İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə39/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   75

Feridun DirimtekİB

Ayasofya mozaikleri — Aşağıdaki satırlar, Dr. Semavi Eyice'nin Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından 1951 de neşre-

dilmiş «Ayasofya mozaikleri ve Thomas Whıt-temore» adındaki risalesinden alınmıştır:

«Muhtelif inşa devrelerinden sonra kubbeli bazilika olarak imparator îustinianus tarafından 532-537 yılları arasında yeni baştan yaptırılan ve muhteşem surette süslenen Aya-sofya'nm VI. asra ait insan tasvirli mozaiklerinden şimdiki halde görünürde hiçbir iz mevcut değildir. Bugün ücra bâzı höcre ve odalarda -hayli eski ve çok şayanı dikkat mozaiklere rastlanmakla beraber ayrıca mabedin içinde de bâzı tezyini mozaiklerin İustinianus zamanına ait oldukları tesbit_ edilmiştir, 842 de nihayetlenen «tasviraleyhtarı» (İkonoklast) cereyanın umumiyetle figüral mozaikleri tahrip ettirdiği malûmdur ve Ayasofya'da Whit-temore tarafından açılan insan, tasvirli mozaiklerin hepsi de bu ceryandan sonraki devrelere ait olarak tarihlendirilmiştir. Ayasof-ya'daki figüral mozaiklerden bahseden en eski kaynağın müellifi 1200 e doğru burasınj ziyaret eden Novgorod piskoposu Anton'un verdiği malûmat sarih değildir. (Mmc. B. de Khitrqwo, İtineraires Russes en Orient, Ge-nere 1889, s. 90 ve devamı). 1402 de İstanbul-dan geçen Clavijo'nun yazdıkları ise daha kıymetlidir (Clavijo, Timur devrinde Kadisden-Semerkanda seyahat, tere. Ö.R. Doğrul) 1453 de Fatih, camiye çevirdiği kilisenin her tarafını gezerken kubbeye kadar çıkarak «vatta ki bu binayı haşinin tevabi ve levahikin harabü yebabün gördü», bu vakayı anlatan Tursina (Tursun) beyin ifadesine göre duyup zihnine nakşolan farsça meşhur beyti söylemiştir (Tursun Bey, Tarihi Ebülfeth):



«Perdadarî mi-küned der tâk-i Kisra amkebûd «Bum nevbed mizetıed der kal'a-ı Efrâsiyab.»

«Daha Clavijo'nun ziyareti sırasında bile harabiyete yüz tutmuş bir durumda olan Aya-sofya'nın Fetihten sonra itina ile muhafaza edildiği bir vakıadır. F'akat en mühim nokta mabedin duvar ve tonozlarını kaplayan resimlere hiçbir zarar verilmemiş olmasıdır. XV. asırdan itibaren Ayasofya'yı ziyaret eden ecnebi seyyahların eserlerinde bu mozaiklerden bahsedilmektedir. Arnold von Harff, Jerome Maurand, Pierre Gylles, Stephan Gerlach, Hans von Buobenbach, Jean Palerne'in seyahatnamelerinden mozaiklerde bir dereceye kadar yalnız yüzlerin kapatılmış olduğu" anlaşılmaktadır. XV. asır sonlarında uzun zaman

Türkiyede bulunan Otovio Sapiencia, mozaiklerin ancak elle yetişilebilen yerlerinde tahribat bulunduğunu, fakat gerek aşağıda ve gerek yukarılarda birçok İsa, Meryem ve Aziz tasvirlerinin görüldüğünü yazmıştır. Netekim 1590 yılına doğru elçilik heyeti ile İstanbula gelen Kuzey Afrikalı Ebul Hasan Ali bin Mu-lıamrned, pek tanınmamış olan Sefaretname-sinde (Abou-1 Hasan Ali ben Mohanımed et -Tamgrouti, En-Nafahat el-Mıskıya fi-s-sıfarat et-Tourkiya, trad. par H. de Cartries, Paris 1929, S. 53), Ayasofya'da birçok resimler gördüğünü, bu arada dört Başmelek ile duvarların en yüksek yerlerinde peygamberlerin, kucağında İsa ile Meryemin vs. sahnelerin tasvir edilmiş olduklarım kaydeder. XVII. asırda, Pietro della Valle, Stochove, De Mont-conys, Tlıevento, Tafferner, Smith, De Bruyn. Du Mont gibi seyyahlar da mozaiklerin bilhassa yüzlerinin silik veya kapalı olduğunda ittifak etmektedirler (J. Ebersolt, Constanti-nople byzantine et le voyageurs du Levant, Paris 1918; Bertrand de la Bordrie, Discours du voyyage de Constantinople, Lyon 1542; Cl. Dana Bouillard, The Türk in French history thought and litterature), Bu arada meşhur Grelot gerek absid cihetindeki muhtelif Meryem ve Melek mozaikleri ile galeridekileri ve gerek narteksdeki İsa mozaikini görmüştür. Evliya Çelebi de bazı mozaikleri zikreder. Lord Sandwich ise, mozaiklerin eksik kısımlarının Türkler tarafından boya ile tamamlandığını 1738-1739 tarihli seyahatnamesinde zikreder. 1755 de İstanbula gelen Baron de Tott'dan itibaren ise, ziyaretçiler resimlerin tamamının badana tabakaları altında kaldığını müşahede etmişlerdir; yalnız pandantifler-deki muazzam «melâike-i mükrimeyn» in üzerleri örtülmemiştir. XIX. aşırın ortalarına kadar kapalı kalan mozaikler 1847 de Sultan Abdülmecid (1839-1867) in emri ile Ayasofyada ciddî tamirat ve takviye işleri yapan Fos-sati'ler tarafından açılmıştır. Aslan İtalyan İsviçresinden olan ve Rus sefareti hizmetinde bulunan mimar Gaspard Fossati ve kardeşi Guiseppe bu tamirat esnasında bir taraftan da mozaiklerin birer resimlerini yapmış iseler de bir sergide teşhir edildikten sonra aileleri nezdinde muhafaza edilen bu levhalar neşredilememiştir. Fakat Ayasofya'-nın tamiratı sırasında Alman hükümeti tara-

AYASOFYA

1456 —


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

1457 —

ayasofya



fından yollanan Salzenberg, İstanbula gelerek mozaiklerin, o zaman için mükemmel resimlerini yapmış ve bunları 1854 de neşretmiştir. Whittemore'un çalışmaları başlayıncaya kadar Ayasofya mozaikleri işte ancak Sal-zenberg'in bu resimleri sayesinde tanınıyordu. mozaikleri tekrar sıva ve badana tabakaları veya muşamba ile örterek bunların üzerlerini de boyalı tezyinat ile kaplatmıştı. Abdül-mecid'in «bir daha kimbilir ne zaman açılacak» dediği mozaiklerin maetteessüf kısa bir zaman sonra cahil ve ahlâksız bazı cami hademeleri tarafından tahrip edildiklerini T. Gautier'den öğreniyoruz. 1852 de Ayasofyayı ziyaret eden Gautier, üzerleri Fossati tarafından örtülen mozaiklerden kubbe ve yarım kubbelerdekilerin badana altında durmalarına mukabil diğerlerine kaybolmuş nazarı ile bakmanın doğru olacağını yazmıştır. Zira cami hademeleri yaldızlı mozaikleri çakı ile sökerek ecnebilere satıyorlardı ve kendisi de önünde sökülen birkaç parçayı bîr bahşiş mukabili satın almıştı (Th. Gautier, Constanti-nople, Paris 1918, S. 273).

«Thomas* Whittemore, Ayasofyanın mozaiklerini Bizans Enstitüsü namına temizleme ve takviye için müracaat etmiş ve gerekli müsaade 1931 Haziranında gelmiştir. Önce bazı hazırlıklar yapılmış, 1932 Nisanına kadar temizlenecek saha tetkik edilmiştir. İtalyadan getirilen Gregorini ve Benvenuti adlarındaki mozaikçi ustaların tavsiyeleri üzerine temizleme ameliyeleri başlamıştır. İlk olarak narteks'deki «İmparator kapısı» nm üstündeki mozaik meydana çıkarılmıştır. Hiçbir tahribat izi taşımayan bu kompozisyonda, ortada arkalıklı muhteşem bir tahtta oturan İsa tasvir edilmiştir. Sağ eliyle takdis eden İsa mn sol elinde açık bir .kitap vardır ki bunun sayfalan üstünde: «Üzerinize selâmet, ben dünyanın nuruyum» mânâsına gelen bir yazı okunur. İsa'nın ayakları dibinde ise sakallı bir imparatorun secde ettiği görülür. Vaktiyle Salzenberg'in resimlerinde îustinianus olduğu zannedilen bu imparator, Whittemore'a göre Leo VI (888-912) dir. Başkaları ise bu şahsı Vasilios (867-886) olarak teşhis etmişlerdir (A. Grabar, L'empereur dan l'art byzantin, Paris 1936; E.H. Swift, Hagia Sophia, New-York 1940; A.M. Sehneider, Bemerkungen zu den beiden neuaufgedeckten Mosaiken der

Sophienkirche, Berlin 1996; A.M. Sehneider, Die Hagia Sophia zu Konstantinopel, Berlin 1939). Sol tarafta bir madalyon içinde Meryem'in sağ tarafta da yine bir madalyon içinde kilisenin koruyucusu Cebrail'in uluhî bir güzellik taşımasına dikkat edilmiş büst resimleri vardır. Beyaz bir hiton ve himation ile giyimli olan «dünyanın hâkimi», yani Pan-tokrator İsa'nın yüz hatlarında bir antik ilâhın, Zevs'in ifadesini bulmak kabildir.

«Whittemore heyeti, İsa mozaiğini açıp temizledikten sonra narteks'in güney tarafındaki methal galerisinde kapının üstünü süsleyen mozaike geçmiştir. 1933 ve 1934 yıllarının bahar ve yaz aylarında meydana çıkarılan bu tabloda altın renkli bir zemin üzerinde kucağında küçük İsa'yı tutan ve stola ve maforictt ile giyimli Meryem'in kıymetli taşlar ile süslü gümüş bir tahtta oturur vaziyette tasvir edildiği görülür. İkinci yanında ayakta duran ve muhteşem merasim elbiseleri ile giyimli olan şahıslardan sağdaki surlar ile çevrili bir şehir modeli sunmakta, diğeri de kubbeli bir kilise modeli takdim etmektedir. İlki şehrin kurucusu Konstantin, diğeri Ayasofyayı yaptıran İustinianus'u 'tasvir etmekle beraber, bu resimlerin bir portre değeri taşıdıkları iddia edilemez. Meryem'in başının iki yanında birer daire içinde onun «Tanrı anası» (Teotokos) olduğunu ifade eden monogramlar vardır. Küçük İsa ise, zeminden dışarı taşan annesinin kucağında, beyaz elbisesi, ve olgun bir insanın hatlarını sahip başının gerisinde parlayan halesi ile belirtilmiştir. Whittemore bu eserin, Vasilios II zamanında Ayasofya'da yapılan büyük tamir sırasında, 986-994 yılları arasında, yapıldığını' ileri sürmektedir ki böylece bu mozaik öncekinden hiç olmazsa bir asır sonra yapılmış olmaktadır. Burada Bizans ortaçağının resim anlayışı ile birlikte, hıristiyan inanışında, kutsal olusun bir sembolünü de görmek kabildir. Zira kompozisyonun merkezindeki İsa, insan şeklinde tecelli eden Kutsal Kelâm (Logos) dan başka bir şey değildir.

1934 yılında çok mühim bir karar verilerek Ayasofya'nın bir müze haline getirilmesi uygun görülmüştür. O zaman Maarif Vekili bulunan Abidin Özmen'in ifadesine göre bir akşam Atatürk'ün sofrasında ilk defa olarak bu fikir ortaya atılmış ve kendisi ertesi gün

Başbakan İsmet İnönü'ye bu konuşmayı bildirmiş ve Ayasofya'nın «Evkafça tahliye edilerek müze olarak kullanılmak üzere Maarif Bakanlığına devrini teklif eden Başbakanlığa hitaben yazılan bu işte ilk yazılı vesika olan» müzekkeresini de takdim etmiştir (Ayasofya-nın hatıra defterinde A. Özmen'in yazısı). Başbakanlıktan Evkafa havale edilen evrak 24 Kasım 1934 de Vekiller Heyetinin de tasvibinden çıkmış, ve l Şubat 1935 de resmen Ayasofya müzesi açılmıştır (Cumhuriyet gazetesi l şubat 1935). Ayni ay içinde Atatürk bizzat burasını ziyaret etmiştir. Önce Ayasofya-mn, içinde muhtelif eşyanın teşhir edileceği bir Bizans müzesi yapılması düşünülmüş, fakat sonra gayet haklı olarak bu fikirden vazgeçilmiştir (Ch. Diehl, Constantinople, Paris 1935; Aziz Oğan, Türk müzeciliğinin 100 üncü yıl dönümü, İstanbul, 1947).

1935 -1938 yılları arasındaki araştırmalarında Whittemore heyeti, mabedin içinde çalışmaya başlıyarak, a'bsid yarım kubbesinde, bema kemerinde ve güney galerisindeki muhtelif mozaikleri açmıştır. Üçüncü raporda bunlardan yalnız bir kısmı neşredilmiştir ki, bunlar galerinin nihayetindeki duvarda bir pencerenin iki tarafında duvarı örten kompozisyonlardır. Dinî bazı vakıfların hâtırasını tebcil edilen bu resimlerden soldakinde mermer bir tahtta oturan, ve koyu renk hiton ve himation ile giyimli İsa'nın sağında bir imparator, solunda ise bir imparatoriçe ayakta olarak tasvir edilmiştir. Bir eliyle takdis eden İsa'nın diğer eli kıymetli taşlarla süslü bir kodeks tutmaktadır. Divitission ve loros'tan müteşekkil merasim elbisesi ile giyimli olan ve başında modiolos (taç) bulunan iınparatori-çenin, VIII. Konstantin'in (1025-1028) kızı Zoi olduğunu başının üstündeki yazıdan öğreniyoruz. İsa'ya iki eliyle bir para kesesi uzatan sakalli • imparatorun ise yukarısında onun «Romalıların hükümdarı Konstantin Mono-mahos» olduğunu bildiren bir yazı vardır. Aynı şey imparatoriçenin elindeki kâğıt tomarının üzerindeki yazıda da tekrarlanmıştır. Fakat daha ilk bakışta bu yazıların ve bilhassa imparatorun başının değiştirilmiş olduğu anlaşılır. Whittemore bu resmin 1028-1034 arasında yapılmış olacağını - ve aslında,. Zoi'nin ilk kocası Romanos III ün burada tasvir edilmiş olduğunu yazar. Yine Whittemore't göre,

Zoi'nin evlât edindiği ve imparator yaptığı Mihailos V., onu Büyükada'ya sürdükten sonra, hatırasını lanetlemek için resmini de tahrip ettirmiştir. Fakat bu hâdiseden birkaç gün sonra tekrar idareyi ele alan Zoi kendi resmini tamir ettirirken Romanos'un da yüzünü ve adını değiştirterek, bunların yerine üçüncü kocası Konstantin Monomahos'un yüzünü ve ismini işletmiştir. Whittemore hipotezini daha da ileri götürerek bu arada -isa'nın da başının yenilendiğini yazmaktadır. Fakat bu fikirler itirazlar ile karşılaşmıştır; zira 18-19 Nisan gecesi Zoi'yi sürdüren Mihai-los'un 20 Nisanda tahtını kaybettiğine göre, ancak bir günlük serbest zamanı içinde Mi-hailos'un «bu ücra yerdeki mozayiği tahrip ettirmekten daha mühim işleri» olacağı akla gelir. Esas itibariyle Romanos zamanında yapıldığı anlaşılan bu resimde Bizans sarayının ihtişamının akisleri bariz olarak görülür.

Pencerenin sağındaki resimde ise ortada mavi maforion ile giyimli Meryem kucağında küçük İsa'yı tutmaktadır. Elindeki para kesesini sunan imparatoriçe loannis Komninos II (1118-1143) den başka burada Meryemin öbür yanında, elinde bir kâğıt tomarı ile, Macar kralı Layoş'un 'kızı imparatoriçe İrini vardır. Bu pembe tenli uzun sarı-saçlı genç kadının, muhteşem merasim elbisesinin içinde âdeta acemi bir tavırla durduğu^ dikkati çeker. Hükümdarların diğer eserlere nazaran çok tabiî ve realist bir şekilde tasvir edildiği bu kompozisyon sağ taraftaki payede devam etmekte ve burada payenin köşesine sanki sıkışmış bir halde hastalıklı veliahd Aleksiyos'un sıh-hatsız çehresini görmek kabildir. • Whittemo-re'a göre bu tabolnun büyük kısmı 1118 e aittir, ve Aleksiyos'un resmi 1122 de ilâve edilmiştir. Fakat bu düşünce de itiraz ile karşılanarak 'resmin hepsinin Aleksiyos'un tahta ortak edildiği 1122 yılına ait olduğu iddia edilmiştir.

«Ayasofya'da bugün üzerleri açık daha bir takım mozaikler vardır ki bunlar .henüz neşredilmemiş olduklarından resimleri de çekilemez (Burada S. Eyice'nin bu makalesinin tarihi unutulmamalıdır). Bunlardan biri güney galerideki muazzam Deesis (yani ruzi mahşer sahnesinin merkezî kısmı) dır. Yalnız alt kısmı harap olan bu tabloda ortada haşmetli bir İsa tasviri bulunmakta ve solda Meryem



AYASOFYA

1458


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1459

AYASOFYA



görülmektedir. Kompozisyonu sağ tarafta tamamen antik bir üsluba göre işlenmiş olan Vaftizci Yahya tasviri tamamlamaktadır. Bu kudretli ve sâde tablonun XI. asrın ortaları, 'belki de sonlarına ait olduğuna ihtimal verilmektedir, fakat henüz bu hususta karar vermeden Whittemore'un raporunu beklemek doğru olur. 1935-1938 devresinde açılan, fakat henüz neşredilmeyen mozaiklerden biri de absidi örten yarım kubbenin içindeki büyük Meryem tasviridir. Kucağında küçük İsa'yı taşıyan Teotokos (Tanrı anası) tasvirinin zarafet ve tesiri, yalnız başına bir şaheser olan bu eser, bulunduğu yere uymadığı içindir ki tamamen yokolmuş gibidir. İkonoklast cerya-nm hemen akabinde IX asrın ortalarına doğru yapılması muhtemel olan bu resim şimdiki halde Ayasofya'nm görünürdeki en es-ki figü-ral mozaikini teşkil eder. Abside takaddüm eden bema kısmının üzerini kapatan büyük kemerin alt kısımlarında ise karşılıklı iki melek tasviri mevcut idi. Bunlardan soldakinin ancak ayakları ile elbisesi eteklerinin kalmasına mukabil, sağdaki oldukça tamam bir halde meydana çıkarılmıştır. Altın bir zemin üzerinde olan bu kanatlı melek bir elinde asa, diğerinde-bir küre tutmaktadır. Saçları bir kurdele ile toplanmış, ve üzerinde saray hizmetindeki asilzadelere mahsus etekleri işlemeli koyu renk bir elbise ile mayii altın geniş bir şeritle süslü bol beyaz bir pelerin vardır. Bu melek umumiyetle, Ayasofyamn koruyucusu Cebrail olarak teşhis edilmektedir ve absiddeki Meryem'den kısa, bir müddet sonra yapıldığı tahmin edilir.

«Nihayet 1938 den sonraki araştırma devresinde Whittemore, kubbeyi tutan büyük kemerlerden kuzeydekinin içindeki timpano-. nün alt kenarındaki nişlerde olan resimleri meydana çıkartmağa başlamıştır. Karşılıklı bu duvarların satıhlarının muhtelif münferid mozaikler ile süslenmiş olduğunu biliyoruz. En alttaki iniş sırasında ilk piskoposlar, onların üstündeki pencere dizisinin arasında da hıristiyanlık şehitlerinin resimleri bulunuyordu. Whittemore, bu duvarın alt kenarında üç piskopos meydana çıkarmıştır ki bunların kim oldukları yanlarındaki güzel harfli kitabelerde gösterilmiştir. (Genç îgnatios, İoan-nis Hrisostomos ve Antakya piskoposu İgna-

tios), Ayasofyamn bütün mozaikleri gibi bulundukları yere uymayan bu «portreler«, aşağıdan güçlükle görülebilmektedir. Altın zemin üzerinde üzerleri haçlar ile süslü dinî beyaz elbiseleri (omoforion) ile sıralanan bu kilise büyükleri ve azizlerin resimleri belki X. - XI. asırlara aittir.

\Vhittemore öldüğü {B.: Wittemore, Tho-mas) sırada Ayasofyadaki işler henüz sona ermiş olmaktan uzaktı. Kuzey ve güney timpa-nonlarmda daha birçok aziz, piskopos ve peygamber resimleri, galeride İsa ile havarilerini tasvir eden bir kubbe mozaiki, methal ci-hetindeki büyük kemerin iç sathında bir madalyon içinde Meryem ve yanlarda havarilerden Petrus ve Paulus, absid cihetindeki büyük kemerin içinde de yine Meryem, İoannis ve mozaiklerin bir kısmını yaptıran imparator İoannis Paleologos'un resimlerinin' durduğunu 1349 da Salzenberg tesbit etmiştir (W. Salzenberg, Altchristliche Baudenkmale von Constantinopel vom V. bis XII Jahrhun-dert auf Befehl Seiner Majestaet Königs auf-genommen und historiseh arlaeutert, Berlin 1854). Kubbenin merkezinde belki bir Parito-krator bulunmakta ise de, pandantiflerdeki fresko meleklerin yüzleri Fossati tarafından yapılan altın taklidi madalyonların altında herhalde mevcuttur. Dünyanın sayılı âbidelerinden biri olan ve Bizans kadar Türk kültüründe de büyük bir yeri olan Ayasofya'da Türk hususyetlerni haleldar etmeden ortaya çıkarılacak daha çok şey vardır.

Thoma-s Whittemore, bir çok müelliflerin asırlardan beri aksini iddia etmeğe çalıştıkları bir hususu şu satırları ile bir kere daha desteklemiştir (Th. Wittemre, Third Raport, S. 9): «Yedi yıllık çalışmalarımız boyunca, mozaiklerde hiçbir kastî tahribat ve yüzlerin zedelenmesi izine rastlamadık. Zelzeleler ve zaman, binayı mozaik resim sanatının birçok şaheserlerinden mahrum bırakmıştır; fakat mevcut olanlar, Ayasofyayı kullandıkları beş asır boyunca Türkler tarafından daima muhafaza edilmiştir.» Ayni cümleyi kiliseden çevrilen diğer camiler için de söyleyebiliriz. Kaariye, Fethiye, Molla Gürani (Vefa-Müse), Odalar camiler en bariz misalleri teşkil ederler. Tekrar ağıp temizlemek ile sanat tarihine ettiği büyük hizmetten başka Whittemore, Ayasofya'nm mozaiklerinde Türk sanatsever-

ligine ve hoşgörürlüğüne çok şey medyun olunduğunu da belirtmiş bulunuyor. Cahil birkaç menfaat düşkününün mahdut tahribatına karşılık, bilhassa zelzeleler yapının muhtelif yerlerini çökertirken ehemmiyetli kayıplara sebebiyet vermişlerdir. Şiddetli bir yangın esnasında 1755 de mabedin kubbesindeki kurşunlar eriyip oluklardan akarken herhalde içerdeki mozaikler de zedelenmiş olmalıdır (Baron de Tott, Memoires sur leş Turcs). Şurası artık muhakkaktır ki burada hiçbir mozaik «sistemli» bir surette tahrip edilmemiştir. Gariptir ki 1848 e' doğru Ayasofyadaki resimleri açık vaziyette gören ve resimlerini yapan Salzenberg de meselâ, kuzey tim-panondaki bütün mozaiklerin yok edilmiş olacağını yazmaktan çekinmemiştir. Halbuki Whittemore'un faaliyeti neticesinde . vaktiyle Salzenberg'in hiçbir mozaik kalmadığını söylediği yerde mahdut bir saha açılmış ve burada yukarıda zikrettiğimiz üç piskopos resmi bulunmuştur. Whittemore, Salzenberg tarafından mevcudiyeti katî olarak tesbit edilenlerden başka, yeni mozaikler ortaya çıkarmakla şüphesiz büyük bir hizmette bulunmuştur. Kendisine bir dereceye kadar Fossa-ti'nin neşredilmeyen levhaları da rehber vazifesini görmüş olabilirler.

«Belki tam bir ilim adamı olmayan, hattâ doğrudan doğruya bir Bizantinist de sayılmayan Whittemore, geniş temasları, ikna kudreti ve «işbilirliği ve becerikliliği» sayesinde imkânlar temin etmiş ve birçok araştırıcılara kolay kolay müyesser olmıyacak büyük bir şöhret kazanmıştır.. Önün en büyük eseri bu işi düşünmüş, organize edebilmiş ve kısmen neticeye bağlayabilmiş olmasında toplanır. Türk sanatseverliğini veciz bir surette ispat eden bu ameliyelerin idarecisinin hâtırasını hürmetle anarken, yabancı memleketlerde kalan Türk eserlerinin acaba asırlarca sonra orijinal ihtişamları ile ilim dünyasına takdim edilip eddlemiyecekleri de her halde düşünülür. Semavi Eyice».

Ayasofyamn Türkler tarafından yapılan tamirleri üzerine tarihî edebiyat — Müverrih Selânikli Mustafa Efendi, eserinin matbu kısmında İkinci Sultan Selim zamanındaki Ayasofya tamirini tesbit ederken, pek tuhaf şeyler de nakleder; aşağıdaki şatolar, Selâ-

nikli tarihinden bugünkü yazı dilimize çevrilerek alınmıştır:'

«İstanbun fethinden Sultan Selim zamanına kadar yüz otuz beş sene mürur etmiş, Ayasofya-i kebir Camiişerifi etrafında, halkı âlem (öyle yerleşmiş idi ki) dört tarafını sarmışlar, (cami duvarlarına evler yapıştırmışlar âdeta cami görünmez olmuştu). Yapısı bin yıldan ziyade olduğundan yapısına halel gelmiş, bina zirâiyle bir buçuk zira bir yanma meyletmiş, az kaldı ki münhedim ola. Allanın inayeti ile bizzat padişah erkân ve ayanı devlet, vüzera ve ulema ile Ayasofyaya gitti; (tecavüzü görünce) camie bitişik olan evlerin cümlesinin yıkılmasını, mülk iddiasında bulunanlar çıkarsa ellerine azıcık bir şey verilmesini emretti ve (o esnada orada bulunan) Koca Mimar Sinan Ağaya bizzat hitab ederek:

— Yerlerine muhkem payandalar yapıp istihkâm üzre etrafını eyle ki muradım camii şerifi ihya edüb eseri has edinmekdir, dedi.

Sinan Ağaya hiFatı fâhire giydirildi ve tamire hemen o gün başlandı. (Camiin etrafını sarmış olan) -köhne binalar içinde mekân tutmuş fareler ve gelincikler ve yarasalar ve sansarlar (ordular halinde imiş), mahallelere dağıldı; ziyankâr hayvanlar, nice zaman hemci-var olanlara zararlarından uyku. ve rahat yüzü görmediler».

Ayasofyamn bu tamiri Hicrî 980 - 981 (1572 -1573) yıllarına rastlar ki, bir sene sonra İkinci Selim vefat etmiştir. Ayasofya civarındaki evler ve tamir hakkında 21 sefer 981 (M. 1573) tarihli bir fermanda fevkalâde şayanı dikkattir; onun da bugünkü yazı dilimize çevrilmiş sureti şudur:

«İstanbul kadısına ve Ayasofya mütevellisine hüküm fci;

«Sarayı âmirem önünde vâki olan Ayasofya Camiî şerifinin tamire muhtaç bazı yerleri olduğu bildirilmesi üzerine görülmek için saadet ve ikbal ile bizzat Ayasofya Camii şerifine gittim. Hassa mimarlarım başı olan Sinan (Allah şan ve şerefini ziyade eylesün) ve binanın ehlivukufu olanlar cem olup camii şerifin sağında ve solunda otuz beşer arşın yer hâli olmak ve medresesinin etrafında üç zira yol kalmak ve geri anbar bozulup kaldırılmak ve yarım kubbe üzerindeki minare kaldırılarak önünde olan payenin üzerinde minare inşa edilmek ve etrafında hali kalacak otuz

AYASOFYA

1460 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1461 —

AYASOFYA



beşer arşın, yerde payeler ve gerizler bina olunmak ve camiin içerisinde ve dışarısında tamire muhtaç yerler temizlenip tamir olunmak ve camiin hududunda olan zait yapılar yıkılıp taş ve tuğlasından istifade edilmek ve örtüye muhtaç yerleri kurşun ile örtülmek (üzere Ayasofyanın tamirine lüzum gösterdiler).

«Camii mezburun hududu dahilinde, belki camiin kendi payeleri'arasında bazı kimseler cüz'î bir (kira) ile oturmakta olup eskiden kalmış «binaları bozup diğer binalar kurup (camiin) bazı payelerini kesip kubbe ve tonos-lan da tasarruflarına geçirmişler. Emrü hümâyunum ile hâkimi şer'i ve müşarünileyh mimarbaşı ve sair ehli hibreler üzerine varıp gördüler: Camüşerif etrafında olan • damlar birbiri üzerine (binmiş) ve birbirlerine bitişik olup camii şerifi tahkim için yapılmış olan kemerler kesilip yol açılmış; basıları da kemerleri oyup ocaklar, pencereler, dolaplar yapmışlar, kendi muradları üzre evler, odalar inşa etmişler; payeler dibinde, hâşâ helalar yapmışlar. Camii şerif haraba müerref olmuştur. Camii şerife bu makule zarar edenlere şer'an ne lâzım gelür diye Şeyhülislâmdan is-tifta olundukda şiddetle tâzirden sonra ittikleri zararın tazmini ve ol müfsidlerin camii şerif civarından tardı lâzımdır, denildi. İnad idüb bize zulümdür, çıkmazız dirlerse, dinlen-miyecek (atılacaklardır), ;ve bâzı kimseler dahi o muannidlere destek olup kâfir Mnasıdır yıkılmak lâzımdır yıkılsa ne olur dirlerse. {haklarında fetva alınmıştır) kâfirdirler, katilleri mübahdır. Şeriat emrinin icrasını, sonradan yapılmış, mezkûr binaların külliyyen kaldırılmasını, camii şerifin tamir ve ihyasını emrediyorum. Sabık Şeyhülislâm Mevlânâ Mu-hiddin'in tayin eylediği hudud defterine göre bir an ve bir saat gecikmeden derhal işe başlayın, bu babda gereği gibi mukayyed olun».

Ayasofya, 981 (M. 1573) tamirine kadar iki minareli idi. Yarım kubbelerden biri üzerinde bulunan es-ki minarelerden bir danesi yıkılıp yeniden paye üzerimde inşa edildikten başka bu tamirdedir ki, mabede iki minare daha ilâve edildi. Peçevî tarihi bunu şöylece kaydeder:

«Emrü Sultan Selim Han sâdır olub Ayasofya Camii şerifinin kubbei azîmesine^ihtiya-ten azîm payeler ve iki minarei la nazîr ile iki

medresei âliye ve kendilerine medfen için bir türbei şerife binası ferman olunup müddeti karibede itmame iriştirildi ancak türbe bâ-deddefin itmam buldu».

Ayasofyanın Hicrî 1224 (M. 1809) tamiri hakkında, Gabi Said Efendinin el yazması büyük vakayinamesinde çok güzel bir not vardır:

1224 recebinin başlarında camiin tamirine ibaşlanmış, tamir bir buçuk ay kadar sürmüş, camiin bütün hasırları değiştirilerek yeni hasırlar döşenmiş, camiin tamir ve tefrişine. 800 kese akça sarfedilmiş, çıkarılan eski hasırlar da Yenicamüe, Sultanâhmed camiine ve Üsküdarda Balabaniskelesi arkasındaki Yeni Valde Camime'döşenmiş. Şaban sonla-rine da bir cuma selâmlığı ile ibadete açılmış. Bu malûmatı veren, Câbi Said Efendi bir fıkra naklediyor:

«Kayyumbaşı Feyzullah Efendi anlattı: Sultan Mahmud camie gelince, çizme ile yürümesi mutad olan yere kadar yeni hasırlara çizme ile basmağa kıyamamış, hemen kapu ağzında çizmelerini çıkarmış.. Lâkin, maiyetindeki enderun ağaları, pâdişâh çizmelerini çıkardığı halde, çizme ile yürümüşler» diyor.

Bu tamir üzerine devrin şâirlerinden Aynî'nin yazdığı târih kasidesi:

İmâmı camii şevket hatibi minberi himmet Şehinşâhı velî haslet* İkinci Hazret! Mahmud

Ezani adii temcidi salâhı tuttu âfâkı

Ki kılsm' ehli îman secdei gükrânei mâbâd

¥erî yok bînamazın vakti takva intisabında

Oîur her bir mahalden reem ile şeytan gibi merdûd

İbâdetde sehâvetde adâletde mehâbetde

Üveys'ü Maaa'ii Niîşirevân'ü'TSâkaan'a olur mahsûd

Fünuni hattü inşâyı o gehdea meşk iderierdi Eğer Yakut ü tbni Makle vü Vassâf olsalar'mevcûd

Olunca şa'şaa perdâz mihri tîgi elması Cihandan zulmeti zulmü fesâdâtı ider mefkuud

Sala kıldı sufûfi düşmene tekbir ile cündi Mehi nusret kim oldu âlemi envârdan menhûd

Daraldı abdesti eşkıyanın bîmi kaarinden Cihandan bî taharet kimseler bir bir olub mefkuud

İder ikaadi kandil zafer kayyûmi ikbâli Olur cümle kinisâ mabedi islâmdan mâdûd

Cihan mâmur olur devri adalet intimâsmda İdüb âsâri hayratında cümle âlemi pür sûd

Ayâsofiyye kim t'ecdidfi temıîme olub muhtaç Dökülmüşdü sıvası kalmamışdı meskeni mescûd

Anı başdan başa âbâdü tezyin etti lutf etti O sultânı . ibâdet pîşe hayrendîşü sahibi cûd

Salâti hamsede vâcib duası muslinim üzre

Ki dergâhı Cenabı Hak Teaîâda budur maksûd

Bu âlî mabedin Aynî didim târihi tamirin

«Ayasofiyyeyi zîbende ihya kıldı Han Mahmud» 1224

Şu tarih kasidesi de yine o devrin seçkin şâirlerinden Enderunlu 'Vâsıf'ındır:

Camii irfânü iffet muktedâyi hâs ü âm Sem'i mihrabı hilâfet mefharî Osmâniyan

Yâni Sultan Mahmûdi Sânî kim eihaada zâtidir Sahi bihemtâ ferîd ül sultanı zaman

Ol hidîvi dâd ferma kim vücûdi pâkidir Bâisi ihyâyi devlet mâyei emnü aman

Serkeşânı âlemi fermanına münkaad idiip Sûbesû şemsiri adli itmede hükmin revan

Görse ger dârâtuıı Dara alâyl cnm'ada

Reşki gayretle kalur engüşti hayret ber dehan

Dişmani sıytü sedâyi tigi kıldı lerzenâk

Varsa lâyık secdei çükre batan islâmiyan

Emri Mevlâyı arif icrâküni ger'i şerîf

Hem mücâhid hem afif ol müttekî sahi cihan

Nehyi Hakdan mictenî.b mahfeûbi Hakka miintesib Kalbi- naşı müncelib bir gâhi iffet dasitan

Şöyle sâri oldu kim taati ziihdi âleme

Halk o!ur hâzır namaza gelmeden vakti ezan

bi Fahrfilmürselîn ile derûni tâbnâk

Nuri tevhid ile kalbi rûşeoi pertevfeşan

İtikaadı pâkü îmanı kavî ahdi metîn Affı gaalib hulki hûb ef'ali hayri bîkeran

Bu meali mabedi böyle imaret itmeden 01 Mdivm, aiyyeti celbi duadır bîküman

Beş vakitde haîk itdikce duaya ref'i yed Saf saf âmine müheyya olmada Kerrûbiyan

Eaadiyülhâcât idüb ed'iyei nâsi kabul Eyliye ol şahı nıısretle katiben sâdüman

Sa'yi meşkûr ü binâyi devleti mâmur olub

Hak îivâyi şevketin mensur ide bâ izzü şan

•Her umurunda kılub tevfikini Mevlâ refik Taîıtı âlisinde zâtin pîr ide bahtın civan

Vâsıfâ tamir târihin didim ba'desselât «Yapdı hakkaa Ayasofya mabedin Mahmud Han» 1224

Ayasofyanın Hicrî 1265 (M. 1849) tamirinin karşılığı, o sıralarda evlât bırakmadan

ölen sabık Şeyhülislâmlardan Mekkizâde Meh-rned Âsim Efendi merhumun beytülmâle kalan servetinden ödenmişti. Vak'anüvis Lûtfi Efendi, tarihînin sekizinci cildinde şu bendi kaydeder:

«Küşâdı camii Ayasofya — Bir müddet-tenberi derdesti tamir olan Ayasofya camii kebirinin umuru tamiriye ve tezyiniyesi rehini hüsni hitam olarak Ramazanı şerifin ilk cuma günü küşadiyle selâmlık resmi orada icra olundu. Resmi mezkûrde bilcümle vükelâ ve İstafibul (Kadılığı) raddesine kadar ulema ve bâzı -mütehayyizam ümera ve bendegân elbisel resmiyeleriyle hazır bulunmuşlardır. Camii mezkûrun masarifi tanıiriyesi o esnada bilâ veled vefat eden Şeyhülislâmı Esbak Mekkizâde Âsim Efendi merhumdan canibi beytülmâle ait olarak zuhur eden külliyetli nukud ve giranfeaha cevahiri nâ mâdud ile tesviye olunmuştur. Ni'mettesviye ve ni'-mettereke».

Ayasofyada Kadir Gecesi •— Camie tahvilinden müze ittihaz edildiği tarihe kadar geçen ve beş asra yaklaşan bir devir içinde, Ayasofya camiinde Kadir gecesi ibadeti, İslâm , dünyasında, hiçbir beldede hiçbir camie nasib olmıyan ulvî bir ihtişam ile yapılagelmişti; Fatih Mehmedle başlamak üzere Türk imparatorlarının Kadir gecelerinde teravih namazını Ayasofyada kılmaları bir anane olmuştu. Enderun Tarihi müellifi Tayyarzâde Ata Bey, İmparatorluk devrinde «Kadir gecelerinde Ayasofyaya azimeti hümayun» ananesini şöylece tesbit eder:

«Eğer yaz Ramazanı olup pâdişâh sayfiyede ise, o akşam Topkapu Sarayında iftar eder. Nöbetçi has odalı ağalardan maada, cuma selâmlığı teşrifatında bulunan bütün En-derunlular, Hırkai Şerif dairesi önünden Ayasofya Camii şerifinin selâmlık kapusuna kadar iki sıralı dizilirler, yol meşalelerle tenvir edilir. Pâdişâhın önüne de ayrıca yirmi me-şaleci geçer. Meşalelerin arkasından, muşambaları kırmızı ve yeşil boyalı kırk adet büyük fenerlerle haseki ağalar yürür. O gece Ayasofya Camiinde namazı, camiin imamı evveli değil, nöbetçi olan İmamı Sultanî Efendi (Hünkâr İmamı) kıldırır».

Fransız muharrirlerinden Paul Horigo (Soy adının aslındaki yazılışını tesbit edemedik), dilimize Ahmed İhsan tarafından tercüme



AYASOFYA

— 1462


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

1463 —

AYASOFYA




edilmiş olan «Rus ateşi» ismindeki romanında, Birinci Cihan Harbi Mütarekesini takip eden işgal yılları Ramazanlarının birinde bir Kadir gecesini şöyle tasvir ediyor:

«Ayasofya Camimin önü gayet kalabalık idi.

«Beyaz eldivenli jandarmalar camiin medhallerini tutmuş, gelenlerin duhuliye varakalarını büyük bir itina ile tetkik ediyordu.

«Camiin üst katında, kubbenin etrafında bulunan galeri davetli ecanibe mahsustur; oraya, ücra ve karanlık dar bir yoldan gidilir. Bu yol üzerinde üniformalı, tuvaletli birçok ecnebilerin sıra sıra ve sükût içinde çıkışı tuhaf bir manzara yapıyordu.

«Kubbeye yakın olan galeriye çıktık; birçok asırlar evvel resmolunmuş melâike resimlerinin yalnız kanatları yaldızlı nakışlarla yakından görünüyordu. Aşağıya cemaat doluyordu; sanki camiin tekmil zemini karınca
gibi halkla dolmuş idi. Asılı sayısız kandillerin ipleri ve şişeleri arasından cemaatin hareketi güç seçiliyordu. Müslümanlar camiin içinde saf teşkil ettiler, bu saflar tabiatiyle ufak inhinalar yapmış idi, yüksekten bakış çok müessir idi.

«Galeride bulunan ecnebiler sükût ve sükûn ile bakıyorlardı. Dünyanın her köşesinden gelmiş adamların meraklı gözleri aşağıdaki cemaate bakıyordu. Camiin vâsi meydanını dolduran kalabalığın hesapsız safları içindeki Müslümanların semadan gelen emre müctemian i&ıyadları fikirleri sarsmıştı.

«İmamın keskin sadası ve cemaatin ara-sıra çıkardığı kabul ve inkıyad nidası büyük bir tunç kâseye daima temas eden çelik iğnenin uğultusuna benziyor ve iğnenin teması ile kâsenin her zaman mün-kad olacağı anlaşılıyordu.

«Piyer cemaatin samimî inkıyadını gör

Ayasofyada Kur'an tilâveti (Eesim: C. Biseo, 1874)

mekle çok mütehassis idi. Bir kenara çekilmiş bakıyor ve düşünüyordu. Davetliler arasında evvelâ yavaş yavaş sonra daha yüksek sesle konuşmalar başlamıştı. Herkes yine siyasiyattan bahse başlamış, camiin manzarasını sanki unutmuştu. Sanki bu diplomatlar, zabitler mutad siyasî resmi kabulde bulunuyorlar, yine kendi işlerini konuşuyorlardı.

«Camiin büyük meydanındaki cemaat ile, yukarıdaki seyircilerin vaziyeti tam tezat teşkil eyliyordu Teşekkür olunur ki, aşağıdaki lerin duaları, yukarıdaki galeride bulunan sırmalı üniformalı, yahut elmas ve inci tuvaletli ecnebilere hitab değildi; vakia bunlar aşağıdakilerin istikballeri ve mukadderleri hakkında konuşuyorlardı; bu konuşma Avrupa kibar salonlarıftdaki mutad tarzda oluyordu, halbuki aşağıki cemaat kalbindeki emelini ve duasını daha yukarı gönderiyor, o seyircilerle hiç meşgul olmuyordu.»

Ayasofyada Bayram Namazı —• Bayram namazlarını Ayasofyada kılmak, beş asra yaklaşan bir tarih boyunca, misafir veya yerli, istanbul Müslümanları için heyecanla özlenen bir ibadet olmuştu, işgal yıllarında Ayasofyada bir bayram namazını Ruşen Eşref «Ayrılıklar» adındaki eserinde şöyle t asvir ediyor:

«Kandilleri henüz sönmemiş şerefelerin altın hâlelerinden mahmur ezan sesleri işitildi.

«Sultanahmed minareleri, top gürültüleri arasında, buna aksi şada gibi cevap verdi. Sanki iki cami arasında fezaya ezandan bir titrek mahya kurulmuştu. Bu ses mahyanın altında ruhumuz müeessir bir vecde hazırlanarak geçtik. Mukavves tavanlarının altun zeminine Bizans mozaiklerinin levni ağır bir letafet veren on «bir kapulu dehliz karanlıktı. Yalnız bir ucunda bir mum yanıyordu: Kemerlerden bir damla altun mozayik yere düşmüş sanmayınız... Ancak aydınlatabildiği bir sima Jüstinyen gününden/beri orada unutulup •kalmış bir bizans azizini hatırlatıyor: Kadîm ve İsevî bir tahassüs uyandırıyordu. Yanından geçerken gördüm ki bu aziz bize ait bir canlı mahlûktur: Dünkü bacağının yerine geçirdiği bir tahtaya mum dikmiş bir malûl asker.. Orada sadaka bekliyor...

«İçeride, eski top kandillerin ötesinde 'berisinde seyrek elektrik fanusları sert ve

şişkin yanıyordu. Bu fazla ışıklar bir ibadethaneden ilk tasavvufî tesirini iz'aç etmiş: Yerdeki halılar, sütunların kaideleri lüzumundan fazla aydınlık,, somakî duvarlara, sütun başlıklarına, yarım kubbeye ise ancak harabelere yakışır köhnelestirici bir boşluk sinmiş.

«Sultan Süleyman» in «Engürüs» den ganimet getirip mihraba civar koyduğu iki cesim şamdandan birinin yanında sarığı ve sakalı bembeyaz bir Hafız, halim, mütevekkil eda ile «Yasin» okuyordu. Cemaatin kalbi ve merkezi güya o idi. Kalabalık ondan başlıyor, etrafında bir yelpaze gibi açılıyor., genişliyordu: Hacı yağları sürünmüş, yeni mintanlı ve yeni çepkenli hamınallar, sert gözleri, burma bıyıkları ve gümüş köstekleri parlayarak sallanan hammallar; yalın ayaklarının tabanı kösele gibi kalın ve esmer duran gayet eski kis-veii yoksul Müslümanlar!.. Bunların arasında beyaz ve yeşil sarıklar, kalıplı fesler, buruşuk kabalaklarla kıvırcık kalpaklar seçilmeye, çoğalmağa başldı. Sanki cami bir cennet havuzu idi. Şehrin muhtelif yollarından bir mû-tekid akını buraya boşamyordu. :Öyle ki az zamanda koca meydan hıncahınç doldu.

«Bin dört yüz yıldır İsanın ve Muham-medin mütevali âyinlerini, Jüstinyen gibi âhiret sevdasının şa'şaasını dünya hazinelerini dökerek te.sbit eden bir Hıristiyan hükümdarla Fatih gibi genç ve ateşin kalbinden peygamberinin arzusunu buraya bir mucize halinde getiren Müslüman bir hükümdarın secde ettiklerini görmüş; içine birkaç yüz neslin duası, ümidi, hayret ve incizabı sinmiş bu ibadethanede nihayetsiz ve naziresiz bir kudsiyet ruhu inceltiyordu.

«Hafız «Veşşemsi tecrî» âyetine geldiği zaman muazzam kasrı dinin içinde bir başka halet peyda oldu. Her tarafı örülü gibi, ışığını yalnız içinden alıyor gibi kalın, katı duran ibadethane hafifleşmeğe başladı. Cidarları güya benek benek açılıyordu. Kendisini bekli-yen cemaata karşı nihayet bayram ağır ağır teşrif ediyordu. Büyük kubbenin etrafı, yarım kubbelerin etrafı, büyük kavislerin cismi, mihrabın yanları billurdan örülmüş gibi me-lûl bir mavi buğu halinde şeffaflaştı.

«O ilk ışık, 'kimi Nümidyadan, kimi Te-salya ve Lâkonyadan getirtilip burada misil-siz bir tasavvufî elvan ahengi şekline inkılâp eden mermer duvarlara eflâtun, soluk yeşil,



\>t

V


AYASOFYA

1464 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1465

AYASOFYA



leylâkî renkler getirdi. Kadim sütunların abus ve sert cüsselerine mahmur bir halâvet gönderdi.

«Bu sütunlar kadar müessir bir şey olamaz! Cemaat, sevapla beraber fıtra bekliyen cer hocalarının safderun vâazlariyle oyalanırken ben sütunlardaki mânaya meftun oluyordum. Onlardaki Âdem evlâtlrınm Yaratana karşı olan muhtelif şekilli ibadetlerindeki zevki ebedî bir hevesle benimsemiş, herhangi iklime giderse gitsin başları üstünde daima ibadethane denen o mukaddes yükü taşımaktan yorulmamış zinde, kâmil ve pederâne bir sabır ve kuvvet vardı. Aralarında Nil vadisinde Firaunların ebülhevllere ve hayvanlara taptığı günler var, Buhtunnasrı, Âsuri debdebelerini tanıyanlar var... «Zevfs» namına kadîm Yunanda yapılan merasimlerde «Delf» kâhinlerini, Periklesi, çelik kollu İskender! ve beliğ Demosteni igörenler var.. Sonra bunlar eski günlerden kalma ihtiyar âbâi din gibi Finike kıyılarından, İskenderiye koyundan, Pire limanından gemilere binip yeni bir.dine sülük için İstanbula geldiler. Jüstinyeni, Teo-dorayı, Paleologları gördüler. Önlerinden şa'şaadar kisveli, uzun beyaz saçlı ve sakallı patrikler geçti. Fuhuştan, cinayetten yorulup merasim esnasında esniyen, uyuklayan nesli •bozuk Bizans prensleri gördüler.

«Nihayet günün -birinde beyaz sarıklı, kartal burunlu ve taze sakallı bir genç geldi. Huzurlarında secdeye kapandı. Bu haşmetli tevazua taşlar hayran kaldı. Derhal onun emrine ram oldular., ihtida ettiler... Bu son mucizenin güzelliğine hayvani timsallerle, insan sanemleriyle dolu sergüzeştlerinin en sade, en mükemmel, en ilâhî faslı gibi meclûb gözüküyorlar... Göğüslerine çelipâlar, gümüşlü altunlu koyu sanemler yerine artık âyetlerden, hadislerden süsler asmışlar...

«Sabah ışıkları üzerlerine beM yalnız bugüne mahsus olan bin ruhani cilve döküyordu. İnceldiler, mûnisleştiler. Bayramın kudümü sezildikçe âdeta neşeli bir istiğrak içinde kaldılar.

«Bayram semadan ineceğini ihbar etmeğe başlayınca on bin müslümanın Tekbiri dinî bir alkış gibi kubbeye çıkmağa -başladı. Mukaddes inilti tasları bile huruşa getiriyordu: Onlar da güya Tekbir alıyorlardı!.. Nihayet bayram en üst pencerelerden bir ışık halinde

girdi. Evvelâ İsmi Celâlin, kendisini yaratan kuvvetin eteğine secde etti. İzzet Efendi'nin lâyemut şaheseri, güneşi camide tekrir eden bir ziya oldu. O zaman son Tekbirler bir ud ağacı tütsüsü gibi enfes .nebat nakışlı sütun başlıklarına, kemerlerin bunca tezyinatına sürünerek, son mozayikleri pınldaşan yarım kubbelere, ve büyük kubbeye Allaha, Muham-mede, Çiharyara doğru savruldu. Müminler bayramı karşılamak için ayağa kalktı. İmam, sesini, — Müslümanların bayram şerefine Allaha arzettiği şükranı— Allaha beyana hasretti. Cemaat bunu yerlere kapanarak teyid etti.

«Son derece vakur ve münkad bir sükût içinde hutbeyi beklediler. Yeşil sarığına sırma dolamış yeşil cübbeli hatip, eski yaldızlar içinden berrak ve zarif nakışları beliren mermer minberin yeşil perdesini açtı. Basamakları ağır ağır çıktı. Husulü sükûn, kusvâsma varmıştı, öksürükler bile kesildi. Sanki camide hiçbirimiz, yoktuk. Yalnız o vardı. Onun sesi, hiç mübalâğasız Ayasofya kubbesinden, cidarlarından daha fazla yeri dolduracak kadar feyyazdı. Böyle temkinli, böyle vazıh, böyle dolgun ve zorluksuz çıkan ses nadiren işi-tilmiştir.

«Harflerin bile en arka saflarda sarahati hissolunuyordu. O minberde okurken, müezzin mahfeiindeki müezzinler ayağa kalkmışlar, el pençe divan durmuşlar, çevre olmuşlardı. Hatip Peygamberin ve Çiharyâr ile ahfadı Muhammedin isimlerini zikrettikçe onlardan biri evvelâ müessir bir nida ile tebcil ediyor, sonra mübarek isim yirmi ağızdan bir arada çıkan bir dua hâlesiyl'e sarılıyordu. Peygamberin arzusunu yerine getiren Fatihi andı. Halifenin ve Türk milletinin selâmetine dua etti. Ve minberde duran bir kılıcı alarak aşağıya indi. .

«O zaman, kırgın yüreklerimizin samimî tercümanı olabilecek gayet güzel bir ses, Muradı Sâlisden yadigâr kalan müezzin mahfilinden bir hıçkırık halinde koptu. Duayı ilân etti. Bütün eller havaya açıldı. Kubbe göğüslerden 'çıkan hırıltılar ve iniltilerle bir galeyan içinde kaldı. Keşke bilmeseydik. Nikbet eyyamının dualarında ne ayrı bir tesir var: Her âmin vaveyla idi. Sağımdaki nefer so-lumdaki saka gibi ağlıyordu. Hünkâr mahfe-lindeki şehzade de müezzin mahfelindeki zâ-

bitler ve hocalar gibi müteessirdi. Bu dua hiç dinmek istemiyor gibi uzadı.

Biraz evvel Lâfzai Celâlin eteğine kapanan ışık, âdeta Rabbani bir gufran gibi kubbeden sütunlara doğru inmeye başladı: Merhamet güya ziya halinde bu menkûb cemaatin duasına icabet ediyordu!.. O vakte kadar başlarımızın üstünde zücacî birer istalâktit heyetinde duran top kandillerin yuvarlak uçları âdeta eriyip birer yaş gibi üzerimize damlıya-caklar sanılırdı. O kadar incelmişler ve şeffaf laşmışlardı!.. Dinen ses gamlı huruşa nihayet verdi..

«O zaman muazzam kalabalık harekete geldi. Asyanın bir ucundan Afrikanın öbür ucuna kadar süren bedbaht ve menkûb İslâm •kıt'asınm her diyarına mensup insanlar vardı.. Sarıklıları, uzun hırkalıları, kıvırcık papak-lıları, kefiyelileri... Bunları dünya lisanı bir birinden ayırıyordu. Fakat ahiret lisanı, fakat kalb lisanı. bilhassa şu felâket bayramında birbirine büsbütün ayan olmuştu. Birbirlerinin boynuna ne şef katla sarılıyorlardı!.. Nice omuzlara göz. yaşları döküldü; bunlar bin bir derdin beliğ bir lübbü gibi bir gözden bir kalbe-sızdı..

.«Her köşede âmâ hafızlar Kur'an okumağa ve dervişler zikir etmeğe başladılar.. İhtiyar bir Türk kadını bir garip mersiyeyle kubbeyi çınlatıyor., önlerine sadakalar yağdı.

«Ses çıkarmıyan sailler yalnız dünkü ordunun kahraman enkazlariydi: Esarete alış-mıyan milletleri gibi dilenme âhengine yabancı kalan sesleri içlerine gömmüşler, o genç, dinç malûllerin bakışlarında öyle meftûr bir vekar vardı ki!.. Önlerine para bırakanları hürmete mecbur eden mukaddes acizlerine yüreğim parçalandı... Bir zaferin ebedî hâtırası olan camiden dilgir ve makhur bir asil kafile sükûnu le çıktık... Fakat çıkmasaydık, diyorum zira hepimiz biliyorduk ki, Türkün bayramı bu yıl yalnız camilerde başlayıp yine camilerde tükenecektir, yabancı içine çıkmağa utanacaktır.»

Ayasofyaya dair söylentiler — 921 yıl kiliselik ve 481 yıl da camilik eden bu binaya dair halk ağzında mevcut Hıristiyan ve Müslüman menşeli pek çok söylenti vardır ve bunlardan bir çoğu da birbirine karışmıştır. Biz burada pek fazla duyulmuşlarını tesbit etmekle iktifa edeceğiz:

Bugünkü giriş kapısı — Bugün giriş için kullamılan kapıdan .başlıyalım. İslâmlar arasında söylenildiğine göre, Fatih veya fethe iştirak eden şahsiyetlerden biri bir el darbesiyle bu kapıları toprağa gömmüş ve bu suretle bir daha kapanmaz hale getirmiş. Filhakika ahşap bünye üzerine bronz kaplamalarla müzeyyen olup 838 tarihü ve imparatorla ailesinin Niello monogrammı taşıyan tou kapı bugün kapanamaz fakat sebebi sadece methal zemininin sonradan her nedense yükseltilmiş olmasından ibarettir.

Fatihin ilk namaz mihrabı — Yine aynı methalin şark duvarın-da bir mihrap vardır ki Fatih Sultan Mehmed l haziran 1453 cuma günü ilk namazını kılmak için geldiğinde kullanıldığı rivayet edilir, ne kadar acele yapılırsa yapılsın fetih gibi eşsiz bur hâdiseyi müteakip, kilisenin camiye çevrilmesini belirten merasim için bu kadar basit ve aşağı işçilikte bir yerin kullanılmış olduğunu kabul etmek herhalde pek güçtür.

Kıral kızının mezarı — Büyük imparator kapısının üzerindeki tabut hikâyesine gelince; hakikatle zerre kadar alâkası olmıyan bu masal sadece kapı üzerindeki madenî kısmın -pek az olmakla beraber- tabutu andırmasından doğmuştur. Hakikatte müşabih ornöman kapının iç tarafında da mevcut olduğu gibi diğer kapıların üzerindeki mermer kısımlar da ayni şekildedir, hikâyesi şudur:

Konstantinin — hangi Konstantin olduğu bilinmez zira halk arasında hemen bütün Bizans imparatorlarına Konstantin demek âdettir— bir kızı varmış, falcılar bu kızın yılan sokmasından öleceğini söylemişler, çaresiz kalan babası da kızını yılanın şerrinden korumak üzere «Kız kulesi» ni yaptırmış (ü) Fakat bütün bu tedbirler de fayda etmemiş, günlerden bir gün bir üzüm sepeti içinde gizlenen ufak bir yılan kızı sokmuş, öldürmüş, hiç olmazsa cesedini vikaye gayesiyle en emin yer olarak getirip Ayasofyanın imparator kapısı üzerine koymuşlar, yılanın muhtemel taarruzunu defetmek üzere de karşısına dört adet top konmuş, masal bu ya, yılan yine gelmiş, toplar taş olmuş, yılan da bir delikten girip, içerde yavruladıktan sonra diğer iki delikten çıkmış.

Bugün hâlâ kapı üzerine her ne sebepse açılmış üç küçük deliği görüp tam karşısına



AYASOFYA

— 1466 —


istanbul

ANSİKLOPEDÎSÎ

— 1467 —

AYASOFYA



tesadüf eden taştan mamul dört uzantıyı da top sanıp işin içinde hakikat arıyanlar pek çoktur.

Mahzen, kuyu — İmparator kapısından binanın ortasına kadarki kısmın altında büyük bir su mahzeni bulunduğu söylenirse de müze müdürü merhum Muzaffer Ramazanoğ-lunun yaptığı kazılar bu rivayeti tekzip eder mâhiyettedir. Yalnız bu kısmın şimali şarki istikametinde dokuz metre irtifaa yakın su ihtiva eden bir büyük kuyu mevcuttur, buna müşabih bir diğeri de cenubu garbide vardır. Küpler — Lübnandaki Baalbekten geldiği rivayet edilen kırmızı porfir sütunlardan garp cihetine tesadüf edenlerinin önünde iki büyü-k mermer küp vardır ki, III. Murad zamanında Bergamadan getirildiği sanıknakta-dır. Bu küplerin Bergamada arazi sahibi Mehmet Hatipoğlu namında biri tarafından, bulunduğu rivayet edilir (Bergama ve Küplü-hamam - Osman Bayatlı). -Bu zat bir gün tarlasında çalışırken sapanı bir yere takıltr; hemen açar bakar ki, ağız ağza altın para dolu üç küp, küplerin üstünü hemen yine toprakla örtüp yerine işaret koyar; Mehmet Hatipoğlu doğruca paytahta gelir, kolayını bulup devrin Pâdişâhının huzuruna çıkar keyfiyeti arzeder. Pâdişâh -kendisine bir miktar askerle bir ve-zîr terfik eder, küplerin bulunduğu yere giderler, üç küpü de meydana çıkarırlar. İrade mucibince bu küplerden birini kendisine vermeğe kalkıştıklarında Mehmet Hatipoğlu: boşaltın ki alayım der. Sebebini soranlara:

— Efendimiz bulunacak küplerden birini bana ihsan ettiler, fakat içindeki altınlardan bahsetmediler, binaenaleyh bu altınlar benim hakkım değildir, diye cevap evrir. Neticede bu doğruluğuna mükâfaten küplerden kabartmalarla müzeyyen olanına nail olduğu gibi mücavir geniş arazi de kendisine bağışlanır. Üzerinde süvarilerin çengini gösterir-kabartmalı küp II. Mahmud devrine kadar sahiplerinin elinde kalırsa da sonradan Luvr Müzesine hediye edilir. Diğer ikisi Ayasofyaya nakledilir. Üzerlerine birer kapak eklenir musluklar ilâvesiyle abdest tazelemek için kullanılır.

Hızırın Tarihi — Ayasofyanın cenup yönündeki muazzam yeşil sütunlardan —bunların Efes'teki Diyana mabedinden getirildiği rivayet edilirdi— kapıdan itibaren üçün-

cüsünün kaidesinin üstündeki bronz çenber-ler ince bir kalemle hakkedilmiş «on sekizinde yevmi pazar sene 1038» ibaresi vardır. Bu satırın Hızır Aleyhisselâm tarafından çöple yazıldığını iddia eden safdiller bugün bile mevcuttur.

Açılmaz kaptı — Yine cenup yönde meşhur Ayasofya kütüphanesinin hemen yanındaki ufak 'koridorun müntehasmda örülmüş bir kapı yeri vardır ki, açılmaz kapı efsanesinin temerküz ettiği noktadır. Efsaneyi anlatalım: Bizansın muhasarası esnasında son Kostantin surlarda şecaatle döğüşürken ruhban da halkın geri kalan kısmını kiliselere çağırıyor, her gün Türkler şehre giriyor şeklinde çıkan şayiaları önlemek için —Türkler şehre giremezler; girseler bile ancak Ayasofya civarına gelebilirler, bu mukaddes mabedi koruyan ilâhî kuvvetler onları defedecektir, fikrini yayıyorlardı.

Fetih .günü de kilisede dua etmekte olan pek büyük bir cemaatin mevcudiyeti tarihçe muhakkaktır. Türk cengâverleri bu kapılara hücum eder&k binaya girince patrik bir kapıdan kaybolmuş ve kapılar öylesine kapanmış ki, bir daha burasını açmağa imkân bulunamamış; her kırmızı yumurta paskalyasında bu kapı önünde yumurta kabuklan buhınurmuş(!) ve bu kapı ancak kubbenin üzerine yeniden salip konduğu zaman açılacak ve patrik çıkıp duasını bitirecekmiş (Die Hagia Sophia A. M. Schneider).'Kanaatimizce bu efsanenin son kısımları tamamen hayalî ise de hakikate bir tek noktada yaklaşabilir, şöyle ki: Tarihler Fatih Sultan Mehmed camii gezerken patriğin gizlendiği yerden çıkarak Hünkârın ayaklarına kapandığını yazar. Belki de kilisenin işgali esnasında can kaygusuna düşen patrik ve maiyeti halkça bilinmiyen bir gizli hücreye geçebilmek için bu kapıyı seçmişler ve şaşkı- , n.a dönen belki de aldatıldıklarını anlayıp ga-leyana. gelen halkın savletinden korunmak için de bu hikâyeyi işaa etmişlerdir.

Balık ve zıpkın — Tam bu koridorun kar-' şısında duvarda bulunan panodaki balık ve zıpkın tasvirleri de türlü türlü tefsir edilmişse de biz bu tezyinat motifinin şehrin ilik kurucuları olan Megaralıları işaret kastiyle yapıldığına kaniiz.

Pençe nişanı — Binanın cenubuşarkî köşesindeki pilpayenin porfir sütunlara ba-

kan yüzünden takriben 6 metre irtifada el şekline benzer 'bir oyuntu vardır ki karşısındaki sütunda görülen büyük çatlak ve yine aynı sütunun mermer kaidesindeki kurşun dolu müstatille beraber Ayasofyada anlatılan hikâyelerden en meşhuruna delil sayılır. Güya Fatih Sultan Mehmed —hattâ bazılarına göre Yavedut — buraya at üzerinde gelmiş ve cesetlere (!) basa basa dolaşırken hayvan şahlanmış bu zat de kanlı (!) elini duvara dayamış keskin kılıcını sütuna savurmuş; atının çiftesi de kaidede iz bırakmış. Bu Türk aleyhtarı propaganda maalesef garpta çok yayılmıştır; memleketimizi ziyarete gelen her ecnebi bu işaretleri merak ve ısrarla arar. Halbuki bunların hariçle hiçbir alâkası olmadığı gibi mantıkî izahı da şüphesiz yukarıdaki tarzda değildir. Zira el izi denen şey pek yüksektedir ve umumî hatları itibariyle ele benzemekte ise de, anatomi bakımından el ayası ve bilek kısmı çok ince buna mukabil parmaklar normal bir elinkinden çok daha büyüktür, fazla olarak bu şekil oraya hâkke-dünıiştir. Eski yazarların 'kitaplarında bundan hiç bahsedilmediğine göre her halde son asırda oraya -kadar çıkmak fırsatı bulan bir amele veya başka biri tarafından oyularak yapılmıştır. Sütunlardaki çatlak tabiatın eseri, kaidedeki kısım da diğer başka sütunlarda da görüleceği veçhile sökülen haçların yeridir ki sonradan kurşunla doldurulmuştur.

Niyet dolabı — Şark duvarının cenup kısmanda bir ufak dolap kapağına para sığacak kadar bir delik açılmış bir para tuzağından başka bix şey değildir. Bu delikten atıldığında ses işitilirse insanın niyeti olurmuş. İsim Menkıbesi — Mihrabın üstüne tesadüf eden küçük yarım kubbenin mozayıkları bugün 'tamamen temizlenmiş bulunmaktadır. Bunlar arasında cenup tarafta beyazlar giyinmiş bir melek görülmektedir. Bunun buraya yapılma sebebini Dr. A. M. Schneideı Die Hagia Sophia eserinde onuncu asırda yayılan şu efsane ile anlatır: İkinci katın sağ ve sol kemerlerinin inşası sırasında bir cumartesi günü bütün işçiler gündeliklerini almak ve yemek yemek üzere erkenden işleri başından ayrılırlar. Yalnız ustabaşmın 10 yaşlarındaki oğlu inşaat bekçisi olarak bırakılır. Bir müddet sonra iyi giyinmiş saray müstahde-minine benzeyen bir adam birdenbire belirir

ve çocuğa hiddetle: — İşçiler işlerini bir an evvel bitirmeğe çalışacaklarına nereye gittiler; git, hemenonları buraya çağır ben bu işin çok çabuk bitmesini istiyorum, diye bağırır. Çocuk âletlerin çalınmasından korktuğu için biraz tereddüt edince daha mülayim bir sesle: — Hadi, korkma, git çağır sen dönünceye kadar buradan ayrılmayıp bekleyeceğime yemin ederim ben Allah tarafından gönderildim der. Çocuk koşa koşa babasının yanına gelerek vaziyeti anlatır, ustabaşı da çocuğu ile beraber derhal Horologion'da kahvaltı etmek-de olan imparatorun huzuruna -çıkar. Bütün saraylılar çocuğa gösterilir o da hiç birine benzemediğini yanaklarından ateşler fışkıran beyazlar giyinmiş bir zat olduğunu söyler. Bunun üzerine imparator bunun bir me-lâike olacağına hükmeder ve: — Şimdi bu kiliseye ne isim vereceğimi anlıyorum (!) der ve bundan böyle buraya Hagia Sophia «Alla-hın kelâmı» denilmesini irade eder; yanındaki ulema ve devlet büyükleriyle' istişareden sonra da melâikenin ilelebet bu kiliseyi siya-ne etmesi için çocuğun bir daha Ayasofyaya gitmemek üzere bahşişlerle taltif edilerek Kalkad adalarına gönderilmesine karar verir. Çocukla melâikenin karşılaştıkları yere de (yani cenubuşarkî galerisinin üstüne) de mo-zayik resim yapılır.

Terleyen Direk — Binanın şimaligarbî köşesinde, alt kısmı bronz levhalarla kaplı bir sütun vardır ki: «Uğurlu direk»,-«Ağlayan direk», «Terleyen sütun», «Hızırın parmağım sokup kiliseyi camie çevirdiği sütun» gibi birçok isimler alır. Bunun sebebi basittir; sütun mesamattı bir cins taştan yapılmış olduğu cihetle şâriyet hâdisesine istinaden zemindeki rutubeti kolaylıkla emmektedir. Diğerlerine nazaran hususiyet gösteren bu sütuna gerek Hıristiyanlar gerek Müslümanlarca kutsiyet izafe edilmiş ve cahil halk muratlarına nail olmak ve hattâ göz hastalıklarına şifa bulmak ümidiyle bu sütunu parmaklıya parmaklıya bir oyuk meydana getirmişlerdir; sonradan madenî levhalarla takviye edilmişse de oyuğun bulunduğu kısım tahrip edilerek yine açılmıştır. Hızır parmağı efsanesinin şu bakımdan belki hakikatle bir ilgisi olabilir. Fatih devrinde bir kilisenin camie çevrilmesi için kadının hükmü iktiza ederdi. İstanbulun ilk kadısı da Hızır Bey olduğuna göre halkın

AYASOFYA

_ 1468 —


1 istanbul

ANSİKLOPEDISI

1469 —

AYASOFYA



dilindeki bu efsane bundan galat olsa gerektir.

Büyük Kubbe ve Hazreti Muhammedin tükürüğü — Büyük kubbenin Peygamber tükürüğü ile tutturulduğu rivayetini kaale almamakla beraber Türklerin bu binanın ba~ kaasını temin etmiş oldukları bir hakikattir. , Ali Neccar — Evliya Çelebi seyahatnamesinin Voıı Hammer tarafından İngilizceye çevrilip 1828 de Londrada tabedilen nüshasının birinci cildinin 37 inci sayfasında şöyle bir kayıt vardır: İstan'bulda vukua gelen bir zelzele Ayasofyayı hayli yıprattığından bu tehlikeyi önleyecek bir mimar göndermesi hususunda II. Mehmed'e müracaat edildikte o da bir dostluk eseri olmak üzere maiyetindeki meşhur Ali Neccarı Bizansa gönderir. Mimar yaptığı payandalar meyanında bulunan cenubî şarkî istinat duvarı içine 200 basamaklı 'bir merdiven yapar. Maksadı soruldukta, kursunluğa çıkmak için yeni bir imkân hazırlandığını bildirir. Taltif edilerek avdet ettiğinde II. Mehmed'in huzuruna çıkar ve: Efendimiz dört payanda ile Ayasofyanın kubbesini kurtardım; tamiri bana kısmet oldu, fethi de size müyesser olur inşallah yapacağınız minarenin temelini de hazırlayıp namazını kıldım der.

Filhakika Sultan Fatih tam bu temel üzerine güzel (bir minare yaptırmıştır. Bazı kitaplar (Ali Sami Boyar, Ayasofya, s. 14; Ah-med Refik, Onuncu asrı hicrîde İstanbul Hayatı s. 35) bu minarenin tahta olup sonradan II. Selim devrinde yıktırıldığım söylerlerse de halen tuğla minare denen bu minareden Fatih devri olarak bahsedilmektedir.

Hadi Tamer

Bizans devrinde, Ayasofyamn çok zengin bir halk ağzı edebiyatı vardı; zamanımıza kadar intikal eden bazı parçaları şunlardır ki, Hans Herman Russack'ın «Byzans und Stan-bul, Sagen und Leğenden vom Goldenen Hora» adındaki eserinden tercüme edilmiştir:

Ayasofya'nın plânı hakkında: — Hiçbir usta Kayserin şanına lâyık bir kilise plânı çizemiyor. Bir gün Kayser kilisede âyinde iken «mukaddes ekmek» i yere düşürüyor. Bu ekmek parçasını bir arının alıp gittiğini görüyor. Bütün şehirdeki arı sahiplerine ilân ediyor ki, bu ekmeği peteklerinin içinde bulana büyük ihsanlarda bulunacaktır. Birisi

ona bir petek getiriyor; bu. başka peteklere benzemiyor: Tam bir kilise maketi halindedir; mihrap yerinde de «mukaddes ekmek parçası durmaktadır — İşte Ayasofya bu plâna göre yapılıyor.

Başka bir rivayete göre, Kayser Justinia-nus'a rüyasında bir melek Ayasofyamn plânını göstermiştir.

Ayasofyamn inşası için istimlâk edilen yerler hakkında: — Kayser İstanbul isyanını bastırırken Ayasofya ve başka kiliseler harap olmuştur.- Ayasofyayı yeniden inşa için Justi-nianus birçok yerleri istimlâk etmek zorundadır. Para yetişmediği, veya mülk sahipleri aksilik ettikleri zaman, Kayser türlü hilelere ve poltikaya baş vuruyor; bilhassa İstanbulluların seyir merakından istifade ediyor: Toprağını satmak istemiyen, veya fazla fiat isti-yenlerin, Hippodromdaki seyir yerlerini ©ilerinden, alıyor. Bir kunduracı, toprağını satarken bir şart koşuyor: kendisine, oğullarına ve • bütün gelecek nesline, Hippodromda Kayser gibi karşılama gösterileri yapılması şartı. Kayser kabul ediyor, yalnız o da bir şart koşacaktır; bu şartı kunduracı, ilk Hippodroma gittiği gün öğrenecektir. Seyir günü, kunduracı Hippodroma gelince Kayser, kendine yapılan gösterilerin aynının kundaracıya da yapılmasını halka emrediyor, kunduracıya da şartını bildiriyor: ö, gösterilere, halka sırtını dönmek suretiyle iştirak edecektir. Bütün halk gülüyor, kunduracı da maskara oluyor. Nesilden nesile bu merasim böyle devam edip gitmiştir.

Kayserin karısı Theodora'nm mezarı hakkında: — Tehedora günahkâr bir kadındır. Güzelliğinden başka hiçbir şey düşünmezdi. Ölümden korkmazdı, ama, öldükten sonra vücudunu kurtların yiyeceğini düşünerek dehşet duyardı. Keşişin birine buna karşı bir tedbir sordu. Keşiş de ona, kilisenin büyük kapısı üzerine, kurşundan bir lahit içine kendini gömdürmesini tavsiye etti. Theodora'nm emri üzerine, o, öldükten sonra bu şekilde gömüldü. Ama, bu lâhde, iki yılan delik açıp girdiler, ve Theodora'nm vücudunu yediler. Bu delikler, Ayasofyamn kapısı üzerinde hâlâ görülür.

Ayasofyamn tamamlanması üzerine Kayserin duyduğu gururu:. — Kilisenin inşası tamamlanıp açılma töreni yapılacağı za-

man Ayasofyadan içeri giren Kayser mihrapta dize geldi, büyük haça karşı kollarını açıp: «Ey Süleyman! Ben seni geride bıraktım!» diye bağırdı.

Ayasofyadaki melekler hakkında: — Kubbede dört büyük meleğin altın yaldızlı moza-yik resimleri vardır; bunlar: İsrafil, Azrail, Cebrail ve Mikâil'dir. Rivayete göre, senede bir gün 'bu mozayikler canlanır. Bunlardan herbrinin canlanışı, büyük bir olaya işarettir. (B.: Ayasofyada Evliya Çelebi).

Kayser Justinanus'un para sıkıntısını gideren melek: — Kubbe çıkacağı sırada Kayserin parası tükendi. İnşaat yerinde kederli dururken beyazlar giyinmiş bir delikanlı geldi ve Kaysere, itimat ettiği adamlarla kendisine istediği kadar katır yollamasını, istediği kadar para temin edeceğini bildirdi. Kayser bunu lâtife sanarak aldırış etmedi. Beyazlı delikanlı ertesi günü aynı teklifi tekrarladı. Kayser bunun, yanına adamlariyle birçok katır verdi. Delikanlı 'bunları şuraların dışında bir saraya götürdü, saraydaki hazineden katırları yükletti, Kaysere gönderdi. Kayser bunu herkese anlatınca tılsım bozuldu: Bir daha o beyazlı delikanlıyı —id bu bir melekti— bulamadılar.

Pertev Naili Boratav

Ayasofya Cami! Türk şiirinde — Beş asra yakın içinde namaz kılınan Ayasofya, islâm âleminde o kadar benimsenmiş idi ki, her sınıf halk, günlük ibadetini bu mâbedde yaptığı zaman ayrı bir vecid duyardı. Bu duygunun Türk- şiirinde de akisleri olmuştur.

Onaltmcı asrın en seçkin şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey «Şâh'ü Gedâ» adındaki ; meşhur eserinde İstanbul şehri şehîrini tasvir ederken. Ayasofyayı şöyle nıedhediyor:

Şehr içinde sipilır gîM büîend Vardiirür bir makaamı br mânend

. Ayâsofiyyedür ana nâmı şerîf Olmaz anun gibi makaamı lâtîf


Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin