Alkollü İçkiler
Alkollü içkilerin zararları pek çok olduğu herkesçe mâlum. Bu hususta, araştırmacılardan biri ne kadar güzel söylemiştir:
“İnsan içkiden daha kuvvetli bir darbe yememiştir.” İçki sebebiyle vücut hastalıklarına düşmüş ve deli olmuş... İçki sebebiyle intihar etmiş veya başkalarını öldürmüş... İçki sebebiyle sinir hastalıklarına düşmüş veya mide, bağırsak hastalıklarından şikâyet etmiş... İçki sebebiyle kendisini perişanlığa sürüklemiş... İçki sebebiyle aldatılarak veya kendi arzusuyla mallarını satmış... ve buna benzer felâketlere içki yüzünden uğramıştır...
Câhiliyye devrinde insanlar içki sınırını son derece aşmıştı ve içki sofrasında münakaşalar yapılırdı. O kadar içkiye müptelâ olmuşlardı ki; sözlüklerinde içkinin yüz kadar ismi geçer, şiirlerinde bütün nevileri ve sofralarını tasvir ederlerdi.
İslâm geldiği zaman, yüce bir ahlâk düsturu ile onları terbiye etmeye başladı ve haram oluşunu derece derece bildirdi. Meselâ, ilk olarak sarhoş oldukları halde namaza yaklaşmaktan kendilerini yasakladı. Sonra zararının faydasından daha çok olduğunu bildirdi ve nihâyet Cenab-ı Hak, kesin haram olduğunu ve bu yasağın içkinin her türlüsüne şâmil bulunduğu âyetini indirdi:
“Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir, bunlardan kaçının ki, saâdete erişesiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz, değil mi?” 1662 Bu iki âyet-i kerimede Rabbimiz Allah, içki ve kumarın haram olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. 1663
Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi devrinde ilk olarak içkinin haram olduğunu ilan ederken, içkinin hangi maddeden yapıldığına bakmamış ancak neticedeki tesirine, yani sarhoş edişine dikkati çekmiştir.
İnsanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve hangi maddeden yapılırsa yapılsın, sarhoş eden her şey içkidir. (Buna göre bira ve benzeri içkiler de haramdır). İçki hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e soruldu:
O da şöyle buyurdular:
“Sarhoş eden her şey içkidir. Her içki haramdır.” 1664
“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” 1665
Adı ne olursa olsun ister viski, şarap, bira, votka, likör, esrar, eroin vs. sarhoş eden, insanın kendinden geçmesine sebep olan her şey yasaktır, haramdır. Bunların azı da çoğu da birdir, haramdır.
Hz. Ömer (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İçkiye on yönden lânet edilmiştir: İçkinin kendisine, imal edene, imal etmek isteyene, satıcısına, müşterisine, taşıyanına, taşıttırana, (yani sipariş edenine), parasını yiyene, içene ,içirene.” 1666
“Allah şarabı, mundar hayvanı, domuzu ve bunlardan kazanılan parayı haram kıldı (yasakladı).” 1667
İçki içmek haram olduğu gibi, bunu yapan, serbest eden, satan, getiren, götüren, satın alınması gibi şeyler de haram kılınmıştır.
Bazı cahiller içki içmedikleri halde içki içilen masaya oturarak ve orada olan yiyeceklerden yiyerek iyi şey yaptıklarını söylüyorlar. “Biz o yiyecekleri içki içenlerden korunmak için yiyoruz bu da sevaptır” diyorlar ve o ortamlarda bulunmaktan rahatsız dahi olmuyorlar. Tabiî ki bu tavırlar, şeytanî söz ve davranışlardır.
Peygamberimiz içki içilen masaya oturulmaması gerektiğini bildirmektedir:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden şarap ve diğer içkiler içilen masaya oturmasın.” 1668 Görüldüğü gibi, içki içilen bir yerde bulunmak asla doğru değildir.
Bazı kişiler de; “İçkinin faydası var, onun için içiyorum” diyerek içkinin faydasını savunmaktadır. Fakat bunun faydalı, şifalı olmadığını; aksine dert olduğunu önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) bildirmektedir:
“İçki şifa değil, derttir.” 1669 buyurarak bir gerçeği dile getirmiştir. İnsanları kandırarak haram olan, kötü olan, zararlı olan şeylerin faydalı olduğunu söyleyerek insanları aldatmak, şeytana uşaklık, kölelik yapmaktan başka bir şey değildir.
Rasûlullah (s.a.s.):
“Şaraptan (ve diğer içkilerden) sakının. Çünkü o her şerrin (kötülüğün) anahtarıdır (anasıdır)” 1670 buyurdu. İçki her kötülüğün anasıdır, her türü kötülüklere sebep olmaktadır.
Dinimizde, sarhoşluk veren içkiler haram kılınmıştır. Müslüman kişi, helâl olan, câiz olan şeyleri yapmalı, haram olan şeylerden de sakınmalıdır. Allah’a iyi kul olmanın ve imtihanı kazanıp cennete gitmenim yolu budur.1671
Kumar
Kumar; Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan, ihtimalli bir şeye bağlı kalarak para veya mal vermek veya almaktır. Adı ne olursa olsun, bu özelliği taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun kumardır. Kazanma veya kaybetme söz konusu olan hangi çeşit oyun olursa olsun, bu kumardır.
Kumardaki kazanç, haksız bir kazançtır. Başkalarının zararına olarak, çalışmadan şansa dayanan bir menfaat elde etme halidir.
Kumarın her çeşidi İslâm’da haram kılınmıştır.
“Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve bâtıl yollarla yemeyin.” 1672
“Ey insanlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan (Allah’a kulluktan) alıkoymak ister.” 1673
Kumar da, zinâ ve içki gibi haram kılınmıştır. Kumarın bunlar gibi ferdî, ailevî, toplumsal zararları çoktur. Bu zararlar fertlerin iş hayatını kaybetmesi, kendini içkiye kaptırması, kumardan dolayı kavgalar ederek adam vurmalar sebebiyle hapishaneye girilmesi ve hanımlarından ayrılmak zorunda kalması, ailelerin yıkılması, hatta intihara kadar götüren çok kötü bir alışkanlıktır. Bu şekilde ferdî, ailevî, toplumsal huzuru bozan kumar, dünya ve âhirette insanların perişan olmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayı kumara götüren her türlü teşebbüsten sakınmalı ve insanları sakındırmaya çalışmalıdır.
Tavla, satranç, iskambil, dama, tenis ve bilardo, okey gibi oyunların hepsi kumar amacıyla oynandığı ve bunlarla kazanç elde etmek istendiği takdirde, kumar hükmünde olduklarında şüphe yoktur (ve haramdır).” 1674
İslam, birçok oyun ve eğlence çeşidini helâl, bunun yanında kumar bulaşığı olan her türlü oyunu da haram kılmıştır. 1675
Bu cümleden olarak eğer kendisine kumar karışıyorsa; tavla oynamak (zar atmak) ittifakla haramdır. Fakat ona kumar karışmıyorsa; bir kısım âlimler haram, bir kısmı da haram değil, mekruhtur, derler. 1676
Tavla oynanması, dinen, haram olmamakla birlikte, mekruh olduğu söylenebilir. 1677
Sonuç olarak, kumar amacı olmaksızın sadece dinlenmek, eğlenmek ve zevk için oynanabilen oyunların da mubah olabilmesi için dört şart öngörülmüştür; oyun;
a) Namazın geçmesine veya gecikmesine yol açmamalı,
b) Hiçbir menfaat beklenmemeli,
c) Oyun sırasında dilini kötü ve boş sözlerden korumalı (ayrıca kızgınlığa, dargınlığa sebep olmamalı),
d) Normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına yol açmamalıdır. 1678
Piyango, spor toto, loto, at yarışları, bahis gibi tertip ve oyunlar da kumardır 1679 ve haramdır.
Şunu da iyi bilmek gerekir:
Bazıları kahvede, çayına iskambil kağıdı veya tavla, okey vs. oynuyorlar. Yenilen o masadaki içilen çay, gazoz, ne ise bunların parasını veriyor, “bu kumardır, dinimizde haramdır” dendiğinde, “kardeşim niye kumar olsun? Biz parayla oynamıyoruz, zevk için çayına oynuyoruz” diyerek kumar olmadığını söylüyorlar. Tabiî ki, bu söz bilinçsiz de söylenmekte, fakat bu da kumardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kazanma veya kaybetme söz konusu olan her oyun kumardır. İster çayına, isterse parasına veya bir başka şeyine olsun bu kumardır. Buna kumar değildir demek; haram olanı helâl göstermeye çalışmak çok tehlikelidir, bundan sakınmak gerekir. 1680
Ribâ (Fâiz)
Fâiz yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir.
Fâizin Arapça’daki karşılığı “ribâ”dır. Lugatta, “herhangi bir şeydeki artışı ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ribâ, “borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla veya herhangi bir borç ilişkisi ile doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp, vade sonunda bu alacağı fazlalıkla geri almanın, yine bu şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır.
Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de “faizli işlemler” denir. Türkçe’de daha çok, yine Arapça kökenli “faiz” kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde riba ile eş anlamlı kullanılır. 1681
İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla faizi yasaklamış, haram kılmıştır.
“Ey iman edenler, (gerçek) mü’minlerseniz, takvâlı olun (Allah’ın emirlerine uygun yaşayın). Artık kalan faizi de bırakın (almayın). Eğer (bu faizi terk etme işini) yapmazsanız, Allah ve Rasûlüne savaş açtığınızı bilin. Eğer (faizin her türlüsüne) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz. Eğer (borçlunun eli) darda ise, genişlik vaktine kadar beklemek (uygun)dir. (Eli darda olan borçluya) sadaka (veya zekât) olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” 1682
1. Faizli kredi kullananlar faizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık tüketiciden sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukaranın cebinden çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir daha fakir hale gelmektedir.
2. Faizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlara, anarşi ve ayaklanmalara varmaktadır.
3. Faizsiz kredi, insanları birbirine yaklaştırdığı halde, faiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4. Faizcilik, toplum içinde faiz yiyip yatan, işsiz, güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.1683
İslâm dini faizi haram kılmış, büyük günahlardan saymıştır. Çünkü İslâm’ın helâl ve haramla ilgili hükümlerinde mutlaka ferdin, ailenin, milletin ve cemiyetin yararı ve zarardan uzak kalmaları esas illet olarak yer alır.
İslâm bu hüküm ve kaidesiyle bir şeyi haram kılıp büyük günahlardan sayarken, onun azına da çoğuna da cevaz vermemiştir. Yasak, hedefine ulaşsın diye, buna en küçük bir kapı dahi açmamıştır. İçkinin nasıl damlası bile haram kılınmışsa, faizin de kuruşu öyle haram kılınmıştır. 1684
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İnsanların mallarında artış olması için faize verdiğiniz şeyler Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte on (u veren)ler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.” 1685
“Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali ‘alış- veriş (ticaret) de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, faizi haram kılmıştır.” 1686
Faiz hakkında Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan; şöyle rivâyet edildi:
Rasûlullah (s.a.s.); “Faiz yiyene, yedirene, yazan ve şâhitlerine lânet etti, (günahta) eşittirler” dedi. 1687
Rasûlullah (s.a.s.), insanları helake götüren yedi şeyden söz ederken faizden de bahsetmiştir. 1688
Âyet ve hadisler açıkça faizin haram olduğunu, mü’minlerin kesinlikle faize bulaşmaması gerektiğini bildiriyor.
“Ey iman edenler ribayı (faizi) kat kat artırılmış olarak (hiç) yemeyin. Allah’ın azabından korkun. Emirlerine uygun yaşayın ki kurtuluşa eresiniz.” 1689
Faiz haram olduğundan, çok dikkat etmeli, en azından bile kaçınmalıdır. 1690
Zulüm
Zulüm, lugatta “bir şeyi ait olduğu şeyin dışında bir yere koymaktır.” Hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir.
İslâmî ıstılahta ise: Bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir.
Zulüm hakkın dışına çıkmak ve doğru olmayan davranışlardır.
Allah’ın koyduğu sınırı, haddi aşmak zulümdür.
Rabbimiz bu gerçeği bildirmektedir:
“Allah’ın koyduğu sınırı aşanlar zâlimdir.” 1691
“Şirk en büyük zulümdür.” 1692
“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zâlimlerin ta kendisidir.” 1693
“Allah zulmü, azgınlığı yasaklamıştır.” 1694
Dinimizde zulmün her çeşidi yasaktır. En küçüğünden, en büyüğüne her türlü haksızlık, kötülük, aldatma, kandırma, hırsızlık, yolsuzluk, yalan-dolan, iftira, hile insanlara zarar vermek... zulmün muhtevâsına girer.
“Doğrusu Allah zulüm edenleri sevmez” 1695 buyrularak zulmün her çeşidinden sakınılması istenmektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir kudsî hadisinde Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
“Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da (zulmü) haram kıldım. Öyleyse birbirinize zulmetmeyin.” 1696 Abdullah İbn Ömer (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Müslüman, müslümana zulmetmez. Müslüman, müslümanı (tehlike ve musibete) terk etmez (ona gereken yardımı yapar).” 1697
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’den şöyle rivâyet etmiştir:
“Müflis kimdir bilir misiniz?” diye sordu. Ashâb:
“Bize göre hiçbir malı ve parası olmayan kimsedir” dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
“Benim ümmetimden müflis olanlar, kıyâmet günü namazla, oruçla ve zekâtla gelmiş, fakat şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, onun kanını akıtmış, öbürünü dövmüş (haksızlık, zulüm yapmış) işte onun sevabından bu sayılanlara (hak sahiplerine) verilir. Üzerindeki haklar ödenmeden önce iyilikleri biterse, onların hatalarından alınıp ona yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.” 1698 Görüldüğü gibi zulmün, haksızlığın cezası cehenneme kadar götürmektedir.
Fakat “kim (nefsine) zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.” 1699
Allah’ın yasakladıklarını yaparak insanlar kendilerine zulmederler. 1700
İslâm’ın emirlerini terk eden ve haramlardan, yasaklardan kaçınmayan kişi, ilk önce kendi nefsine zulmetmektedir. Bazı haramları, günahları işlerken; hem kendi nefsine ve hem de haksızlık, kötülük yaptığı, zarar verdiği insanlara zulmetmiş olur.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü (kâfirliği) imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı, kardeşlerinizi (yakınlarınızı bile) velîler edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendisidir.” 1701 Müslüman kişinin en yakını dahi olsa, İslâmî yaşam biçimine karşı çıkıyorsa onları dost edinmek, onları sevmek zâlimliktir. “Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur (cehenneme girersiniz).” 1702 buyrulmuştur.
İslâm’a karşı çıkan gayr-i İslâmî kuralları savunanları asla sevmemeli, onlardan yana olmamalı, onların haksızlığa, ahlâksızlığa, zulme dayalı anlayışlarını reddetmeli, 1703 yoksa “ateş dokunur” cehennemde yanma söz konusu olur.
“Müslüman zulmetmez.” 1704
“Müslüman, elinden ve dilinden başkalarına zarar vermeyen insandır.” 1705
“Üç şey vardır ki, kimde bulunursa aleyhine döner; onlar da zulüm yapmak, ahdi bozmak, hile etmek.” 1706
“Zâlimin düşmanı Allah’tır.” 1707
“Mazluma yapılan zulüm, karşılıksız kalmaz.” 1708
“Zâlimleri bağışlamak, mazlumlara cefadır.” 1709
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.
Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.” 1710
“Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.”
“Zulüm ile yapılan, çabuk yıkılır.”
“Etme bulursun, inleye inleye ölürsün.”
“Zulüm ile dünya harap olur.”
“Zâlimin yaptığı yanına kalmaz.” 1711
“Zulmeden zâlimler, Firavunun yolunu takip edenler, yapacağınızı yapıyorsunuz, insanlara acımadan zulmediyorsunuz. Bu yaptığınız zulümler yanınıza kâr kalmaz; er veya geç belânızı bulacaksınız. Sonunda yaptığınıza pişman olacaksınız.” 1712
Hırsızlık
Hırsızlık: Kendine ait olmayan herhangi bir şeyi habersizce alıp kendine mâl etme, çalma demektir.
İslâm dini, hırsızlığı kesin bir dille yasaklamış ve hırsızlık yapanların cezalandırılmasını emretmiştir.
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık, Allah’tan (insanlara) ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin, 1713 Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” 1714
Hz. Aişe (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlilere ağır gelmişti. Aralarında “bu kadın hakkında Peygamberimiz (s.a.s.) ile kim konuşabilir?” dediler; sonunda “buna Peygamberimiz (s.a.s.)’in çok sevdiği Usame b. Zeyd (r.a.)’dan başka kim cesaret edebilir?” diye karar verdiler. Usame, o kadının durumunu Peygamberimize (s.a.s.) arz etti; Peygamberimiz (s.a.s.) ona “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diye buyurduktan sonra ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle seslendi:
“Sizden öncekiler şu yüzden sapmışlardır: Aralarında soylu (herkesçe tanınan) bir kimse hırsızlık yapınca ona dokunmazlar (ceza vermezler), fakat zavallı (sıradan) biri, hırsızlık edince onu cezalandırırlardı. Vallahi eğer kızım Fâtıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserdim.” 1715
İşte adâlet, böyle olur. Taraf tutmadan; hüküm, kanun ne ise uygulanmalı ki, adâlet olsun, adâletin olmadığı yerde zulüm olur, kargaşa olur. Emniyet, huzur, güven olmaz.
Helâli-haramı önemsemeyenler, insanlara her türlü kötülük yapabilir. Günümüzde görüldüğü gibi hırsızlar çokça olduğundan herkes bir yere giderken veya gece yatarken sıkı sıkıya kapılarını kilitliyor, hatta iki kilit bile kullanıyorlar; pencerelerine, balkonlarına demirden parmaklık yaptırıyorlar ki, hırsız girmesin. Evleri, mağazaları, marketleri, dükkânları soyuyorlar, hatta yolda çantalı giden bayanların çantasını dahi alıp kaçıyorlar. Böyle bir ortamda huzur, güven, mutluluk olur mu?
Tabiî ki olmaz! Zaten olmamaktadır. İşte İslâm’ın hükümlerinin tam uygulandığı bir toplumda “din, can, akıl, nesil, mal emniyeti” sağlanır. İşte böylece huzur, mutluluk olur. Ülkenin ekonomisi gittikçe güçlenir. Çünkü vurgunlar, soygunlar, rüşvetler olmaz. Çünkü gereken tedbirler alınır. O toplumda dindar, ahlâklı, dürüst insanlar yetişmesine hassâsiyet gösterilir. Böylece insanların birbirlerine zarar vermesi değil, nasıl faydalı olunur düşüncesi hâkim olur. Tabiî ki, o zaman huzur ve mutluluk oluşur.
İslâm’dan uzaklaşmak insanları dünya ve âhirette zarara götürür. İslâm’ı uygulamak ise, dünya ve âhirette huzur ve mutluluğa götürür. 1716
Rüşvet
Haksız bir menfaat elde etmek için ilgililere ve yetkililere çıkar sağlamaktır.
“Malarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Siz bildiğiniz halde günah (olan usuller) ile insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimlere (reis ve idarecilere, yetkililere rüşvet olarak) aktarmayın.” 1717 Her türlü yolsuzluk, hortumculuk, vurgunculuk, hırsızlık ve rüşvet haramdır. Abdullah b. Amr (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun” 1718
Yine Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivâyetle, Peygamber (s.a.s.):
“Rüşvet veren ve alan cehennemdedir” 1719 buyurdu.
Sevban (r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.s.):
"Rüşvet verene, alana, aralarında aracılık edene lânet etti.” 1720
İbn Mes’ud der ki:
“Rüşvet haramdır.” 1721
İslâm dini rüşveti haram kılmış ve onu büyük günahlardan saymıştır.
Çünkü rüşvet haksız yolla menfaat elde etmektir. İslâm’da haksızlığa, adâletsizliğe yer yoktur. Kim olursa olsun hakka ve adâlete uymak zorundadır.
İş başındakilere ve salâhiyet sahiplerine verilen hediyelerin de büyük bir kısmı rüşvet sayılmıştır. Zekât vb. tahsildarları, hediyelerle döndükleri zaman Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Evlerinizde otursaydınız bu hediyeler size verilir miydi?” buyurarak bunların rüşvet mâhiyetinde olduğunu bildirmiştir. 1722
Rüşvet almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye şu iki durumda izin verilmiştir:
a) Bir haksızlığı ve zulmü önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa,
b) Bir hakkı ele geçirmek için başka bir yol, çare bulunmazsa. 1723
Bir toplumda, İslâmî hükümlere, değerlere önem verilmezse o toplumda helâl-haram kavramları önem arz etmez. Böylece de yapılan işlerde hak, hukuk, adâlet gözetilmez, herkes kendi menfaatini düşünür ve rahatlıkla başkasının hakkını yer ve bununla da övünür.
Meselâ der ki:
“Arkadaş sıranın en sonundayım, işimi hemen yaptırmak için adamını buldum, parayı (rüşveti) verdim, en sondan en öne geçtim, işimi hallettim” gibi sözleri övünerek söyleyebilir. “O kadar insanın hakkını yedim, beklemem lâzımdı, beklemedim, yanlış yaptım” diyeceğine; övünüyor, şu hale bakın! İslâm’dan uzaklaşan insanlar yanlışlıkları, haksızlıkları, zulümleri normal görüyor. Maddeciliği benimseyen kişiler egoistliği (sadece kendini düşünmeyi) esas almaktadır. Kendi menfaati için çekinmeden, rahatlıkla başkasının hakkına tecavüz eder. Böyle insanların çoğunlukta olduğu toplumda hak, adâlet, saygı, sevgi, huzur, mutluluk olur mu?
Hamburg’ta buzların arasına sıkışmış bir balinayı kurtarmak için uğraşan ve fakat Bosna-Hersek’te, Çeçenistan’da, Filistin’de, dünyanın birçok yerinde müslüman kanları akıtılırken, onlara çeşitli şekillerde zulüm yapılırken kılı bile kıpırdamayan, hiç rahatsız olmayan, hatta memnuniyetle seyreden emperyalist güçler ve bunların dostlarının insan haklarına, merhamet anlayışına katılmak mümkün olur mu? Tabiî ki olmaz! Onlar insan haklarından yana merhametli gözükürler, fakat pratikte bunun böyle olmadığı görülmektedir.
Yine ülkemizden bir örnek, şöyle ki:
Kuyuya bir köpek düştüğünde veya çatıda bir kedi mahzur kalsa onu kurtarmak için insanların elinden geleni yaptığını bazı televizyon kanalları çok önemli bir haber diye vermekte. Böylece kendilerinin ne kadar insancıl (daha doğrusu hayvancıl) ve merhametli bir anlayışa sahip olduklarını göstermektedirler.
Fakat kız öğrencilerinin başörtüsü yüzünden okullara alınmaması veya son sınıfta olup imtihana girerek mezun olmayı düşünen başörtülü öğrencilerin imtihana sokulmaması, polis coplarıyla okula girmesine mâni olunurken, kızlar okul kapısında ağlarken veya başörtüsünden dolayı öğretmenlikten veya her hangi bir görevden alınırken, o merhametli görünen kişiler ve medya, radyo, gazete, dergiler nerede? “Bunlar inancından dolayı başını örtüyorlar, bırakın okusunlar!” niye denmiyor? Hatta onların mağdur olmasına sebep dahi oluyorlar. Bazı programlar ve haberlerle buna sebep oluyorlar. Ondan sonra “Biz insanların haklarını savunuyoruz” diyorlar. Yaptıkları ortada. Tabiî ki, bu sözler inandırıcı değildir. Onlar bu şekilde yaparak insanları aldatmaya çalışıyorlar. 1724
İsraf
İsraf: Sözlükte lüzumsuz yere harcamak, malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek, saçıp savurmak anlamlarına gelmektedir.
Istılahî mânâsı ise; gayr-i meşrû (şer’î olmayan) bir amaç için mal harcamaya israf denir. Mü’minler bütün maddî ve mânevî imkânlarını gerektiği biçimde, gerektiği kadar, yerli yerince kullanmalı, savurganlıktan, israftan hassâsiyetle kaçınmalıdır. Çünkü Allahu Teâlâ: “Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 1725 buyuruyor.
“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver (yardım et), fakat malını lüzumsuz yere saçıp savurma.” 1726
“O kimseler ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar, (harcamaları) bu (ikisi)nun arasında dengeli olur” 1727 buyurulmaktadır.
Mü’min her hususta dengeli davranmalıdır, aşırıya gitmemelidir. Ne israf etmeli ne de cimrilik yapmalı, dengeyi sağlamayı bilmelidir.
Günümüzde özendirilen lüks tüketim ve savurganlık, kişileri giderek daha çok maddeci olmaya yöneltiyor. Bir taraftan yoksulluk, fakirlik, diğer taraftan ise lüks, moda arzusu insanları bunalımlara itiyor
Arzu ettiği lükse kavuşamayan pek çok kişi, neticede para kazanma adına gayr-i meşru işler yaparak ahlâkî işlerden uzaklaşıyor. Böylece kötü işleri rahatça yapıyorlar. Bazı kadınlar para karşılığında fuhuş yapıyor, bazıları da fuhuş yapacak kadınları pazarlıyor. Neticede para kazanma adına her türlü ahlâksızlk, haksızlık, hırsızlık, kötülük çekinmeden yapılıyor.
İsraf, her türlü kötülüğe, yanlışlığa sebep olabileceği açısından dinimizce haram kılınmıştır.
“Yiyiniz, ihtiyaç sahiplerine yardım ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israf etmeyiniz.” 1728
“İnsan, nefsinin her istediğini alıp yemesi, israf yönünden kâfidir.” 1729
“Birkaç güne yetecek bir rızkı, bir günde harcayan hâne halkına ben buğz ederim.” 1730
“İsraf etmede hayır, hayırda israf olmaz.” 1731
“Parana şefkat eyle, malına acı, telef etme ki, ayıptan ve borçtan kurtulasın.” 1732
“İsraf safâhetin, sefâhet, sefâletin kapısıdır.” 1733
“(Fuzuli) küçük harcamalardan da sakının, ufak bir delik koskoca gemiyi batırmaya yeter.” (Benjamin Franklin)
“İsraf dinimizin haram kıldığı düzensiz ve ölçüsüz yaşama, harcama, sarf etme alışkanlığıdır. Öyle bir hastalıktır ki, etkisi altına aldığı insanı ve toplumu zor durumlara sokar.”
“İsraf, yemede, içmede, giyimde, sözde haddi aşmak; akıl, fikir, zekâ ve zamanı lüzumsuz şeylerle meşgul etmektir.”
“İsraf, tasarruf ve iktisadın zıddıdır. İsraf sefaleti, tasarruf ve iktisat ise saâdeti celbeder.”
“Her şeyin fazlası zarar getirir.) (Atasözü 1734
“İhtiyacı olan kişi, ihtiyacını nasıl gidereceğini düşünür ve bunun için çok üzülür. İmkânı olan da, ihtiyacı olana yardım etmezse ve ihtiyaç olmayan şeylere israf ederse, böylece ne kadar yanlış iş yapmış olur.” 1735
Riyâ
Riyâ: iki yüzlülük, gösteriş yapmak, inandığı ve düşündüğü gibi davranmamak demektir. İslâmî terim olarak, bir ibâdeti, bir ameli, bir iyiliği Allah rızâsı için değil, gösteriş için yapmaktır. Riya, insanlar tarafından beğenilmek, övülmek, takdir edilmek için, söz, iş ve davranışlarıyla gösteriş yapmaktır. Riya, insanlar arasında maddî ve mânevî çıkar sağlamak amacıyla yapılmaktadır. İnsanların dinî duygularını çıkar sağlama adına sömürmek riyanın en kötü şeklidir.
İnsanlık hayatının mâruz kaldığı en çirkin hastalık şirktir. Çünkü bu, rubûbiyeti lâyık olmayana, ibâdet türlerini de ehil olmayanlara sunmaktır. Sonra şirk, beşeriyetin kalbini bölmek, dağıtmaktır. Bundan sonra artık bu kalpler ibâdet ve inançta tek bir noktaya yönelmez. Taşlara, ağaçlara, tabiata yahut da insana ibâdete başlar. Sapıklıkların birbirini takip ettiğini görürsün.
Tevhide gönül veren müslüman, bunların hepsinden kurtulur. Fakat ona gizli bir şirk çeşidi musallat olur ki, o da riyâdır. O, sanki bir kişiye veya topluma olan riya hastalığına tutulur. Çünkü riya, kendisini ve milletini aldatmak, dünya ve âhirette kendisini helâk etmektir. Yaptığı amellerde Allah rızâsını gözetmeyen riyakârın helâkini bildiren pek çok âyet-i kerime ve hadis vardır. Bu sahih hadislerden bir tanesi de bu ümmetin günahkârları arasında cehenneme ilk girecek olan üç grubu bildirendir. Bunlar; riya için cihad yapan, riya ile amel yapan ve riya için cömertlik yapan kimsedir (Müslim, İmâre 152) .1736
“Onlar gösteriş (için amel) yaparlar.” 1737
Yapılan ameller, Allah rızâsı için yapılırsa makbul olur, sevabı olur. Fakat insanların beğenisini kazanmak, onların yanında dindar görünmek, övülmek veya herhangi maddî çıkar için yapılırsa o zaman hiçbir hayrı ve faydası olmaz. Yapılan hayırlar, iyi şeyler, sadece ve sadece Allah rızâsı için olursa sevabını kazanır, aksi halde sevap kazanmak mümkün değildir; fayda değil, zarar görülür. 1738
Kibir
Kibir; büyüklük taslama, kendini başkalarından üstün görmek demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) kibri şöyle tarif etmektedir:
“Kibir, hakkı kabul etmemek ve başkalarını küçük görmektir.” 1739
İmam-ı Gazalî kibri üçe ayırmaktadır:
1- Allah’a karşı kibir, kibrin en kötüsü budur. İnsanı bu yola sürükleyen, cehalet ve azgınlıktır. Nemrut ve Firavun gibilerinin kibri böyledir. Bu kişiler, kendilerini ilâh saymışlar, kul olduklarını reddetmişlerdir.
Bu gibiler hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.” 1740
2- Peygamberlere karşı kibir: Bu da kendileri gibi bir insana uymayı kabul etmemektir. Bu, bazen körü körüne olur da kibri sebebiyle kendini haklı sanarak peygamberlere uymaz ve cehalet karanlığında kalır. Bazen de bilerek olur. Nefsi onu hakkı kabule ve peygambere uymasına engel olur ve şöyle der:
“Şimdi, bizim gibi insana mı inanacağız?” 1741
3- İnsanlara karşı kibir: Bu kibir, kendilerini başkalarından üstün görme yanlışlığıdır. Halbuki hiçbir kimsenin buna hakkı yoktur. Büyüklük ve üstünlük ancak Allah’a aittir.
İnsanlara karşı olan kibir de çok yanlış bir yoldur. Çünkü insanlardan başlamak suretiyle Allah’a kibretmeye kadar insanı sürükler. İblis, Hz. Adem (a.s.)’a karşı bu şekilde kibirlenmişti.
“(İblis) Dedi ki: Beni ateşten, onu (Adem’i) çamurdan yarattın.” 1742
Kendini başkalarından üstün görüp başkalarına horluk ve hakaretle bakan, bile bile, onlarda bulduğu hakkı reddedip kabul etmeyen kimse, insanlara karşı kibirlenmiş; Allah’ın emirlerine karşı gelen de Allah’a ve Rasûlüne karşı kibirlenmiş olur. 1743
İnsanın elindeki imkânlar gelip geçicidir.
Bu imkânlarla övünmek, gururlanmak çok yanlıştır. Allah’ın verdiği tüm imkânlardan dolayı Allah’a şükretmeli, nankörlük etmemeli, kibre, gurura gitmemelidir. “Çünkü Allah, her kibirleneni (gururlananı) ve kendini beğenip övüneni sevmez.” 1744 Allahu Teâlâ, gururu, kibri, kendini beğenmeyi, insanları küçük görmeyi yasaklamıştır.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Tevâzû göstereni Allah yüceltir, kibredeni ise alçaltır.” 1745 Tabiî ki, tevâzûlu, alçakgönüllü olmalı, gururlu, kibirli olmamalı, çünkü kibirlilik kişiyi alçaltır ve cehenneme gitmesine sebep olur. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bildirmektedir:
“Cehenneme gidecek olanlar kibirliler ve büyüklük taslayanlardır.” 1746
Yine bir hadisinde Rasûlullah (s.a.s.):
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez” buyurdu. Bir kimse:
“İnsan, elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını (veya her hangi bir şeyinin güzel olmasını) sever” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
“Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı red ve inkar etmek, insanları hor (küçük) görmektir.” 1747 buyurdu. Rabbimiz Allah da şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde gururlanarak yürüme. Çünkü sen yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara erişemezsin.” 1748
“Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen ve kibirli kimselerdir.” 1749
“Cenab-ı Hak, her kibredeni hakir ve zelil eder.” 1750
“Kendisini bilen, halkın övmesine aldanıp mağrur olmaz.” 1751
“En kötü vahşet, kendini beğenmektir.” 1752
“Kibir, alçakların ahlâkındandır.” 1753
“Alçak yerde, tepecik kendini dağ sanır.” 1754
“Hiç kimseye gururla bakma, herkes kendisine muhteşemdir.” 1755
“Genellikle bütün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar.” 1756
“Birçok kimse, kendilerinde bulunduğu halde, başkalarında olan gururu sevmezler (öyleyse sen de gururlu ve kibirli olmayı terk et).” 1757
“Bazı imkânlardan mahrum olan kişiye, imkânı olan kişi, gururlanarak onu küçük görürse, kendi değeri düşer bu şekilde. Kişinin imkânı arttıkça, tevazusu da artmalı bu sayede.” 1758
Yalan
Yalan, kişinin gerçeği gizleyip, bildiğinin aksini söylemesidir.
Yalan söylemek çok kötü bir huydur. Rabbimiz Allah:
Yalan sözden kaçının”1759 buyurarak mü’minlerin yalan söylememesini emretmektedir. İslâm dini yalan söylemeyi yasak etmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde:
“Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol ” 1760 buyurmuştur.
Allah Teâlâ: “Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” 1761 buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” 1762 buyurmuştur.
Yalanla insanları aldatmak suretiyle, kötülük yapılmış olmaktadır. Bu kötülükler insanlara çok büyük zararlar da vermektedir:
Her türlü kötülüğe, haksızlığa, yanlışlığa sebep olduğundan yalan söylemenin ve yalan şâhitlik yapmanın büyük günahlardan olduğu belirtilmiştir. 1763
Aynı şekilde yalan yere yemin etmek de büyük günahlardandır.1764 Ayrıca, yalan söylemenin münâfıklık alâmetlerinden biri olduğunu Rasûlullah (s.a.s.) bildirmiştir:
“Münâfığın alâmetleri üçtür; söz söylediği zaman yalan söyler, vaad ettiğinde sözünde durmaz, emanete hıyânet eder.” 1765
Yalan söylemeyi yasak eden dinimiz, sadece üç yerde yalan söylemenin câiz olduğunu belirtmiştir:
Esma (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Yalan yalnız üç yerde câizdir: Adamın karısını memnun etmek için (yalan) konuşması, savaşta (düşmana karşı) yalan ve insanları birbiriyle barıştırmak için yalan söylemek.” 1766
“Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya hayır (doğru) söylesin, ya da sussun.”1767 “Yalan; kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” 1768
“Haksız sözleri tasdik eden de yalancıdır.” 1769
“Yalanı söküp atmadan, hakikati dikmeye çalışma, tutmaz.” 1770
“Bir kimseye söz vermeden evvel iyi düşün, fakat verdiğin sözden dönme, sözden dönmek yalancılığın en çirkinidir.” 1771
“Ne gariptir ki bizi metheden (öven) yalanı bir hamlede, bize acı gelen gerçeği damla damla yutarız.” 1772
“Yalancı hakka karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir.”1773
“Yalanın yararı bir defa içindir. Gerçeğin ise sonsuz.” 1774
“Doğru söylese bile yalancıya inanılmaz.” 1775
“Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur.” 1776
“Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.” 1777
Bir atasözünde “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” denmiştir.
“Yalan söyleyerek insanları aldatmak marifet değildir. Marifet doğruyu söylemektir. Çok rahat yalan söylerse kişi, o zaman, Allah’ın katında ve insanların yanında düşer değeri.” 1778
Haset (Kıskançlık)
Haset: Kıskanmak, çekememek, başkasında olan zenginlik, sağlam ve herhangi nimetlerden, imkânlardan dolayı rahatsız olarak o şahıstan o imkânların gitmesini arzu etmek demektir. Haset eden kişi, kendinde olmayan, fakat başkasında olan her şeyi kıskanır, çekemez. O kıskandığı şeylerin bir an önce o kişinin elinden gitmesini ister, ‘bende yok, onda da olmasın’ diye düşünür.
Kişide bulunan, mal, mülk, makam, mevki, para, sağlık, güzellik, şöhret, başarı gibi her şeyi kıskanmak söz konusu olmaktadır. Haset hakkında İmam Gazalî, meşhur İhyâ kitabında şöyle der:
Bilmiş ol ki; haset ancak bir nimete olur. Allahu Teâlâ bir müslümana bir nimet ihsân ettiği zaman, senin iki halin vardır:
1. Bu nimeti ona çok görüp, onun elinden gitmesini istemektir. İşte buna haset denir. Tarifi de budur:
Kişinin varlığını çok görmek ve yok olmasına sevinmektir.
2. Ne varlığına sevinmek, ne de yok olmasını istemektir. Buna rağmen adamın varlığı gibi senin de varlığın olmasını istemektir. Buna gıpta denir. “Mü’min gıpta, münâfık ise haset eder.” Birincisi, yani başkasının elinde olan nimetten hoşlanmayıp onun yok olmasını istemek, her haliyle haramdır. 1779 Haset en kötü huylardan biridir, bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.s.):
“Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi haset de bütün iyi ve güzel amelleri yok eder” 1780 buyurmuştur.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Mü’minler ancak kardeştir.” 1781
Rasûlullah (s.a.s.): “Kardeşinin felâket ve musibetine (zarar uğramasına elindeki imkânlarının gitmesine) sevinme; Allah Teâlâ ona rahmet eder (yardım eder), onu (sıkıntıdan) kurtarır da seni (sıkıntıya) düşürür.” 1782
Kişi haset ettiği, kıskandığı kişiye değil, kendine zarar verir. O kişide o imkânlar oldukça rahat ve huzuru kaçar, elinden gidene kadar rahat yüzü göremez, dünya ve âhirette de perişan olmasına sebep olur.
Peygamberimiz (s.a.s.) bizleri uyarmaktadır:
“Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset etmeyin, kıskanmayın, birbirinize arka çevirmeyin (dargın durmayın). Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” 1783
Dünya hayatı imtihandan ibarettir. Mü’minler çeşitli şekillerde imtihan olmaktadırlar:
“Size verdiği şeyleri (imkânları) sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden derecelerle (imkânlarla) üstün kılan (imtihan eden) O’dur.” 1784
“Kendisine tarafımızdan bir nimet (mal, mülk, özellik, yetenek, herhangi bir şey) verdiğimiz vakit, ‘bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” 1785
İmtihan gereği olarak verilen imkânlardan dolayı kişi şımarmamalı, kendini, beğenip gururlanmamalı, nimetlerden dolayı şükretmeli, Allah’a iyi kulluk yapmaya sebep olması için gayret etmeli. Her nimetin sorumluluğu vardır. Müslüman, bunun gereklerini yerine getirmelidir, nimetlerin imtihan için verildiğini unutmamalıdır. Elinden birtakım imkânları giden kişiler bunların imtihan gereği olduklarını bilmelidirler.
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir üzücü olay geldiği zaman, biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz derler.” 1786 Dolayısıyla insanların elindeki imkânlardan dolayı asla kıskanmamalı, o kişilere duâ etmeli, imtihanı kazanmaya sebep olacak işlerin yapılmasını temenni etmeli, duâ etmeli.
Birtakım sıkıntılar, dertler, kederler, imkânların elinden gitmesi, varlık, yokluk hep imtihan gereğidir; bunu iyi anlamak gerekir. 1787
Mü’min hasetten kaçınmalıdır. Fakat bazı insanlar gıpta edilir. Bir kimsenin başkalarında olan iyi ve güzel imkânların yok olmasını arzu etmeyerek aynı imkânların, nimetlerin kendisinde de olmasını temenni etmesinde bir sakınca yoktur ve bu haset, yani kıskançlık da değildir. Çünkü kıskançlık başkasında bulunan imkânların yok olmasını istemektir. İşte bu hasettir ve yasaktır.
“Ateşin odunu yaktığı gibi, haset de iyilikleri yakar (yok eder).” 1788
“Hasetçi adama rahat, kötü huyluya da şeref yoktur.”1789
“Kıskanç olma, kıskançlık aczin isyanıdır.” 1790
“Haset erbâbının vücudu zinde olsa bile, ruhu hastadır.” 1791
“Başkasının iyi haline bakıp üzülme, senin haline de bakıp kıskanan çok kişi vardır.” 1792
“Haset, başkalarının iyi haline tahammül edemeyen bir kudurganlıktır.” 1793
“Kıskançlık, bir güvenin kumaşı yemesi gibi insanı yer bitirir.” 1794
“Kıskançlık, insanı alçaltan ve küçülten bir duygudur.”1795
“Kıskanmak kişiye fayda vermez, bunu iyi bilmeli; kıskanmamak İslâm’ın emri, bunu iyi düşünmeli.” 1796
Gıybet
Gıybet, başkalarının hakkında onların hoşlanmayacağı şekilde konuşmaktır. Ebu Hüreyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Gıybet nedir bilir misiniz?” Ashâb: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
Bir mü’minin arkasından, hoşuna gitmeyecek şeyleri konuşmandır” buyurdu. ‘Söylediğin o kişi de varsa gıybet olur mu?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
“Söylediğin onda varsa gıybet, yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu. 1797
Görüldüğü gibi bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyeceği şekilde konuşulan şeyler o şahısta olsa bile bu gıybettir; yoksa zaten iftiradır. Bazı kişilere “kardeşinin arkasından konuşman gıybet olmaktadır, vazgeç” dendiğinde, kişi: “Ben, bu söylediklerimi onun yüzüne karşı da çekinmeden söylerim” diyerek gıybet yapmadığını dile getirmeye çalışmaktadır. Tabiî ki, yüzüne karşı söylenmeyecek sözler arkasından da konuşulmaz, fakat yüzüne karşı da söylerim diyerek arkasından konuşmak asla doğru değildir ve gıybettir. Orada olmayan şahsın aleyhinde konuşmak onu kötülemek gıybettir.
“Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli kusurunu (casus gibi) araştırmayın ve biriniz diğerini (gıybet etmesin) çekiştirmesin. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenirsiniz (değil mi?) O halde Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşayın, şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.” 1798
Ebu Ümame (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Âhirette kişinin amel defteri açılmış olarak getirilir. Defterine bakıp yapmış olduğu iyi amellerin sevabını göremeyince: ‘Ya Rabbi! Yapmış olduğum şu şu hasenât (iyi amellerim) defterimde yok’ deyince Cenâb-ı Allah (c.c.): ‘Onlar insanları gıybet etmen nedeni ile yok oldular’ buyurur.” 1799 Gıybet dinimizce haram kılınmış, yasaklanmıştır. Çünkü gıybet yüzünden insanların arası açılmakta ve çeşitli şekilde gıybetin insanlara zararı olmaktadır.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O mü’minler ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” 1800 Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a.s.):
“Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun” buyurdu.1801 Ebû Musa (r.a.)’den, şöyle rivâyet olunmuştur:
“Ya Rasûlallah, hangi müslümanlar daha faziletlidir?” diye sordum. Rasûlullah (s.a.s.):
“Elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimse, emin olunan zararı olmayan kişidir.” 1802
Hayırlı insan, kendisi bir mü’min hakkında gıybet etmez, onu kötülemez ve onun hoşuna gitmeyeceği şekilde arkasından konuşmaz. Ayrıca konuşulmasından rahatsız olur ve konuşanları uyarır. Çünkü hadis-i şerifte:
“Bir kimse kardeşinin ırz ve şerefini, (veya herhangi bir hususta) gıybet edene karşı, müdâfaa ederse (gıybete mâni olma çalışırsa) Allah Teâlâ kıyâmet günü o kimseyi cehennemden uzaklaştırır (onu korur).” 1803 buyurmaktadır. Akıllı mü’min kendine ve insanlara zararlı değil, faydalı olandır.
İmam Gazalî, Kimya-yı Saâdet kitabında gıybetin ilacını şu şekilde belirtiyor:
“Bil ki, gıybet arzusu bir hastalıktır, ilacını bilmek ve kullanmak vâciptir. İlacı ise iki çeşittir:
Birincisi ameldir. O da ikidir. Biri, buraya kadar gıybet hakkında anlatılan hadis-i şerif ve sözleri düşünürse, onlar ki yaptığı her gıybet, amel defterinden sevabı, gıybet ettiğinin defterine geçirir. Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki; “Gıybet, insanın sevabını, iyi amellerini, ateşin kuru odunu yaktığı gibi yakar.” Hatta sevabı günahından fazla olan bir kimsenin, yaptığı bu gıybet ile günah kefesi ağır gelir ve bu yüzden cehenneme gider. Diğeri de, kendi gıybetini düşünmesi olup, o kimsenin de böyle kötü işlerde mâzur olduğunu zanneder. Kendisinde hiç ayıp bulamazsa, câhillik ve bilgisizlik yolundan olan ayıbını bütün ayıplardan fazla bilsin. Doğru söylese bile, ölü eti yemekten büyük ayıp yoktur. Ayıpsız olan, kendini niçin ayıplı etsin. Şükürle meşgul olsun ve kendisini o işte kusur ederse, kulların kusursuz olmayacağını düşünsün. Küçük günah bile olsa, kendini tamamen şeriata uyduramayan, kendine hâkim olamayan diğer insanlar kusur ederse niçin şaşsın!
Şâyet yaradılışında bir ayıp, bir kusur varsa; ‘böyle yaratılmıştır, elinde bir şey yoktur ki bundan kurtulabilsin’ demelidir.
İkincisi tafsilli ilaçtır:
Gıybete sevk eden şeyin ne olduğuna dikkat etmektir. Bu da sekiz şeyin dışında değildir.
Birinci Sebep:
Bir sebeple ona kırgın ve kızgın olmaktır. Bir kimseye kızıp da kendini cehenneme atmanın aptallık olacağını bilmektir. Bu kendine düşmanlıktır.
İkinci Sebep:
Diğer insanların rızâsını kazanmak için onlara uymak ister. Bunun ilacı, insanların rızâsı için Allah Teâlâ’nın gazabını, kızgınlığını kazanmanın aptallık ve câhillik olduğunu bilmektir. Bilakis onlara kızarak darılarak Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmayı istemek lâzımdır.
Üçüncü Sebep:
Kendisine bir hıyânet izâfe ettiklerinde kendini kurtarmak için bunu başkasına atmaktır. Bu durumda düşünmelidir ki, Allah’ın gazabı insanlarınkinden hem daha şiddetli, hem de muhakkaktır. Başkasını suçlayarak kurtulması ise şüphelidir. Gerçi o ithamı reddedebilir, fakat başkasına atmamalıdır.
Dördüncü Sebep:
Bir kimse kendini övmek ister; övmez de, başkalarını gıybet eder. Böylece kendi üstünlüğünü ve iyi biri olduğunu gösterir. Meselâ der ki; ‘filan bir şey anlamaz, filan riyadan kaçınmaz’ yani ‘ben anlarım, ben kaçınırım’ demek istemektedir. Akıllı olanın bu câhilliğe inanmayacağını, onun üstünlük ve zâhidliğini kabul etmeyeceğini bilmelidir. Akılsız olanların ise kendisine inanmasında ne fayda olabilir? Bilakis fayda, kendini Allah Teâlâ’nın huzurunda kusurlu bilmektir. Yoksa elinde bir şey olmayan bir zavallı kulun yanında daha yüksek olmakta fayda yoktur.
Beşinci Sebep:
Haset etmektir, çekememezliktir. Mevki, ilim ve mal sahibi olan bir kimseyi insanların iyi bilmesidir. Onu çekemez, hatalarını aramaya başlar, ona düşman olur. Hakikatte ise kendine düşmanlık eder, bilmez. Çünkü bu dünyada üzüntü ve haset eleminde, azâbında olur. Öbür dünyada da gıybet azâbına düşer.
Altıncı Sebep:
Kötü ve kusurlu iş yapanlarla alay etmek ve gülmektir. Bilmiyor ki, Allah Teâlâ’nın huzurunda kendisinin yaptığı kusur, o kimsenin insanlar yanında yaptığı kusurdan daha büyüktür. Eğer kıyâmet gününde, onun günahlarını, merkebe yükler gibi, senin boynuna yükleyip cehenneme süreceklerini düşünsen, gülünmeye ve alay edilmeye kendinin daha lâyık olduğunu anlarsın. Ve yine anlarsın ki hali böyle olan bir kimse, aklı varsa alay ve gülme ile uğraşmaz.
Yedinci Sebep:
Başkası bir günah işleyince, din yolundakiler gibi Allah Teâlâ’dan korkar, üzülür. Üzüntüsünden de doğru söyler. Fakat bunu anlatırken o kimsenin ismini de söyler ve bunun gıybet olduğunu bilmez. Ve yine bilmez ki, şeytan kendisine haset etmiştir. Çünkü o üzüntü sebebiyle kendisine sevap verileceğini bilir. O kimsenin ismini söyler, o gıybetin günahı o sevabı yutar.
Sekizinci Sebep:
Allahu Teâlâ’nın indinde günah olan bir şeyi yapana kızar, yahut ona şaşar. Bu şaşkınlık ve kızgınlık esnâsında o kimsenin adını söyler ve insanların bilmesini ister. Bu kızgınlık sevâbını, gıybet ile götürür. Kızgınlığını ve hayretini söylemeli, ismini ise katiyen söylememelidir. Bil ki, gıybet, yalan gibi haramdır. 1804
Gıybetin Câiz Olduğu Yerler Şunlardır:
1- Haksızlığa uğrayan kişinin hakkını savunmak ve almak için salâhiyetli kişilere şikâyette bulunurken her şeyi açıklayabilir; zâlimin zulmünü anlatabilir.
2- Yapılan kötülüğü ve günahkârı doğru yola getirmek gayesiyle başkasından yardım isterken,
3- Fetvâ alırken, yeterli bir şekilde bilgi vermek için,
4- Bir müslümanı kötülük ve zarardan korumak için,
5- Bir insan, kusurundan meydana gelen lakabıyla meşhur olursa, onu küçük düşürmek için değil, onu tanıtmak için,
6- Alenen (açıkça) günah işleyen birisinin açıktan günah işlediğini anlatmak için. 1805
Gıybet yapmak, insanlara zarar veren ve müslümanların amel defterindeki sevapların azalmasına, böylece de âhirette çok zor duruma düşmesine sebep olan gerçekten çok kötü bir davranıştır. Gıybetten hassâsiyetle kaçınmak gerekir. Dolaysıyla gıybete sebep olan hususları iyi bilmeli ve ondan kendimizi korumalıyız.
İmam Gazali (rh.a.) gıybete sevk eden hususları belirtmiştir: Bunlar, özetle şöyledir:
1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlarının kendisini konuşturup dinlemeleri ve kendisinin de onlara uymasıdır. Onlar, onun bu gibi dedikodularından zevk alıp, onu hoşnutlukla dinledikleri zaman dedikoduyu kesip sözü değiştirmesi veya oradan kalkıp ayrılması, arkadaşlarının ağırına gidip kendisini terk edeceklerinden korkarak onlarla gıybete dalması,
3. Kendi aleyhine olacak şeyin olmaması için gıybet etmek,
4. Kendisine isnad edilen şeyi başkasına yüklemek ve bu surette kendini kurtarmak için gıybet etmek,
5. Kendini üstün görmek ve başkasını küçük göstermek için, ‘o câhildir, aklı ermez, sözü değersizdir’ şeklindeki konuşmalar gibi,
6. Haset, çekememezlik bazen insanların birini övüp meth etmelerine, ona saygı göstermelerine dayanamadığından, (kıskandığından) onu insanların gözünden düşürmek maksadıyla aleyhinde konuşur.
7. Gülüp eğlenmek ve hoşça vakit getirmek için başkalarının ayıp ve kusurlarını sıralamaktan ibarettir ki, bunun sebebi de kendi kendini beğenmektir.
8. Adamı küçük gördüğü için, hem yanında, hem gıyabında adam ile alay etmektir. Kendini büyük görüp, diğerini küçümsemesidir. 1806
Bu gibi basit hususlardan dolayı gıybet edip hem dünyada hem de âhirette rezil olmaya değer mi? Dolayısıyla ‘nasıl gıybet yaparız, hoş vakit geçiririz’ diye değil, ‘nasıl gıybetten korunuruz’ onu düşünmeli.
Enes (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet edildi:
“Yanında bir müslümanın gıybeti yapılırken gücü yettiği halde onu savunmayıp (gıybete mâni olmaya çalışmayan) kimse de dünya ve âhirette gıybet etmişçesine günaha girer (gıybet cezasını çeker).” 1807
Bir kimsenin arkasından konuşulduğunda sadece onun gıybet eden günaha girmez Aynı zamanda gıybeti dinleyen de ona mani olmaya çalışmayan da günaha girer.
İnsan, ya gıybete engel olmalı veya oradan gitmelidir; yoksa, gıybet etmişçesine o da günaha girer. 1808 Dikkat etmeli, ne gıybet etmeli, ne de gıybet edilmesine müsaade etmeli; gücümüzün yettiği kadar gıybete mâni olmaya çalışmalı veya oradan uzaklaşmalı. İyi bir mü’min, İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı hassâsiyet gösteren ve ona uymaya gayret eden kişidir.
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” 1809
“Gıybet âcizlerin işidir.” 1810
“Sana başkasından dedikodu getiren, senden de başkasına dedikodu götürür.” 1811
“Elin ayıbını sana söyleyen, senin ayıbını da ele söyler.” 1812
“Arkadan yapılan gıybetin büyüktür yâresi /Dilini tutmaktır bu günahın büyük çaresi.” 1813
“Kıymetten düşmek istemezsen kimseyi kıymetten düşürme”
“Dedikodu nâmertlerin işidir.” 1814
“Tabii ki gıybet yapmak çok yanlıştır. Bu hataya düşmemeye gayret etmek lâzımdır.” 1815
Zan
Zan: Kesin inanca sahip olmamak, sanmak, tahminde bulunmak demektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler; zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu ( hatalarını) araştırmayın.” 1816
Zan iki çeşittir:
1- Hüsn-i Zan (Güzel Zan): Kişiler hakkında güzel düşünmek, iyi kanaat sahibi olmak demektir. Bir Müslüman diğer Müslüman hakkında iyi düşünmeli, hüsn-i zan beslemelidir.
2- Sû-i Zan (Kötü Zan): Kişiler hakkında kötü düşünmek ve kötü tahminlerde bulunmak demektir. Bu da kötü huylardan biridir ve haramdır. Haram olmasının sebebi herkesin kalbinde olanı, gaybı bilen sadece Allah Teâlâ’dır, O bilir. Dolayısıyla gözüyle görüp de te’vil kabul etmeyen kati bir mâlumata sahip olmadıkça, herhangi kimse için kötü düşünmeye kimsenin hakkı yoktur. Gözünle görmeyip de kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır.1817 Bundan dolayı çok dikkat etmeli, kesin bilmediğimiz hususlarda “şu şöyledir, bu böyledir, sen benim hakkında kötü düşünüyorsun, benim kötülüğümü istiyorsun” gibi şeytanî duygulara kapılmamalı, ön yargılarda asla bulunmamalı. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İyice (kesin) bilmediğin bir şeyi söyleme, arkasına düşme (ön yargıda ) bulunma. Çünkü kulak, göz, (dil), kalp bunların hepsi yaptıklarından mesuldür.” 1818
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlara, yapmadıkları (kötü düşünceden ve suçlardan) bir şeyden dolayı eziyet edenler bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” 1819 Yapmadıkları şeylerden sanki yapmış gibi suçlamada bulunmak iftiradır. İftira etmek günahtır ve yasaktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Zan şüphesiz ki gerçeği ifade etmez.” 1820
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Siz, sû-i zan (kötü zan) etmekten sakınınız; Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır.” 1821
Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslümanın kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.” 1822
Bir müslümanı küçük düşürmek için ona iftirada bulunmak, ona hakaret etmek, onu kötü duruma düşürmeye çalışmak çok yanlıştır. Kişinin, kendisinin dünya ve âhirette daha kötü duruma düşebileceğini düşünerek bu kötü davranıştan vazgeçmesi gerekir. Mü’minlerin birlik beraberlik içerisinde birbirleri ile iyi geçinmesi için uğraşmalı, aralarının açılmasına sebep olacak hususlardan sakınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.):
“Ara bozmak için laf getirip götüren kimse cennete giremez” 1823 buyurmaktadır. Dolayısıyla müslümanların arasını açmaya değil, yapmaya çalışmalıdır. “Mü’minler ancak kardeştir, o halde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın ki rahmet olunasınız (cennete giresiniz)” 1824 buyrulmaktadır.
Müslüman İslâm’a teslim olan kişidir. Dolayısıyla İslâm’ın istediği şekilde, müslüman şahsiyetini ortaya koymalıdır, müslüman olmak neyi gerektiriyorsa onu yapmaya çalışmalıdır. Yaratılış gayemiz sadece Allah’a kulluk olduğuna göre, 1825 müslümana düşen en önemli görev de sadece Allah’a kulluk yapmak, O’nun sevdiği ve râzı olduğu kul olmaya çalışmaktır.
“Kulluk yalvarışınız olmasa Rabbiniz size ne diye önem versin (niye cennete koysun)?” 1826 Dünyada en önemli şey, Allah’ın emrettiği gibi kul olmaktır. Bu da kulluk bilincine ermek ve gerekeni yapmakla mümkündür.
“De ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetim, hayatım ve ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir (deyin ve böyle yaşayın)” 1827 buyrulmuştur.
Böylece bütün yaşantımız, Allah ve Rasûlünün emrettiği gibi olmalıdır.
Gerçek bir müslüman olmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Bu konuda çok sayıda kitap yazılmış, bunlardan bazıları şunlardır:
1- Muhammed Kutup, Biz Müslüman mıyız?, Hilal Yay.
2- Mevdûdî, Gelin Müslüman OIalım, Pınar Yay.
3- Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, Beyan Yay.
4- Beşir İslâmoğlu, Kulluk Bilinci, Denge Yay.
5- Ö. Vehbi Hatipoğlu, Müslümanın Müslümanlaşması, Mesaj Yay.
6- Fethi Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, İslamoğlu Yay.
7- Prof. Dr. M. Ali Haşimi, Müslümanın Şahsiyeti, Risale Y.
8- Abdullah Büyük, Allah’tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Suffe Yay.
9- Hüseyin Caneri, Ahlâk Bilinci, Denge Yay.
10- Beşir İslâmoğlu, Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Pınar Yay.
11- Mehmet Emre, Müslümanca Yaşama Sanatı, 1-3, Çile Yay.
12- Mehmet Hulusi İşler, Allah ve Resulünün İstediği Gerçek Müslüman, İşler Yay.
13- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yay.
14- Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, 1-2, İnkılap Yay.
15- Mevdûdî, İslâmî Kavramlar, Pınar Yay.
16- Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay.
17- Muhammed Kutup, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Risale Yay.
18- Dr. Sadık Kılınç, Kur’an’da Günah Kavramı, Hibaş Yay.
19- Ahmed Kalkan, Müslümanın Akaidi, Özel Yay.
20- Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, vdğ. İslâm’da inanç Esasları, M.Ü.İ.Fakültesi Vakfı Yay.
21- Dilaver Selvi, Temel İnanç Esasları, Semerkand Yay.
22- Kul Sadi Yüksel, Kelime-i Tevhid Davası, Yenda Yay.
23- Kul Sadi Yüksel, Bu Böyledir, 1-2, Yenda Yay.
24- Kul Sadi Yüksel, Arınmanın Yolu, Tevbe, Yenda Yay.
25- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Aileyi Korumak, Yenda Yay.
26- Kul Sadi Yüksel, İlmi Kuşanmak, Misyon Yay.
27- Kul Sadi Yüksel, Kurtuluş Adımları, Misyon Yay.
28- Kul Sadi Yüksel, İnsanı İhya, Misyon Yay.
29- Kul Sadi Yüksel, Muvahhidlerin Akidesi, Yenda Yay.
30- Kul Sadi Yüksel, Muvahhid Şahsiyet, Yenda Yay
31- M. Zekeriyya Kandehlevi, Kur’ân ve Sünnete Göre Mutluluğun Kazanılması, Terc. Harun Ünal, Vahdet Yay.
32- Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge Yay.
33- Mustafa İslamoğlu, Yürek Fethi, Denge Yay.
34- Mustafa İslamoğlu, Tasiyeler, 1-3, Denge Yay.
Ve kişisel gelişim için şu kitaplar da okunabilir:
1- Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Başarının Prensipleri, Seha Yay.
2- Dr. Sevim Asımgil, Fert ve Ailede Mutluluk Yolu, Timaş Yay.
3- Cemal Uşşak, Başarının Yolları, Nesil Yay.
4- R. Şükrü Apuhan, Başarı Yolunda 70 Altın Kural, Timaş Yay.
5- Abdullah Çelikkanat, Başarının 100 Kuralı, Nesil Yay.
6- Ali Erkan Kavaklı, Başarıya Götüren Yol, Nesil Yay.
7- Yrd. Doç. Dr. Nurullah Genç, Zirveye Götüren Yol Yönetim, Timaş Yay.
8- Cemil Tokpınar, Ömür Boyu Aşk, 1-2, Nesil Yay.
9- Vehbi Vakkasoğlu, Doğru Düşünme ve Başarma Sanatı, Türdav Yay.
10- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, T.D.V. Yay.
11- Şaban Piriş, Gençlik Rehberi, İstişare Yay.
12- A. Muhtar Büyükçınar, Mutluluk Yolları Hayat Kitabı, Hikmet Yay.
Yukarıda sıraladığımız kitapların okunması; gerek ferdî ve ailevî gelişim, gerekse insanlarla geçinme ve diğer problemleri aşmada bize fayda sağlayacaktır. Kişisel gelişim için şu kitaplar da faydalıdır, okunabilir. Fakat dikkatli okunmalı, çünkü batılılar tarafından yazılan bu tür kitaplar, İslâmî bir anlayışla yazılmadığından ötürü “kader ve âhiret” hususunda vs. İslâm’a uymayan görüşler de var. Fakat çok iyi formüller, örnekler de var, bunlardan faydalanmak mümkün, Tabiî ki, seçici olmak gerekir.
Rasûlullah (s.a.s.):
“İlim, mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa almaya en lâyık olan odur” 1828 buyurmaktadır.
Dolayısıyla insanlara faydası olacak ilim, kim tarafından ortaya konursa konsun, onu almalı ve ondan faydalanmalı. Batılıların yazdığı kişisel gelişim kitaplarından en önemlileri şunlardır:
1- Dale Carnegie, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Timaş Yay.
2- Dale Carnegie, Üzüntüsüz Yaşama Sanatı, Timaş Yay.
3- Dale Carnegie, Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı, Timaş Yay.
4- Anthony Robbins, İçindeki Devi Uyandır, İnkılap Yay.
5- Anthony Robbins, Sınırsız Güç, İnkılap Yay.
6- Arthur Pine, Bir Kapı Kapanır Bir Kapı açılır, Sistem Yay.
7- John Maxwell, Başarı İçin, Sistem Yay.
Bu tür kitapların faydası olmaktadır. Ancak seçici olmak gerekir.
Bu kişisel gelişim kitapları “mutlak başarıya götürür” diye düşünmek de çok yanlıştır.
İnsanların gücü sınırlıdır. Mutlak başarı sadece Allah’a aittir. “Allah neyi dilerse yapar. Bir işin olmasını isterse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.” 1829
Dünya hayatı imtihandır. İnsanlar yapacağı işlerde başarılı olabilir de, olmayabilir de. Eğer başarıya ulaşılmışsa Allah Teâlâ’ya şükretmeli.
“Başarım ancak Allah’ın yardımı (nasibi) iledir.” 1830
“Sana (insanlara) gelen her iyilik (ve başarı) Allah’tandır. (Allah’ın nasibi iledir.)” 1831 Müslüman kişi bu anlayışta olmalıdır.
Gerçek müslüman İyi ahlâk sahibi olmaya özen gösteren, Allah ve Rasûlü’nun emrettiklerini yapmaya gayret eden kişidir.
“En hayırlınız, ahlâkça en iyi olanınızdır.” 1832
“Allah katında en sevgili kullar ahlâkı en güzel olanlarıdır.” 1833
“Güzel ahlâk en hayırlı dosttur. Çirkin ahlâk en zararlı düşmandır.” 1834
“En güzel edeb; güzel ahlâk, en şiddetli fakirlik ahmaklık, en vahşi vahşet; kendini beğenmek ve en üstün zenginlik akıldır.” 1835
“Ahlâk güzelliği, beden güzelliğinden daha güzel ve daha devamlıdır.” 1836
“Ahlâkı kötü insanla sohbet etme ki, günah irtikâbına meyletmeyesin.” 1837
“Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyâkat görmedim.” 1838
“Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli; /Tek halâs imkânı var; Ahlâkımız yükselmeli.” 1839
“İskender, adı güzel, ahlâkı kötü bir adama demiş ki; ya adını değiştir, ya ahlâkını.” 1840
“Ahlâkta, sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, ancak yapılır.” 1841
“Milletler parasızlıktan değil; ahlâksızlıktan çökerler.” 1842
“İslâm insanlara en iyi ahlâk düzenini getirmiştir. Gayr-i İslâmî ahlâk anlayışı ise, bu düzeni getirmekten âcizdir.” 1843
Dostları ilə paylaş: |