kalan; yani diğer mezheplerce paylaşılmayan bu ayırım, râvînin fakîh olmasını önemsemeyen; fakîh olan râvîyi fakîh olmayana tercih eden bir anlayışın sonucudur.

Serahsî (v. 483), buna bir misal olmak üzere, bu sözlerinin ardından şu hadiseyi nakleder: Câbir b. Zeyd Ebû’ş-Şa‘sa‘, Amr b. Dînar’a; İbn Abbas’tan duyduğuna göre, “Hz. Peygamber (sav), Meymûne’yi ihramlı iken tezevvüc etti.”198 Hadisini anlatıyor. Bunun üzerine Amr, Câbir’e şöyle diyor: İbn Şihâb’ın, Yezîd b. Esam’dan haber verdiğine göre Hz. Peygamber (sav), Meymûne’yi ihramlı iken tezevvüc etti”199 Câbir, bunun üzerine Amr’a Meymûne’nin, İbn Abbas’ın halası olduğunu söyler. Buna Amr, Meymûne’nin, Yezîd’in de halası olduğu şeklinde cevap verir. Bu sefer Câbir (kızdığı için) garip bir tabirle Yezîd’in; hiçbir şekilde, İbn Abbas’a yetişip O’nu geçmesinin mümkün olamayacağını ifade eder. Bundan sonra Serahsî, şöyle devam eder: “Bu tercih, sadece fıkhı bilen tarafından zabtın tamam oluşu itibariyledir. Sanki burada şöyle bir mana vardır: Haberi mana ile nakletmek, onlarda meşhurdu. Kim fıkıh ile marûf değilse, anlayışına binâen kendi ifadesiyle manayı edâ etmediğinde çoğu defa kusur ederdi. Hâlbuki fıkhı bilenden bu hususta emin olunur. Buna binâen (deriz ki): Zamanımızda haberi lafız üzerine muhafaza etmek, insanlar arasında manayı anlamaktan apaçık ir farklılık bulunduğu için, mana ile rivâyet etmekten evlâdır.”200

Hanefilerin zabt sıfatından kastettikleri şey, tam bir muhafazadır. Onlar, bir şeyin muteberliği için diğer mezheplere nazaran daha ihtiyatlı bir görüş ileri sürmüşlerdir. Başta Şâfiîler olmak üzere diğer mezhep sâlikleri, râvîdeki zabtın unutkanlığa galip gelmesini kâfi görmektedirler. Böylece onlar, zabtı en geniş manasıyla ele almış olmaktadırlar.

Râvînin zabt sıfatını hâiz olduğunu tespit etmek için rivâyet ettiği hadisler, sika olduğu bilinen ve kabul edilen diğer râvîlerin rivâyet ettikleri hadislerle karşılaştırılır. Şayet çoğunlukla onlara uygun düşüyorsa râvî, zabt sahibi kabul edilir. Fahiş olmayan ufak tefek ayrılıklar söz konusu sıfata halel vermez. Eğer çoğunlukla ters düşüyor, muvâfakat sağlamıyorsa, zabt ehli olmadığına hükmedilir ve rivâyet ettiği hadisler dînî bir delil olarak kullanılmaz201.


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin