Âdem (a.s.) ilk insandır. Kâinatta Âdem (a.s.)’dan önce yaratılmış 72 melek ve cin adını taşıyan iki varlık daha vardı. 73 İnsan olarak ve halife niteliğiyle yaratılacağı haber verilen Âdem için meleklerin ne dediklerini Kur’an’dan izleyelim:
“Hani Rabbin meleklere: Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim, demişti. Onlar da biz Seni övüp yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? dediler. (Allah) şüphesiz, sizin bilmediğinizi Ben bilirim, dedi.” 74
Merhum Mevdudi tefsirinde bu konuyu şöyle izah ediyor:
Kur’an burada insanlık tarihinin bir bölümüne, başka türlü ispatlanması mümkün olmayan insanın yaratılışına ışık tutuyor. Şüphesiz bu daha güvenilir bilgi, sadece tahmine ve yerin altından çıkarılan kemiklere dayanan bilgiden çok daha önemlidir. Her şeyin ötesinde bu bilgi insanı, zavallı bir evrim yaratığı seviyesinden yeryüzündeki halife seviyesine çıkarmaktadır.
Halife, kendisine otorite tarafından verilen görevleri, onun yerine kullanan kişidir. O halde insan mâlik değildir, o sadece temsilcidir ve kendisine gerçek Hakim tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip değildir. Onun görevi, temsil ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Eğer verilen yetkileri kendisinin sanır veya bu yetkileri kendi arzularına göre kullanırsa veya bir başkasının hâkimiyetini kabul edip, onun isteklerine boyun eğerse; bu, isyan ve ihânet olur.
“Hani Rabbin meleklere muhakkak Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti. Onlar da: Biz Seni övüp yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? dediler.” 75
Bu soru, itiraz amacıyla değil, mesele hakkında daha faza bilgi sahibi olmak amacıyla sorulmuştur. Melekler, Allah’ın hiçbir işine itiraz edemezler. Onlar halife denince, yaratılacak varlığa bazı güçler verileceğinin anladılar; fakat böyle bir yaratığın, evrenin zorunlu kanunlarla yönetilen düzenine nasıl uyum sağlayacağını anlayamadılar. Yaşadığı evrende, düzenin nasıl devam edebileceğini de anlayamadılar.
Bununla, halifeliğin kendilerinin hak ettiğini ve bu yüzden halifeliğin kendilerine verilmesi gerektiğini söylemek istemiyorlardı. Söylemek istedikleri şuydu:
“Biz Senin emirlerini, boyun eğerek, itaatle ve isteyerek yerine getiriyoruz; bütün evreni temizlik ve düzen içinde muhâfaza ediyoruz, ve Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz. Bu nedenle niçin bir halifeye ihtiyaç duyulduğunu anlayamıyoruz” demek istediler. 76
Allah (c.c.) meleklere:
“Şüphesiz, sizin bilmediğinizi Ben bilirim” 77 buyurdu. Bu konu, İbn Kesir tefsirinde şöyle izah ediliyor:
İbn Kesir der ki; melekler “ yeryüzünde fesat çıkarıp kanlar dökecek kimse yaratacaksın.” demişlerdi. Zira Allah (c.c.) hem bu gibi hallerin Âdemoğlunun yapısına sahip her yaratıktan zuhur edebileceğini kendilerine haber vermiş, hem de bu konuda sual sorna müsaadesi vermişti. Bunun üzerine melekler bu suali sormuşlardı.78
Tabiî ki, melekler de Allah’ın bildirmediği şeyleri bilemezler, 79 bilmeleri de mümkün değildir. Allah (c.c.) her şeyi bilir. O’nun dışındaki bilgiler sınırlıdır. Bu sınır melekleri, cinleri, peygamberleri, velileri, evliyaları, bütün insanları, her şeyi kapsar. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” 80
Âdem (a.s.) ilk insan ve ilk peygamberdir. Yaratılışı ve hayatı Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmiştir:
“Allah (c.c.) onu (Âdem’i) topraktan yarattı, sonra ona ol dedi ve (insan) oluverdi.” 81
“O’nun (Âdem’in) yaratılışını tamamladığım (insan şekline koyduğum) ve ona ruh verdiğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.” 82
“Allah, Âdem’e bütün isimleri eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere gösterdi. ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini Bana bildirin’ dedi. Melekler ‘Ya Rabb Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur’dediler.” 83
Istılahlar (terimler) insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır.
Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Âdem (a.s.)’a her şeyin isimlerini öğretilmesi, onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir.84 Bu isimler insanların tanışmalarını, anlaşmalarına sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, gök, deniz, dağ vs. 85
“(Allah) ‘Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!’ dedi. O da bunları isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki:
‘Size demedim mi? Göklerin ve yerin gaybını da, gizli tuttuklarınızı da açığa vurduklarınızı da gerçekten Ben bilirim.”86
Secde
“ Meleklere (ve cinlere) Âdem’e secde ediniz!’ dedik. İblis hariç, hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük taşladı, böylece kafirlerden oldu.” 87
Şeytan secde emrine uymadı. Bunun üzerine Allah ile Şeytan arasında bir konuşma geçti:
“(Allah) buyurdu: (Şeytana) ‘sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ (Şeytan) ‘Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın’ dedi.” 88 Burada “beni ateşten, onu da topraktan yarattın” sözü doğru, fakat “ben ondan (hayırlıyım) üstünüm” sözü yanlıştı. Kimin üstün olduğunu ancak Allah (c.c.) bilir. Gururlanmaya, üstünlük taslamaya dayanan görüşü ve Allah’ın emrine karşı çıkışı, onun Allah (c.c.) katındaki değerini tamamen kaybettirmiş ve imtihanı kaybetmesine sebep olmuştur. Şeytan, melek değildi. Melekler nurdan yaratılmış varlıklardır. Şeytan ise ateşten yaratılmış cinlerdendi. 89
“Şeytan ‘ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde eder miyim? (etmem)’ dedi.” 90 Bu şekilde İblis (Şeytan) tercihini ortaya koydu. Allah (c.c.)’ın emrini yerine getirmeyeceğini kesin olarak belirtti. Artık bundan sonra başına gelecek her türlü zorluk ve felâkete katlanacak, istemese de. Çünkü Allah’a isyan cezâyı gerektirir. Cezâsı ne ise onu görecektir. “Allah (c.c.): ‘öyle ise oradan (meleklerin içinden) çık! Çünkü sen kovuldun’. Muhakkak ki kıyâmet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır.” 91
Şeytan isyan, gurur ve kibrin cezasını bulmuştur. Bu isyandan dolayı nimet ve rahmetten ebediyyen kovulmuştur. Şeytan şaşırmıştı. Âdem’den üstün olduğunu iddia ederken elinde olan nimetlerden de mahrum kalmıştı. Elindeki nimetlerin yanından da uzaklaştırıldı, kovuldu.
“İblis ‘bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’ dedi.” 92 O zamana kadar yaşayıp insanları bol bol azdırmak, haktan, Allah’ın emirlerinden uzaklaştırmak, onları kandırmak yahut o vakte kadar ölümden kurtulmak istiyordu. İnsanların tekrar yeniden âhirette dirilecekleri günden sonra ölüm yoktur. 93 Bu şekilde Şeytan kurtulacağını sanmıştı. “(Allah) ‘o halde sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin’ dedi.” 94
Şeytan arzusuna belirli bir ölçüde kavuşmuştu. Belirli güne (kıyâmet gününe) kadar yaşayacaktı. Ama ne yapacaktı? Nasıl yaşayacaktı? Suçunu kabul edip affettirme yolunu mu seçecekti? Yoksa daha da azgınlaşacak ve azdıracak mıydı? 95 Şöyle dedi:
“Ey Rabbim! And olsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (insanlara) (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım (kandıracağım). Ancak, onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” 96
Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin.” 97
“Allah buyurdu: Haydi sen yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! And olsun ki, onlardan (insanlardan) kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” 98
Allah (c.c.) Şeytana kıyâmete kadar yaşama ve insanları doğru yoldan saptırma fırsatı verdi. Fakat kim Şeytana uyar, Allah’ın emir ve yasaklarına aldırmaz, Şeytanın yolundan giderse, o insanları Şeytanla beraber cehenneme atacağını bildiriyor.
Şeytan Âdem (a.s.)’ın yaratılışı nedeniyle tâbi tutulduğu imtihanda hislerine kapılarak gurur ve kibir yüzünden Allah’ın emrine karşı gelerek imtihanı kaybetti. Tabiî ki, Âdem (a.s.) ve ondan türeyen kıyâmete kadar bütün insanların en büyük düşmanı olma, onlara vesvese ile kötü yanlış, gurur, kibir, haksızlık, ahlâksızlık, Allah’ın emirlerine karşı gelme duygusu ve düşüncesini vererek kendi gibi bütün insanların imtihanı kaybetmesi için elinden geleni yapacağı Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir:
“And olsun ki, ben de onları (insanları) saptırmak (doğru yoldan, hak yoldan uzaklaştırmak) için Senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve ‘Sen onların çoklarını şükredenlerden (Sana kulluk yapanlardan) bulamayacaksın’ dedi.” 99
Rabbimiz Allah’ın beyanı da şöyle:
“İnsanlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” 100
Âdem (a.s)’den itibaren insanın imtihanı başlamıştı. Artık kim Allah’ın emrine uyarsa o, imtihanı kazanacak, kim de Şeytana uyar, Allah’ın emirlerini terk ederse, yaptığı yanlışlık ve günahlardan tevbe etmez, pişman olmazsa, Allah’a kulluk görevlerini yapmaz, Şeytanın izinden giderse imtihanı kaybedenlerden olacak ve Şeytan gibi sonu perişanlık olup, gideceği yer cehennem olacaktır. 101
Hz. Havva’nın Yaratılışı
Hz. Havva, insanlığın anası, ilk kadın. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in eşidir. Hz. Havva ve Hz. Âdem’in gerek yaratılışları gerekse cennetteki ve dünyadaki hayatları hakkında çok çeşitli rivâyetler bulunmakla birlikte, bunların büyük bir bölümü, İsrâiliyyattan 102 olduğu için kesin ve güvenilir bilgi içermezler. 103 Kur’ân-ı Kerim ise bize şu net bilgileri vermektedir:
“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten ve ondan da eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının.” 104
“Allah, sizi bir tek nefisten yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi.” 105
“Sizi bir tek candan (Âdem’den) yarattı, gönlü ısınsın diye ondan eşini (Havva’yı) var etti.” 106
Bütün insanların bir tek ana babadan yaratıldıkları ve bu nedenle insanların birbirinden türemiş olduğu hatırlatılıyor.
“O sizi tek bir nefisten yarattı.”
İlk önce bir tek insan yaratılmış ve bütün insanlık da ondan türetilip yeryüzüne yayılmıştır. Hz. Âdem’in bir tek kişi olduğunu öğreniyoruz. O bütün insanların kendisinden türetildiği ilk insandı.
“Ondan da eşini yarattı.”
Eşinin ondan nasıl yaratıldığı konusunda ayrıntılı, kesin bir bilgiye sahip değiliz. Müfessirler genellikle Hz. Havva’nın 107 Hz. Âdem’in (a.s.) kaburga kemiğinden yaratıldığını söylerler. Kitab-ı Mukaddes’te de aynı hikâye vardır. Fakat Kur’ân-ı Kerim bu konuda sükût eder. Detay vermez. Bu konuyu destekler nitelikteki Hz. Peygamber (s.a.s.) hadisi de anlaşılanlardan farklı bir anlama delâlet eder. Bu nedenle yapılacak en iyi şey, bu meseleyi Kur’an’da bırakıldığı şekilde belirsiz bırakmaktır. 108 Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in sol eğe kemiğinden yaratılmış olması, karşılıklı konuşmaları ve bunlara ait olan detaylar, Kur’an ve hadislerde yer almamıştır; bunlar tamamıyla İsrâiliyyâta dayanmaktadır. Bu konu aynen Tevrat’tan aktarılmıştır. 109 Bu konuda hadis olduğunu söyleyenlerin belirttikleri hadislerden Hz. Havva’nın Hz. Âdem (a.s.)’ın sol kaburga kemiğinden yaratıldığı hususu çıkmamaktadır.
Kadınlarla iyi geçinmeyi, onların eğitim ve öğretimini tavsiye eden sahih hadislerde kadın, kaburga kemiğine benzetilmiştir. Bazı hadislerde de eğe kemiğinden yaratıldığı ifade edilmiştir.110
Bu hadislerden Havva’nın yaratılışına ait tafsilat çıkarmak mümkün değildir. Çeşitli mecâzî yorumlara müsait olan hadislerin esas hedefi, kadınlara karşı yumuşak hareket etmenin ve onlara iyi davranmanın önemini göstermektir. 111 Hadislerde âlimlere göre kadının maddî yönden eğe kemiğinden yaratıldığına dair açık ve sarih bir ifade yoktur. 112 Görüldüğü gibi Kur’an’da ve sahih hadiste bu konuyla ilgili açıkça izah olmadığına göre, Hz. Havva’nın yaratılışını Kur’an’da belirtildiği gibi anlamalıyız.
“Allah sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı. Sonra ondan da eşini (Havva’yı) yarattı.” 113
Kur’an, Hz. Havva’nın Hz. Âdem’den nasıl ve ne şekilde yaratıldığını bildirmiyor. Bu konu şöyledir, böyledir demeye gerek yoktur. Hele İsrâiliyyât kaynaklı ise hiç gerek yok. Tevrat ve İncil kaynakları içinde uydurulmuş hikâyeler de vardır. Önemli olan husus, İslâm’da hangi konu olursa olsun, Kur’an ve sahih hadise dayanması gerekmesidir. 114
İlk Misak
Allah Teâlâ’nın bütün insanlardan ruhlar âleminde iken “misak” aldığı mütevâtir haberlerle (nassla) sâbittir. Bu bir anlamda Allah Teâlâ ile insanlar arasında tahakkuk eden, mânevî mukaveledir. Her mü’min “ne zamandan beri müslümansın?” sualine “Kâlû Belâ’dan beri” diyerek bu misakı zikreder. Dolayısıyla “misak” kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.
Lugatta; sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak gibi mânâlara gelir. Misak, kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma demektir. 115
“Allah Teâlâ’nın Âdem (a.s.)’dan ve zürriyetinden almış olduğu ‘misak’ haktır.” 116
İnsan yeryüzüne gelmeden Rabbi Allah (c.c.) ile bir sözleşmede bulunmuştur. İnsan, ilk sözleşmede, misakta Allah’ı Rabb olarak tanımış, kendi kendisinin şâhidi olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinde söz konusu edilen bu ilk misak özetle hayatın başlangıç noktasında yapılan bu sözleşme, hayatın sonunda insanın Rabbine karşı sunacağı bir mâzereti olmasın diyedir. 117 Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şâhit tutmuştur. ‘Evet (buna) şâhidiz’ dediler. Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdik!’ demeyesiniz. Yahut ‘(ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mı ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şâhit tutmuştur).” 118
Merhum Mevdûdî tefsirinde bu âyeti şöyle izah ediyor:
“Misak” bütün insanlığın bir anlaşma ile kayıtlı olduğunu hatırlatmak için, hitap tüm insanlığa çevriliyor. İnsanlar, o sözleşmenin şartlarını ne dereceye kadar yerine getirip getirmedikleri hususunda hesaba çekileceklerdir.
Değişik rivayetlerden öğreniyoruz ki, bu Hz. Âdem’in yaratılışı esnasında olmuştu. O an, bütün meleklerin bir araya toplanarak Âdem’in önünde yeryüzünün halifesi olduğu resmen ilan edilmişti. Aynı şekilde, kıyâmete kadar doğacak bütün nefisler bir kerede ve bir yerde hepsi toplanılmış, akletme yetkileri kendilerine verilmiş olarak ve Allah'ın huzurunda O’nun kendilerinin Rabbi olduğunu itiraf etmeleri istenmiştir.
Hz. Ubey b. Kâ’b’dan, büyük ihtimalle Hz. Peygamberden alınan bilgiye dayanan bir hadis, bu âyeti en güzel tefsir eder.
“Allah (c.c.) ruhlar âleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan sûretini ve konuşma kabiliyetini verdi, sonra onlardan bir ahit aldı ve buna bizzat kendilerini şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sordu. Onlar, hiç şüphe yok ki, ‘yalnız Sen bizim Rabbimizsin’ diye karşılık verdiler. Sonra Allah (c.c.) ‘hesap gününde bizim bilgimiz yoktur’ diyerek mâzeret ileri sürmeyesiniz diye yerleri, gökleri ve babanız Âdem’i, bu konuda şahit olmaya çağırıyorum, o zaman Benden başka ibâdete lâyık hiçbir şeyin olmadığını ve Benden başka ilâh olmadığını iyice kafanıza yerleştirin. Bana herhangi bir şeyi ortak koşmayın. Sizlere, Benimle yaptığınız bu anlaşmayı devamlı hatırlatacak peygamberlerimi ve kitabımı göndereceğim dedi. Buna bütün insanlar ‘şehadet ederiz ki, yalnızca Sen bizim Rabbimiz ve ilâhımızsın, senden başka İlâh ve Rabb yoktur’ diyerek cevap verdiler.” 119
Bazıları A’râf suresinin 172. ve 173. âyetlerini birer sembolik anlatım olarak alırlar.
Bunlara göre, Kur’an, bu üslûpla, âdeta, Allah'ın ulûhiyyeti fikrinin, gerçekte, insanın doğasına yerleştirildiğini ve bunu da kavranabilir, açık bir vakıa olarak husule geldiğini anlatmak istemektedir. Fakat biz bu tevilin doğru olmadığına kbul ediyoruz. Çünkü, Kur’an ve sünnet bu olayın bizzat fiilen olduğunu belirtmektedir. Üstelik bu ahitleşme olayının kıyâmet gününde, insanlara karşı hakiki bir belge olarak ileri sürüleceğini de ifade etmektedir. Dolayısıyla, bu olayı, temsilî bir kıssa olarak görmemiz için hiçbir neden yoktur. Biz, gerçekten bu olayın fizik dünyasında meydana gelmiş olduğuna inanıyoruz. 120 Her şeye gücü yeten Allah (c.c.), kıyâmet gününe kadar yaratacağı Âdem neslinden her bir ferdi varlık âlemine getirip onlara anlama ve konuşma iktidarı vermiş ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda toplayarak onlardan kendinden başka İlâh ve Rabb olmadığını kabul edip Allah’a teslim olarak her şeyiyle O’na itaat etmekten (İslâm’dan) başka onlar için doğru bir yol bulunmadığı hususunda söz almıştı. Böyle bir toplanışı mümkün görmeyenler, aslında Allah’ın sınırsız kuvvetinden şüphelidirler. Yoksa bu iş Allah (c.c.) için beşeriyetin yaratılması kadar kolay olduğundan bu konuda herhangi bir şüpheye kapılmayacaklardı. Mutlak kudret sahibi olan Allah, şimdi insanları varlık âlemine getirdiği gibi, varlık âlemine gelmeden evvel de (doğum), varlık âlemine gelip gittikten sonra da (ölüm) bütün insanları toplayacak güce sahiptir. Allah onlara hikmet, akıl, yetki ve yeryüzünün kaynaklarından kullanma hakkı verdikten sonra halife yapmakta olduğunu ve bu hususta kendilerinden sadakat yemini aldığını bilmelerini istemiş olması akla yatkın gözükmektedir. Böylece Âdem’in yaratılışı münasebetiyle bütün beşeriyetin bir araya toplanmasının gayr-i mümkün ve garip bir şey olmadığı âşikârdır. 121 Merhum Mevdudi A’raf suresinin 172. ayetinden sonra 173. ayetini de güzel bir şekilde izah etmiştir. Onu da aktararak misak konusunun daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.
“Yahut (ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a (şirk) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik. (Onun için biz de onların izinden gittik, ahdi) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 122
Kendisi için (Allah) bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin konusu olan husus, her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam mesul yapmaktadır ki, böylece Rabblerine karşı âsi olanlar suçlarından dolayı hesaba çekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu anlaşmadan sonra bir kimse bir suçu bilgisizlik yüzünden işlediği için kendisinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah (c.c) bu sözü almakla onların kalplerine kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilâhlarının da yine yalnızca kendisi olduğu hususunun zerk edildiğine dikkat çekmektedir. Hiçbir kimse, “ben bundan tamamen habersizdim” veya “kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım” diyerek sapkınlığının, yanlışlığının sorumluluğunu üstünden atamaz.
Şimdi bu bağlamda muhtemelen ortaya çıkabilecek bir-iki soruyu düşünelim. Bu ahitleşmenin (misakın) vuku bulduğunu farz edecek olursak bu konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, hangimiz Allah’ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin şuurunda (farkında)dır? Eğer cevap olumsuz ise, o zaman nasıl olur da, ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil olarak getirilmesi, hakkaniyete uygun olur mu?
Cevap şöyle olacaktır: Evet, bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir. Çünkü her ne kadar onun anısı ve idrak hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu bilinç altında ve vicdanda muhâfaza edilmektedir. “Bellek ve idrakimizden niçin silinip gitti?” sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hâfıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomatikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da imtihan ve yargılanmanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinç altında ve vicdanda muhâfaza edilmektedir.
Hakikat şu ki, insanlık kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî faâliyetlerde ne başardıysa, bu başarılar aslında potansiyel olarak daha önceden gizli olanın hâricî faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır. Öte yandan hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinçaltında saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka bir şey vücuda getirmez ve aynı şekilde bu faktörlerden hiçbirisi de bilinçaltında saklı olanı hiçbir sûretle silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrip edebilirler. Ama bütün çabalara rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek ve hâricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zâhire çıkmaya çalışacaktır. Tüm bunlar saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar. Bütün potansiyel bilgiler dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması için öğrenim ve eğitim ve bu gibi hâricî uyarıcılara ihtiyaç gösterirler. Bütün bu saklı güçler kötü arzu, çevre ve yoldan çıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir, ama hiçbir zaman tümüyle bilinçaltından silinmez. Bu yüzden de içsel duygular ve hâricî çabalarla düzeltilip yeniden döndürülebilirler.
Dünyadaki konumumuz ve Rabbimiz ile olan alâkamız hususunda hissî bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir. Bu bilgilerin açığa çıkması ve pratik şekiller alması için daima bazı hâricî sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle peygamberler, semâvî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden dâvetçiler bu işleri görmektedirler. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim bunlara “hatırlatıcılar” demektedir.
Belki de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki en büyük delil; bastırmak, susturmak, örtmek, değiştirmek için şiddetli ve sürekli çabalara rağmen hâlâ insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehâlet ve ahmaklık, hırs ve önyargı, saptırıcı ve iğvâ edici güçler, şirk, ateistlik, dinsizlik ve sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da bütün bu şer güçler bu fıtrî bilgiyi insanların kalbinden silip atamamışlardır. Ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek için çaba sarf edilse hemen gün yüzüne çıkacaktır.
Hesap gününde bu fıtrî bilginin nasıl şâhitlik yapacağına gelince, Allah (c.c.), bütün insanların İlah ve Rabb olarak yalnızca O’nu kabullendikleri misak’ın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da bu bilginin kalplerinde gömülü olarak kaldığını onlara gösterecek, bu ahitleşmenin izlerini her zaman zihinlerde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden şâhitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının kayıtlarından onlara gösterecektir. Yine bu bilginin hakka dâvet eden dâvetçilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da çeşitli bahanelerle bu derûnî, içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gösterilecektir. Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda hiçbir kimse artık bir mâzeret bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte bu yüzden Kur’an insanların “bizim bu anlaşmadan haberimiz yoktu” diyemeyeceklerini, aksine “Biz inkârcılardandık ve bile bile gerçeği yalanladık” diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını söylemektedir. Bunlar inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şâhitlikte bulunacaklardır: 123
“Kendi aleyhimize şahidiz, dediler.” 124
İbn Kesir Tefsiri’nde de bu misak olayı şu şekilde izah ediliyor:
Allah Teâlâ; Âdem oğullarının zürriyetini, Allah’ın kendilerinin Rabb ve Mâliki olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhit olarak sülâlelerinden kendilerini çıkardığını haber veriyor. Nitekim Allah Teâlâ, onları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Âyette şöyle buyurur:
“Öyle ise sen yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir!” 125 Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadiste Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Ana babası onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır ve Mecusileştirir (veya yaşadığı gayr-i İslâmî toplum o kişilerin Haktan uzaklaşmasına, bâtıl bir hayat yaşamasına sebep olur).” 126
İmam Ahmed der ki:
Bize Haccac’ın Enes İbn Malik’ten, onun da Hz. Peygamber (s.a.s.)’den rivâyetine göre, o şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet günü, cehennemliklerden birine: ‘Ne dersin, yeryüzünde senin bir şeyin olsaydı, onu fidye olarak verir miydin?’ diye sorulur. O; ‘Evet’, deyince, şöyle buyrulur: ‘Ben bundan daha kolayını senden istedim: Âdem sülbünde iken; bana hiçbir şeyi ortak koşmayacağına dair senden söz aldım. Sen ise, bana şirk koşmakta direttin.” Hadis, Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde Şu’be’den rivâyetle tahric edilmiştir. 127 Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde misak konusunu geniş bir şekilde izah etmiştir:
“Herkes, Rabbinin verdiği ve emrettiği insan fıtratını, O’nu verdiği vücuda misakı alıp kabul etmekle Rabbi ile kendisi arasında böyle bir icap ve kabulün sonucu olan bir fıtrî akit (doğal bir sözleşme) altına girmiş ve kendi varlığında Rabbine şâhitliği ve O’na kulluğu taahhüt etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtrî misak, insanlığın dindarlığının başlangıç noktasıdır.” 128
Allah’a ve âhiret gününe, hesaba inanan ve düşünen her mü’min, ruhlar âleminde verdiği söze uygun bir hayat yaşamalıdır. Şirke, zulme boyun eğmeyen ve bâtıl yaşam biçimlerini reddeden, Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmeye gayret edenler ezelde verdikleri sözden dönmeyenlerdir.
Fakat ruhlar âlemindeki verdiği sözde durmayıp “Ben sizin Rabb’iniz, ilâhınız değil miyim?” sözüne “Evet!” dediği halde, başka rabbler, ilâhlar edinmiş tâğutî, şeytanî düşünceleri benimsemiş, en iyi yaşam biçimi budur diyerek İslâm’a aykırı yaşam tarzına devam eden kişiler ve bundan rahatsızlık bile olmayanlar ruhlar âlemindeki verdikleri ahdi, sözü bozmuşlardır. Rabbimiz Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” 129
Her fert Allah’a kullukla, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasak ettiklerinden sakınmakla mükelleftir, sorumludur. Bu sorumluluğu idrak edip yerine getirenler, bunun için gayret sarf edenler, ruhlar âlemindeki verdiği söze uygun hareket etmiş olurlar.
Aksi halde, ruhlar âlemindeki sözünden cayanlar, hevâ ve hevesine göre yaşayanlar, Allah’a kulluğu terk edip gayr-i İslâmî bir hayat yaşamaları sorucu imtihanı kaybetmiş olanlardır. Şeytanî yolda gidenlerin sonları hüsrandır, perişanlıktır. 130
Cennetteki Hayat
Hz. Âdem ve Hz. Havva yaratıldıktan sonra bu ilk insan ailesi İlâhî hikmet gereği Allah’ın şu emriyle karşılaştı:
“Ve demiştik ki: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın! Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz.” 131
Bu ifadeler, Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’nın halife olarak tayin edildikleri yeryüzüne gönderilmelerinden önce eğitilmelerinin denenmesi için cennette tutulduklarını gösterir. Denenmeleri için bir ağaç seçilmiş, ona yaklaşmaları bile yasaklanmıştı. Bu yasağı çiğnediklerinde, Allah (c.c.) katında zâlimlerden sayılacakları konusunda uyarılmışlardı.
Bu imtihan için cennet en uygun yerdi; fakat şeytanın aldatıcı sözlerine inanırlarsa cennetten mahrum olacağı gösterilmiş olacaktı.
Cenneti tekrar kazanmanın tek yolu ise, insanı her an saptırmak için fırsat kollayan düşmana karşı başarı kazanmaktı.
Ağacın adı ve özelliği Kur'an’da belirtilmemiştir. Çünkü ağacın özünde kötü bir özellik yoktu. O sadece imtihan amacıyla seçilmiştir. 132
“Ey Âdem! dedik, bu (Şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersiniz. Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuzluk çekmeyecek, sıcaklığın sıkıntısını duymayacaksın.” 133
Burada her ikisi de emre itaatsizliğin âkıbeti ile uyarılmaktadır. İşte cennetten indirildiklerinde çekecekleri zorluk ve zahmetin açıklaması budur. Burada, cennetteki yüce ve erişilmez nimetlerin hepsini saymak yerine sadece hayatın dört temel ihtiyacına değinilmektedir:
Yeme, içme, giyinme ve barınma. Bunlarla sanki şöyle denilmektedir:
“Cennette hiçbir çaba harcamaksızın bu nimetler size lütfediliyor. Fakat siz Şeytanın aldatmalarına uyarsanız, sadece bu kolaylıklardan değil, cennetin tüm yüce nimetlerinden de mahrum kalacaksınız. Bu durumda hayatınızı sürdürecek ihtiyaçları elde emek için o denli çalışacaksınız ki, hayatın yüce ideallerini elde etmeye çabalamak için ne yeterli zaman, ne de yeterli enerjiniz kalacak.”134 Onun için “çok dikkat edin, Şeytan sizi kandırmasın; yoksa cennet nimetlerinden mahrum kalırsınız. Sonra çok zahmet çekersiniz!” diye Âdem ve Havva uyarılmıştır. Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’nın cennet hayatı başlamıştı, devam ediyordu. Âdem’i kendi felâketine sebep bilen Şeytan, Âdem’e ve bundan türeyecek bütün insanlara düşman olduğunu ilan etmişti:
“And olsun ki! Ben de onları (Âdem ve diğer insanları) saptırmak için doğru yolunun üstüne tuzak kuracağım (onları kandırmak için elimden geleni yapacağım) sağlarından sollarından sokulacağım ve ‘Sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın’ dedi.” 135
Şeytan Allah’ın emrine karşı gelerek nasıl ki Allah’ın verdiği nimetlerden mahrum kaldıysa aynı şekilde Âdem ve Havva’yı da kandırarak Allah’ın Âdem ve Havva’ya verdiği cennet nimetlerinden mahrum bırakıp cennetten çıkarılması için gereken ne ise yapacaktı. Cennetteki nimetler yanında Âdem ve Havva’nın yaklaşmaması gereken bir ağaç vardı. Bu da Âdem ve Havva’nın ilk imtihanıydı. Şeytan da ne yapıp yapıp bu ağacın meyvesinden yedirerek Âdem ve Havva’nın imtihanı kaybetmesine sebep olacaktı.
İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı vakit, ilk arzusu burada devamlı kalmaktır. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennetteydi. Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.136
“Nihayet şeytan ona fısıldayıp ‘Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?’ dedi” 137
“Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi melek olmanızı ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Ve onlara: ‘ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti. Şeytan böylece onların yanılmasını sağladı.” 138 Âdem (a.s.) ve eşi melek olma veya cennette ebedî kalma ihtimallerini duyunca şeytanın kendilerine düşman olduğunu unuttular.
“Âdem’e (o ağaçtan yememesini) emretmiştik. Sabırsızlık etti.” 139
“Böylece ikisi de (ağaçtan) yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerine cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.” 140
Allah’ın emrine karşı gelir gelmez Âdem ve Havva tüm kolaylıklardan mahrum bırakılmışlardı. Fakat doğal olarak onların hissettikleri ilk etki elbiselerden soyunmuş olmalarıdır. Daha sonra yavaş yavaş susuzluk, açlık vs. hissetmeye başladıklarında cennetteki tüm nimet ve kolaylıklardan mahrum bırakıldıklarını fark etmişlerdi.141
Allah (c.c.) Âdem’e görevini hatırlattı, şöyle buyurdu:
“Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?” 142
Şeytanın hilesine kandılar, hata yaptılar. Şeytan isterdi ki bu hatalarından dolayı pişmanlık duymasınlar ve Allah’a âsi olarak kendi yolunu takip etsinler. O zaman şeytan daha çok sevinecekti, fakat öyle olmadı. Âdem (a.s.) ve Havva hatalarını anladılar ve Allah’a şöyle yalvardılar.
“Rabbimiz biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.” 143
“Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe iti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.” 144
Âdem (a.s.) ile eşi tevbe ederek samimiyetle bağışlanmalarını istediler. Allah (c.c.) da bağışladı. 145
Cennetten Dünya Hayatına
Allah (c.c.), Âdem (a.s.) ve Havva’nın tevbesini kabul etti. Fakat cennette kalmalarına müsaade etmedi ve şöyle buyurdu:
“Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (dirilip) çıkarılacaksınız, dedi.” 146
“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Şayet Benden size bir hidâyet gelir de her kim ona tâbi olursa (göndereceğim peygamberlere uyup Benim emirlerimi tutar, yasaklarımdan kaçarsa), onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.” 147
Hz. Âdem (a.s.) Hz. Havva’nın cennetten yeryüzüne indirilmesi ile alâkalı bazı kişiler birtakım sorular soruyorlar. Bu sorular, gerek kasıtlı ve gerekse kafasına takılmış, öğrenmek için olabilir. “Âdem (a.s.) ve Havva, eğer yasak olan ağaçtan yemeselerdi, o zaman onlar da yeryüzüne inmeyip cennette kalacaklardı, o zaman dünya hayatı olmayacak mıydı, veya nasıl olacaktı?”Bu gibi sorular sorulmaktadır.
Bu kıssaları insanlara ibret için Rabbimiz Allah (c.c.) beyan ediyor:
“Gerçekten peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır.” 148
Âdem (a.s.) kıssasında da ibretler, öğütler var. Âdem (a.s.), yasak olan ağaca yaklaşmış ve bundan dolayı cennet nimetlerinden mahrum kalmıştı. Bizler için de durum böyledir. Eğer Allah’ın emirlerine uymayıp yasaklarından sakınmazsak bizler de âhiretteki cennetten mahrum kalırız. Nasıl ki Âdem (a.s.) ve Havva yanlış yaptıklarını anladılar, tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul etti, hatalarını bağışladı. İbret olarak biz de yanlış ve hatalı bir iş yaptığımız, günah işlediğimiz zaman, tevbe etmemiz gerektiğini, yanlışta şeytan gibi ısrar etmememiz, kendimizi düzeltmemiz gerektiğini anlamış oluyoruz. İşte ibret almak bu! Bu kıssalarda nice ibretler ve öğütler var. Olaya böyle bakmamız lâzım, yoksa sadece bir hikâye gibi değil.
“Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne.” 149
“Haydi inin!” sözü, baş kaldırışlarına ceza olarak cennetten kovulmaları gibi yanlış bir anlayışı akla getirmemelidir. Çünkü Kur'an, çeşitli yerlerde Allah’ın Âdem (a.s.) ile Havva’nın tevbelerini kabul ettiğini bildirmiş ve günahlarını bağışladığını açıkça ilan etmiştir. Bu buyruğun, ceza olarak anlaşılacak bir yanı da yok. Üstelik onlar, yeryüzüne halife olarak gönderilmişlerdir. Zaten insanoğlunun yaratılışının birinci gayesi de bu değil mi? 150
“Hz. Âdem, Hz. Havva o ağaçtan yemeseydi, biz dünyaya gelmezdik” gibi söz söylemek çok yanlıştır. Çünkü Allah (c.c.) dilediğini yapmaya kadirdir.
“Allah bir işin olmasını dilediği zaman yalnız ol der, o da hemen oluverir.” 151
Allah Teâlâ insanların imtihan için dünyaya gelmesini dilemiş ve dilediğini yapmıştır. Yaratılan hiçbir şey tesadüf eseri değil, her şey Allah’ın takdiri ve dilemesi ile olmaktadır.
“Birbirinize düşman olarak (yeryüzüne) inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” Âdem ve Havva emre uydular. Yeryüzüne indiler, ama nasıl? Bilmiyoruz. Bilinen bir gerçek vardır ki o da Âdem (a.s.) ile eşi yeryüzünde buluştular, birlikte yaşadılar. “Rablerine birlikte şöyle dua ettiler ‘Eğer bize sâlih bir çocuk verirsen yemin ederiz ki şükreden kimselerden olacağız.” 152
Âdem (a.s.) ile eşi dünyaya inince, Allah’tan çocuk istediler. Böylece çocuklarıyla yaşamak dilediler. Allah: “İkisinden pek çok erkek ve kadın türetti.” 153
Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Allah (c.c.), Âdem (a.s.)’ı çocuklarına peygamber yaptı.154
Hidâyet peygamberlerin; dalâlet şeytanın yoluydu. 155
İlk Kardeş Kanı
Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Âdem (a.s.)’ın iki oğlunun kıssaları anlatılır. Kur'an’da isimleri zikredilmeden; tafsilata yer verilmeden kıssanın yalnız ibret alınacak tarafları anlatılmaktadır. Buna rağmen tefsirlerde pek çok eklemeler İsrâiliyyâttan kaynaklanan hikâyeler, olaylar yer almıştır.
Bu konu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlaka öldüreceğim.’ (Öbürü de demişti ki): ‘Allah ancak korkup sakınanlardan kabul eder. Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Şüphesiz, senin hem kendi günahını ve hem de benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulüm edenlerin cezası budur.’
Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı. Böylece onu öldürdü. Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken, Allah onu, yeri eşerek kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini gösteren bir karga gösterdi. ‘Bana yazıklar olsun!’ dedi ‘kardeşimin ölü cesedini gizlemek için bu karga kadar da mı olamadım?’ Artık o, pişmanlık gösterenlerden olmuştu.” 156
Bu konuyla alâkalı hadis-i şerifte Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) rivâyetiyle Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Zulüm ile öldüren her insanın kanı(nın günahı)ndan bir pay da Âdem (a.s.)’ın ilk oğlu (Habil’i öldüren Kabil’in hesabı)na yazılır. Çünkü adam öldürme çığırını ilk açan odur.” 157
Konunun Kur’ân-ı Kerim’de sadece beş âyet-i kerimeyle anlatılmasına rağmen, tefsirlerde bir hayli eklemeler, İsrâiliyyâtlar olmuştur. Tefsir kitaplarında bu âyetlerden ve sahih bir hadis-i şeriften başka bu konuya dair rivâyetler ekleme ve İsrâiliyyâttır. Konu, gereksiz yere alabildiğine uzatılmış, olmadık hikâyeler, olaylar eklenmiş 158 ve inanılmaz bir hale sokulmuştur. 159
Peygamberler hakkında, İslâmî konular hakkında bir şey duyduğumuzda onun doğru olup olmadığını, gerek meseleleri iyi bilen hocalardan gerekse güvenilir kaynaklardan öğrenmek gerekir. Aksi halde yanlış bilgiler edinmiş oluruz.
Kabil olayı bir bütün içinde irdelendiğinde ortaya çıkan tablo, tam anlamıyla bir tâğut portresidir. İlk peygamber Hz. Âdem’in oğlu Kabil, ilk tâğut olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. 160 Böylece ilk bozguncu tâğutun bâtıl yolunu izleyen diğer tâğutlar da yeryüzündeki bozgunculuğu sürdürmüşlerdir. Bunlar Kabil gibi hevâ ve hevesine uyarak hakkı reddedip bâtıl yolu takip ederek insanlara zulüm yapmışlardır.
Yeryüzünde şeytana uyan ilk insan, ilk kardeş katili Kabil oldu. Peygamber olan Hz. Âdem (a.s.)’e isyan ederek inananlar topluluğundan ilk ayrılan da Kabil idi. Hakkın karşısına bâtılı dikecek olan insanların öncüsü olmuş, şeytan safında yerini almıştı.
Çocuklarının dünya ve âhiret hayatını huzur ve mutluluğa kavuşturmak için mücadele eden Âdem (a.s.), bundan böyle tevhid mücadelesine de başladı. Ömrünü böylece tamamladı. 161
Âdem (a.s.) ilk insan ve ilk peygamberdir. Künyesi Ebu’l- Beşer (insanlığın babası)’dır.
Rivâyete göre Âdem (a.s.) bin sene veya dokuz yüz sene yaşamıştır. Vefat edince, Serendip adasında veya Mekke-i Mükerreme’de Ebu-l Kubeys dağında gömülmüştür. Hz. Âdem’den bir sene sonra da Hz. Havva vefat edince, o da Cidde’de veya Hz. Âdem’in yanında gömülmüştür. 162
Dostları ilə paylaş: |