Sevgili kardeşlerim, bugün gözümüzün önünde bizi bizimle vuruyorlar. Bu metot geçmişte de aynen oynanmıştır. Bakın birileri çıkmışlar, biz Alevîlere yeni yeni dinler keşfetmekteler. Bunlardan kimisine göre Alevîlik, çok tanrıları olan, ateşperest Zerdüşt dinindendir. Alevîlik, adını ateşin alevinden almıştır iddiasıyla, bu dinin peygamberinin Zerdüşt olduğunu söylemişlerdir. Oysaki bir insan asla hem Alevî, hem de ateşperest olamaz. Bu akıl ve mantık işi değildir.
Başka biri, "Hayır, Alevîlik evvela Türklüktür." diyerek Alevîliği Şamanizm'e dayandırmıştır. Bu dinin kitabı da, peygamberi de yoktur. Sadece gelenek ve göreneklere dayanarak, yer tanrısı ve gök tanrısı olmak üzere iki tanrıya inandıkları için, çok tanrılıdırlar, denilmektedir. Biz Alevîlerle benzeştiği iddia edilen nokta da, geleneksel saz kültürüdür. Görülüyor ki, üzerimizden oynan oyunlar, bütün hızıyla devam etmektedir.
Oysa Alevîlik, Hz. Ali'nin (a.s) soyuna verilen bir isimdir. Aynı zamanda Anadolu'da İslâm dinine ve Ehlibeyt'e uyarak yaşayan bizlere de, Alevî denmiştir. Kim nasıl ifade ederse etsin, biz Alevîlerin dini İslâm'dır. Bizim yolumuz, Muhammed Ali yoludur. Biz Allah'a teslim olmuş onun sevdiği on dört pak masuma ve On İki İmam'a bağlanmışız. İşte biz, böyle Aleviyiz, diyoruz.
Alevîler, sırat-ı müstakimde yol alan insanlardır. Bizim Alevîlik inancımızın ateşperestlikle, Şamanizmle, Hıristiyanlıkla, Bahaîlikle de hiçbir benzerliği yoktur. Bir kısım gelenekler, görenekler aramıza sokulmuştur. Ne var ki sanatla, edebiyatla, kültürel oyunlarla din olmaz. Din ancak bir ilahi kitaba amel etmek, bir peygambere de ümmet olmakla mümkündür. Biz Alevîlerinse dini İslâm'dır. Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'dır. İlahi kitabımız da Kur’an-ı Kerim'dir. Kaldı ki bizdeki bu saz geleneği, bir kısım baskıların sonucunda aramıza girmiştir ve bizim âşık ve ozanlarımız Şamanist oldukları için değil, sazlarıyla seslerini duyurmak için uğraş veren kimselerdirler.
Anadolu'da Alevîlik üzerinde bu gibi oyunların başlangıç tarihi, 15. yüzyılda başlamıştır. Bu tarih, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli'den 160 sene sonraya rastlamaktadır. Bu tarihlerde binlerce Alevinin katliamına sebep olan Yavuz Selim döneminde, Alevîliğin ikinci reformcu piri sayılan, daha doğrusu öyle gösterilen Balım Sultan'ın Yavuz Selim ile içli dışlı olduğunu görmekteyiz. Çünkü Balım Sultan'ın Hacı Bektaş-ı Veli dergâhındaki türbesini yaptıran zat, Yavuz Selim'in kendisidir. Kaynak olarak rahmetli Ali Celalettin Ulusoy'un yazdığı türbenin künyesine bakınız.
Şimdi düşünelim; bir tarafta Anadolu'da Alevîlerin katliamını reva gören Yavuz Selim var, diğer tarafta Alevîlerin ikinci reformcu piri sayılan Balım Sultan var. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur. Balım Sultan reformcudur. Çünkü Balım Sultan Alevîliğin piri olarak 1509 yılında, İstanbul'a davet edildiğinde kendisi bâtın padişahı unvanıyla davet edilmiştir. İşin dikkat çekici yönü, Alevîlik adına sazlı, sözlü, içkili, semahlı cem töreni, ilk olarak İstanbul'da başlamıştır. Yavuz Selim'in babası olan İkinci Beyazıt da bu cem toplantısındadır.
Bu çok ustaca, düzenli olarak oynanan oyunların neticesinde, iki sene sonra Yavuz Selim babasını tahttan indirip iki kardeşini de öldürdükten sonra, kolayca babasının yerine geçmeyi başarmıştır. Yavuz Selim'in Balım Sultan ile olan dostluğu böyle başlar. İş bununla kalmaz. Yavuz'dan sonra gelen padişahların hemen hemen tümü, Hacı Bektaş-ı Veli dergâhına kimlerin bakacağına karar verip bakıcıları tayin etmişlerdir ve bu tayinlerin tümünde de Balım Sultan'ın soyundan olmamasına özen göstermişlerdir. Tayin edilenlerin içerisinden hiçbiri, "Türkiye'de Alevîliğin de mezhep hakkı olsun." dememiştir. Alevîlik İslâm'ın neresindedir? Hiç birinin bir fıkhî eseri yoktur. Bu insanlar hep almışlar, ama Alevîliğe hiçbir şey vermemişlerdir.
Sevgili kardeşlerim, Anadolu'da Alevîliğin tarihinde devamlı iki tane Bektaş'tan bahsedilmektedir. Bunun biri bütün dünya insanlığının yakından tanıdığı, hocası Ahmet Yesevi'nin dergâhında Kur’an ve din dersi görmüş, Anadolu'ya da bu maksatla İslâm dinini yaymak ve yaşatmak için gönderilen Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli'dir. O mübarek insan, On İki İmam'ı temsil ederek, teslim taşını boynuna takarak, Kur’an ve Ehl-i Beyt'i kendisine şiar edinip bu yolda yaptığı katkılar dolayısıyla şanı tüm dünyaya yayılmıştır.
Bir diğeri ise tamamen hayali olan, aslı astarı olmayan sadece Şamanist gelenekleri biz Alevîlere dayatmak için fıkralarda anlatılan bir bektaştır. Bu Bektaş’ın aslı astarı yok olmaya yoktur ama bu Bektaş adına kötülenmek istenen kimselerse Anadolu'da yaşayan tüm Alevîlerdir. "Bir Bektaşî varmış" fıkralarına baktığımızda, bu Şamanist bektaş Kur'ân'a inanmaz, namaz kılmaz, oruç tutmaz, durmadan haram olan içkiyi, esrarı içer, ama aynı zamanda bir Bektaş’tır. Kimin neyidir, kimin nesidir, orası belli değildir. Ama belli olan bir şey vardır ki, bu Bektaş Anadolu'da yaşayan biz Alevîlere dayatılmış ve kötülenmiştir.
Bence bunlar hazırlanmış birer oyundur. İşin garip tarafı bugüne kadar kendilerinin Hünkâr Hacı Bektaş'ın neslinden geldiğini iddia edenlerin birçoklarının amel bakımından Hünkâr Hacı Bektaş'a değil de o hayalî Şamanist Bektaş’a benzemeleridir.
İşte böylece her dönemde padişahların atamalarıyla Hacı Bektaş-ı Veli dergâhına sahip olanlar, efendiler, Çelebiler, olarak görevlerini sürdürmüşlerdir.
İşin bir diğer garip tarafı da "Biz Hacı Bektaş'ın evlatlarıyız." demeleridir. Eldeki deliller ve kaynaklar Hacı Bektaş-ı Veli'nin evladının olmadığını göstermektedir. Ancak bir de halk arasında söylenen bir nefes evladı söylentisi vardır ki, bunun da ilmen bir dayanağı yoktur. İnanca göre bir çocuk bir yatırın, bir evliyanın himmetiyle de olsa, o çocuk yine de anne ve babasına aittir. Eldeki deliller şunu gösteriyor ki, Seyit Ali Sultan, Kadıncık Ananın oğludur. Hacı Bektaş-ı Veli'den sonra yeniçeri ocağının da piridir. Türbesi Dimatoka'dadır. Soyu Resul Bâli, Mürsel Bâli'den devam etmiştir.
Bugüne kadar gelen Celebiler kimin soyundan gelirse gelsinler, Anadolu Alevisi onlara gereken değeri vermiştir, onları baş tacı etmişlerdir. Fakat ne acıdır ki onlar bu mazlum millete hiç sahip çıkmamışlardır. Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu'ya İslâm dinini yaymak için gönderilmişken şu elli senelik zaman diliminde hiçbir efendinin İslâmi bir eseri, bir faaliyeti görülmemiştir. Zamanla alacağını almışlar ama karşılığında hiçbir şey vermemişlerdir. Bu durum da bizim için bir talihsizliktir. Buna başka türlü bakmak mümkün değildir.
Eldeki kaynaklarda görmekteyiz ki, Hünkâr Hacı Bek-taş-ı Veli'nin annesi, babası açıkça bellidir. Babası Seyyit Muhammed, annesi Nişabur müftüsü olan Ahmet Amil'in kızı Hatem'dir. Kadıncık Ana ise bir tanedir, o da İdris Hoca'nın karısıdır ve Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli'nin de misafir olduğu kadındır. Hatta İnkâr Sarı'nın, Kadıncık Ananın Hünkâra olan sevgisini kıskanması neticesinde Hünkâr onu elmanın dibine götürüp: "Bak, dalda elma kalmasın, kalplerde de güman kalmasın." dediği tüm Alevîlerce çok meşhurdur. Hacı Bektaş-ı Veli'nin yaklaşık 1281 yılında, 41 yaşında iken Anadolu'ya geldiği kabul görmektedir. Onun Anadolu'ya gelişi hakkında birçok yazılmış eser vardır. Fakat onu anlatanlardan, karısının olduğunu yazan olmamıştır. Hünkâr'ın karısı diye ne bir isme ve ne de bir türbeye rastlanmamaktadır.
Evet, muhterem okuyucularım durum ne olursa olsun Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli'nin inancı bellidir. O kendisini İslâm dinine adamış büyük bir düşünür, bir evliyadır. Ancak ondan 160 sene sonra değişen durumlar, oynanan oyunlar neticesinde, ne Alevîlik inancından ve ne de Hünkâr Hacı Bektaş'tan bir eser bırakmamışlardır. Saltanat ruhu cismen kaldırıldıysa da ruhen henüz yaşamaktadır. Eğer biz bu uykudan uyanmazsak üzerimizde bu gibi oyunlar da devam edecektir.
Dostları ilə paylaş: |