İslam akaiDİ ve kelama giRİŞ


- DİĞER İLAHİYAT BAHİSLERİ



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə6/19
tarix12.01.2019
ölçüsü1,4 Mb.
#96331
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

3- DİĞER İLAHİYAT BAHİSLERİ




a. Salah-Aslah

Maslahata ve menfaata en uygun, en hayırlı şey anlamına gelen aslahı yaratmak Ehl-i sünnete göre, Allaha vacib ve zarurî değildir. Mutezile adalet prensibinin bir neticesi olarak, “kul için hayırlı ve elverişli olanı yaratmak Allaha vaeibtir (vücûb ala'llâh). Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. O' nun hikmeti kulların iyiliğine riayet etmeyi gerekti­rir” görüşünü benimsemiştir. “Kul için aslah olan şeyi yaratmak Allaha vaeibtir” esasında birleşen mutezile, aslanın mana ve mefhumunda, yani bunun dünya hayatı için aslah olanı mı, ahiret hayatı için aslah olanı mı, yoksa her ikisi için de aslah olanı mı yaratmak Allaha vacibtir, konusunda ihtilâf et­mişlerdir. 281

Allah Taâlâyı dilediğini yapan (fâil-i muhtar) bir varlık olmaktan çıkarıp, irade ve ihtiyârsız (mûdbun bi'z-zât) bir varlık haline getiren aslah prensibini ehl-i sünnet kelâmcıları tenkit etmişler ve şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1- Eğer kul için aslah olanı yaratmak Allaha vacib olsaydı, dünyada acı çekip, ahirette de azab görecek olan fakir kâfiri yaratmazdı.

2- Aslahı yaratmak Allaha vacib olsaydı. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf edemez, kullarına yaptığı ihsan ve ikram zarurî olurdu. O zaman da kullar. O'na karşı şükür borçlu olmazlardı. Çünkü bu anlayışa göre, Allah ikram ve ihsanda bulunmakla üzerine vacib olanı yani vazifesini yapıyor olurdu.

3- Eğer kul için aslah olan Allaha vacib olsay­dı, Cenâb-ı Hakkın Hz. Peygambere olan fazl, lutf ve ihsanı, Ebû Cehil'e olandan fazla olmazdı. Çün­kü bu takdirde Allah, gücünün yettiği son sınıra ka­dar, her ikisi için de en uygun olanı yapmıştır. Hal­buki bîr âyette,

“... Allanın fazl u keremi senin üze­rine büyük oldu” 282 buyurularak, duru­mun böyle olmadığı gösterilmiştir.



4- Bu prensip kabul edilirse, günahtan koru­ması, başarıya ulaştırması, zararı defetmesi için Allaha dua etmek abes olurdu. Çünkü Allah herkes hakkında en uygun olanı zaten yaratmıştır.

5- Allah Taâlâ’nın kulları hakkında en uygun ve en faydalı şeyi yaratması vacib olunca, ya bunu terketmek mümkün olmazdı. O zaman Allanın aciz ve mecbur olması lazım gelirdi. Yahut ta terketmesi sefeh sayılırdı. Allah Taâlâ ise, acizlik ve sefihlik gibi eksikliklerden münezzehtir. İşte bu sebeplerle aslahı yaratmak Allaha vacib değil, caizdir. 283

b. Hikmet-İllet

Hikmet ve illet meselesi, salah ve aslah konu­suyla yakından alakalıdır. Bütün müslümanlar, Allahın hakîm olduğunda ittifak etmiş, fakat O'nun hik­met sıfatının tefsirinde değişik görüşler ileri sür­müşlerdir, Mutezile ve Mâtüridiyyeye göre Allahın yarattığı ve emrettiği her işte bir hikmet, bir illet, bir maslahat ve sebep vardır. Ve bu insan aklı ta­rafından anlaşılabilir. Cebriyye ve Eş'ariyye bu çe­şit bir hikmeti ve illeti reddederler. Ancak Mutezile ile Mâtüridiler arasında hikmet konusunda tam bir görüş birliği yoktur Mutezile, Allahın fiillerindeki hikmet ve maslahatın “vücûb ve zaruret” yoluyla mevcut olduğu kanaatına sahipken, Mâtüridiler, ilâ­hî fiillerdeki hikmet ve maslahatın “lütuf, ihsan, atâ, atıfet” yolu ile mevcut olduğu kanaatındadırlar. Ya­ni “Allahın fiillerinde, kulların menfaatini gözetmek, Allahın bir lutfu ve ihsanıdır, vazifesi değildir. Bu O'na caizdir” derler.

Eş'ariler ve Cebriyye, Allahın fiillerinin bir ta­kım illetlerle muallel olmasını, O'nun şanına uygun bulmaz. O'nun iradesini sınırlamak, ilâhî iradeyi hikmet ve illet denen şeylere tabi kılmak kabul eder.

Mâtüridilere göre, âlemde hiç bir şey hikmet ve illetsiz var olmaz. Fakat olaylardaki hikmet ve ille­ti biz her zaman bilemeyebiliriz. Allahın fiillerinin hikmet ve illet ile bağlantılı olması bir eksiklik de­ğil, bir kemâldir. Çünkü Allah ' gelişigüzel iş yap­maktan (abes ve sefehten) münezzehtir. 284


c. Hüsn-Kubh

Güzellik - çirkinlik, iyilik - kötülük demek olan hüsn ve kubhun beş manası vardır:



1- Gaye ve maksada uygun olana iyi, olmaya­na kötü denir. Adalet iyi, zulüm kütüdür.

2- İnsan tabiatına uygun olana güzel, olmaya­na çirkin denir. Tatlı şeylerin güzel, acı şeylerin çir­kin oluşu gibi.

3- Olgunluk (kemâl) sıfatı olana güzel, eksik­lik sıfatı olana çirkin denir. İlim güzel, cehalet çir­kindir.

4- İnsanlar arasında övülme ve takdir vesile­si olan iyi, yerilme ve küçümseme vesilesi olan kö­tüdür. Cömertlik iyi, cimrilik kötüdür.

Bu dört manayı birinci maddede mütalaa etmek mümkündür.



5- Allahın rıza ve sevabına konu olan şey iyi, yerme ve cezasına konu olan şey kötüdür. Allaha iman, adalet, ibadet iyi, zıdları kötüdür. İlk dört manadaki güzellik ve çirkinlik konusunda pek ihtilâf yoktur. Fakat beşinci manadaki hüsn ve kubhta ih­tilâf ortaya çıkmış, “insanın fiillerinde haddizatında iyilik ve kötülük vasfı var mıdır? Ve bunları şeriat gönderilmeden insan aklı bulup kavrayabilir mi?” konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür.

Kelâm, ahlâk, fıkıh usûlü ve hukuk felsefesinin en önemli konularından birini teşkil eden hüsn ve kubh konusunda tartışılan üç mesele vardır.



1- İhtiyarî fiiller gerçekte iyilik ve kötülük vasfı taşırlar mı? Yani hüsn vo kubh aklî midir yoksa şer'i midir?

2- Hüsn ve kubh -eğer akli ise- şeriat gel­meden önce insanların mükellef olmalarını gerekti­rir mi?

3- Hüsn ve kubh anfayışı, itaat edeni cezalan­dırmak ve güç yetmeyen şeyi teklif etmek gibi hu­susların caiz olmasını gerektirir mi gerektirmez mi? Biz bu üçüncü meseleyi Teklîfu Mâlâ yutak başlığı altında bir sonraki konuda ele alacağız-. Eş'arilerle Mutezile bu üç meselede de birbirlerine muhaliftir­ler. Mâtüridiler birinci ve üçüncüde Mutezile ile, ikincide (kısmen) Eş'arilerle hemfikirdir. Cebriye mezhebi her üçünde de Eş'arilerle beraberdir. 285

1. Hüsn Ve Kubh Şer'î Midir Aklî Midir?



a) Eş'arilere ve Cebriyeye göre fiiller aslında iyilik ve kötülük özelliğine sahip değildir. Onların ne zatlarında ne de zatî özelliklerinde güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük vardır. İyilik ve kötülük şeriat geldikten sonra, ilâhî hükümler beşerî fiille­re konduktan sonra bahis konusudur. İşler iyi olduk­ları için emredilmiş değil, emredildikleri için iyi ve güzel özelliğini kazanmışlardır. Emredilen şeyler, Allah emrettiği için güzel, yasaklanan şeyler de Al­lah yasakladığı için çirkindir. O halde hüsn emrin, kubh ta nehyin gereği (mûcebi) dir. Eş'ariler ve Ccbriyye bu görüşlerini teyid için şu delilleri ileri sürerler:

i) Fiillerdeki güzellik ve çirkinlik vasfı, bizzat fiilde yerleşmiş, değişmez ve sabit değildir. Bir in­san veya milletin iyi dediğine diğerleri kötü diyor, bunda da egoizm (şahsî menfaat)le hemcinsine kar­şı alaka ve sevgi büyük rol oynuyor. Bu durumda güzellik ve çirkinlik izafî ve itibarî oluyor. Mâtüridi­ler bu görüşe karşı çıkarak şöyle derler:

Bir toplum veya milletin övme veya kınaması ölçü alınırsa, el­bette iyilik ve kötülük sabit bir özellik olamaz. Ülke­den ülkeye, toplumdan topluma değişir. Fakat bizim ölçümüz bütün insanlığın gaye ve hedefidir. Muhtelif zamanlarda çeşitli yerlerde yaşamış, farklı me­deniyet seviyesine ulaşmış yüzlerce millet ve toplu­luğun ittifakla iyi veya kötülüğünü kabul ettikleri esaslar vardır. Bütün diri ve şeriatlar insanlığı, o ul­vî gaye ve esaslara ulaştırmak için gelmişlerdir. İş­te bu sebeple, şahsî menfaat ve maksatlarla hiç ilgi­si olmayan fedakârlıkların, üstün ahlâkın, Allaha ve varlığın gerçek yüzüne ait ilimler ve marifetlerin iyiliğini hiçbir akıl sahibi, hiçbir zaman ve mekân­da inkâr etmemiştir.



ii) Yine Eş'arilere göre hüsn ve kubh, eğer fiil­lerin kendilerinde var ve sabit birer vasıf olsalardı, hiç değişmemeleri gerekirdi. Meselâ yalan söylemek kabîh (çirkin) kabul edildiği ve dinen yasaklandığı halde, masum bir kimsenin hayatını, onu öldürmeye yeltenmiş bir kimsenin elinden kurtarmak için söy­lense, hasen (güzel) sayılıyor ve yalan söylemek vacib oluyor., O halde yalanın zatında güzellik ve çir­kinlik vasfı yoktur.

Matüridiler bu delile karşılık şu cevabı verir­ler:

Buradaki çirkinlik vasfı yalan söyleme fiilinden ayrılmış değildir. Bilâkis iki çirkin fiil yanyana gel­miş, iki zararlıdan ehvenini (daha zararsızını) ter­cih zarureti hasıl olmuştur. Doğru söylense, mese­lâ masumun gizlendiği yer haber verilse, hem bir günahsız öldürülecek, hem de bir insan ağır bir ci­nayet işlemiş olacak. Halbuki yalan söylense, bu iki büyük çirkin, küçük bir çirkinle önlenmiş olacaktır. Yalan öncekilere göre daha az çirkin sayılır. İşte İs­lâm bu sebeple burada yalan söylemeyi vacib kılı­yor. Yoksa yalanın çirkinlik vasfını kaybettiğini söylemek mümkün değildir.

iii) Eş'arilere göre, insanların fiilleri ihtiyarî değildir. İnsandaki külli irade gibi cüz'î irade de Allah tarafından yaratılmış ve insana verilmiştir. O halde ihtiyarî gibi görünen fiiller aslında ıztırârîdir. Iztırârî fiillerde hüsn ve kubh aramaksa abestir, manasızdır.

Mâtüridilerin bu iddiaya cevabı ise şöyledir:

Cüz'î irade, Allah tarafından yaratılıp insana veri­len külli iradenin belirli bir yöne kullanılmasıdır. Obje (şey) olmadığından cüz'î irade için mahlûk tabirî kullanılamaz. Çünkü o var olan kabiliyetin sarfedilmesidir. Öyleyse bu iradeyi kullanmak insana aittir ve insan bu konuda tamamen hürdür. Haricî ve tabii amiller ve tesirler iradeyi yok edecek kuv­vette değildir. İradeli insanın yapacağı fiiller ken­disine izafe edilir ve bu fiiller de iyilik veya kötü­lük vasfına lâyık olurlar.

b) Mâtüridiye ve Mutezileye göre fiillerin hüsn ve kubh ile nitelenmeleri zatları gereğidir. Akıl bir çok fiilin güzellik ve çirkinliğini şeriat gelmeden de idrak edebilir. Akıl, sadece dinin getirdiklerini vasıta değildir. Fiiller şeriatın emir ve nehiylerine girdiği için sonradan iyilik ve kötülük vasfını kazanmış değildir, Allah taâlâ iyi oldukları için bir kısım fiilleri emretmiş, kötü oldukları için yasakla­mıştır. Mâtüridilere göre, hüsn emrin, kubhta nehyin medlulüdür. Allanın bir şeyi emretmesi, o şeyin güzelliğine, yasaklaması da çirkinliğine delâlet etmektedir.

Mâtüridiler insanın fiillerini üç gruba ayırırlar:

Birinci grup fiiller, aklın muhakemeye gerek duy­madan idrak edebileceği, Allah’ın varlığı ve birliğini bilmek, inanmak, adalet, iyilik, hayat kurtarma vb. gibi fiiller. Akıl, şeriat gelmeden de bunların hüsnü­nü kavrayabilir. İkinci grup fiillerin ise güzel veya çirkin olduğu muhakeme ve istidlal ile bilinir. Bir caninin elinden bir masumu kurtarmak amacıyla ya­lan söylemenin güzel oluşunu idrak gibi. Üçüncü grup fiillerin hüsn ve kubhu ancak şeriatın açıkla­masına bağlıdır. Akıl bunları yalnız başına kavrayamaz. İbadetlerin şekli ve sayıları gibi.

Hüsn ve kubhun aklî olduğu görüşünü benimse­yen Mâtüridiyye ve Mutezilenin delilleri şöyle sıra­lanabilir:



i) İyilik ve kötülük aslında var olmasaydı, şeri­at gelmeden önce, meselâ yalan ile doğrunun birbi­rine eşit olması gerekirdi. Şeriatın bunlardan birini diğerine tercih ederek emretmesi ise abes olurdu. Hakîm olan Allahın abesle meşgul olması düşünüle­mez.

ii) Güzellik ve çirkinlik aklî olmasaydı, insanı, bazı şeyleri yapmak, bazılarını da yapmamak üzere mükellef kılmak, beşerî zevklerine mani olmak, bil­hassa bu fiillerden dolayı ahirette mükâfat veya ce­za vermek manasız olurdu. Halbuki durum böyle de­ğildir. Dinin kaideleri büyük ve derin hikmetler üze­rine oturtulmuştur. Hüsn ve kubh ta bu hikmet ve maslahatların temellerinden biridir.

iii) Eğer fiillerin güzellik ve çirkinliği şer'î olsa, yalanın kötü, doğrunun iyi, adaletin güzel, zulmün çirkin olması gibi vasıflarda bütün insanlık aleminin her yer ve zamanda ittifak etmemeleri gerekirdi. Halbuki bunların böyle olduğunda, dinli, dinsiz her topluluk fikir, birliği etmiştir. 286

2. Hüsn Ve Kubh, Şeriat Gelmeden İnsanların Mü­kellef Olmalarını Gerektirir Mi?



a) Eş'ariler, hüsn ve kubh konusundaki görüş­lerinin tabiî bir neticesi olarak “madem ki akıl, din gelmeden iyilik ve kötülüğü idrak edemez, o halde hiçbir hükümle de akıl sahibi mükellef tutulamaz. Mükellef olmak vahyin 'gelmesine bağlıdır” demiş­lerdir. Zira Kur'an-ı Kerimde “Biz peygamber gön­dermedikçe asla azab etmeyiz287 buyurulmuştur.

b) Mutezile, hüsn ve kubhu açık ve belli olan fiillerin, vahiy gelmeden de akıl sahiplerine vacib olduğunu iddia eder. Buna göre dinî tebliğe muhatab olmamış -kutuplar, bazı adalar vb. yerlerde yaşayan-insanlar, güzelliğini bildikleri fiilleri yap­makla, çirkinliğini bildikleri fiilleri terketmekle yü­kümlüdürler. Aksi halde azab görürler.

c) Matüridiler ise bu konuda iki gruba ayrılmış­lardır. Birinci grupta olanlar, Eş'ariler gibi düşü­nür. Zira bir fiilin güzel veya çirkin oluşunu idrak başka, onunla mükellef olmak, başkadır. İmam Mâtürîdî (öl. 333/944) nin de dahil olduğu ikinci gruba göre, Akıl, Allah’ın varlık ve birliğini, şeriat gelme­den önce de idrak edebilir ve bununla da mükellef olur. Geri kalan dini hükümleri ise tam idrak ede­meyeceğinden onlarla mükellef değildir. İnsan, sanatkârane bir şekilde yaratılan alemi müşahede ile, onun yaratıcısının varlığına ulaşabilir. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:

Göklerin ve yerin yaratı­cısı olan Allahm (varlığında) şüphe mi vardır?” 288 İmam Ebû Hanîfe (öl. 150/767) nin kanaati da, bu ikinci grubunki gibidir.289


d. Teklıfu Mâla Yutak (Kulu Güç Yetirilemeyecek Şeyle Mükellef Tutmak



1- Hüsn ve kubh konusunun devamı olan bu meselede önce Allah Taâlânın, hiç fenalık yapma­dan ömrünü ibadetle geçiren itaatkâr kula azab et­mesinin (ta'zîb-i muti') caiz olup olmadığını ele ala­lım. Eş'arilere göre böyle bir şey aklen caizdir. Çünkü Allah her şeyin yaratıcısı ve tek malikidir. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Fakat itaat eden kula azab etmesi dinen caiz değildir. Mâtüridilere göre,, böyle bir şahsa azab etmek aklen de di­nen de caiz değildir. Eğer caiz olsaydı, kötülük eden­le, iyilik ve itaat edenin Allah katında eşit olması gerekirdi. Bu ise ilâhî adalete aykırıdır. 290

2- Teklif, failine külfet verecek bir işi, imti­han için emretmek demektir. Faili o işi yaparsa mü­kâfatlandırılır, yapmazsa cezalandırılır, Cenâb-ı Hakkın, kullarını, güç yetiremeyecekleri şeylerle mükellef tutmadığı noktasında ihtilaf yoktur. Çünkü “Allah, kimseye gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmez.” 291 buyurulmuştur. Fakat teklîfu mâ lâ yutak, Eş'arilere göre aklen caizdir. Allah neyi dilerse onu yapar. Mutezile ve Matüridiyeye göre caiz değildir. Böyle bir şey O'nun ilim, hikmet, adalet ve kemâline aykırıdır.

İmkânsız olduğu için, insanın gücünün yetmediği şeyler üç kısımdır:



a) Aslında aklen ve adeten mümkün olduğu hal­de, olmayacağını Allah bildiği ve aksini irade ettiği için meydana gelmesi imkânsız olan şeyler. Bir kâfirin imanla mükellef olması gibi. Kâfirin iman et­mesi haddizatında mümkin iken, Allah onun iman etmeyeceğini bilir. O kişinin imam Allahm ilmine göre -ki bu ilim kulun tercihine göre sabit olmuş­tur (ilim maluma tabidir)- imkânsızdır. Bu gibi hususlarda teklifin caiz olduğunda ittifak vardır.

b) Hem aklen hem de adeten imkânsız olan şeyler. İki zıddın bir anda aynı yerde birleşmesi gi­bi. Böyle bir şeyle teklifin caiz olmadığında da itti­fak vardır.

c) Aslında ve akıl yönünden mümkin olduğu hal­de, adeten (sünnetullah gereği) imkânsız olan ve bu sebeple güç yetirilerneyen şeyler. İnsanın kanatsız ve ucaksız uçması gibi. İşte ihtilâf bu son maddede meydana gelmiştir. Eş'ariler ve Cebrjyye güzellik ve çirkinliğin aklî olmadığını iddia ettiklerinden, Allah’ın bu çeşit imkansız olan şeylerle kulu mükel­lef tutmasını aklen caiz görürlerken, Mutezile ve Mâtüridiler caiz görmezler. 292

e. Ecel

Lûgatta, bir şey için konulmuş vakit ve tesbit edilmiş müddet anlamına gelir. Istılahta ise, insan hayatı ve diğer canlılar için tayin edilmiş müddete ve bu müddetin sonuna yani ölüm için takdir edilmiş vakte ecel denilir. Çoğulu âcâldir.

Her ferdin ve her milletin eceli vardır. Ecel bir tane olup, Allahıh kaza ve kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren Allah Taâlâ oldu­ğundan eceli tayin eden de O'dur:

Aranızda ölümü biz takdir ettik.” 293. Ecel, ne vaktinden önce gelebilir, ne de geciktirilebilir:

Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler294,

Halbuki Allah bir kimseyi, eceli geldiği za­man asla geciktirmez.” 295

Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibadet ve taatların ömrü artıracağına, dair hadisler, 296 ehl-i sün­net kelâmcıları tarafından, insanları hayırlı ve gü­zel işlere teşvik etmek (terğîb) için buyurulmuş ha­disler olarak kabul edilmiş veya şu manalara yo­rumlanmıştır:

Ömrün artmasından maksat elem ve kederden uzak, huzur ve saadet içinde, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır. Veya Allah Taâlâ bu gibi şa­hısların iyilik yapacağını bildiği için ezelde onların ömrünü buna göre fazla takdir etmiştir.297

Herhangi bir müdahele olmaksızın tabiî bir şe­kilde ölen kişinin, eceliyle öldüğü konusunda. İslâm mezhepleri ittifak etmiştir. Ancak katledilerek öldü­rülen (maktul) eceli ile mî ölmüştür? Konusu görüş ayrılığına sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre maktul eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu zamandır. Eğer maktul öldürülmemiş olsaydı, tabiî olarak o vakit ölmesi de, ölmemesi de caizdir. Öldürülenin ecelini öne almadığına göre, ka­tilin cezaya hak kazanmasının sebebi, Allah Taâlânın “adam öldürmeyiniz298 yasağını çiğnemesi, sünnetullah dediğimiz tabiat ka­nunları gereğince, Allanın akabinde ölümü yarattığı ve dinin yasak saydığı bir fiili hür iradesiyle seçip kazanmasından dolayıdır.

Mutezile mezhebi ise ecel konusunda üç ayrı gö­rüşe sahip olmuştur. Ebu'l-Hüzeyl el-AIlâf (öl. 235/ 850) a göre, katil maktulü öldürmeseydi, maktul yi­ne kesinlikle ölürdü. Bağdat mutezilîlerine göre -ki mutezilenin cumhuru bu görüştedir- maktul katilin fiili sebebiyle ölmüştür. Eğer katil öldürmeseydi, maktul kesinlikle yaşardı. Onlara göre katilin ceza­ya müstahak olması, maktulü öldürmesi, hayatını kesmesi sebebiyledir. Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/ 1025) in da tercih ettiği üçüncü görüş ise, ehl-i sün­net kelamcılarının görüşü gibidir. Yani maktul ece­liyle ölmüştür. Şayet katil onu öldürmeseydi, onun yaşaması da ölmesi de mümkün olacaktı. 299

Ecel-i Kaza Ve Ecel-i Müsemmâ:

Bir âyet-i kerimede “O, sizi bir çamurdan ya­rattı. Sonra bir ecel kaza etti. Bir eceli müsemmâ da O'nun katında vardır.” 300 buyurulmuştur. Bu âyet ecelin birden fazla olduğuna delâlet et­mez. Ayette geçen ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ tabirleri çeşitli manâlarda tefsir edilmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz;



1- Ecel-i kaza, geçmişlerin yani ölmüş kişi ve ümmetlerin ecelidir. Ecel-i müsemmâ, henüz vefat etmemiş olanların ecelidir. Zira geçmiştekiler öldük­leri zaman ecelleri insanlar tarafından bilinmiş olur (kaza). Geride kalanların eceli, onlar ölmeden bili­nemez. Bu sebeple âyette “bir ecel-i müsemmâ da O' nun katında vardır” buyurulmuştur.

2- Ecel-i kaza ölüm, ecel-i müsemmâ kıyamet, dernek olup, Allah katındadır.

3- Ecel-i kaza yaratılıştan ölüme olan ecel (müddet)tir. Ecel-i müsemmâ, ölümle yeniden diri­liş arasındaki berzah hayatıdır.

4- Ecel-i kaza uyku, ecel-i müsemmâ ölüm­dür.

5- Ecel-i kaza insanların Levh-i mahfuzdaki ömrü, ecel-i müsemmâ ilm-i ilâhîde sabit olan öm­rüdür.

6- Ecel-i kaza bir kişinin yaşadığı ana kadar ömründen geçen süreye, ecel-i müsemmâ kalan örnrüne denir.

7- Her ikisi de ölümdür, Fakat ecel-i kaza kı­lıçla öldürülme, boğulma, yanma vb. arızî sebepler­le meydana gelen ölümdüri Ecel-i müsemmâ, ölüm anma kadar afiyet içinde yaşayan kiginin ecelidir,

8- İslâm felsefecilerine göre ecel-i kaza, tabiî ecel, ecel-i müsemmâ ihtiramı eceldir. Tabiî ecel, insanın yaratılışında var olan sıcaklığın sönmesi, rutubetin yok olması, ihtiyarlık sebebiyle fizikî bün­yenin fonksiyonunu kaybetmesi şeklinde ortaya çı­kan eceldir. İhtiramı ecel ise, hastalık, felâket ve ölüm kazaları şeklinde ortaya çıkan eceldir.

Bu görüşler içinde “ecel-i kaza tek tek kişilerin eceli, ecel-i müsemmâ, Allah katında tayin edilmiş bulunan alemin ecelidir ki, ondan da kastolunan kı­yamettir” şeklindeki görüş ehl-i sünnet kelâmcıları-tarafından daha çok benimsenmiştir. 301


f. Rızk

Rızk, lûgatta, faydalanılan ve verilen şey anlamına gelir. Istılahta, Allah Taâlânın canlılara, yiyip içmek ve faydalanmak için verdiği her şey demek­tir. Bu tarife göre rızk, helâli içine aldığı gibi, hara­mı da içine alır. Ehl-i sünnetin rızk anlayışı şöyle maddeleştirilebilir:



1- Yegane rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Taâlâdır. Bu konuda Kur'anda “Yerde yürüyen (kai­natta) hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızkları Allahın üstünedir” 302 buyurulmuştur. Terzîk (rızıklandırma), O'nun fiilî sıfatlarındandır ve tek­vin sıfatına racidir.

2- Haram olan bir şey onu kazanan kul için bir rızk sayılır.

3- Haram rızk ise de, Allah Taâlânın haram olan rızkı kulun kazanmasına rızası yoktur. Bir âyet­te şöyle buyurulur:

Artık Allahın size rızk olarak verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yiyiniz.” 303



4- Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başka­sının rızkını yiyemeyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.

Mutezileye göre haram rızk değildir. Çünkü on­lar rızkı, “mâlikin mülkiyeti altında bulundurup meşru yoldan yediği şey”, veya “kendisinden fayda­lanmak yasaklanmamış şey” diye tarif etmişlerdir. Bu tariflere göre ancak helâl şeyler rızk olabilir. Ayrıca rızk bu şekilde tarif edilirse, hayvanlarla, ömrü boyunca haram yiyen şahısların Allah tarafın­dan rızıklandırılmamış olmaları gibi bir sonuca ulaşılır ki durum böyle değildir. Mutezilenin bu nokta­da değişik düşünmesinin sebebi şudur:

Rızk, mutla­ka Allaha nisbet edilir. Çünkü O'ndan başka rızk ve­rici yoktur. Kul, haram yemekten ötürü kötülenme ye ve cezaya müstahak olur. Allaha isnad edilen şey çirkin olamaz. Haram da çirkin olduğu için O'na nis­bet edilemez.

Halbuki Ehl-i sünnete göre, çirkini yaratmak çirkin değil, çirkini kazanmak çirkindir. Kulun ha­ram olan rızkı yediği için cezayı hak etmesinin se­bebi, haramı tercih etmesi, cüz'î iradesini ona yö­neltmesi, kısaca haramı kazanması (kesbi)dır. 304



Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin