221- Müfessirîn yÁV7«~ ism-i hassının tarih-i lisan nokta-i nazarından tetkikine çalışmışlar ve tarih-i edyan meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bunda başlıca matlub şunlardır: Bu kelime esasen Arabî mi, değil mi? Menkul mu, mürtecel mi, müştak mı, gayr-ı müştak mı? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
...Evvela Asr-ı Risalet-i Muhammedî’de bütün Arabların bu ism-i hassı tanıdığı malûmdur ve Kur’an-ı Azimüşşan da bize bunu anlatıyor:
(31:25,39:38) «yÁV7~ Åw7YT«[«7 «Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ «s«V«' ²w«8 ²vZ«B²V«\«, ²w¬\«7«—
Binaenaleyh şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu isim, lisan-ı Arabın tam bir malı olduğu şüphesizdir. Sonra bunun Hazret-i İsmail zamanından beri cari olduğu da malumdur. Bu itibar ile de Arabiyeti şüphesizdir. Halbuki Kur’anda bu ism-i celalin daha evvel mevcudiyeti de anlaşılıyor. Binaenaleyh Hz. İbrahim’den itibaren İbrani ve Süryani gibi diğer bir lisandan intikali cay-ı mülahaza oluyor ve burada intikale zâhib olanlar görülüyor. Fakat Âd ve Semud kıssalarında ve daha mukaddem olan Enbiya-yı Kiram lisanlarında da yalnız mânâsının değil, bizzat bu ism-i hassın dahi deveranını anlıyoruz ve İbranî veya Süryanînin Arabçaya alelıthak takaddümünü de bilmiyoruz.
“Allah”, “el” ile “lah”dan bitterkib me’huz olsaydı, hemzesinin nidada isbatına lisan müsaade edemezdi. Bunun içindir ki bir hayli ülema-i lisan, ezcümle Kûfiyyun bunun “lah”dan değil “ilah” ism-i cinsinin müradifi olan “El’ilah”dan menkul olduğuna kail olmuşlardır...
222- Müfessir-i nahvî Ebu Hayyan-ı Endülüsî diyor ki: Ekseriyet indinde yÁV7«~ ism-i şerifi mürteceldir ve gayr-ı müştaktır. Yani ilk vaz’ ile Ma’bud-i Hakk’a ism-i alemdir. İmam Fahrüddin-i Razi dahi “Bizim muhtarımız şudur ki; bu lafza-i celal, Allah Teala’nın ism-i alemidir ve aslen müştak değildir. İmam Halil ve Sibeveyh, ekseri usuliyyun ve fukaha hep buna kail olmuşlardır” diyor. Filvaki nidada hemzenin isbatı ve “yâ” ile bila-faslın içtimaı, asliyetine delildir. Binaenaleyh “el” harf-i tarif değildir.
Hasılı, yÁV7«~ ismi gayr-ı müştak ve gayr-ı menkul olup bil’irtical vaz-ı evvelde bir ism-i alemdir. Ve Zatullah bütün esma ve sıfata mukaddem olduğu gibi yÁV7«~ ismi de öyledir. O, uluhiyet vasfından değil; uluhiyet, ma’budiyet vasfı ondan me’huzdur. Allah ma’bud olduğu için Allah değil; Allah olduğu için ma’buddur. Onun ilahiyeti ibadet ve ubudiyete istihkakı lizatihidir. Beşer puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, cebabiriye veya bazı sevdiği şeylere tapar; taptığı zaman onlar ilah, ma’bud olurlar, bilahare bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da ma’budiyet, ilahiyet vasf-ı müstearlarını zayi ederler.» (E.T.18 ilâ 29)
Allah ve varlığının isbatı ile alâkalı maddeler için bak: Âdetullah, Ayan-ı Sabite, Celal, Delil, Delil-i İhtiraî, Delil-i İmkânî, Ehadiyet, Endad, Esma-ül Hüsna, Faaliyet-i Rububiyet, Fenn, Ferd, Hafiziyet, Hakimiyet, Hudus ve İmkân, İbadet, İcad, İlah, İman, İnşa, Kayyum, Kemalat, Kıyam-ı Binefsihi, Kudret, Kurbiyet, Lafzullah, Maddiyun, Marifetullah, Müşebbihe, Rabb, Rahmaniyet, Rububiyyet, Salibe-i Külliye, Sübhanallah, Şirk, Tabiat, Temessül, Te’sir, Tevhid, Uluhiyet, Vacib-ül Vücud, Vahdaniyet, Vahidiyet, Vücud.
223- Cenab-ı Hakk’ın ismi, Zat-ı akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir.
¬v[¬&Åh7«~ de, fiilî olan sıfat-ı gayriyeye imadır. w«W²&Åh7«~ dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak mânâsınadır. Rızk, bekaya sebebdir. Beka, tekerrürü vücuddan ibarettir. Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, ücüncüsü müreccihe olmak üzere “İlim, İrade, Kudret” sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, “Basar, Sem’, Kelâm” sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman, ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz birinci sıfatı olan hayatı istilzam ederler.» (İ.İ.15)
«Cenab-ı Hakk’ın zatî isimleri olduğu gibi, fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.» (İ.İ.15) (Allah lafzı ism-i câmidir, bak: 456.p.)
224- Kâinatta müşahede edilen hikmetli ve umumi faaliyetten esma-i İlahiyeye, esma-i İlahiyeden de yedi sıfat-ı sübutiyeye, bunlardan da bir cihette ism-i a’zama istidlal edilebilir. Şöyle ki:
«Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasılki vücud ve vahdete dair âyat-ı tekviniyyeyi bize ders veriyor. Öyle de: O Zat-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemâliye ve cemâliye ve celaliyesine de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemâl-i zatîsini isbat ederler. Çünki bedihidir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli, sıfatın kemâline ve sıfatın kemâli, şe’n-i zatîsinin kemâline ve şe’nin kemâli, o zat-ı zişuunun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delâlet eder. Meselâ: Nasılki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir ve o sanat ve sıfatlarının mükemmeliyyeti, o san’at sahibinin şuun-u zatiyye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü... Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz (67:3) ¬‡YO4 ²w¬8 >«h«# ²u«; sırrına mazhar olan şu âsar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemâl-i ef’aline delâlet eder. O kemâl-i ef’al ise, bilbedahe o Fail-i Zülcelal’in kemâl-i esmasına delâlet eder. O kemâl ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemâl-i şuununa delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuun ise, bihakkalyakîn o zişuunun kemâl-i zatına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva-ı kemâlat, onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde bir Zat-ı Zülkemal’in âyât-ı kemâli ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemâli olduğunu gösterir.» (S.306)
Bir atıf notu:
-Müessirin meziyet ve kemâlâtı, fiilî tezahürlerinden anlaşılır, bak:1634.p.
225- Hem «Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplıyan faaliyet-i müstevliye hakikatı görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rububiyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.
İşte, bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fail-i Kadir ve Alim’in ef’ali, görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celaldarane ve cemâlperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfat-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır. Ve bu yedi kudsi sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayatdarane, hem kadirane, hem alimane, hem semiane, hem basirane, hem müridane, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbehade ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vacib-ül Vücud’un ve bir Müsemma-i Vahid-i Ehad’in ve bir Fail-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, Güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’i bilinir.
Çünki: Güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger ünvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını ve bu san’at ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sani’ ve müsemma ve fail olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.
İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatiyle beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe’leri olan binbir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsi sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemâller, kıymetler, kemâller dahi, ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfat-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsi cemâllerine ve kemâllerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsi cemâline ve kemâline bedahetle şehadet ederler.
226- İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden Rububiyet hakikatı; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü Rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan Uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi; Esma-i Hüsnanın rahimane ve kerimane cilveleriyle ve “Yedi Sıfat-ı Sübutiye” olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelam sıfatlarının celalli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.(*)
Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de; kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Fürkan-ı Cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadir-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder. Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan birtek Zat-ı Akdes’i bildirir. Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve zinetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, ayineleri olan bütün zihayatları şahid göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz ayinelerden terekküb eden bir ayine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi; herbiri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zatın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki: Bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zihayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.
İşte, bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i azamın masdarı ve medarı olmuştur.» (Ş.144-147)
Birkaç atıf notu:
-Hikmet ve adalet-i İlahiyenin tecelli-i esmayı tahdidi, bak: 855.p.sonu
-Sıfat-ı ezeliyye âlemi, bak: 514.p.
-Esmanın tenevvüü, bak: 460.p. sonu
227- Allah’ın sıfatlarında tagayyür ve mertebeler yoktur. Ve mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez:
«Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zatî sıfatlarıdır. Zat-ı Akdes’e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki, mertebeleri olsun. Maahaza acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur.» (İ.İ.158)
«Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar O’nun önüne geçemez; O’nun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’al, kâinata havale edilse o kadar müşkilat ve karışıklığa sebebiyet verir ki; hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücudda kalmaz; belki vücuda gelemez.
Meselâ: Nasılki kemerli kubbelerdeki ustalık san’atı, o kubbedeki taşlara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi, neferata bırakılsa; ya hiç vücuda gelmez veyahut çok müşkilat ve karışıklık içinde intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki o kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nev’inden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferatın idaresi, mertebe itibariyle zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem san’at kolay olur, hem tedbir ve idare suhuletli olur. Çünki taşlar ve neferler biribirine mani’ olurlar; usta ve zabit ise, manisiz her noktaya bakar, idare eder.
İşte |«V²2«²~ u«C«W²7~ ¬yÅV¬7«— Vacib-ül-Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-ı kâinat, o mahiyetin Esma-i Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi; hem Vacib-ül Vücuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesîli yoktur. Elbette o Zat-ı Zülcelal’in o Kudret-i Ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i Azam ve dar-ı âhiret, Cennet ve Cehennem’in icadı; bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyaları kadar kolaydır.» (M.249)
228- Hem «Sani-i Zülcelal, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünki noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak maddiyattan değildir. Ve keza Sani-i Kadîm-i Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan berî ve münezzehtir. Kur’an-ı Kerim şu iki hakikate “Allah’a misil yapmayın” mânâsına olan ~®…~«f²9«~ ¬yÅV¬7 ~YV«Q²D«# «Ÿ«4 (2:22) âyetiyle işaret etmiştir.» (İ.İ.91)
229- Hem «bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i Kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in Kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azimüşşan’da ferman ettiği gibi (42:11) °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 dür. Yani ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemâl-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir Zat ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey Ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir.» (L.341)
«En ziyade cay-ı dikkat ve cay-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zat-ı Vacib-ül Vücud’un en has hassası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaif mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek.. ve onlara ezeliyet isnad etmek.. ve onları ezelî tasavvur etmek.. ve kısmen âsar-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek.. ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüz’lerinde kat’i bürhanlarla gösterilmiştir.» (L.343)
230- «Mühim bir suale kat’i bir cevab: Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden Zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevab: Hâşa!.. Yüzbin defa hâşa!.. Yerdeki ayinelerin tagayyürü, gökteki Güneşin tagayyürünü değil, bil’akis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemâl-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan kayıddan imkândan münezzeh, müberra, mualla olan bir Zat-ı Akdes’in tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü; Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ: Sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tagayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki; intizamla tahrik eden, hareket etmemek; ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; ta ki o iş intizamla devam etsin.
Saniyen: Tagayyür ve tebeddül; hudustan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vacib-ül Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir...» (L.351) (Bak: Müşebbihe)
231- Allah’a iman hakikatı sırr-ı tevhidi ve emre teslimiyeti iktiza eder:
«Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle oldu
ğuna kat’i iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve yÁV7«~ Ŭ~ «y«7¬~ « kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hatta hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki Küfr-ü mutlaktaki manevi cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halik-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat O’na iman etmek: Kur’an-ı Azimüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlik’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.» (E.L.I.203)
232- Tabiatçılığın reddi ve Allah’a imanın delillerinden örnekler:
Önceki parağraflarda görülen örnekler gibi Allah’ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını aklen, mantıken ve ilmen isbat ile iman-ı billah hakikatının bedahet derecesinde olduğunu gösteren ve kâinat hakikatları müvacehesinde şirkin butlanını isbat eden deliller pek çoktur. Risale-i Nur Külliyatında bu mevzuda kâfi izahat vardır. Son derece mantıkî, ilmî ve mukni olan bu delillerden birkaç örneği burada makam münasebetiyle zikredilecektir.
233- Birinci Örnek: Bir mukaddeme ile dokuz bürhan üzerine tertiblenmiş olan “Tabiat Risalesi” namındaki eserden alınan bu örnek, yalnız “Mukaddeme” ile “Birinci Bürhan”dan ibarettir. Şöyle ki:
«(14:10) ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~¬h¬0_«4 Êt«- ¬yÁV7~ |¬4«~ ²vZV,‡ ²a«7_«5
Şu Âyet-i Kerime istifham-ı inkarî ile “Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.
Mukaddeme: Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
Birincisi: “Evcedethü-l Esbab” Yani “esbab bu şey’i icad ediyor”
İkincisi: “Teşekkele Binefsihî” Yani “kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Üçüncüsü: “İktezathü-t Tabiat” Yani “tabiidir, tabiat iktiza edip icad ediyor.” Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın te’siriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadir-i Zülcelal’in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur; evvelki üç yol muhal, battal, mümteni’, gayr-ı kabil oldukları kat’i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdaniyet şeksiz şüphesiz sabit olur.
234- Amma birinci yol ki: Esbab-ı âlemin içtimaiyle, teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz. Birincisi: Bir eczanede gayet muhtelif maddelerle dolu yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zihayat bir macun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahanede, o zihayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsus ile, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zihayat olamaz, hasiyetini gösteremez.
Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.
İşte bu misal gibi.. herbir zihayat elbette zihayat bir macundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve “esbab icad etti” denilse; aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.
Elhasıl: Şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakim-i Ezelî’nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücud bulabilir. Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabayi ve esbabın işidir diyen bedbaht, “o tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.» (L.177) (Bak: Tabiat)
Bürhanların diğer kısmı me’haz kitabdadır.
Dostları ilə paylaş: |