B
335- qqBABİL u"_" : Asurlular devrinde Irak’ta kurulan şehirlerden biri. Bağdad’ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda “Çeh-i Bâbil” olarak yer alan ve bir çok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen “Bâbil Kulesi’nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir. Kur’an (2:102) de bahsedilir.
335/1- qqBABİL KULESİ |, y7Y5 u"_" : Tevrat’ın rivayetine göre Hz. Nuh’un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve yetmişiki dil burada meydana gelmiştir. (Buna tebelbül-i akvam denir.) Bu kuleyi Nemrud’un gökyüzüne yükselerek Allah’ın işlerine karışmak maksadıyla yaptırmış olduğu rivayet edilir.
Miladdan önce yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Herodot, Bâbil’deki Baal Ma’bedinin gayet yüksek bir kule olduğunu, seyahatinde görerek anlatmıştır ki; Bâbil ve Nemrut Kulesi denen şeyin bu olması ihtimali vardır. (O.A.L.)
336- qqBAHAÎLİK tV[= _Z" : Batıl bir mezheb olan Babîlik’ten türemiş batıl sapık bir mezhep.
Babîliğin kurucusu Şirazlı (İran’lı) Mirza Ali Muhammed Bab (1819-1850), sapık düşünceleri sebebiyle küfrüne fetva verilerek Tebriz’de kurşuna dizilmiştir. “Bab” lâkabını (takma adını) kendisi almış ve bu isme Bab-ı Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdi kapısı) mânâsını vermiştir. Kendisinden sonra en yakın taraftarlarından Mirza Yahya Nurî ve Mirza Hüseyin Ali adlarında iki üvey kardeş Babîliğe sahip çıkmışlardır. Şaha karşı suikasta girişmek suçundan sürgün edilmişler, önce Bağdad’a, oradan da İstanbul’a gelmişlerdir. Buradan da taraftarlarıya beraber Edirne’ye sürülmüşlerdir (1864). Mirza Hüseyin Ali (MS. 1817-1893) beklenen Mehdinin kendisi olduğunu iddia ederek Bahaullah adını almış, Babîliğe Musevî ve Hıristiyan dinlerinden bazı unsurları ve Batılı bazı lâik prensipleri de katarak batıl ve uydurma mezhebi (kendi ifadesine göre dini) olan Bahaîliği kurmuştur. Bab’ın halefi olan kardeşi Mirza Yahya Nurî ise bir derece Babîliğe sadık kalarak Suph-i Ezel adını almış ve batıl mezhebine Ezeliye (ezelcilik) denmiştir.
Sultan Abdülâziz, bunlardan Mirza Hüseyin Ali’yi, taraftarlarıyla birlikte, şimdi İsrail sınırı içinde olan Akka’ya, Mirza Yahya Nurî’yi de Kıbrıs’a sürgün etmiştir.
Bahâilik daha çok Avrupa, Amerika, İsrail gibi müslüman olmayan ülkelerde taraftar toplamıştır. En önemli iki merkezi, İsrail’de Hayfa şehrinde ve Amerika’da Şikago şehrindedir.
337- qqBAHİRA ˜h[E" : Süryani rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey’et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebebden rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsa’nın uluhiyetini ve Hz. Meryem’in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş ve Şam yolu üzerinde Busrâ civarında bir manastır edinmişti.
İbn-i Hişam’ın siyerinde İbn-i İshak’tan rivayet olunarak:
«Bahira, kilise âleminde büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba mâlik bulunuyordu. Resul-i Ekrem’in bütün ahval ve evsafı bu kitabda yazılıydı.” deniliyor ki bu kitab “El-Enbâ” ünvanıyla bıraktığı rivayet olunan bir kitab olacaktır.
Kitabın başlıca bahisleri; yakında Arabistan’da bir Nebi-i Zişan çıkacağı, tevhid itikadına davet edeceği ve putlara ibadetten nehyedeceği mevzuu etrafında toplanıyordu. (S.B.M.ci: 6 sh: 650)
338- «Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Amucası Ebu Talib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Bahîra-yı Rahib’in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilat etmiyen münzevi Bahira-yı Rahib birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin’i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: “Şu Seyyid-ül Âlemîn’dir ve Peygamber olacaktır.” Kureyşîler dediler: “Neden biliyorsun?” Mübarek Rahib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, Nebilere yapılır.» (M.135)
Sebeb-i nüzulünde Bahira’dan da bahsedilen bir âyet şöyle tefsir ediliyor:
«(28:52) ¬y¬A²V«5 ²w¬8 «_«B¬U²7~ v;_«X²[«#³~ «w<¬gÅ7«~ Bundan, yani Kur’an verilmezden evvel kitab verdiklerimiz-Yehud’dan içlerinde Ebu Rifaa bulunan 10 kişi iman etmiş, eza olunmuşlardı; ehl-i İncil’den 40 kişi Resulullah’a bi’setinden mukaddem iman etmişlerdi; otuzikisi Ca’fer ibn-i Ebu Talib ile beraber Habeşistan’dan gelmiş, sekizi de Bahira, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris, Nafi’, Temîm Şam’dan gelmişlerdi; bu âyetin nüzulüne sebeb bunlar olmuş ise de, âyetin mefhum-u ıtlakı üzere ehl-i kitabdan bütün iman edenlere şâmildir.» (E.T.3746)
339- qqBAKAR hT" : (c. Bukur-Bikar) Öküz, dana, sığır. «Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir.» (E.T.381)
340- qqBAKARPEREST a,há hT" : Öküzü mabud yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona tapan ehl-i dalâlet. Kur’anda (2:67) âyetiyle bildirilen bakarperestlik hâdisesi, her zaman ve herkes için bir ibret dersidir. Çünkü: «Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.» (S.246) (Bak: 973/1.p.)
Meselâ, «Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiyye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve “sevr”i mukaddes belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakar’a, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî İsrail dahi o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “İcl” mes’elesinden anlaşılıyor.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar’ın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’caz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır.» (S.246)
341- Evet bu bakarperestlik hâdisesinin ibret alınacak küllî mânâsından bir ibret levhası, beşerin ve bilhassa hayatperest Yahudilerin hırs-ı hayat ve menfaatperestlikleridir. Evet hayatî ve maddî menfaatlere ve vesilelerine hırs ile yapışmak ve hayatta yegâne gaye olarak onlara bağlanıp âhireti unutmak gafleti, insanı ve cemiyeti perişan eden ve anarşizmi doğuran sebeblerin temelini teşkil eder. Hususan asrımızda şan, şöhret, makam ve maaş elde etmek vesilelerine gösterilen umumi tehacüm gibi (Bak: 161. p.sonu ve 163.p.) her asrın birer vesile-i hayat olan bir nevi bakarı vardır ki, âyet o bakarları kesip beşerin hakikata teveccüh etmesi için ders veriyor.
342- qqBANKA yT9_" : (İtalyanca i.) Faizle para alıp, veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticarî kuruluş. Bankaların faiz alıp vermesi, dinimizde kat’iyetle haramdır. (Bak: Faiz, Riba)
«Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır; onlar da zalimler. Her dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır; onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer’îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her de... m.» (S.730)
343- qqBARBAROS HAYREDDİN PAŞA _-_á w : (Mi. 1466-1546) Tarihin en büyük denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdeniz’i bir göl halinde devlete kazandırdı. Preveze’de Haçlı Donanmasını perişan etti. Dinin hayırlı evladı Hayreddin Paşa, bir korsan değil, din yolunda muharebe eden mücahid gazi idi... Beşiktaş’taki evinde vefat etti ve oradaki türbesine defnedildi.
344- qqBASAR hM" : (c. Ebsar) Görme duygusu. *Gözün görmesi. *İdrak. Fikir. *İlm-i Kelâm’da: Kendi şanına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk’ın “görme sıfatı”dır. Kâinatta hiçbir şey onun görmesinden hariçte kalamaz. (Bak: Basiret)
345- qqBASİRET ?h[M" : Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiye. Feraset. İm’an-ı dikkat. *İbret alınacak hidayet sebebleri. Beyyine. Hüccet. (Bak: Süveyda-i Kalb)
«Nur-u akıl kalbden gelir:
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver. Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahmpare göz olmaz, sen de bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez. Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.» (S.705)
345/1- «Basar masnuatı görüp de, basiret Sanii görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Çünki o halde Saniin manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes’eleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlan’dır. Ve illâ Saniin inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.» (M.N. 210)
Yukarıda geçen “hızlan” tabiri, Kur’anın bazı âyetlerinde, aynı kökten türemiş değişik şekilleriyle geçer:
-Ehl-i şirk “hızlan”dadır (yokluğa düşmekten tâ en küçük tehlikeye kadar muhtelif ehval karşısında hakiki istinaddan mahrumdur): (17:22)
-Cinnî ve insî şeytan dostluğunun akibeti bir “hızlan”dır: (25:29)
-Allah’ın hızlanına (nusret-i İlahiyeden mahrumiyetine) uğrayan kişi daha yardımcı bulamaz: (3:160)
346- Basiret hakkında Kur’an’dan birkaç not:
-Hak ile batılı ayıran hüccetler mânâsında basiret: (6:104) (7:203) (17:102)
-Basiretsiz insan hakkı göremez: (10:43)
-Hakka basiret üzere davet: (12:108) (Bu âyet, hikmet ve isbat yoluyla tebliğ mesleğini ders verir.)
-Semavî kitab; insanlara basiret, hidayet ve rahmettir: (28:43) (45:20)
-Gök ve yerin tezekkür ve tefekkürü ile basiret kazanmaya teşvik: (50:6-8)
347- qqBAST-I ZAMAN –_8ˆ ¬nK" : Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak. (Bak: Zaman)
348-qq BATİNİYYE y[X0_" : Kur’an-ı Kerim’deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zahir ve aşikâr mânâlarından ayrılarak, usulsüz ve yanlış teviller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânâlarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar. Batiniyyunun zıddı, Zahiriyyundur. (Bak: Zahiriyyun)
Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânâlarını tefsir ve tevil ile keşfedip bulmak, bir ilim bir dirayet mes’elesi olarak vardır. Fakat zahir mânâları ve bunlardan çıkan kat’i hükümleri esas almak ve bunlara aykırı olmamak ve şeriattaki ve tefsir ilmindeki usule uygun olmak gibi şartlara riayet etmekle makbul olur. Tefsirde «mecazın cevazı ise: Belagatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazi hakikat ve hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet, herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meylü’t-tefrit ne derecede muzır ise; öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Batıniyyunun mezheb-i batılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.» (Mu. 23)
Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğünde, muhtelif vesilelerle Batiniyyeye verilen isimler şöyle sıralanıyor: l- Karamıta, 2- Saibiye, 3- İsmailiye, 4- Mübarekiye, 5- Babekiye.
Bunlardan başka Batınîlere; hakikatın yalnız masum imamın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı Talimiye, dinî mahremata riayet etmedikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir. Tohumu İbn-i Sebe tarafından atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında yaşıyan Ehvaz’lı Meymun tarafından filizlendirilen Batıniye mezhebine en evvel, takiyyeyi terk ile alenen davet eden Muhammed Ali Berkaî’dir (Hicri: 255).
349- qqBAYEZİD-İ BİSTAMÎ |8_OK" ¬f : (Hi. 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran’ın Bistam Şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur Bin İsa El-Bistamî’dir. Cafer-i Sadık Radıyallahü Anhu’dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerred (bekâr) olarak yaşamıştır. (K.Sırruhu)
350- qqBEDEVÎ z—f" : Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. *Seyyid Ahmet-i Bedevî namındaki büyük bir zatın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
qqBEDİR MUHAREBESİ |K"‡_E8 ‡f" : (Bak: Bedr Muharebesi)
351- qqBEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ z,‡YX7~f[Q, –_8i7~p : Bediüzzaman kelimesi zamanın bedii olan, zamanında benzeri olmayan, zamanının garib ve acibi olan mânâlarına gelir. Fevkalâde meziyetlere sahib olduğundan dolayı muasırları olan âlimler, Said Nursî Hazretlerine Bediüzzaman lakabını vermişlerdir. Manevî cihad-ı diniye olan Nurculuğun müessisi Said Nursî Hazretlerine verilen Bediüzzaman lakabının mefhumu kendi ifadesiyle şöyledir:
«Sual: Sen imzanı bazan Bediüzzaman yazıyorsun. Lakab medhi ima eder?
Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garib demektir. Benim ahlâkım suretim gibi, üslub-u beyanım elbisem gibi garibdir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalîbi, benim üslub ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım bedi’, acib demektir.
¬`¬¶<_«D«Q²7~ ¬–Y[2|¬4 °`[¬D«2|¬±9«_«6 ¯}«A[¬D«2 ¬±u6 f²M«5 >¬h²W«Q«7 Å|«7¬~
masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm.» (H.Ş.101)
352- Bu kısım, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi Tarihçe-i Hayatından alınan kısa parçalardan derlenmiştir. Çocukluk ve tahsil hayatı devresi alınmamıştır. Ansiklopedinin hacmine göre uzun olmaması için tafsilata girilmemiş ve Mi. 1948 Afyon Mahkemesi beraetine kadar alınmıştır. Tafsilatı merak edenlerin, mezkûr Tarihçe-i Hayatını mütalaa etmeleri gerekiyor.
Hayat safhalarındaki tarihleri merak edenler, bu bahsin sonundaki kronolojik tarih listesine bakabilirler. Doğum tarihi ve yeri ve hayatına kısa bir bakış için (Said Nursî) maddesine bakınız.
353- Lüzumlu bir açıklama:
Burada Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hakkında bir derece geniş yer verilmesinin bir sebebi, bu zatın bütün eserlerinin büyük kısmında mukni delillerle Allah’a, dine ve sünnet-i seniyyeye bağlanmaya vesile olmasıdır. Bu nokta-i nazardan böyle zatların şahsiyet-i maneviyelerini göstermede ne kadar gayret gösterilse de ifrat sayılmaz. Çünkü dine bağlanmayı netice veriyor.
Bilhassa halkın dinî istifadesini önlemek için, dine muarız cereyanlar böyle mürşid zatlara hücum gösterirlerse, o zatı tam müdafaa etmek zarureti doğar. Ta ki halk aldatılıp, o zattan istifade imkânını kaybetmesin.
Evet yarım asırdan beri, Bediüzzaman ve Risale-i Nur aleyhinde bilerek veya bilmeyerek mütemadi ve dehşetli tenkid ve propagandalar ile halkı ürkütüp kaçırmak, dinî hakikatların öğrenilmesine mani olmak planları tatbik edilmiştir. Bu durum karşısında münsif her müslüman için en azından manen ve kalben bu taarruzu protesto etmek, dinî ve vicdanî bir vazife olur.
Risale-i Nur ve onun müellifine yapılan haksız hücumlardan vicdan-ı umuminin tepkisini endişe eden gizli münafıklar, “Bediüzzaman çok medhediliyor” gibi sözlerle bazı safdilleri aldatıp onlar vasıtasıyla bu gibi sözleri işaa ettirmekle Bediüzzaman’ı manevi cihadında müdafaasız bırakmak istemişlerdir. Hatta 1948 senesinde Afyon Ağır Cezası’nda muhakeme edildikleri zaman, Bediüzzaman’ın fedakâr bir hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp müdafaasının bir bölümünde şöyle diyor:
«Sayın savcı, “Bediüzzaman’a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor.” dedi. Doğrudur. Hürmet ve ta’zim büyüklük ve kemâlatın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin miktarına göre olduğuna nazaran; Bediüzzaman’ın eserlerinden azîm faideler elde ediliyor ki, ona olan ta’zim ve minnetdarlık da görülmemiş bir şekilde oluyor. Yirminci Asrın en büyük bir İslâm mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzaman’ı, komünist ve masonlar bizlere bilhassa gençliğimize tanıtmamağa çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir.» (Ş.549)
Binaenaleyh böyle ideolojik cereyanların faal olduğu devrelerde, ehl-i dinin gayet müteyakkız bulunmaları gerektir.
Bu cereyanlar mensub oldukları başlarını her vesile ile haksız ve aşırı medih ve propagandalarla ilan ederlerken, insaf ve bîtaraflık deyip İslâm büyüklerini lâyık oldukları halde müdafaa etmemek çok yanlış olur.
Merhum Mehmed Akif:
«Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu
İrticaın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?»
mısralarıyla bu hakikatı güzel ifade etmiştir.
Hem bir kimseyi Allah için sevip hürmet etmek ile, bizzat şahsı sevip hürmet etmek arasında büyük fark vardır. (Bak: 216.p)
Bir atıf notu:
-Bediüzzaman Hazretlerinin seyyidliği, bak: 3374/1.p.
354- Bu açıklamadan sonra, Tarihçe-i Hayat eserinden alınan parçalarla Bediüzzaman Hazretlerinin hayat safhalarına geçiyoruz:
«Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir:
Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ikameti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dar-ül Hikmet-i İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi; herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur’an hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.
İkincisi: Van’da inzivada iken Garb’a nefyedilip Isparta’nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıdır. Azamî ihlas, azamî fedakârlık, azamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevi cihad-ı diniyedir.
Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevi tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.» (T.H. 27)
354/1- «Molla Said, Şarkın büyük ülemâ ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ülemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardır.
Van’da maruf ülema bulunmadığından, Hasan Paşa’nın daveti üzerine Molla Said, Van’a gitti. Van’da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadi için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki ilm-i Kelâm’ın İslâm dini hakkındaki şek ve şüphelerini reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür.
Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir.» (T.H.46)
355- «Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ülemasına muhalif bulunuyordu.
Kat-iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek... daima mücerred kalmak ve dünyada birşeyle alâka peyda etmemek... Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca: “Bir zaman gelecek herkes benim halime gıbta edecektir. Saniyen; mal ve servet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum.” derdi.» (T.H..47-48) (Bediüzzaman Hznin takvası, bak: 2824/1.p.)
356- «Bediüzzaman, Van’daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:
İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta:
Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’an-ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.
İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın bu havadis üzerine: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.» (T.H.51)
Bir atıf notu:
-Bediüzzaman Hz’nin gayret-i diniyesi, bak: 1043.p.
357- «Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dâr-ül fünun derecesinde bir medrese te’sisine çalışmak için İstanbul’a geldi.» (T.H.54)
«İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi.
“Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual sorulmaz.”
İstanbul’da grup grup gelen ülemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.
Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ülemâsı, Şeyh Bahid’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben:
¬}Å[¬9_«W²CQ7²~«— ¬}Å[¬=_«"‡²—«²~ ¬±s«& |¬4 ÄYT«#_«8
Yâni: “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.
Şeyh Bahid Efendi’nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
_«8 _®8²Y«< f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬8«Ÿ²,¬²_¬" °}«V¬8_«& _«"‡²—«²~ Å–¬~
_«8 _®8²Y«< f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬=_«"‡²—«²²_¬" °}«V¬8_«& «}Å[¬9_«W²CQ²7~ Å–¬~«—
«Yâni “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak (Bak: 3420.p.sonu); Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”
Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:
-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır, demiştir.» (T.H.52-54)
Dostları ilə paylaş: |