İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə9/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   169

182- İşte ulemamız bununla istidlal ederek, genç kadınların mutlak su­rette na­maza çıkmalarını men’etmişlerdir. Bugün fetva, bütün kadınların, bütün na­mazlara gelmelerinin mekruh olduğu merkezindedir. Çünkü fesad zahirdir. “El-İhtiyar” nam kitabda: “Zamanımızda muhtar olan; zamanın bozukluğu ve kö­tülüklerin zu­huru sebebiyle kadınların çıkmasının hiç caiz olmamasıdır.” denili­yor. “El-Kâfi”de de şöyle denilmiştir: “Kadınların na­maz için camiye gelmeleri mekruh olunca, vaaz meclislerine gelmeleri, bahu­sus ülema kıyafetine giren bazı cahillerin meclislerine devam etmeleri, evle­viyetle mekruh olur. Bunu Fahr-ül İslâm (Pezdevi) zikretmiştir.

İşte Hanefilerin bütün fıkıh kitabları bu gibi sarahatlarla doludur.» (Büluğ-ul Meram tercümesi ve şerhi ci:2, sh:183) (Bak: 1089/2, 3783.p.)



183- Bir hadiste de: « Åw¬Z¬#Y­[­" ­h²Q«5 ¬š_«K¬±X7~ ¬f¬%_«K«W²7~ ­h²[«' Kadınlara ait mescidlerin hayırlısı, kendi hanelerinin içerisidir.» (13) buyuruluyor.

Lemaat adlı eserde de bu hakikat nim-manzum bir ifade ile şöyle beyan edilir:

¬€_«,~«Y«Z²7_¬" ­š_«Z«SÇK7~ ­Ä_«%¬±h7~ «bÅ9¶_«# !«†¬~

¬€_«&_«5«Y²7_¬" ­€~«i¬LÅX7~ ­š_«K¬±X7~ «uÅ%«h«# ~«†¬~

«Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları ev­lerde, ha­yat-ı ailede. Temizlik zinetleri.

Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemâli, ismet; hüsn-ü kemâli, şefkat; eğ­len­cesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır ta dayansın.» (S.727)

«Kadının, aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evladına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası na­zarında em­niyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan, cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sa­dakat değil, belki himayet ve mer­hamet ve hürmettir.» (L.198)



184- Evvela, ezvac-ı tahirata, dolayısıyla bütün müslüman kız ve kadın­lara hitab eden ve onların kendi evlerinde âyat-ı İlahiyeyi ve ondaki hikmet, iman ve manevi­yat derslerini tezekkür (Bak: Tezkir) yani tekraren okumala­rını emreden bir âyet şu­dur:

« ¬yÁV7~ ¬€_«<´~ ²w¬8 Åw­U¬#Y­[­" |¬4 |«V²B­< _«8 «–²h­6²†~«—

(33:34) ~®h[¬A«' _®S[¬O«7 «–_«6 «yÁV7~ Å–¬~ ¬}«W²U¬E²7~«—

“Ey Peygamberlerin kadınları ve kızları! Evlerinizde tilavet olunup duran âyatullahı ve hikmeti anın, toplanıp müzakere edin, yani Kur’anı ve Peygam­be­rin sünnetlerini belleyin, düşünün.» (E.T.3893)

(Bu âyetten ve 181.p.dan buraya kadar geçen ifadelerden anlaşılıyor ki, ka­dın­ların dershanesi kendi evleridir. Âyette geçen “ Åw­U¬#Y­[­" |¬4 kendi evlerinde” ifadesi manidardır.)

185-qqAKL (Akıl) uT2 : İnsanın hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden müessire intikal eden hassası. Dü­şünme ve anlama ka­biliyeti. Zihin, zeka, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, kuvve-i hafıza, mülahaza, re’y, yaptığını bilme. İlim, zihinde hasıl olan suret. İnsan zihninin sıfatı. Kalbde hak ve batılı ayırdedebilen bir nur. *Huk: Bir cinayetten dolayı icab eden diyeti vermektir. Diyet mânâsına da kullanılır.

Akıl, esasen imsak ve imtisak mânâsınadır. Diyet vermek, kan dökülme­sini men’ ve imsak edecek müeyyid bir kuvvet mesabesinde olduğundan bu cihetle de diyete akl denilmiş olması melhuzdur. (O.A.L) (Bak: İlm, Naklî Delil)



185/1- Elmalı’lı Hamdi Efendi, akıl mevzuunda (2:164) âyetini tefsir eder­ken aklı şöyle izah eder:

«Akıl: Madeni, kalb ve ruhda; şuaı, dimağda bulunan bir nur-u manevidir ki, in­san bununla mahsûs olmayan (beş duygu ile hissedilmeyen) şeyleri id­rak eder. Akletmek; esbab ile müsebbebat, eser ile müessir arasındaki alâ­kayı, yani illiyet ka­nununu ve ona müteferri’ lüzum alâkalarını idrak ederek eserden mües­sire, veya müessirden esere, veyahut bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal eyle­mektir ki, mantık denilen bu intikal sayesinde bir eser-i mahsûsdan (yani beş duygu ile bilinen eserden) gayr-ı mahsûs olan müessir.. keşf ü idrak olunur.” (E.T.566) (Mantıkta intikal ve istidlalin üç nev’i vardır, bak: İstidlal)



186- İnsanın diğer hislerinde olduğu gibi akıl dahi hakka teslim olmakla de­ğe­rini bulur. Aksi halde zararlı bir âlet durumuna düşer. Meselâ:

«Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalış­tırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki: Geçmiş zamanın âlam-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bi­çare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bu­nun için­dir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve ta’cizinden kurtulmak için galiben ya sarhoş­luğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakiki’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan ni­hayetsiz rah­met hazinelerini ve hikmet defi­nelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.» (S.27)



187- Hem «insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır za­manla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O za­manlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişe­ler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezze­tini geç­mişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acı­laştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hük­mündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat nokta­sında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında madumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karan­lıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur. Ve ademle ha­sıl olan ebedî fıraklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veri­yorlar. Eğer iman hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman nokta­sında ulvi ve manevi ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor.» (S.145)



188- Hem dine tabi olmak şartıyla, İslâmiyet akla büyük değer verir. Me­selâ:

«Kur’an-ı Hakim lisanıyla «–—­hÅU«S«B«<«Ÿ«4«~  «–—­hÅ"«f«B«<«Ÿ«4«~  «–Y­V¬T²Q«#«Ÿ«4«~ gibi kudsi hava­leler ile, aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale edi­yor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına ma­kam veriyor, ehem­miyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü sus­turmuyor; körü körüne taklid istemiyor.» (M.436)

Esasen akıl, dinin emrinde olmalıdır. Çünki «vicdanın ziyası, ulûm-u dini­yedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat te­celli eder. O iki ce­nah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri va­kit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.» (Mün.78)

Evet «kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve mu­habbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûmu akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevi olan hastalıklar insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden emraz-ı kalbiye mübtela olur. (M.N.69)



189- Hem «mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mu’tezile imamları, zinet-i surisine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettik­lerinden, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine çı­kabilmiş­ler..» (S.543) (Akıl mürşide muhtaçtır, bak: 2893.p.)

«Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ek­rem’in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lamba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer’i, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlı­yor. O yol­larda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şey­tanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır. Ve keza o sünnetleri, sanki se­madan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nail olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan fira­vun gibi bir firavun olur.» (M.N.77) (Bak: Akliyyun) (Aklın vazifesi, bak: 1552.p.)



190- Kur’anın pek çok yerlerinde zikredilen akıl hakkında âyetlerden bir­kaç not:

-Aklı, istidlal ve tefekküre teşvik eden âyetlerden bazıları: (2:164) (13:4) (30:24,28) (45:5)

-Aklını hüsn-ü istimal etmeyenlerin cezası: (10:100)

-Temsilat-ı Kur’aniyenin hikmetini, âlimler taakkul ederler: (29:43)

191-qqAKL-I EVVEL ÄÅ—~ ¬uT2 : Batıda Yeni Eflatuncu, doğuda Meşşaiye ve İşrakiye felsefelerine göre “İlk Akıl”, teselsül tabiri ile müessiri­yetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi, şirke gi­der. Güya, Akl-ı Evvel Allah’dan sudûr edip bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl.. ve böylece “Ukul-ü Aşere” dedikleri on akıl birbirinden türe­miş diye tevehhüm ederek dalâlete gitmişlerdir. (Bak: Ta’til)

Halbuki «Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düs­tur-u galiyesinden ¬f¬&~«Y²7~¬w«2 ެ~ ­‡­f²M«< «ž ­f¬&~«Y²7«~ yani “her birliği bulu­nan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zatın icadıdır” diye olan, tevhidkarâne düsturu ne­rede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan ­y²X«2­‡­f²M«<«ž­f¬&~«Y²7«~

­f¬&~«Y²7~ ެ~ “Birden, bir sudûr eder” yani, “bir zattan, bizzat birtek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Alel’ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite rububiyyette bir nevi şirket verip Halık-ı Zülcelale “Akl-ı Evvel” namında bir mahluku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlud ve dalâlet-pişe o felsefenin düsturu nerede?.. Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilir­sin.» (S.542) (Bak: 1819,1820.p.lar)

192-qqAKLİYYUN –Y[VT2 : Rasyonalistler. (Fr. Rationalistes) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddisasında olan filozoflar. Başlıca iki kısma ayrılır­lar: Bir kısmı yalnız akla da­yanarak dine ve vahye tabi olmadan mevcudatı ve hâdisatı izah teşeb­büslerinde bulunurken hakikatten uzaklaşan ve neticede metafizik felsefe ba­taklı­ğında bo­ğulup yarı yolda kalanlardır. Diğer kısmı ise Meşaiyyun gibi, Allah’a ve vahye imanı kabul etmekle beraber iman hakikatlarını akılla izahına ve isbatına çalı­şanlardır ki, beşerî akılla dinî hakikatları kendi Felsefî nazariyeleriyle izah et­mek ve bunlarla bağdaştırmak teşebbüslerinde bulunurken bazı dinî ahkâm ve akideyi tevil yoluyla asliyetinden az çok uzaklaştırıp bunlara zarar verenlerdir. Akılcı felsefenin bazı yanıltıcı kaidelerine bağlılık neticesi, dince küfür sayılan düşüncelere is­ter iste­mez kapı açarlar. (Bak: Meşşaiye, İşrakiyye Felsefesi, Rasyonalizm) (B. Sami Sağbaş Felsefe Öğretmeni)

qqAKREBİYET }["h5~ : (Bak: Kurbiyet)

193-qqAKTAB _O5~ : Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları. (Bak: Kutb-ul Aktab)

«Âlem-i İslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve ha­kikat olan zatlar.» (Ş.628)



194-qqAKTAB-I ERBAA yQ"‡~ ¬_O5~ : Ehl-i sünnet âlimlerinin ekseri­since kabul edilen dört büyük kutub olan zatlar şunlardır: Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rüfai, Seyyid İbrahim-i Desuki.

194/1-qqÂL Ä´~ : Arabca’da “serab, dağ, dağın çevresi, çadır direği” manasına geldiği gibi; kişinin kendisi, ailesi, taraftarları gibi manalara da ge­lir. Bazı lügaviyyun “rücu’ etmek, idare etmek” manalarına gelen “âle” fiilin­den geldiğini söylerler. Ba­zıları da “ehl” kelimesinden geldiğini kabul ederler. (İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı, Âl maddesi’nden)

Âl kelimesi umumiyetle meşhur bir şahsın nesli, kabilesi, hanedanı veya temsil ettiği fikirler, ya da manevi şahsiyetine bağlı olanlar için kullanılan bir ıstılahtır. Âl kelimesi Kur’anda yalnız şahıs isimlerine muzaf olarak meydana getirdiği terkiblerde geçer. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li-elfaz-ı Kur’an-il Kerim Ú ²Ä´~ Û maddesi sh:97) Ayrıca âl-i beyt ile müteradif sayılabilen ehl-i beyt Kur’anda (11:73) (28:12) (33:33) âyetle­rinde geçer. Âl kelimesi hadislerde de zikredilir. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li- elfaz-ıl Hadis-in Nebevî Ú ²Ä´~ Û maddesi sh:124)



194/2- Âl kelimesinin bir manası olan “çadır direği” mefhumundan teş­bih yo­luyla: Bir millet veya cemaatın yıkılıp yok olmasını önleyen, ayakta tutup devamlılı­ğını sağlayan muhafız ve merkezî bir taife, itaat ve irtibat mercii bil­hassa İslâm dün­yasında âl-i beyt silsilesi ve müceddidler cemaatı diye anlamak; tarihî ve dinî hakikata mutabık gelmektedir.

Aynı şekilde âl, “rücu’ etmek” manasıyla ele alınırsa, hakka ve hidayete dönmek ve döndürmek manasıyla; nübüvvete ve o yolda yürüyen müceddidlere bir telmih sayılabilir. Ehl-i dalalet için ise yani, Âl-i Firavn ve muakibleri gibi menfi cereyan ifadelerinde ön ek olunca, hak ve hidayetten rücu etmelerine ima olabilir. “Serab”da ehl-i dalalete bakar. Yani onlar zahi­ren mutantan görünseler de, hakikatta hiçtirler. “Dağ ve çevresi” teşbihi de; dağ gibi merkezde sabit bir şahsın etrafındaki âli ile ka­zandığı ağırlığını ve onunla muhtemel ihtilafatı önle­yip müvazeneyi temin ettiğini hayale getirir. Demek lügaviyyunun âl kelimesine verdiği muhtelif manaların hep­sinde, le­tafetli bir hakikat payı vardır. (Bak: Âl-i Aba, Âl-i Beyt, Seyyid)

Bu meselenin en çok dikkat çekici ve ibretli noktası ise: Kur’anda Âl-i Musa (2:248), Âl-i Harun (2:248), Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran (3:33), Âl-i Yakub (12:6) (19:6), Âl-i Lût (15:59,61) (27:56), Âl-i Davud (34:13) ifadele­riyle bildirilen ve bütün peygamberlere şamil manada düşünülmesi gereken bu hizbullah ve iman cereyanı karşısında Âl-i Fir’avn ve muakibleri bunlara zıd bir inkâr cereyanı olarak gösterilir. Yani Kur’an geçmiş ve gelecek za­manlara şamil (Bak: Kur’an 3:11, 8:52, 54) fir’avniyet cereyanları ile iman mücahidleri cere­yanlarının mübarezelerini tasvir ede­rek, her asrın insanlarına dalaletten ve cere­yanından nefret; hidayete ve cereyanına taraftarlık hissini telkin eder.

195-qqÂL-İ ABA š_A2 ¬Ä´~ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fatıma Vâlidemiz, damadı ve amcazadesi Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den (R.A.) müteşekkil heyet “Hamse-i Âl-i Aba” da denilir. Hz. Pey­gamber’in (A.S.M.) giydiği abasını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örte­rek hu­susi dua ettiğinden bu isimle anılmaları meş­hurdur.

196- «Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, giydiği mübarek abasını, Hz. Ali (R.A.) ve Hazret-i Fatıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle;

(33:33) ~®h[¬Z²O«# ²v­6«h¬±Z«O­<«— ¬a²[«A²7~ «u²;«~ «j²%¬±h7~ ­v­U²X«2 «`¬;²g­[¬7 âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmiyeceğiz. Yalnız va­zife-i Risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve ta­biinler içinde mühim fitneler olup kan dökü­leceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abası altında olan o üç şahsi­yet olduğunu mü­şahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (R.A.) taziye ve teselli etmek ve Haz­ret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve müsalaha ile mü­him bir fitneyi kaldır­makla şerefini ve ümmete âzim faidesini ilan etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâ­yık olacaklarını ilan et­mek için o dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşe­den o abayı örtmüş­tür. Evet, çendan Hazret-i Ali (R.A.) halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemliyetli olduğundan ümmet nazarında teb-riesi ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Ves­selâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkid ve tahtie ve tadlil eden Haricileri ve Emevilerin müteca­viz tarafdarlarını sükûta davet ediyor. Evet Hâriciler ve Emevilerin müfrit tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.) hakkındaki tef­ritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyn’in (R.A.) gayet feci ciğersûz hâdisesiyle Şiala­rın if­ratları ve bid’aları ve Şeyheyn’den teberrileri, ehl-i İslâma çok zararlı düş­müş­tür.

İşte bu aba ve dua ile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hz. Ali (R.A.) ve Hz. Hüseyn’i (R.A.) mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında su-i zandan kurtardığı gibi, Hz. Hasan’ı (R.A.) yaptığı müsalaha ile ümmete ettiği iyili­ğini vazife-i Risalet noktasında tebrik ediyor ve Hz. Fatıma’nın (R.A.) zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacakla­rını ve Hz. Fatıma;

(3:36) ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 _«Z¬BÅ<¬±‡­†«— «t¬" _«;­g[¬2­~|¬±9¬~«— di­yen Hazret-i Meryem’in vâlidesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilan ediyor.» (L.94)



197-qqÂL-İ BEYT a[" Ä´~ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sülale-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bi­hakkın sünnete ittiba ve onu idame etti­renler. Âl-i Resul, Âl-i Nebi, Âl-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi ta­birlerle de söylenir. (Bak: Âl, Âl-i Abâ, Aliyyülmurtaza, Cemaat, Eimme-i İsnâaşer, Ha­san (R.A.), Hilafet, Seyyid)

İki atıf notu:

-Kaderin Âl-i Beyti siyasette muvaffak etmemesi, bak: 997.p.

-Teşehhüdde âl hakkındaki dua, bak: 3642.p.

«Bir kısım müçtehidler, ¬y¬A²E«.«— ¬y¬7´~ |«V«2«— duasında, seyyid olma­yan fa­kat ehl-i takva bulunan, o duada dâhildir» demişlerdir. (Ş.414)



Bir atıf notu:

-Âl-i Beyte bağlılık, bak 2300.p.

198- Âl-i Beytin âlem-i İslâmda bir merkez-i manevi olmasının lüzumu ve bü­tün ümmetin Âl-i Beyte bağlanmasındaki hikmet hakkında Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:

«(42:23) |«"²h­T²7~ |¬4 «?Å…«Y«W²7~ ެ~ âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Re­sul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm, vazife-i Risaletin icrasına mukabil üc­ret is­temez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”



Eğer denilse: Bu mânâya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir faide gö­zetilmiş görünüyor. Halbuki, (49:13) ²v­U[«T²#«~ ¬yÁV7~ «f²X¬2 ²v­U«8«h²6«~ Å–¬~ sırrına bi­naen karabet-i nesliyye değil, belki kurbiyet-i İlahiye noktasında va­zife-i risalet cere­yan edi­yor?

Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina nazarıyla gör­müş ki: Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne ge­çecek âlem-i İs­lâm’ın bütün tabakatında kemâlat-ı insaniye dersinde rehber­lik ve mürşidlik vazife­sini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıka­cak. Teşehhüddeki üm­metin “Âl” hakkındaki duası ki:

_«W«6 ¯fÅW«E­8 _«9¬f¬±[«, ¬Ä³~|«V«2«— ¯fÅW«E­8 _«9¬f¬±[«, |«V«2¬±u«. Åv­Z±V7«~

°f[¬D«8 °f[¬W«& «tUÅ9¬~ «v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä³~|«V«2«— «v[¬;~«h²"¬~|«V«2 «a²[ÅV«.

dir.(*) Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasılki Millet-i İbrahimiyede ekseri­yet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslin­den olan En­biya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyet-te ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Mu-hammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için

(42:23) |«"²h­T²7~|¬4 «?Å…«Y«W²7~ ެ~ ~®h²%«~ ¬y²[«V«2 ²v­U­V«\²,«~ «ž ²u­5 demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer ri­va­yetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. (14) Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muha­fızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”



199- İşte bu sırra binaendir ki: Kitab ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu haki­kat-i Hadisiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten vazife-i risaletçe mu­radı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İs­lâmiyet za’fa dü­şeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir ce­maat-ı mütesanide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve mer­kez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplama­sını arzu etmiş. Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine tes­lim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileride­dirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî tarafdarlık; zaif ve şansız hatta haksız da olsa bıra­kılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ec­dadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm le­hinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî tarafdardır. Baş­kası ise kuvvetli bir bûr­han ile sonra iltizam eder.» (L.21) (T.T.ci: 3, sh:645’de 4. Bö­lüm, Ehl-i Beyt’in menakıbı hakkındadır.)



200-qqÂLEM v7_2 : Bütün cihan. Kâinat. *Dünya. *Her şey. *Cemaat. *Halk. Cemiyet. *Dehr. *Hususi hal ve keyfiyet. *Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden sey­yarelerin teşkil ettiği daire.

«Cenab-ı Hak’tan gayrı mahlukata “âlem” denmesi, mucidi olan Zat-ı Ecelle ve A’lâ Hazretlerini bilmeğe delâlette vesile olduğuna mebnidir.» (Lü­gat-ı Remzi’den) (Bak: Kâinat)

«Sani-i Hakim-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında yer­leştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vü­cuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor» (L.281)

«İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi manevi vücudlar da var. Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şece­resi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer seması vardır.» (S.569)

Hem «Samanyolu denilen š_«WÅK7~ ­? Åh«D«8 dan, tâ en yakın seyyareye ka­dar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hük­münde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.» (S.570)

«Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsız, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.» (M.N.138)



201- «Sual: «w[¬W«7_«Q²7~ Ç«‡ tâbir ve tefsirinde, “onsekiz bin âlem” de­miş­ler. O adedin hikmeti nedir?

Cevab: Ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum; fakat bu kadar derim ki: Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri birer mânâya münhasır değil, belki nev-i be­şerin umum tabakatına hitab olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı ta­zammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaide­nin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor. İşte bunda dahi bir taife, o adede muvafık bir mânâ keşfetmiş. Mesela: Ehl-i velayetin ehemmiyetle virdlerinde zikr ü tekrar et­tikleri

(55:19,20)  ¬–_«[¬R²A«< «ž °„«ˆ²h«" _«W­Z«X²[«"  ¬–_«[¬T«B²V«< ¬w²<«h²E«A²7~ «‚«h«8

cümlesinde; daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i rububiyet ve bahr-i ubu­di­yetten tut, tâ dünya va âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ba­hirle­rine, tâ şark ve garb, şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine, tâ bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan denilen balık ondan çıkı­yor-, tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Sü­veyş Kanalına, tâ tatlı ve tuzlu sular de­nizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su deniz­leriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi bü­yük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile on­ların karıştığı tuzlu büyük de­nizlerine kadar, mânâsındaki cüz’iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakiki ve me­cazi mâ­nâlarıdır. İşte onun gibi, «w[¬W«7_«Q²7~ ¬±«‡ ¬yÅV¬7 ­f²W«E²7«~ dahi pek çok hakaikı cami’dir. Ehl-i keşf ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler.

Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var; yıldızların bir kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlem­dir. Hatta her bir insan dahi, küçük bir âlemdir. «w[¬W«7_«Q²7~ Ç«‡ tabiri ise, “Doğ­rudan doğ­ruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve ter­biye ve ted­bir edilir” de­mektir.» (M.328)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin