İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə13/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   169

246- Anarşizm mevzuunda yaptığımız araştırmalarda; cemiyet hayatını ilmî öl­çüler ve dinî hakikatlar çerçevesinde tahlil ederek isabetli hükümler veren ve izah­ları ikna edici olan ve söyledikleri, hâdiselerin tasdikiyle doğru çıkan en isabetli söz sahibi şahsiyet Bediüzzaman Said Nursî olduğunu gör­dük.

Anarşizm mevzuunda bilhassa Türkiye için endişelerini izhar eden Bediüzzaman, takriben 1945 senesinde yazdığı bir mektubunda «..O dehşetli gele­cek iki cereyan...» (E.L.I.58) ifadesiyle anarşinin geleceğini sarahatla ih­bar ettiği gibi, aynı mektubunda siyasî ve ideolojik boğuşmaların neticesinde anaşizmin tahribata geçme imkânı bulacağını bildirir.

Nitekim Şualar isimli eserinde “Felak” suresinde iki kelimeden hesab-ı eb­cedî ile 1971 yılında anarşinin şiddetleneceğine dair istihracını şöyle kay­deder:

«...İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza hem o asırlara işaret et­meleri cihetinde, istikbalden haber veren İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Azam (K.S.) dahi, aynen bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler.

«`«5«— ~«†¬~ ¯s¬,_«3 kelimeleri bu zamana değil, belki ¯s¬,_«3 binyüz altmışbir (1161) ve «`«5«—~«†¬~ sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmi­yetli maddi ma­nevi şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şim­diki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli ola­cak.» (Ş.269)

247- Esasen daha önceleri, yani Türkiye için bir anarşizm tehlikesinden bahse­dilmediği son Osmanlı devresinde bile aynı endişe sahibi olup çareler dü­şünen Bediüzzaman 1909’da irad ettiği bir nutkunda, samimi müslümanları tav­sif ederken: «Evamir-i Şer’iyye ile mukayyeddirler. Bazı cemiyetlerin efradı gibi fevzavî ve anar­şistliğe ve hodserane mu­amelata ve tahakkümata temayül edemezler.» (A.B.386) ifadesiyle anar­şizme kapı açan dahildeki ölçüsüz, ni­zamsız mücadeleleri, hak ve ka­nun hâ­kimiyetini za’fa uğratan hareketleri takbih eder.

Yine aynı devre içinde ve 1909 Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesindeki müda­faa­sında: «Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur ve ko­miteci­likle tam şiddetlenir.» der. (İ.M.Ş.41)

Hem yine aynı mevzuda Demokrat Parti iktidarı devresinde iktidar ve mu­hale­fet partisi boğuşmalarının zararlarını beyan eden bir mektubunda:

«İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan: (18) ²v­Z­8¬…_«' ¬•²Y«T²7~­f¬±[«, yani memu­ri­yet, emirlik ise, reislik değil; mil­lete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürri­yet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet ka­nunda olmazsa şahsa geçer, istibdad mutlak keyfî olur.» (E.L.II.163) şeklin­deki ifadeleriyle, bir ci­hette anarşizmin gelişmesine zemin hazırlayan içtimaî ve si­yasî boğuşmaların terk edilmesiyle, hakiki adalet ve kanun hâkimiyetine da­yanmayı tavsiye ediyor.



248- Eserlerinin muhtelif kısımlarında anarşizmin sebebleri, mahiyeti ve ça­re­leri üzerinde duran Bediüzzaman, İslâmiyeti terkeden bir müslümanın anar­şistliğe düşeceğini şöyle beyan eder:

«Bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Ya­hudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha ziyade se­ver. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlata medar hiç­bir halet kalmaz. Vicdani te­fessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.» (E.L.II.244)

«Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve boz­gun­culuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşi­dir. Çünki anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda “Ye’cüc ve Me’cüc” komi­tesi olduğuna Kur’an-ı Hakim işaret buyurmakta­dır.» (T.H.653)

249- Bir Sual: «Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a “Mesih” namı ve­rildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayet­lerde (19) ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 denil­miş. Bunun hik­meti ve tevili nedir?

Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de: Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hük­müyle, şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve “Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan “Süfyan” dahi; şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ah­kâmını nefis ve şeytanın desi­se­leriyle kaldırmağa çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddi ve manevi rabıtala­rını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve mer­hamet gibi nurani zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve aynı istibdat bir hürriyet ver­mek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar, gayet şid­detli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.» (Ş.593)



İki atıf notu:

-Şeriat-ı İseviyede şarabın mübahiyeti, bak: 2360.p. sonu

-Süfyan, büyük Deccal’dan daha şerlidir, bak: 4073.p. haşiyesi.

250- Evet «hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve mer­hamet gayet sarsılmış... Sedd-i Zükarneyn’in tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dün­yayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur’anînin te­zelzülüyle, Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müdhiş ola­rak ah­lâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.» (K.L.149)

Ye’cüc ve Me’cücü bildiren Kur’an (18:99) âyeti, âhirzamandaki büyük anarşi­nin dehşetine işaret eder.

Bediüzzaman Hazretleri 1946-47 senelerinde Adliye Vekili’ne ve bazı resmi makamlara hitaben yazdığı ikaznamede ehemmiyetli noktalara dikkatle­rini çekti:

«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir de­rece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, na­musça şim­diki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i di­niye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin senedenberi bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde em­sal­siz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini deh­şetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtar­mak en büyük bir va­zife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o za­manın insanlarını dü­şünüyoruz... Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda var­ken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşü­nülmesi ve o belaya karşı bir çare tahar­risi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraş­maktan kat’iyyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâ­kalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.» (E.L.I.21)



251- Anarşiden kurtulmanın en birinci çaresi olarak, sefih medeniyetin ter­biyesi ve düsturları yerine, Kur’an ve iman hakikatlarını ve derslerini neşir ve telkin etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri, Halk Partisi genel sekreteri Hilmi Uran’a hitaben şöyle diyor:

Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehem­mi­yetli bir vazifesi var. O da şudur: Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahra­manlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşe­riyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulma­sına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeş­leri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahra­mancasına Kur’an’a ve hakaik-ı imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hami­yet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğ­rudan doğruya hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi ter­vice çalışamazsanız, size kat’iyen haber veriyo­rum ve kat’i hüccetlerle isbat ederim ki; Âlem-i İslâmın mu­habbet ve uhuv­veti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak al­tındaki anaşiliğe mağlub olup, Âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ej­derhanın istila etmesine sebebiyet verecek.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuv­ve­tiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i na­musun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuv­vetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabi­lir. Bu milletin hamiyetper­verleri ve milliyetper­verleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hük­münde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.» (E.L.I.218)

252- «Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşi­likten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir:

Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat et­mektir.»(Ş.349)

«Din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünki nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakiki Yahudi ve Nas­rani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.» (Ş.516)

Yukarıda verilen izahlardan da anlaşıldığı gibi, İslâm memleketlerinde anar­şist­lik, dini terketmekten doğmaktadır. Dini terketmek meylinin en bü­yük se­bebi ise; sefih, nefisperest ve zevke düşkün medeniyetin tesiri altında bozulan gençliğin bü­tün arzularında tam serbest kalmasını istemesindendir ki, buna hür­riyet-i hayvanî denir. (Bak: Heva) Böylece sefih medeniyet, irtidada ve anar­şizme kapı açmaktadır. Dinimiz, böylesine dini terk edene mürted der. (Bak: Mürted)



253-qqANTROPOLOJİ >èY7xá —hB9³~ : (Yu.i.) İnsan dediğimiz varlığı incele­yen ilim. İnsan biyolojik hususiyetleri açısın­dan incelendiğinde biyolo­jik antropo­loji; cemiyet halinde yaşıyan bir varlık ol­ması açısından incelendi­ğinde sosyal antro­poloji veya kültür antropolojisi; insa­nın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânâsı, dünyadaki yeri açısın­dan incelendiğinde felsefi antropoloji adlarını alır.

Allah, insanın önce bedenini yaratmış, sonra ona ruh vermiştir. Hiçbir var­lığa vermediği kabiliyetler vermiştir. Allah’ı tanıdığı ve Ona bağlandığı zaman Allah’ın muhatabı, yeryüzünün halifesi ve efendisi olur. Allah’ı tanı­madığı ve kendi keyfine tabi olduğu zaman hayvanlardan aşağı bir mahlûk olur. (Bak: İn­san)



254-qqANTROPOMORFİZM •i[4‡YW8xá —hB9³~ : (Os. Müşebbihe, Fr. Antropomorphisme) “Antropos” insan, “morf” da şekil mânâsında olan ke­limeler­den bir terkib olup felsefe, sosyoloji ve antropolojide, batıl bir din anlayışını ifade için kullanılan bir tabirdir. İnsan şeklinde ve vas­fında ilahlar tasavvuru, insan şek­linde heykeller ve resimlere tapma; antropo­morfizm an­layışına girer. Firavun, Nemrud gibi gelmiş ve gelecek bir kısım in­sanların, Rububiyet-i İlahiyeyi inkâr ile bir nevi ilahlık iddiasında bulunmaları da bu anlayışa dâhildir. Muharref Musevilik ve İsevilikte de uluhiyyetin insanî evsaf ve şekildeki tasavvuru antropomorfizme dahil olur. İslâm dini ise, Al­lah’ın zat, sıfat ve fiilleriyle eşsiz ve benzersizliğini bildi­ren en üstün ve en mü­kemmel dindir. (Bak: Müşebbihe)

255-qqARABİYYAT : €_["h2 : Arabçaya dair ilimler, kitab veya fikirler. Arab edebiyatı. (Bak: Lisan, Terceme)

Arabça, bütün lisanlardan farklı bazı hususiyet ve meziyetlere sahiptir. Arabça, Kur’an lisanıdır. Bu cihetle, yani en ulvi hakaik-ı İlahiyeyi ifade et­mek vasıtası ol­ması sebebiyle Arabça, kazandığı mânâ külliyeti ve camiiyeti itiba­riyle emsalsizdir. Evet Kur’an «(26:195) ¯w[¬A­8 ¯±|¬"«h«2 ¯–_«K¬V¬" “mübin” yani anlattığını açık ve güzel bir ifade ile anlatır Arabî bir lisan ile indirilmiş­tir. Arabça, hadd-i zatında her mâ­nâyı iyi anlatabilen bir lisan olmakla bera­ber, Kur’an onu en yüksek bir nekahet ve vuzuh ile parlatmıştır.» (E.T.3645) (Kur’anın iyi anlaşılması için Arabça lisanı üze­rine nazil olduğu, bak: 2136.p.)

Hem lisan-ı Kur’an olan Arabçanın zamanla bozulup meziyetlerini kay­bet­me­mesi için ülema-i Arabiye, Arabçanın gramer ve sair kaidelerini bütün ince­likleriyle tesbit ettiklerinden, küllî ve dakik mânâları ifade etmede mümtaziyet kazanmıştır. Bu hususiyetleriyle muhafaza ve devamı için tak­sim-ül a’mal kai­desince ve vazife-i kifayet mânâsında Arabiyatta ihtisas sa­hibi bir kısım ilim adamları bulunmak gerek­tir.

256- Ulûm-u âliye yani âlet ilimleri tabir edilen ilimlerden biri olan Arabiyat ve lafız; mânâya vesilelik makamında kalıp gaye durumuna geçme­mesi gerektiğini be­yan eden Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat adlı ese­rinde şöyle diyor.

«Ulûm-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye y«[¬7³~ maksud-u bizzat sırasına geçti­ğin­den, ulûm-u âliye y«[¬7«_2 mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zabtederek asıl maksud olan ilim ise, tebeî kalmakla beraber evkat, efkârı kendisine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.» (Mu.47)

«Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arab’ın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; kelâm-ı Mudari’nin melekesi denilen belegat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemilerin be­lagat-ı Arabiyenin sanatına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maaniden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir.» (Mu.77)

«Arab’dan olmıyan dahîl ve tufeylî ve acemiler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sıra­sına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mi­zacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkara mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh ol­maya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek, belâgatı müşevveş etmiştir...» (Mu.78)

Fakat bu müşevveşiyet, müsbet bir neticeye de vesile olmuş, yani «ihti­lat-ı a’cam ile kelâm-ı Mudari’nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ülema o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin et­tiler.» (Mu.17)

Böylece Arabiyat, kaidelerine istinad ederek tahkim olundu ve muhafaza altına alındı. Peygamberimiz (A.S.M.) bir hadis-i şeriflerinde mealen şöyle bu­yuruyor: «Şu üç sebebden dolayı Arab’ı sevin: Ben Arabım, Kur’an Arabçadır ve Cennet ehlinin lisanı da Arabçadır.» (R.E. ci:1, sh:17 ve K.H. hadis:133) (Risale-i Nur ulûm-u âliye, gramer, sarf-nahiv gibi ilimleri tahsil etmeden ulûm-u âliye denen iman, marifetullah ve hikemiyat-ı İlahiye gibi yüksek ve esas teş­kil eden ilimlere az zamanda isal eder. Bak: 3666/5.p.)



257- qqA’RAF ¿~h2~ : (arf. c.) «Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münasebetle atın yelesine, ho­rozun ibiğine arf denilmiştir. A’raf, meşhur bir kavle göre, Cennet ile Cehen­nem arasındaki hicabın, surun yüksek tepe­leri demek olur. İbni Abbas’tan sıra­tın şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat Hasan-ı Basri Haz­retleri demiştir ki: A’raf ma’rifettendir. Ve mânâ “Ehl-i Cennet ile ehl-i Nar’ı sima­larından ta­nımak üzere bir takım rical var­dır.” demektir. Kendisine bu rical “hase­nat ve seyyiatları müsavi olan kim­selerdir” denildikte dizine vurmuş ve bunlar, de­miş, Allah Teala’nın ehl-i Cennet ile ehl-i Nar’ı tanımak ve birbirinden temyiz et­mek üzere tayin bu­yurduğu bir kavimdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi bera­be­rimizdedir.”

Hasılı A’raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır: Birincisi: Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mi­zanda ha­senat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidîndir ki Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teala, hakla­rında bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar Enbiya, şüheda, ahyar, ülema veya ri­cal suretinde görünür. Melaike gibi de­receleri yüksek bir takım zevattır.» (E.T.2166)

Yukarıdaki izaha ve Kur’anın (7:46 ilâ 49) âyetlerinin siyakına tevfikan ve hik­met nokta-i nazarıyla, A’raf tabirinden şöyle bir mânâ anlaşılıyor:

Dünyada dinî hareketlerin önderlerine ve mücahid-i ekber olan zatlara ittiba ile ehl-i Cennet olan veya bu zatlara muaraza ile ehl-i Cehennem olan kimsele­rin du­rumları, o müşahid ve mücahid zatlara A’raf makamından azamî derecede gösteri­lecek; cennet ve cehennemde celâl ve cemâl tecellile­rini azami derecede ebeden müşahede ettirilecek, ki bu da mukteza-yı hik­mettir. Kur’an (83:23,35) (16:84) âyetleri de bu mânâyı teyid eder. (Cennet’te dünya macera ve manza­ralarını seyretmek, bak: 544.p.)



258- qqARAFAT : €_4h2 : Mekke’nin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet Dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cen­net’ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada ko­nuştu. Hz. Muhammed (A.S.M.) yüzbin insana hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan haklarını 14 asır önce burada dünyaya ilan etti. (O.A.L.)

258/1- Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, (2:198) âyetinde zikredilen Arafat tabi­rini şöyle izah eder:

«Arafat: Arefe günü hüccacın vakfeye durdukları dağın ismidir ki Mekke’ye oniki mil mesafededir. Ve oradaki dağların en mürtefiidir. Zil­hicce’nin sekizinci gü­nüne yevm-i terviye denildiği gibi, dokuzuncu gününe de yevm-i arefe denilir. Ve bu gün Arafat’ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle Arefe kelimesinin cem’i veya cem’i gibi olan Arafat kelimesinin bu dağa ne sebeb ile alem olduğu ve bunun mürtecel mi, müştak ve menkul mü olduğu hakkında müteaddid kaviller vardır. İştikaka kail olanlar da, tanımak mana­sına marifetten veya itiraftan veya rayiha-i tayyibe mana­sına arf’tan müştak olduğunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu ihtilaflar ile vech-i tesmiye suret-i kat’iyede tesbit edilmiş değil ise de, herbiri Cebel-i Arafat’ın bir hasletini irae etmiş olmak itibariyle isimden zi­yade mü­semmanın tavsifine hâdim olmuştur. Hz. Adem ile Havva’nın bu­rada telaki edip birbirlerini tanımış olmaları, Hz. İbrahim’in burayı görünce tavsifat-ı mütekaddime ile tanımış olması, müşarün ileyhin hitab-ı Cibril ile menasik-i haccı burada tanımış olması, Hz. İsmail’in vâlidesinden bir müd­det ayrılıp ba­dehu burada telaki ederek tanışmış olmaları, hüccacın burada birbirleriyle güzel bir surette tanışmaları, burada vakfeye duranların Hak Teala’nın rububiyet ü celalini, samediyet ü istiğnasını ve in­sanlığın meskenet ü ihtiyacını itiraf etme­leri, nihayet hüccacın habais-i zünubdan temizlenerek indallah lâyık-ı cinan olan revayih-i tayyibe-i maneviye iktisab etme­leri, haki­katen Cebel-i Arafat’ın evsafındandır.

Arefe ve Arafat, ikisi de bu dağın ismidir. Yevm-i Arefe buna muzaftır, bu­nun günüdür. Yevm-i iyas-ı küffar, yevm-i ikmal-i din, yevm-i itmam-ı nimet, yevm-i rıdvan isimleri dahi, yevm-i arefenin esma-i mahsusasındandır.» (E.T.722)

Taşlanan ve taşlanmış ve matrud şeytan manasında “şeytan-ı racim” ifa­desi, Kur’an (3:36) (15:17) (16:98) (81:25) âyetlerinde geçer ve mezkûr şey­tan taş­laması­nın hikmeti bu âyetlerde de alâkalıdır.

259- qqARİSTO YBK<‡³~ : (Doğumu: M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun’un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır.

Hak dinin beyan ettiği imana istinad etmeden, felsefî görüşüne göre Al­lah’ın varlığına ve ruhun bakiliğine akl-ı küll mânâsında inanırdı. Akılcılığa fazla ehemmi­yet verdiğinden birçok mes’elelerde yanılmıştır. 62 yaşında iken M.Ö. 322’de öl­müştür. (Bak: Meşşaiyye ve 2243, 2244.p.lar)



260- qqARİSTOKRASİ |,~h5YB<‡³~ : Âlimlerin ve soylu, imtiyazlı, top­rak sa­hibi, zenginlerin hakimiyetine daya­nan hükümet şekli. Bu şekli ile oli­garşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

Demokraside ise halk ekseriyetinin hâkimiyeti esastır.

Aristokrasiye göre, devlet idaresi; yüksek bir ilim ve dirayet işidir, avam bilemez ve karışmamalıdır. Demokrasiye göre de: Halk ekseriyetinin rızası alınmazsa halk, iktidara karşı çıkar, asayiş bozulabilir.

Hakikat ise; idareci olacak şahısların önce ilim, ahlâk ve dirayeti tesbit edilmeli, sonra bunların seçimleri halkın reyine bırakılmalıdır. Böylece hem ilim, hem asayiş muhafaza edilmiş olur. (Bak: Demokrasi)



261- qqARŞ Šh2 : Bağ çardağı. Gölgelik. *Kürsü, taht, yüce makam. *Fevkiyyet, ulviyyet. *En yüksek gök. Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri. Arş kâinatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar. Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlahî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflak, Felek-i Atlas, Felek-i Azam gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk’ın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (O.A.L.) (Bak: Hamele-i Arş)

«Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesin­deki köşkü, tah­taboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri’ olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıt­lak olunur.» (E.T.2176)

«Arş, lisan-ı şer’ide mecmu-u âlemi ihata eden ve tahdid ve takdiri ukul-ü beşeriyeden hariç ve hakikatı ilm-i İlahîye mufavvaz bulunan bir muhit-i a’lâ olmak üzere şayi’ olmuştur ki; Semavat, Cennet, Sidre, Kürsî hep bunun tah­tında tasavvur edilir. Bu bir müntehadır ki, âlem tasavvuru burada biter. Fa­kat Vücud-u Hak bit­mez ve Sidre-i Münteha geçilmeden Hak Teala’nın mü­şahede-i cemâline erilmez. Nitekim Resulullah miracda Sidre-i Münteha’yı geçmişti.» (E.T.2177)

«Arş, bir cism-i küll olsun fakat cihet ve cismaniyyetin hepsi buna mün­tehî ol­duğundan bunun fevkinde cisim, mekân, cihet tasavvuru tenakuz olur. Burada “Sidret-ül Münteha” mefhumunu iyi düşünmek lâzım gelir... » (E.T.2178)



262- Arş mevzuu, pek ince ve derindir. Bir derece anlaşılması, ehemmi­yetli bir ilm ü irfan seviyesini iktiza eder. Aşağıdaki parçalar, Arş ile alâkalı olup mevzuu­muza bir cihette ışık tutmaktadır:

«Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu hali­tada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile arş, mülk; kevn, melekût olur. İsm-i Bâtın iti­barı ile arş, melekût; kevn, mülk olur.

Demek arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza İsm-i Evvel itibarı ile (11:7) ¬š_«W²7~ |«V«2 ­y­-²h«2 «–_«6«— âyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile (20) ¬w«W²&Åh7~ ­Š²h«2 ¬}ÅX«D²7~ ­r²T«, hadis-i şerifi­nin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, so­lunu, üstünü ve altını ihata et­miş olur.» (M.N.106)

Kur’anda «(11:7) ¬š_«W²7~ |«V«2 ­y­-²h«2 «–_«6«— âyeti, madde-i esiriyeye işa­rettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir mad­desi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez ol­muştur.» (İ.İ.188)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin