İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə12/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   169

235- İkinci Örnek: Otuzuncu Söz’den alınan parağraftır. Şöyle ki:

«Her zerrede hem harekâtında, hem sükûnetinde; iki güneş gibi iki nur-u Tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kud­retiyle ta­havvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulun­mak lâzım gelir. Çünki anası­rın herbir zerresi, herbir cism-i ziha­yatta muntaza­man işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilin­mezse, işlenilmez; iş­lenilse de yanlışsız ya­pılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve irade­siyle işliyorlar veyahut kendile­rinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâ­zım geliyor.

Evet havanın herbir zerresi, herbir zihayatın cismine, herbir çiçeğin her bir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işliyebilir. Halbuki onların teş­kilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, fa­raza çuha makinesi gibi olsa bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hakeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları bir­birinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiyye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik ha­vanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hatta meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilatını, biçimini bilmesi lâzımgeldiği.. veyahut onlar, bir bile­nin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sakin toprak, sakin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumla­rına medar ve menşe’ olmak ka­bil olduğundan, hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilatına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler envaı adedince muntazam manevi makine ve fabrikaları bulunması ve­yahut mucizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihe­tini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzım­dır veyahut bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.» (S.549)

236- Üçüncü Örnek: “Şualar” eserinden seçilen bu örnek, eşyanın icadı hu­su­sunda şirk ve vahdet yollarını mukayese eder. Şöyle ki:

«Eşyanın icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve mev­cu­dattan toplanır. Eğer birtek zata verilse, o vakit her halde o zatın herşeye mu­hit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu su­rette onun il­minde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u ha­ricî vermek ve zâhir bir ademden çı­karmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne ge­çirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki su­reti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Saniin ilminde planları ve proğramları ve manevi mikdarları bulunan eş­yayı, “Emr-i Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır. Eğer inşa ve terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve et­raftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasılki bir taburun istirahat için her ta­rafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumanda­nının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde ol­duğu gibi...

Aynen öyle de: Sultan-ı Kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, Onun ka­derî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettik­leri sair mevcu­dat dahi, o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerre­ler sevkolunup gelirler. Bir zihayatın vücudunu teşkil etmek için ilmî, kaderî birer manevi kalıp hükmünde bir mikdar-ı muayyen içine girerler, dururlar. Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i ak­lın ittifakıyla; hiçbir sebeb hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilme, müstevli bir kudreti ol­madığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir ci­hetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inşa ve ter­kip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini cismini zemininin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkilatla o mahsus zer­reler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan munta­zam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevi ve ilmî kalıpları bulunmadı­ğından- maddi ve tabii bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır; tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zihayatı teşkil etsinler.

İşte bütün eşya birtek zata verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir ko­laylık ve müteaddid esbaba verilmesi, imtina’ ve muhal derecesinde müşkilatlar bulun­duğu gibi.. herşey Zat-ı Vahid-i Ehad’e verilse, nihayet de­recede ucuzluk içinde ga­yet derecede kıymetdar ve fevkalâde san’atlı ve çok manidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddid esbaba ve tabi­ata havale edilse; ni­hayet derecede pa­halılık içinde, gayet derecede ehemmi­yetsiz, sanatsız, mânâ­sız, kuvvetsiz olur. Çünki nasıl bir adam, askerlik hay­siyetiyle bir kumandan-ı azama intisab ve istinad ettiğinden, hem bir ordu onun arkasında -lüzum olursa- tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi, hem o kumandanın ve ordunun kuv­veti, onun ihtiyat kuvveti olma­sıyla, kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kudreti, hem o ehemmi­yetli kuv­vetinin menabiini ve cephanesini ordu taşıdığı için kendisi taşımağa mec­bur olmadığından fevkalâde işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından, o tek ne­fer, düşman bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri, hârika ve kıymetdar olur. Eğer askerliği terkedip, kendi kendine kalsa, o hâ­rika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalâde kudreti ve o mucizekâr ik­tidarı birden kay­bede­rek, adi bir başı bozuk gibi kuv­vet-i şahsiyesine göre cüz’i, kıymetsiz, ehemmi­yetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.



237- Aynen öyle de: Tevhid yolunda herşey Kadir-i Zülcelal’e intisab ve istinad ettiğinden, bir karınca bir Fir’avunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mik­rop bir cebbarı mağlub ettikleri gibi.. tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlat ve cihazatının menşei ve mah­zeni bir tezgah olmakla beraber, her bir zerre dahi, yüzbin san’atlarda ve tarzlarda bulu­nan cisimleri ve suretleri teş­kil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazife­leri, o intisab ve istinad ile göre­bilir. Ve o küçücük me­murların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve san’atlı ve kıymetdar olur. Çünki o eserleri yapan zat, Kadir-i Zülcelal’dir. Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış. Eğer şirk yolunda esbaba ha­vale edilse; karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı zerre kadar kıymeti kalmaz ve herşey manen sukut ettiği gibi maddeten dahi o derece su­kut edecekti ki, koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.

Madem hakikat budur. Ve madem herşey nihayet derecede hem kıymetdar, hem sanatlı, hem manidar, hem kuvvetli görünüyor, gözümüzle görüyoruz. El­bette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı değiştir­mek ve dünyayı ademe boşaltıp, yeniden ehemmi­yetsiz müzahrafatla doldurmak lâ­zım gelecek. Ta ki, şirke yol açılabilsin.» (Ş.24-26)



238- Dördüncü Örnek: “Sözler” mecmuasından seçilen bu örnek, eş­yada gö­rünen fevkalâde sanat ve hikmetin, sebebleri müessiriyetten azledip tesiri Müsebbib-ül Esbab’a verdiğini isbat eden delilerden biridir. Şöyle ki:

«(39:62) °u[¬6«— ¯š²|«- ¬±u­6 |«V«2 «Y­;«— ¯š²z«- ¬±u­6 ­s¬7_«' ­yÁV7«~ Kâinatta “esbab ve müsebbebat” görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En âlâ bir sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perde­dir, müsebbebleri yapan başkadır. Meselâ: Hadsiz masnuattan yalnız cüz’i bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştiri­len kuvve-i hâ­fızaya bakıyoruz, görüyo­ruz ki; öyle bir cami’ kitap, belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i ha­yatı, içinde karıştırılmaksı­zın yazılıyor.

Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telafif-i dimağiyye mi? Basit şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgarları mı? Halbuki o mu­cize-i san’at, öyle bir zatın sanatı olabilir ki; beşerin Haşirde neşredilecek büyük defter-i a’malinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip yazıp aklı­nın eline vere­cek bir Sani-i Hakim’in san’atı olabilir. İşte beşerin kuvve-i ha­fızasına misal olarak bütün yumur­taları, çekirdekleri, tohumları kıyas et ve bu cami’ küçücük mucizelere de sair müsebbebatı da kıyas et. Çünki hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece hâ­rika bir san’at var ki, değil onun adi, basit sebebi, belki bü­tün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.

Meselâ: Büyük bir sebeb zannedilen Güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse: “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki: “Halikımın ih­sanı ile dükkanımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkanımda bulunur ve ne de be­nim iktida­rım dahilindedir.”

Hem nasıl ki müsebbebdeki hârika sanat ve tezyinat, esbabı azledip müsebbib-ül esbab olan Vacib-ül Vücud’a işaret ederek yÇV­6 ­h²8«ž²~ ­p«%²h­< ¬y²[«7¬~«— (11:123) sır­rınca Ona teslim-i umur eder. Öyle de: Müsebbebata takılan ne­ticeler, gaye­ler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arasında bir Rabb-i Ke­rim’in, bir Ha­kim-i Ra­him’in işleri olduğunu gös­terir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir ga­yeyi düşünüp ça­lışmaz. Halbuki görü­yoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok ga­yeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vü­cuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim, o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapı­yor. Meselâ, yağ­mur geliyor. Yağmuru zahiren intac eden esbab, hayvanatı düşünüp onlara acı­yıp mer­hamet et­mekten ne kadar uzak olduğu malumdur. Demek hay­va­natı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlik-ı Rahim’in hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hatta yağmura “rahmet” deniliyor. Çünki çok âsar-ı rah­met ve faideleri ta­zammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş; katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebes­süm eden bütün zinetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildir­mek istiyen bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vah­detine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfi­yetler, tanıttırmak ve sevdirmek sı­fatlarına kat’iyyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıt­tırmak sıfatları ise bilbedahe Vedud, Maruf bir Sani-i Kadir’in vücub-u vücu­duna ve vahdetine şehadet eder.

239- Elhasıl: Sebeb, gayet adi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin ga­yesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakîm’in eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve meharetler, kendi kudretini zişuurlara bil­dirmek istiyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sani-i Hakîm’e işaret eder.» (S.679-681)

«...Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve masla­hat­ları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihti­yar ile ya­pılır.. elbette ve her halde, bu hikmetperverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet dere­cesinde delâlet ve şehadet eder ki; bu mevcudatın Hâlikı ve Müdebbiri birdir, Faildir, Muhtardır. Her şey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.» (Ş.163)

« ¬y¬9Y­O­" |¬4 _ÅW¬8 ²v­U[¬T²K­9 ®?«h²A¬Q«7 ¬•_«Q²9«ž²~ |¬4 ²v­U«7 Å–¬~«—

(16:66) «w[¬"¬‡_ÅLV¬7 _®R¬=_³«, _®M¬7_«' _®X«A«7 ¯•«…«— ¯²h«4 ¬w²[«" ²w¬8

âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet başta inek ve deve ve keçi ve ko­yun olarak, süt fabrikaları olan vâlidelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bu­laştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak halis, te­miz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o süt­ten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalblerine bırak­mak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki: Fırtınalı tesa­düflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum ruy-i zeminde, yüzbinlerle nevilerin, hadsiz vâlidelerinin kalblerinde ve me­melerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yap­ması ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.» (Ş.156) (Bak: 3712.p.)

İşte böyle hadsiz delail-i akliye ve nakliye ile müberhen olan iman-ı billaha dair gösterilen mezkûr delâil, ancak denizden bir katre mesabesinde­dir. Çünkü erbab-ı basiret için bütün âlem delail-i Vahdaniyetle doludur.



240-qqA’MAL Ä_W2~ : Ameller. İşler. Yapılan hayırlar, ibadetler. (Bak: Defter-i A’mal, Habt-ı A’mal, İbadet, Lisan-ı hal)

241-qqA’MAL-İ SALİHA yE7_. ¬Ä_W2~ : Şeriat dairesinde yapılan ve Al­lah’ın rızasına uygun olan iyi ve hayırlı işler. Salihat kelimesi de aynı mânâda kulla­nılıyor. (Bak: Sadaka, Takva)

«Kur’an, salihatı mutlak, mübhem bırakıyor... Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler.. Nev’den nev’e geçtikçe değişir... Sınıftan sı­nıfa nazil oldukça ayrılır... Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkala­şır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahi­yeti değişir.

Meselâ: Cesaret, sehavet; erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Ka­rıda nüşuza, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir.

Meselâ: Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur. Kavinin zaife karşı tevazuu, zaifte tezellül olur.

Meselâ: Bir ulü-l emir, makamındaki ciddiyeti vakar; mahviyeti zillettir. Hane­sinde ciddiyeti kibir; mahviyeti tevazudur.

Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tenbelliktir... Terettüb-ü neticede, te­vek­küldür.. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa’yi kuvvet­lendi­rir. Mev­cuda iktifa dûn-himmetliktir.

Meselâ: Ferd, mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i salihtir... Mütekellim-i maal-gayr olsa, hıyanet olur.

Meselâ: Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet na­mına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et.

Madem ki, Kur’an bütün tabakata bütün a’sarda, kâffe-i ahvalde şamil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Salihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.» (S.T.İ.3)

Kur’an nazarında «imana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i salihadır. Salih amel ise, maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz et­memekle, hukukullah’ı da bihakkın ifa etmekten ibarettir. Ecnebilerden alı­nan maddi bil­giler, sanat ve terakkiyata ait ise, lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.» (M.N.115)



241/1- A’mal-i salihanın ifasında ve bilhassa dinî hizmetlerde çekilen ezi­yetler de amel-i salih gibidir.

Zira «_«;­i«W²&«~ ¬‡¬Y­8­ž²~ ­h²[«' (16) sırrıyla; meşakkatli, külfetli, zevk­siz, sı­kıntılı a’mal-i saliha ve umur-u hayriye daha kıymetli daha sevablıdır. O sı­kıntıda, o me­şakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurane şükretmek gerektir.» (K.L.135)

«Bu dünya, dar-ül hikmettir, dar-ül-hizmettir, dar-ül ücret ve mükâfat değil. Bu­radaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Bura­daki amal, ber­zahta ve ahirette meyve verir. Madem hakikat budur a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunane kabul et­mek lâzımdır. Çünki Cennet’in mey­veleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sır­rıyla, baki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fani bir surette ye­mek, kâr-ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşıyacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.» (M.451)

«Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutu­lan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazi­bedar hevesat zamanında bu takva olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.» K:148

«Ehl-i Cennet’ten herkes kendi hissesinden kemal-i rıza ile memnun ol­ması işa­retiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet birşey yoktur ve reka­bet de olamaz. Öyle ise, âhirete ait olan a’mal-i sâlihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değil­dir. Kıskançlık eden ya riyakârdır, a’mal-i sâliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud sadık cahildir ki, a’mal-i sâliha nereye bak­tığını bilmiyor ve a’mal-i sâlihanın ruhu, esası ihlas olduğunu derketmiyor.» L:157

«Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir da­kika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini hu­zura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et. Çünki bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi satın aldın. Îcab ve kabul-i şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î bir tasavvur-u vahy verir. O dahi, Şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.

›¬HÅ7! ±¬|±¬8­ž²!ö±¬|¬AÅX7!ö¬y¬7Y­,«*«:ö¬yÁV7@¬" ~Y­X¬8´@«4

«–:­G«B²Z«#ö²v­UÅV«Q«7ö­˜x­Q¬AÅ#!«:ö¬y¬#@«W¬V«6 «: ö¬yÁV7@¬"ö­w¬8ÌY­<ö

(7,158) fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilve­leri inti­şar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...» (S:362)

«Bu dünya dâr-ül hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i sâlihanın ücret­leri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dün­yaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi’ etmek de­mektir. O amel-i sâlihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.» K:134

«Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tah­ribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehem­miyetli a’mal-i sâlihadır.» K:148

«Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Di­nin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlan­masıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sir­kat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük gü­nahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi ge­lir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bu­lunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir ma­nevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına ge­tirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.» Ş:285

242- A’mal-i saliha hakkında rivayetler de vardır. Ezcümle; Elmalılı Tefsi­rinde nakledilen hadislerin bir kısmının mealleri şöyledir: “Öğrenmek istediği­nizi öğrenin fakat bildiğinizle amel etmedikçe ilmin size hiç menfaatı olmaz.» «İlimden istediği­nizi öğrenin fakat amel etmedikçe ilim toplamakla me’cur olmazsınız vallahi.» (E.T.4793) (Mücerred Kur’an okuyup onunla amel et­me­yen Cennet’te yükselemez, bak: 327.p.)

«İlim amelden hayırlıdır, dinin kıvamı ise vera’ ve takvadır. Ve âlim, az da olsa ilmiyle amel edendir.»

«Size tam fakihi haber vereyim mi? Allah’ın rahmetinden nâsın ümidini kesme­yen ve Allah’ın revhinden onları ye’se düşürmeyen ve Allah’ın mekrinden onları emin kılmayan ve masivaya rağbet için Kur’anı bırakmayan kimsedir. Haberiniz ol­sun ki, ne tefakkuh olmayan bir ibadette, ne de tedebbür bulunmayan bir ilimde hayır yoktur.» (E.T.4796)

İ.M. 65. hadisinde iman, marifet-i kalb ve lisanen izhar ve azalar ile amel diye tarif edilir. (İlmin rüchaniyeti, bak: 1568, 1570, 1571, 1574, 1577, 1580, 1595.p.sonu)



Salihat ve iyilikler mânâsında olan (birr) hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Birrin hususiyetleri: (2:177,189) (3:92)

-Birr ve takvada teavün: (5:2) (Bak: 3186, 3187.p.lar)

qqAMEL DEFTERİ >hB4… uW2 : (Bak: Defter-i a’mal)

243-qqAMENTÜ ­a«X«8´~ : (İman ettim) demek olup, imanın altı esasını kı­saca ifade eden ibarenin has ismidir. Amentü’nün metni şöyledir:

¬‡«f«T²7_¬"«— ¬h¬'´ž²~ ¬•²Y«[²7_¬"«— ¬y¬V­,­‡«— ¬y¬A­B­6«— ¬y¬B«U¬¶[³«V«8«— ¬yÁV7 _¬" ­a²X«8´~

Ês«& ¬€²Y«W²7~ «f²Q«# ­b²Q«A²7~«— |«7_«Q«# ¬yÁV7~ «w¬8 ¬˜¬±h«-«— ¬˜¬h²[«'

İmanın altı esasını bildiren Hadis-i Şeriflerden biri şöyledir:

« ¬y¬V­,­‡«— ¬y¬A­B­6«— ¬y¬B«U¬¶[«««³«V«8«— ¬yÁV7_¬" «w¬8 ÌY­# ²–«~ ­–_«W¬<²ž«~

¬˜¬±h«-«— ¬˜¬h²[«' ¬‡«f«T²7_¬" «w¬8ÌY­#«— ¬h¬'´ž²~ ¬•²Y«[²7 _¬"«—

İman-ı hakiki, Allah Teala’ya ve onun meleklerine, kitablarına, peygam­berlerine kalben inanmaktır ve âhiret gününü ve kaderi, onun hayır ve şerrini tasdik etmek­tir.» (17)

Kur’an (4:136) âyeti, imanın beş rüknünü bildirir. Kader rüknü de diğer âyet­lerde ayrıca bildirilir. (Bak: Kader)

Diğer iman rükünleri için: Allah, Melaike, Kütüb-ü Münzele, Kur’an, Nü­büv­vet, Haşr maddelerine bakınız.

244-qqAN’ANE yXQX2 : Âdet, örf. *Ağızdan nakledilen söz, haber. *Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin “an filan, an filan” diye ravileri bildirilmek suretiyle olan nakil. Silsile. Müezzin ezan okurken “teganni” ederse; ona da “an’ane” denir. (Bak: Şeair)

245-qqANARŞİZM •i[-‡_9³~ : (Fr. Anarchisme) Aslı Yunancadır. Batı dille­rine ve Türkçeye geçmiştir. “an” öneki, yokluğu belirtir. Arşi “archie” idare, iktidar demektir. Bunların bir­leşmesinden yapılan anarşizm ise, devlet ve iktidarın olma­ması ve halkın başı­boş kalması demek olur. Başlangıçta devletsiz ve kanunsuz bir hayat şeklini istiyen bir cereyanın adı olmakla be­raber, günümüzde devlet ve kanun hâkimi­yetinin za’fa uğratılması ile mey­dana gelen içtimaî kargaşalıkları da ifade eder.

Anarşizmin tarihi çok eskilere dayanır. M.Ö. 342-270 yılları arasında yaşıyan ve Sofistler diye bilinen Yunanlı filozoflar, anarşizmin ilk mümessille­ridir. Her devrede kendine taraftar bulan bu felsefe, tarih bo­yunca cemiyet ve devletleri tehdid etmiş­tir.

Anarşi bilhassa 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da yayılmış ve ideolo­jik bir cereyan haline gelmiştir. (Bak: Deccal, Fitne, Komünizm, Ye’cüc ve Me’cüc)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin