İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə111/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   107   108   109   110   111   112   113   114   ...   169

2673- İkinci şık ki: “Günah-ı kebireyi işliyen, nasıl mü’min kalabilir?” diye su­allerine cevab ise; evvela: Sabık işaretlerde onların hatası kat’i bir su­rette anlaşılmış­tır ki, tekrara hacet kalmamıştır. Saniyen: Nefs-i insaniye, mu­accel ve hazır bir dir­hem lezzeti; müeccel, gaib bir batman lezzete tercih et­tiği gibi, hazır bir tokat kor­kusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. He­ves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmi­yetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride bü­yük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki teveh­hüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar. Şu halde; kebairi işlemek, iman­sızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.

Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi: Fenalık ve hevasat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinnî, çabuk insanları o yola sevkediyor. Gayet cay-ı hayret bir haldir ki: Âlem-i bekanın -nass-ı hadisle-sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i öm­ründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde; bazı biçare in­sanlar, bir sinek kanadı kadar bu fani dünyanın lezzetini, o baki âlemin bu fani dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.

İşte bu sırlar içindir ki: Kur’an-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ıs­rar ile, tehdid ve teşvik ile günahtan zecr ve hayra sevkediyor.” (L.76) (Bak: 1058/1.p.)

Bir atıf notu:

-Günah işleme anında imanın durumu, bak: l171.p.

2674- Halk-ı ef’al meselesinde; Cebriye ifrat, İ’tizal tefrit, Ehl-i Sünnet vasattır. Evet “Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İ’tizal mezhebi de tefrittir ki, te’siri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi va­sattır. Çünkü bu mezheb beyne beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.” (İ.İ.24)

Bir atıf notu:

-Mu’tezilenin Vacib’i mümkine yaptığı yanlış kıyasla, halk-ı ef’ali abde vermesi, bak: 1637.p.

2675- “Her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu’tezile olur ki; te’siri esbaba verir. Ve keza daire-i itikadda iken ru­huyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.” (İ.İ.20)

2676- “Maziye, mesaibe kader nazarıyla; ve müstakbele, maasiye teklif nokta­sında bakmak lâzımdır. Cebir ve İ’tizal, burada barışırlar.” (H.Ş. l18)

2677- Bir kısım Mu’tezile imamlarının Ehl-i Sünnetçe merdud sayılma­malarının bir sırrı:

“Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zahirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu’tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, i’tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedid itirazatına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arı­yorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu’tezile imamlarını, merdud ve matrud sayı­yorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma do­kunuyordu.

Sonra lütfu İlahî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirazatı, hak zan­nettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani meselâ: Tenzih-i hakiki onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasıyla olu­yor. Onun için Cenab-ı Hakk’ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’al mes’elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mu’tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavanin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirle­rine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.” (M. 453)

Atıf notları:

-Mu’tezile’nin hüsün ve kubh anlayışı, bak: 3969.p.

-Mu’tezile’nin kader anlayışı, bak: 1904.p

-Mu’tezile’nin masiyet üzerine tazibin vacib olduğu şeklindeki hatalı anlayışı, bak: 2255/1.p.

2678- qqMUTTALA’ pV±O8 : Ittıla’dan ism-i mekândır. Ittıla’ olunacak semt ve mahal. Bir işin başlanacak ve onu kolaylaştıracak münasib yer. Yük­sek yerden aşa­ğıya bakıp muttali’ olunacak mevzi’e denir. Kamus tercemesinden kısmen alınan malumat şöyledir: “Nazil olan her bir âyet bir vech-i zahirîyi ve bir vech-i batınîyi müştemildir. Ve bunlardan herbirinin bir had ve her haddin bir muttala’ olacak semt ve mahalli vardır ki, onu bilmeye o semt ve mahalden hareket edilir.”

2679- qqMUVAHHİDÎN w: (Muvahhidûn) Mağrib ve Endülüs’te hü­kümet sürmüş bir devlet-i İslâmiyedir. Hi: 535 tarihinde zuhur ve 668 ta­rihine ka­dar 133 sene devam etmiş ve yekûnü 13’ü bulan idarecilerinden devletin ilk mü­es­sisi, Berberîlerden ve İmam-ı Gazali’nin talebesi Muham­med bin Tumart Hü­seynî’dir. Kamus-ul A’lam’dan ve İslâm Ansiklope­disi’nden telhisen aldığımız bil­giye göre: Muhammed bin Tumart, an’ane-yi diniyeden uzaklaşan ve aynı kıtada bulunan Murabıtlar Hükümeti’ne karşı Mehdi manasında bir ıslahatçı ve İslâm ida­recisi (İmam-ül Müslimîn ve Ha­life-i İslâm) olarak ortaya çıktı. Kendisinden sonra gelen halefleri de aynı ga­yeyi takib ettiler.

2680- Muhammed bin Tumart’dan sonra yerine arkadaşı Abdülmü’min bin Ali geçti. Abdülmü’min başında bulunduğu bir orduyla Mi.. l144-l146 yıllarında Telemsan’da Murabıtları mağlub ettikten sonra Fas, Sebte ve Tanca’ya hâkim ol­muştur. Muvahhidler, Murabıtların başkenti Merakeş’i de ele geçirerek l147 tari­hinde bu hanedana son verdiler. Son Murabıt hüküm­darı İshak bin Ali, Muvahhidler tarafından idam edilmiştir.

Abdülmü’min, Murabıtları unutturmak ve hâkimiyetini yerleştirebilmek için de taassubkârane ve inhisarcı düşüncelerle bazı ifratkâr icraatlar yapmış­tır. Merakeş’i kendisine başkent yapan Abdülmü’min, beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde İspanya topraklarına hâkim oldu. l152’de Cezayir, l158’de Tunus, l160’da Trablusgarb’ı ele geçiren Abdülmü’min, Atlantik sahillerin­den Mısır’a kadar uzanan geniş bir bölgeyi İspanya ile birleştirmiştir. Muvahhidlerin çekilmesinden sonra, İspanya’da yeniden küçük beylikler or­taya çıkmış ve bunlar kuvvetli bir İslâm birliği meydana getire­memişlerdir. Abdülmü’min l163 yılında vefat etti. Saltanat çekişmelerine sebeb olan onun taht varisleri arasında en tanınmış olanı Ebu Yusuf Yakub el-Mansur olmuş­tur. Mansur, Mağrib’de ve İspanya’da abidevî yapılar inşa ettirmiştir. Muvahhidler l170 yılında başkenti Sevil’e naklettiler.



2681- Abdülmü’min ve ondan sonra gelen idareciler zamanında ortaya çıkan saltanat çekişmeleri bir kısım muhalif grubların karşı çıkışları ile mey­dana gelen keşmekeşlikler de devam etmiştir. Mi. 1212 yılında Las Havas’da Haçlılara mağlub olan Muvahhidler, buradan sürülmüşlerdir. Mansur’un oğlu Muhammed en Nasır (Mi. l199-1214) pek az bir kuvvetle geri çekile­bilmiş ise de, iki yıl sonra 1214’de ha­yata gözlerini yummuştur. Bunun üze­rine, bütün müslüman İspanya kuzeyden ge­len Hristiyanların akınlarına ve istilasına maruz kaldı.

Nihayet Muvahhidîn’in son hükümdarı Ebu Debbus-ül Vâsık, harbde maktul olmakla Muvahhidîn Hükümeti ortadan kalkmıştır.



2682- qqMÜBÎN w[A8 : Açık, vazıh, aşikâr. *Ayan kılan, beyan ve izah eden. *Dilediğine doğru yolu gösteren. *Hak ile batılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. İltibas, decl ve karışıklıkları tef­rik ve temyiz eden manasında olan” Mübin (Kur’an l196) “ibane”den ism-i faildir. İbane ise lâzım ve müteaddi olur. Lâzım olunca mübin; beyyin, açık demektir. Müteaddi olduğunda da, mübeyyin gibi beyan ve tavzih edici veya fürkan gibi ayırıcı demek olur.” (E.T. 2815) (Bak: Kitab-ı Mübin)

2683- Kur’anda “mübin” kelimesi şu terkibler şeklinde geçer:

-Adüvvün mübin: (2:168,208) (4:101) (6:l142) (7:22) (12:5) (16:53) (36:60)

-Adüvvün mudıllün mübin: (28:15)

-Dalalin mübin: (3:164) (6:74) (7:60) (12:8,30) (19:38) (21: 54) 26:97) (28: 85) (31: ll) (33:36) (34:24) (36:24,47) (39:22) (43:40,62) (46:32) (62:2) (67:29)

-Kitab-ı mübin: (5:15) (6:59)(10:61) (ll:6) (12:l) (26:2) (27:l,75) 28:2) (34:3) (43:2) (44:2)

-Belâgun mübin: (5:92) (16:35,82) (24:54) (29:18) (36:17) (64:12)

-Sihrun mübin: (5:110) (6:7) (10:76) (ll.7) (27:13) (37:15)(46:7) (61:6)

-Fevz-ül mübin: (6:16) (45:30)

-Su’banun mübin: (7:107)(26:32)

-Nezirun mübin: (7:184) (ll:25) (15:79) (22:49)(26:l15) (29:50) (38:70) (46:9) (51:5,51) (67:26) (71:2)

-Sahurun mübin: (10:2) (34:32)

-Sultanun mübin: (4:91144,153) (ll:96) (14:10) (23:45) (27:21) (37:156) (40:23) (44:19) (51:38) (52:38)

-Kur’anun mübin: (15:l) (36:69)

-Şıhabun mübin: (15:18)

-İmam-ı mübin :(15:79) (36:12)

-Hasîmun mübin: (16:4) (36:12)

-Lisanun Arabiyyün mübin: (16:103) (26:195)

-Husranün mübin: (4:l19) (22:ll) (39:15)

-İfkün mübin: (24:12)

-Hakk-ul mübin: (24:25) (27:79)

-Bişey’in mübin: (26:30)

-Fadlun mübin: (27:16)

-Lekaviyyun mübin: (28:18)

-Bela-ül mübin: (37:106) (44:33)

-Zalimün linefsihi mübin: (37:l13)

-Lekefûrun mübin: (43:15)

-Hısam-ı gayr-ı mübin: (43:18)

-Resulün mübin: (43:29) (44:13)

-Duhanun mübin: (44:10)

-Ufuk-ul mübin: (81:23)

-İsmen mübinen: (4:20,50,l12) (33:58)

-Nuren mübinen: (4:174)

-Fethan mübinen: (48:l)

2684- qqMÜCÂHEDE ˜f;_D8 : (c.Mücahedat) Cihad etme. *Din düş­ma­nına karşı koyma. Çarpışma. *Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme. (Bak: Cihad)

2685- qqMÜCEDDİD …±fD8 : Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bil­diri­len, her yüz yıl başında, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders ver­mek üzere Allah tarafından manen vazifeli büyük âlim ve Peygamber’in (A.S.M)varisi olan zat. Bu dinî şahsiyetler İslâm cemiyetinde bilhassa hilafet merkezinde fitne zuhur etme­siyle bozulan millî vicdan, fikir ve iman saha­sında ıslahatçı olarak vazife görürler. (Bak: Ahmed-i Farukî, Eimme-i İsna Aşer, Mehdi, Mevlana Halid, Velayet-i Kübra)

İslâm tarihi seyri içinde zuhur eden müceddidlerin tesbitinde, ülema-i İslâm az çok farklı tercihler yapmışlardır. Zira istikbal-i dünyeviyedeki hâdi­satın dinî naslarla tayin edilmeleri hikmet-i ilahiyeye uygun gelmediğinden, bazı âyet ve hadislerin an­cak işarî manaları ve müceddidiyet için gerekli bazı hususiyetler, müceddidin tesbitinde ölçü olmaktadır. (Bak: 2294/1, 2294/2. p.lar)

Bu ise nassen bir sarahat olmadığından asrın müceddidini kabul etmekte itikadî bir mecburiyet getirmez. (Bak: 2032.p. son yarısı)

Ancak asrın müceddidini ve müstakim cemaatını bilmeyen kimse, mev­cut fit­neleri, bid’aları ve dalaletleri sezip görmek ve onlardan içtinab etmek ve taklidî olan imanını muhafaza etmekte çok müşkilatla karşılaşır, tehlikeli bir cehalette ve gaf­lette kalır. Binaenaleyh asrın müceddidini tanımak ve onun dairesi dışında kalma­mak gerektir. (Bak: 2447.p.)

Tecdid hareketi cemiyette fikrî ve amelî sahada zuhur eder, yaygınlaşan bid’atların (Bak:446.p.) izalesine, sünnet ve şeairin ihyasına çok ehemmiyet verir. (Bak: 1289.p.) Fikren olduğu kadar fiilen de bid’atlardan kaçar ve sün­neti yaşıyarak ihya etmeye çalışır ve takvayı esas alır. (Bak:3143.p.) Bu husus müceddidiyetin ehemmiyetli bir vasfını teşkil eder. Müceddidiyetin temeli olan diğer bir vasfı ise, imânî ve fikrî sahada verdiği vehbî ve ilhamî eserle­riyle, fen ve felsefeden gelen her türlü inkâr ve ebâtılı imha edebilmede üs­tün seviyede olmasıdır.

2685/1- Mehdî ve Deccâl hâdisesi, pek çok hadislerle haber verilmiştir. Âhirzaman fitnesi olarak haber verilen Deccaliyetin tahribat ve ifsatı en son, en bü­yük ve en dehşetli bir fitne olduğu, yine aynı rivayetlerin ifadelerinden açıkça anla­şılmaktadır.

Aynı zaman ve mekânda Deccaliyetle mücahede halinde olacağı haber verilen Mehdiyet cereyanının da en büyük ve en son müceddid ve mehdiyet hareketi ol­duğu zâhir oluyor. Zira Mehdiyetin mücahedesiyle yapılan ısla­hattan sonra, (18:99) âyetinde de işaret edildiği gibi; tekrar ortaya çıkacak olan fitne, kıyametin kopma­sına sebeb olacak fitnedir. (Bak: 2042.p.) Artık o zaman Mehdi-Deccal mücadelesi de olmıyacaktır.

Binaenaleyh âhirzaman fitnesinin zuhur etiğini kabul edenlerin, o fitneye karşı hayatını feda ederek mücahede eden şahsiyetin ve cereyanının da son mehdi ve mehdiyet cereyanı olduğunu kabul etmeleri icab eder. Hele umum dinî cemaatler; zuhur eden bu fitnenin, âhirzamanda geleceği haber verilen Deccal fitnesi oldu­ğunda ittifak etmelerinin mantıkî neticesi olarak, o fitne ve şer cereyanının en çok müdahale, takib ve tahakkümüne maruz kalan dinî şahsiyet ve cereyanının da Deccaliyetle mücahedeye manen vazifedar ve beklenen en büyük ve en son müceddid olduğunu da kabul etmeleri iktiza eder.

2686- Müceddidlerin lüzumu: Âdem Aleyhisselâm’dan Peygamberimiz’e (A.S.M.) kadar zamanla ve tedricen terakki eden beşerin idrak ve ahval-i iç­timaiye seviyelerine göre peygamberler ve semavi kitablar gönderildi. Pey­gamberimiz’den (A.S.M.) ve Kur’an-ı Kerim’den sonra peygamber ve kitab gönderilmedi ve gönde­rilmeyecek. Halbuki beşerin terakki ve tekâmül ka­nunu durmadı. O halde neden beşerin terakki seviyesine göre yeniden pey­gamber ve kitab gelmeyecek?

Cevab: Kur’andan önce gelen semavi kitablar, zamanlarının ihtiyacına ve o za­manki beşerin seviyesine göre gelmişlerdir. Umum zamanlara şamil ola­bilecek ah­kâma medar mana külliyetinde değildiler. Fakat Kur’an, öyle bir mana külliyetine ve camiiyetine sahiptir ki, beşerin bütün terakki seviyelerine cevap verebilir. (Bak: 2419, 3527.p.lar)

Ancak Kur’anın her asrın ihtiyacına cevap veren ders, irşad ve ahkâmını keşf ve izhar etmek için ahkâmda müçtehidler, hikmet ve irşad dersinde de müceddidler gerekmektedir. Demek mana külliyetinden dolayı Kur’andan sonra diğer semavi bir kitaba ihtiyaç kalmadığı gibi, semavi kitabı tebliğ ve tedris vazifesi içinde, varis olan müctehid ve müceddidler yeterli olmuştur.

2687- Bu hakikatı, Peygamberimiz (A.S.M.)

(246) «u[¬= ³~«h²,¬~ |¬X«" ¬š³_«[¬A²9«_«6 |¬BÅ8­~ ­š_«W«V­2 (247) ¬š³_«[¬A²9«ž²~ ­y«$«‡«— ­š_«W«V­Q²7«~

_«Z«X<«… _«Z«7 ­…¬±f«D­< ²w«8 ¯}«X«, ¬?«_¬8 ¬±u­6 ¬‰²~«‡ |«V«2 ¬}Å8­ž²~ ¬g«Z¬7 ­b«Q²A«< «yÁV7~ Å–¬~

(248) gibi hadis-i şerifleriyle bildirmişlerdir.

Yani Nasılki semavi kitab olan Tevrat’ın hükümran olduğu devrede, muhtelif zaman ve mekânda gelen nebiler, kendilerine kitab gelmediği halde Tevrat’la vazife-i nübüvveti ifa ettiler. Onun gibi, Kur’an ile de muhtelif asırlarda gelen müceddidler, vazife-i veraset-i Nübüvveti ifa ederler.

Demek mana külliyetinden dolayı, Kur’andan sonra semavi bir kitaba lüzum kalmadığı gibi, müceddidler de asırlarında, Kur’an’ın o asra bakan vechini tefsir et­mekle veraset-i Nübüvveti ifa ettiklerinden yeni bir peygam­bere ihtiyaç görülme­miştir.



2688- “Her asır başında hadisce geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâ­dimleri; emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve Sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyyen ittiba’ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak is­tenilen ebatılı ref’ ve ibtal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usul­leriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.” (Ş.669)

2689- “Bu zaman; hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza nokta­sında tecdid vazi­fesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içti­maiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

Rivayât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların naza­rında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içti­maiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli görün­düğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.



2690- Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bu­lunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil gö­rülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini tem­sil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Ri­sale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.” (K.L. 189) (Bak: 2294/3 ve 3254.p.lar)

2690/1- Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel oldu­ğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’anın fey­ziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.” (E.L.II152) (Bak: 3254.p.)

“ Evet «u[¬= ³~«h²,¬~ ³|¬X«" ¬š³_«[¬A²9«_«6 |¬BÅ8­~ ­š_«W«V­2 (249) ferman etmiş. Gavs-ı Azam Şah-ı Geylani, İmam-ı Gazali, imam-ı Rabbani gibi hem şahsen, hem vazifeten bü­yük ve hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserle­riyle fiilen tasdik et­mişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğun­dan hikmet-i Rabbaniye on­lar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imda­dına göndermiş. Şimdi ise aynı vazi­feye, fakat müşkilatlı ve dehşetli şerait içinde, bu şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-i Nur’u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferid manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mü­him vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin, ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir hümdarlık vazifesi var.” (KL.7)



2691- Semavi dinlerin ilk devrelerinde samimiyet, ciddiyet, fedakârlık gibi key­fiyet meziyetleri yüksek olur. Sonraları ise mürur-u zamanla kasavet-i kalb, zevk-i hayat ve gaflet galib gelerek dinde lâkaydlık ve bir takım hurafe­ler zuhur eder. Pey­gamberlerin ilk davetinde asi olan ümmet, dini kabulden bir müddet sonra te’vilci ve hurafeci bir duruma girince, Allah yeni bir pey­gamber gönderir.

İslâm dininde de ilk keyfiyet devreden sonra kemmiyet artmakla beraber kıs­men keyfiyet azaldı, salabet-i diniye ve ihlas zayıfladı, fitneler zuhur etti. Böyle fit­neler ve dalaletlere karşı Allah yeni bir tecdid-i din hareketiyle ha­yat-ı diniyeyi ihya ettirir. Bu hakikatı ifade eden bir âyet-i kerimeyi Elmalılı Hamdi Efendi şöyle tefsir ediyor:

“(28:45) _®9—­h­5 «–²_«L²9«~ Åw¬U«7«— Ve lâkin biz bir çok karnlar inşa ettik. Ku­run-u ûlâ helâkinden sonra Tevrat’ın neş’e-i hidayetiyle kurun-u vusta husule geldi.

­h­W­Q²7~ ²v¬Z²[«V«2 «Ä«—_«O«B«4 Onların da üzerlerine ömür uzadı. Mürur-u zaman ile koca­dılar, şaşkınlaştılar, o neş’e köreldi, o iman dinçliği, o amel kudreti kal­madı. (Bak: 3206,3207, 4097-4099.p.lar) Hiss-i dinî söndü; türlü bid’atlar, ih­tilaflar, tahrifler ile şeriat ve ahkâm bozuldu. Bahusus sonlarına doğru fısk ü fetret çoğaldı. Binaenaleyh hikmet-i ilahiye yeni bir ruh ile yeni bir teşri’ ik­tiza etti. Musa’nın (A.S.) hissettiği o ateşi yeniden duyurmak, muhabbetullah ile yeni bir hayat şevk u neş’esi vermek için yeni bir kitab, yeni bir peygam­berle ahbar u ahkâmı yenilemek lâzım geldi; bu sebeble sana vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat, kurun-u vustayı tenvir için verildiği gibi, bu suretle Kur’an da kurun-u vustanın fetretine nihayet verip kurun-u cedideyi tenvir için gönderildi.



2692- Fıkıhda “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr oluna­maz” kaidesinin bir esası demek olan bu veciz âyet, bi’set-i Muhammediyenin bir sırr ü hikmetini göstermekte ve Kur’anın her zamana hâkim olabilmesinin esas vechini anlatmaktadır ki, tetavül-i ömür ile eskimiş olan cemiyet-i beşeriyeyi emr-i Hak olan diğer bir neş’et, “bir neş’et-i uhra” ile yenilemek kanunu; bunun mısdaki Sure-i Hadid’de gelecek olan

«ž«— ¬±s«E²7~ «w¬8 «Ä«i«9_«8«— ¬yÁV7~ ¬h²6¬g¬7 ²v­Z­"Y­V­5 «p«L²F«# ²–«~ ~Y­X«8³~ «w<¬gÅV¬7 ¬–²_«< ²v«7«~

²a«K«T«4 ­f«8«ž²~ ­v¬Z²[«V«2 «Ä_«O«4 ­u²A«5 ²w¬8 «_«B¬U²7~ ~Y­#—­~ «w<¬gÅ7_«6 ~Y­9Y­U«<

 –Y­T¬,_«4 ²v­Z²X¬8 °h[¬C«6«— ²v­Z­"Y­V­5

 «–Y­V¬T²Q«# ²v­UÅV«Q«7 ¬€_«<³ž²~ ­v­U«7 _ÅXÅ[«" ²f«5 _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡«ž²~ ¬|²E­< «yÁV7~ Å–«~~Y­W«V²2¬~

(57:16,17) âyetidir. “Allah Teala bu ümmete muhakkak her yüz sene başında dinini yenileyecek kimse gönderir” mealindeki hadis-i şerif dahi asırdan asra bu âyetlerin tatbikine teşvik yollu bir va’ddir.

¬š_«[¬A²9«ž²~ ­y«$«‡«— ­š_«W«V­Q²7«~ (250) hadis-i şerifinin mazmunu bu suretle tecelli eder.” (E.T. 3740)

2693- Bazı müceddidlere bilhassa ilk devrelerinde bazı itirazlar olmuş ise de, sonraları onların büyük şahsiyetler oldukları anlaşılıp iyi niyet sahipleri onlardan is­tifade etmişlerdir. Ezcümle: Tarihin Şeref Levhaları isimli eser, İmam-ı Gazali Haz­retlerine yapılan garib bir itiraz hâdisesini nakleder:

Gazali Hazretlerinin muarızlarından âlim bir zat, Gazali’nin (R.A.) ese­rini imha etmek için, aleyhe geçirdiği kimselerle kitablarını toplayıp depo eder. Bu esnada gördüğü müdhiş bir rüyada, bu cinayetine karşı ceza olarak vurulan kamçılardan sonra uyanan muarız zat, kamçıların darbesinden bir müddet yatakta kaldıktan sonra, müceddid Gazali’nin (R.A.) o asrı irşad ile vazifeli olduğunu anlar ve eserle­riyle hizmete başlar. Daha sonraları erbab-ı ilim, Gazali Hazretlerinin asrının müceddidi olduğunu tesbit ettiler.



2694- qqMÜCTEHİD fZBD8 : İctihad eden. İhtiyaç hasıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allameleri ve önderleri. İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii gibi (Bak: İctihad)

Bir atıf notu:

-Müctehidlerin fazilet dereceleri, bak: 3210.p.,

2695- qqMÜDÂRÂ ~‡~f8 : Yüze gülmek, zahiren dostluk göstermek, nâsa karşı güzel muamelede bulunmak ve sulh ü salah üzere durmaktır. Meşru’ surette yapılan müdara, memduhtur. Muvaffakiyete sebebdir. Bir ha­dis-i şerifte, “Nâsa müdara bir sadakadır” (251) buyurulmuştur. Diğer bir ha­dis-i şerif de, “Ben farzlar ile emrolunduğum gibi, nâsa müdara ile de memur oldum” mealindedir.

Fakat güzel bir akibet düşüncesiyle olmaksızın herhangi bir kimsenin mücerred mevkiinden veya servetinden dolayı yüzüne gülmek, kendisine müdarada bulunmak pek mezmumdur. Böyle bir hale temelluk, tabasbus, müdahene, yaltaklanmak, dal­kavukluk denir ki insaniyete asla yakışmaz, di­nen memnu’, aklen makbuhtur.” (B.İ.İ. 469) (Bak: Hecr-i Cemil)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   107   108   109   110   111   112   113   114   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin