246- Anarşizm mevzuunda yaptığımız araştırmalarda; cemiyet hayatını ilmî ölçüler ve dinî hakikatlar çerçevesinde tahlil ederek isabetli hükümler veren ve izahları ikna edici olan ve söyledikleri, hâdiselerin tasdikiyle doğru çıkan en isabetli söz sahibi şahsiyet Bediüzzaman Said Nursî olduğunu gördük.
Anarşizm mevzuunda bilhassa Türkiye için endişelerini izhar eden Bediüzzaman, takriben 1945 senesinde yazdığı bir mektubunda «..O dehşetli gelecek iki cereyan...» (E.L.I.58) ifadesiyle anarşinin geleceğini sarahatla ihbar ettiği gibi, aynı mektubunda siyasî ve ideolojik boğuşmaların neticesinde anaşizmin tahribata geçme imkânı bulacağını bildirir.
Nitekim Şualar isimli eserinde “Felak” suresinde iki kelimeden hesab-ı ebcedî ile 1971 yılında anarşinin şiddetleneceğine dair istihracını şöyle kaydeder:
«...İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde, istikbalden haber veren İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Azam (K.S.) dahi, aynen bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler.
«`«5«— ~«†¬~ ¯s¬,_«3 kelimeleri bu zamana değil, belki ¯s¬,_«3 binyüz altmışbir (1161) ve «`«5«—~«†¬~ sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddi manevi şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.» (Ş.269)
247- Esasen daha önceleri, yani Türkiye için bir anarşizm tehlikesinden bahsedilmediği son Osmanlı devresinde bile aynı endişe sahibi olup çareler düşünen Bediüzzaman 1909’da irad ettiği bir nutkunda, samimi müslümanları tavsif ederken: «Evamir-i Şer’iyye ile mukayyeddirler. Bazı cemiyetlerin efradı gibi fevzavî ve anarşistliğe ve hodserane muamelata ve tahakkümata temayül edemezler.» (A.B.386) ifadesiyle anarşizme kapı açan dahildeki ölçüsüz, nizamsız mücadeleleri, hak ve kanun hâkimiyetini za’fa uğratan hareketleri takbih eder.
Yine aynı devre içinde ve 1909 Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesindeki müdafaasında: «Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.» der. (İ.M.Ş.41)
Hem yine aynı mevzuda Demokrat Parti iktidarı devresinde iktidar ve muhalefet partisi boğuşmalarının zararlarını beyan eden bir mektubunda:
«İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan: (18) ²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~f¬±[«, yani memuriyet, emirlik ise, reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer, istibdad mutlak keyfî olur.» (E.L.II.163) şeklindeki ifadeleriyle, bir cihette anarşizmin gelişmesine zemin hazırlayan içtimaî ve siyasî boğuşmaların terk edilmesiyle, hakiki adalet ve kanun hâkimiyetine dayanmayı tavsiye ediyor.
248- Eserlerinin muhtelif kısımlarında anarşizmin sebebleri, mahiyeti ve çareleri üzerinde duran Bediüzzaman, İslâmiyeti terkeden bir müslümanın anarşistliğe düşeceğini şöyle beyan eder:
«Bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlata medar hiçbir halet kalmaz. Vicdani tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.» (E.L.II.244)
«Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünki anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda “Ye’cüc ve Me’cüc” komitesi olduğuna Kur’an-ı Hakim işaret buyurmaktadır.» (T.H.653)
249- Bir Sual: «Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a “Mesih” namı verildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde (19) ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?
Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de: Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmüyle, şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve “Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan “Süfyan” dahi; şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmağa çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddi ve manevi rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve aynı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar, gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.» (Ş.593)
İki atıf notu:
-Şeriat-ı İseviyede şarabın mübahiyeti, bak: 2360.p. sonu
-Süfyan, büyük Deccal’dan daha şerlidir, bak: 4073.p. haşiyesi.
250- Evet «hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış... Sedd-i Zükarneyn’in tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur’anînin tezelzülüyle, Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.» (K.L.149)
Ye’cüc ve Me’cücü bildiren Kur’an (18:99) âyeti, âhirzamandaki büyük anarşinin dehşetine işaret eder.
Bediüzzaman Hazretleri 1946-47 senelerinde Adliye Vekili’ne ve bazı resmi makamlara hitaben yazdığı ikaznamede ehemmiyetli noktalara dikkatlerini çekti:
«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin senedenberi bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz... Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.» (E.L.I.21)
251- Anarşiden kurtulmanın en birinci çaresi olarak, sefih medeniyetin terbiyesi ve düsturları yerine, Kur’an ve iman hakikatlarını ve derslerini neşir ve telkin etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri, Halk Partisi genel sekreteri Hilmi Uran’a hitaben şöyle diyor:
Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur: Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-ı imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi tervice çalışamazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’i hüccetlerle isbat ederim ki; Âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anaşiliğe mağlub olup, Âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.» (E.L.I.218)
252- «Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir:
Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.»(Ş.349)
«Din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünki nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakiki Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.» (Ş.516)
Yukarıda verilen izahlardan da anlaşıldığı gibi, İslâm memleketlerinde anarşistlik, dini terketmekten doğmaktadır. Dini terketmek meylinin en büyük sebebi ise; sefih, nefisperest ve zevke düşkün medeniyetin tesiri altında bozulan gençliğin bütün arzularında tam serbest kalmasını istemesindendir ki, buna hürriyet-i hayvanî denir. (Bak: Heva) Böylece sefih medeniyet, irtidada ve anarşizme kapı açmaktadır. Dinimiz, böylesine dini terk edene mürted der. (Bak: Mürted)
253-qqANTROPOLOJİ >èY7xá —hB9³~ : (Yu.i.) İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik hususiyetleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji; cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi; insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânâsı, dünyadaki yeri açısından incelendiğinde felsefi antropoloji adlarını alır.
Allah, insanın önce bedenini yaratmış, sonra ona ruh vermiştir. Hiçbir varlığa vermediği kabiliyetler vermiştir. Allah’ı tanıdığı ve Ona bağlandığı zaman Allah’ın muhatabı, yeryüzünün halifesi ve efendisi olur. Allah’ı tanımadığı ve kendi keyfine tabi olduğu zaman hayvanlardan aşağı bir mahlûk olur. (Bak: İnsan)
254-qqANTROPOMORFİZM •i[4‡YW8xá —hB9³~ : (Os. Müşebbihe, Fr. Antropomorphisme) “Antropos” insan, “morf” da şekil mânâsında olan kelimelerden bir terkib olup felsefe, sosyoloji ve antropolojide, batıl bir din anlayışını ifade için kullanılan bir tabirdir. İnsan şeklinde ve vasfında ilahlar tasavvuru, insan şeklinde heykeller ve resimlere tapma; antropomorfizm anlayışına girer. Firavun, Nemrud gibi gelmiş ve gelecek bir kısım insanların, Rububiyet-i İlahiyeyi inkâr ile bir nevi ilahlık iddiasında bulunmaları da bu anlayışa dâhildir. Muharref Musevilik ve İsevilikte de uluhiyyetin insanî evsaf ve şekildeki tasavvuru antropomorfizme dahil olur. İslâm dini ise, Allah’ın zat, sıfat ve fiilleriyle eşsiz ve benzersizliğini bildiren en üstün ve en mükemmel dindir. (Bak: Müşebbihe)
255-qqARABİYYAT : _["h2 : Arabçaya dair ilimler, kitab veya fikirler. Arab edebiyatı. (Bak: Lisan, Terceme)
Arabça, bütün lisanlardan farklı bazı hususiyet ve meziyetlere sahiptir. Arabça, Kur’an lisanıdır. Bu cihetle, yani en ulvi hakaik-ı İlahiyeyi ifade etmek vasıtası olması sebebiyle Arabça, kazandığı mânâ külliyeti ve camiiyeti itibariyle emsalsizdir. Evet Kur’an «(26:195) ¯w[¬A8 ¯±|¬"«h«2 ¯–_«K¬V¬" “mübin” yani anlattığını açık ve güzel bir ifade ile anlatır Arabî bir lisan ile indirilmiştir. Arabça, hadd-i zatında her mânâyı iyi anlatabilen bir lisan olmakla beraber, Kur’an onu en yüksek bir nekahet ve vuzuh ile parlatmıştır.» (E.T.3645) (Kur’anın iyi anlaşılması için Arabça lisanı üzerine nazil olduğu, bak: 2136.p.)
Hem lisan-ı Kur’an olan Arabçanın zamanla bozulup meziyetlerini kaybetmemesi için ülema-i Arabiye, Arabçanın gramer ve sair kaidelerini bütün incelikleriyle tesbit ettiklerinden, küllî ve dakik mânâları ifade etmede mümtaziyet kazanmıştır. Bu hususiyetleriyle muhafaza ve devamı için taksim-ül a’mal kaidesince ve vazife-i kifayet mânâsında Arabiyatta ihtisas sahibi bir kısım ilim adamları bulunmak gerektir.
256- Ulûm-u âliye yani âlet ilimleri tabir edilen ilimlerden biri olan Arabiyat ve lafız; mânâya vesilelik makamında kalıp gaye durumuna geçmemesi gerektiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat adlı eserinde şöyle diyor.
«Ulûm-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye y«[¬7³~ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye y«[¬7«_2 mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zabtederek asıl maksud olan ilim ise, tebeî kalmakla beraber evkat, efkârı kendisine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.» (Mu.47)
«Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arab’ın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; kelâm-ı Mudari’nin melekesi denilen belegat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemilerin belagat-ı Arabiyenin sanatına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maaniden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir.» (Mu.77)
«Arab’dan olmıyan dahîl ve tufeylî ve acemiler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkara mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek, belâgatı müşevveş etmiştir...» (Mu.78)
Fakat bu müşevveşiyet, müsbet bir neticeye de vesile olmuş, yani «ihtilat-ı a’cam ile kelâm-ı Mudari’nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ülema o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler.» (Mu.17)
Böylece Arabiyat, kaidelerine istinad ederek tahkim olundu ve muhafaza altına alındı. Peygamberimiz (A.S.M.) bir hadis-i şeriflerinde mealen şöyle buyuruyor: «Şu üç sebebden dolayı Arab’ı sevin: Ben Arabım, Kur’an Arabçadır ve Cennet ehlinin lisanı da Arabçadır.» (R.E. ci:1, sh:17 ve K.H. hadis:133) (Risale-i Nur ulûm-u âliye, gramer, sarf-nahiv gibi ilimleri tahsil etmeden ulûm-u âliye denen iman, marifetullah ve hikemiyat-ı İlahiye gibi yüksek ve esas teşkil eden ilimlere az zamanda isal eder. Bak: 3666/5.p.)
257- qqA’RAF ¿~h2~ : (arf. c.) «Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münasebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir. A’raf, meşhur bir kavle göre, Cennet ile Cehennem arasındaki hicabın, surun yüksek tepeleri demek olur. İbni Abbas’tan sıratın şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat Hasan-ı Basri Hazretleri demiştir ki: A’raf ma’rifettendir. Ve mânâ “Ehl-i Cennet ile ehl-i Nar’ı simalarından tanımak üzere bir takım rical vardır.” demektir. Kendisine bu rical “hasenat ve seyyiatları müsavi olan kimselerdir” denildikte dizine vurmuş ve bunlar, demiş, Allah Teala’nın ehl-i Cennet ile ehl-i Nar’ı tanımak ve birbirinden temyiz etmek üzere tayin buyurduğu bir kavimdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir.”
Hasılı A’raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır: Birincisi: Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda hasenat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidîndir ki Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teala, haklarında bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar Enbiya, şüheda, ahyar, ülema veya rical suretinde görünür. Melaike gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.» (E.T.2166)
Yukarıdaki izaha ve Kur’anın (7:46 ilâ 49) âyetlerinin siyakına tevfikan ve hikmet nokta-i nazarıyla, A’raf tabirinden şöyle bir mânâ anlaşılıyor:
Dünyada dinî hareketlerin önderlerine ve mücahid-i ekber olan zatlara ittiba ile ehl-i Cennet olan veya bu zatlara muaraza ile ehl-i Cehennem olan kimselerin durumları, o müşahid ve mücahid zatlara A’raf makamından azamî derecede gösterilecek; cennet ve cehennemde celâl ve cemâl tecellilerini azami derecede ebeden müşahede ettirilecek, ki bu da mukteza-yı hikmettir. Kur’an (83:23,35) (16:84) âyetleri de bu mânâyı teyid eder. (Cennet’te dünya macera ve manzaralarını seyretmek, bak: 544.p.)
258- qqARAFAT : _4h2 : Mekke’nin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet Dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet’ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muhammed (A.S.M.) yüzbin insana hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan haklarını 14 asır önce burada dünyaya ilan etti. (O.A.L.)
258/1- Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, (2:198) âyetinde zikredilen Arafat tabirini şöyle izah eder:
«Arafat: Arefe günü hüccacın vakfeye durdukları dağın ismidir ki Mekke’ye oniki mil mesafededir. Ve oradaki dağların en mürtefiidir. Zilhicce’nin sekizinci gününe yevm-i terviye denildiği gibi, dokuzuncu gününe de yevm-i arefe denilir. Ve bu gün Arafat’ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle Arefe kelimesinin cem’i veya cem’i gibi olan Arafat kelimesinin bu dağa ne sebeb ile alem olduğu ve bunun mürtecel mi, müştak ve menkul mü olduğu hakkında müteaddid kaviller vardır. İştikaka kail olanlar da, tanımak manasına marifetten veya itiraftan veya rayiha-i tayyibe manasına arf’tan müştak olduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu ihtilaflar ile vech-i tesmiye suret-i kat’iyede tesbit edilmiş değil ise de, herbiri Cebel-i Arafat’ın bir hasletini irae etmiş olmak itibariyle isimden ziyade müsemmanın tavsifine hâdim olmuştur. Hz. Adem ile Havva’nın burada telaki edip birbirlerini tanımış olmaları, Hz. İbrahim’in burayı görünce tavsifat-ı mütekaddime ile tanımış olması, müşarün ileyhin hitab-ı Cibril ile menasik-i haccı burada tanımış olması, Hz. İsmail’in vâlidesinden bir müddet ayrılıp badehu burada telaki ederek tanışmış olmaları, hüccacın burada birbirleriyle güzel bir surette tanışmaları, burada vakfeye duranların Hak Teala’nın rububiyet ü celalini, samediyet ü istiğnasını ve insanlığın meskenet ü ihtiyacını itiraf etmeleri, nihayet hüccacın habais-i zünubdan temizlenerek indallah lâyık-ı cinan olan revayih-i tayyibe-i maneviye iktisab etmeleri, hakikaten Cebel-i Arafat’ın evsafındandır.
Arefe ve Arafat, ikisi de bu dağın ismidir. Yevm-i Arefe buna muzaftır, bunun günüdür. Yevm-i iyas-ı küffar, yevm-i ikmal-i din, yevm-i itmam-ı nimet, yevm-i rıdvan isimleri dahi, yevm-i arefenin esma-i mahsusasındandır.» (E.T.722)
Taşlanan ve taşlanmış ve matrud şeytan manasında “şeytan-ı racim” ifadesi, Kur’an (3:36) (15:17) (16:98) (81:25) âyetlerinde geçer ve mezkûr şeytan taşlamasının hikmeti bu âyetlerde de alâkalıdır.
259- qqARİSTO YBK<‡³~ : (Doğumu: M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun’un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır.
Hak dinin beyan ettiği imana istinad etmeden, felsefî görüşüne göre Allah’ın varlığına ve ruhun bakiliğine akl-ı küll mânâsında inanırdı. Akılcılığa fazla ehemmiyet verdiğinden birçok mes’elelerde yanılmıştır. 62 yaşında iken M.Ö. 322’de ölmüştür. (Bak: Meşşaiyye ve 2243, 2244.p.lar)
260- qqARİSTOKRASİ |,~h5YB<‡³~ : Âlimlerin ve soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hakimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.
Demokraside ise halk ekseriyetinin hâkimiyeti esastır.
Aristokrasiye göre, devlet idaresi; yüksek bir ilim ve dirayet işidir, avam bilemez ve karışmamalıdır. Demokrasiye göre de: Halk ekseriyetinin rızası alınmazsa halk, iktidara karşı çıkar, asayiş bozulabilir.
Hakikat ise; idareci olacak şahısların önce ilim, ahlâk ve dirayeti tesbit edilmeli, sonra bunların seçimleri halkın reyine bırakılmalıdır. Böylece hem ilim, hem asayiş muhafaza edilmiş olur. (Bak: Demokrasi)
261- qqARŞ Šh2 : Bağ çardağı. Gölgelik. *Kürsü, taht, yüce makam. *Fevkiyyet, ulviyyet. *En yüksek gök. Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri. Arş kâinatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar. Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlahî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflak, Felek-i Atlas, Felek-i Azam gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk’ın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (O.A.L.) (Bak: Hamele-i Arş)
«Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri’ olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.» (E.T.2176)
«Arş, lisan-ı şer’ide mecmu-u âlemi ihata eden ve tahdid ve takdiri ukul-ü beşeriyeden hariç ve hakikatı ilm-i İlahîye mufavvaz bulunan bir muhit-i a’lâ olmak üzere şayi’ olmuştur ki; Semavat, Cennet, Sidre, Kürsî hep bunun tahtında tasavvur edilir. Bu bir müntehadır ki, âlem tasavvuru burada biter. Fakat Vücud-u Hak bitmez ve Sidre-i Münteha geçilmeden Hak Teala’nın müşahede-i cemâline erilmez. Nitekim Resulullah miracda Sidre-i Münteha’yı geçmişti.» (E.T.2177)
«Arş, bir cism-i küll olsun fakat cihet ve cismaniyyetin hepsi buna müntehî olduğundan bunun fevkinde cisim, mekân, cihet tasavvuru tenakuz olur. Burada “Sidret-ül Münteha” mefhumunu iyi düşünmek lâzım gelir... » (E.T.2178)
262- Arş mevzuu, pek ince ve derindir. Bir derece anlaşılması, ehemmiyetli bir ilm ü irfan seviyesini iktiza eder. Aşağıdaki parçalar, Arş ile alâkalı olup mevzuumuza bir cihette ışık tutmaktadır:
«Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile arş, mülk; kevn, melekût olur. İsm-i Bâtın itibarı ile arş, melekût; kevn, mülk olur.
Demek arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza İsm-i Evvel itibarı ile (11:7) ¬š_«W²7~ |«V«2 y-²h«2 «–_«6«— âyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile (20) ¬w«W²&Åh7~ Š²h«2 ¬}ÅX«D²7~ r²T«, hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.» (M.N.106)
Kur’anda «(11:7) ¬š_«W²7~ |«V«2 y-²h«2 «–_«6«— âyeti, madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur.» (İ.İ.188)
Dostları ilə paylaş: |