Rabbın Dilemesi İle Kulun Dilemesi Arasındaki Fark
Bir kimse çıkıp, “Allah, kula, irade ve hürriyet vermişse şu sözün anlamı nedir?” diye sorabilir ve bu konuda “Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz.”128 ayetini gösterebilir.
Cevap olarak deriz ki: Bu ayetin manası, Allah’ın irade ve dilemesi sınırları içinde olmadıkça insan bir şeyi dileyemez, insanların dilemesi Allah’ın dilemesinden bağımsız değildir. Allah insanın iki yoldan birini, yani hidayet veya dalalet yolunu seçmesini dilemiştir. İnsan birinci yolu, yani hidayet yolunu dilediğinde ilahi iradenin çerçevesi dahilinde dilemiş, ikinci yolu yani dalalet yolunu seçtiğinde de yine ilahi dilemenin çerçevesinde dilemiş olur. Bu manada gelen bütün ayetlerin anlamı, söylediklerimizi aşmamaktadır.
Hidayet Ve Dalâlet
Yine, Kur’an-ı Kerimde, “O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.”129 Denildiği için itiraz edenler çıkabilir. Yani “Allah saptırmak istediği kimseyi saptırır, hidayet etmek istediği kimseye de hidayet eder. Hidayet eden ve dalalet veren Allah olduğuna göre, kulun, irade ve ihtiyarı yoktur” diye bir anlam akla gelebilir.
Esasında hidayet ve dalalet, önermelerin sonuçları ve sebeplerin yol açtığı neticelerdir. Yemek besin verdiği, su susuzluğu giderdiği, bıçak kestiği ve ateş yaktığı gibi hidayete götüren veya dalalete ulaştıran sebepler vardır.
Hidayet, şüphesiz salih amellerin sonucudur. Dalalet de, kötü amellerin sonucudur. Hidayet ve dalaletin Allah’a isnadı, insanı, hidayet veya dalalete mecbur etmesi yönünden değil, sebep ve sonuçlar nizamını ortaya koyması açısındandır. Bu konuda Kur’an ayetlerine baktığımız zaman, bu mananın, hiçbir kapalılık veya karışıklıkla hiçbir ilgisi olmayıp aksine apaçık olduğunu görürüz.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de hidayete erdirir.”130
“Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz.”131
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine korunma yollarını (=takvalarını) vermektedir.”132
Allah’ın insanlara hidayet etmesi; onlara lütfetmesi ve salih amelleri yapmada başarılı kılması anlamındadır. Bu da, ancak nefsi ıslah etmenin, Allah’a yönelmenin, Allah’ın vahiy ve irşadına sarılmanın sonucu olur.
Kur’an-ı Kerim, dalalete düşme (=saptırma) konusunu şöyle ifade etmektedir:
“Allah sivrisinek misaliyle birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır). Onlar öyle (fâsıklar) ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozarlar. Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi (= iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.”133
“Allah, zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.”134
“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”135
“Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez.”136
“Hayır! Bilakis onların İşlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.”137
“Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir. Pek azı hariç onlar inanmazlar.”138
Bu ayetlerden de görüyoruz ki, dalalete götürmenin sebebi; Allah’ın koyduğu prensiplerden sapmak, onları çiğnemek, haksızca insanlara baskı yapmak, Allah’ın ahdini bozmak, yapılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, terk edilmesini istediği şeyleri yapmak, yeryüzünde fesat çıkarmak, küfür ve kötülükleri işlemektir.
İnsanları dalalete götüren ve hak yoldan çıkaran, işte bu sebeplerdir. Çünkü körlüğü hidayete tercih ettiler, nurun yerine karanlığı seçtiler. Allah da onların seçtiklerinin karşılığını verdi. Sebepleri sonuçlarına bağlama kuralı gereğince gözlerini kör ve kulaklarını da sağır etti. Bunu ve benzerlerini gösteren Kuran’da çok ayetler vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir.
“Andolsun ki, Biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar, hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”139
Bunlar, ilim ve irfan pencerelerini ihmal etmiş ve insanları yaradılış amaçlarından alıkoymuşlardır. Böylece nurun kendilerine ulaşmasını önlemişlerdir.
Kalpleri örtülüdür. Allah’ın vahyinden bir şey idrak edemezler. Gözleri kördür, kainatta Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü göremezler. Kulakları sağırdır, Allah’ın ayetlerini işitmezler.
Onlar iç ve dış duygularından faydalanamayan dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta onlardan daha da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, insanın donatıldığı nefsi, aklî ve ruhî kuvvetlerle donatılmamıştır.
Kazâ Ve Kadere İman
Kader: Sözlükte “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek” anlamına gelir. Terim olarak “Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah’ın ilim ve irâde sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre140 düzenleyen İlâhî kanunu ifade eder.
Kazâ: Sözlükte “emir, hüküm, bitirme ve yaratma” anlamlarına gelir. Kazâ, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde irâde ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince her birisine ezelî ilim, irâde ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah’ın tekvin sıfatı ile ilgili bir kavramdır. 141
“Biz her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık” 142
Evrende her şey kazâ ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir şey olmaz. Kazâ ve kadere iman etmek, hayır ve şer, iyi veya kötü her şeyin Allah tarafından takdir edilmesine, belirlenmesine ve zamanı galince belirlendiği gibi yine Allah tarafından yaratılmasına inanmak demektir.
Kazâ ve kader hakkında Ehl-i Sünnet’in görüşü şu şekildedir: Cenâb-ı Hakk, eşyayı yaratmadan önce, eşyanın miktarını, ahvâlini, halkın amellerini, kendi irâdesiyle yapacakları hayır ve şerleri ilm-i ezelîsiyle bilip, ezelî irâdesiyle Levh-i Mahfuz’da ilk yarattığı kalemle yazmıştır. Ezelde ilim ve irâdeye muvâfık olarak takdir edilen şeyler de, zamanı gelince harfiyen kazâ olarak meydana gelmektedir. “Her şey ezelde takdir edilip, Levh-i Mahfuz’da 143 yazılmış olduğuna, zamanı gelince de kazâ olarak icat edileceğine, takdir ve kazâda hata olmayacağına göre; insan, yapmış olduğu işlerden nasıl sorumlu tutulur?” şeklindeki soruya cevap vermeden önce insanların fiillerini kısaca tetkik edelim.
İnsanların fiil ve hareketleri ikiye ayrılır:
İhtiyârî ( elinde olan) fiiller,
Gayr-i ihtiyârî (elinde olmayan) fiiller.
İnsanların gayr-i ihtiyârî olan fiil ve hareketleri, kendi ihtiyar ve irâdeleri olmaksızın, sadece Allah’ın yaratmasıyla olduğu için insan bundan sorumlu tutulmaz. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kan dolaşımı, organların çalışması, boyunun uzun ya da kısa olması, cinsiyetinin erkek ya da kadın olması vb. işler. Bunlardan dolayı ne sevap ne de günah hâsıl olmaz, çünkü bunlar kişinin elinde olan şeyler değildir.
İhtiyârî fiiller ise; insanların irâdesi vâsıtasıyla yaratılır. İnsanlar bu hususta irâde-i cüz’iyyeye ve bir kudrete sahiptirler. İnsanlar kendi irâdelerini ve kudretlerini sarfeder, akabinde Allah da o fiilleri yaratır. Yoksa insan kendi fiillerini yaratmaz. İnsanların bu kabil fiil ve hareketleri, kendi irâde ve ihtiyarlarına dayandığı için zorlama lâzım gelmez. Bu fiillerin yaratıcısı Allah olup, kul olmadığından tefviz (kulun fiillerini yaratmış olması) de lâzım gelmez.
Yalnız, Allah (c.c.), her hususta, olan ve olacak olan her şeyi sebeplere bağlamıştır. Kul, bu sebeplere tevessül edince, Allah (c.c.) da o şeyi yaratır ve vücuda getirir. İlâhî sünnet bu tarzda cereyan eder.
Şimdi soruya ve asıl cevabına gelelim:
“Fiil ve hareketlerimiz ezelde takdir edilmiş ve Levh’a yazılmış olduğuna göre, bu işleri yapmak zorunda kalmıyor muyuz? Öyleyse niçin sorumluyuz?”
Evet, her şey, ezelde Allah’ın irâde ve ilmiyle takdir edilmiş ve yazılmıştır. Fakat bilmemiz gereken husus şudur: “İlim, ma’lûma tâbîdir.” Bilgi, ancak hâdiselere ve eşyaya uygun olursa ona ilim denir, uygun olmazsa cehâlet denir. “İlim, ma’lûma tâbidir.” Yani ilim (bilmek), ma’lûma (bilinen şeylere ve hâdiselere) tâbîdir. İlmin hâdiselere tesiri yoktur. Meselâ; biz güneşin nereden ve ne zaman doğacağını biliriz. Güneşin söylediğimiz zamanda doğması ise, bizim bilgimizden dolayı değildir. Veya, meteoroloji istasyonlarının, âletleri ve tecrübeleri ile, bugün rüzgârın hangi yönden eseceğini bilmelerinin ve bunu daha önceden tespit etmelerinin, rüzgârın aynı yönden esmesinde tesiri yoktur. Yani onlar bildi ve yazdı diye rüzgâr o yönden esmiş veya yağmur yağmış değildir. Zaten yağmur yağacağı ve rüzgâr o yönden eseceği için, onlar bilmiş ve yazmışlardır. “İlim, ma’lûma tâbidir.” Genel kaidesinin izahı budur. Hak Teâlâ da, her şeyi kaplayan ilmi ile dünyaya gelen ve gelecek olan bütün insanların; irâde ve kudretlerini nasıl kullanacaklarını, iyiyi mi, kötüyü mü seçeceklerini, irâde ve güçlerini kullanmalarının sonunda neticelerin ne olacağını eksiksiz bir ilimle bilir ve bu bilgisi üzerine, ezelde insanın her fiilini takdir eder ve Levh-i Mahfuz’a yazdırır. Netice; ezeldeki takdir-i İlâhî ve yazı, ilm-i İlâhîye tâbidir. Yani Allah, nasıl olacağını ve geleceğini bildiği için öylece takdir edilmiştir. İlm-i İlâhî ise ma’lûma tâbidir. Cenâb-ı Hak, nasıl olacak ise, öylece bilmiş, bildiği gibi hüküm ve takdir etmiştir.
Yani Allah Teâlâ, insanların ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir ettiği için insanlar hareket etmiş değillerdir. Ancak Allah, kendi irâde-i cüz’iyyelerini nasıl kullanacaklarını ve dolayısıyla nasıl hareket edeceklerini tamamen bildiği için öylece takdir edip yazmıştır.
“Allah her şeyi bilendir.” 144
İnsan hayır ve şerri, ezelde (önceden) yazıldığı ve takdir edildiği için işlemiyor. İnsanın kendi irâdesiyle hayır veya şer işleyeceği, Allah tarafından bilindiği için, ezelde öylece yazılıp takdir ediliyor. Bunun için de insan, işlediği hayırlardan sevap, yaptığı kötü şeylerden de günah kazanıyor ve sorumlu tutuluyor.145 “Allah, yaptıklarından sorumlu değildir; insanlar (yaptıklarından) sorumludurlar.” 146 buyrulmaktadır.
“Biz ona (insana) iki yolu (iyiyi ve kötüyü) gösterdik.”147 “Kim iyi işler yaparsa kendi lehine, kim de kötü işler yaparsa bu da kendi aleyhinedir. Rabb’in zulmedici değildir.”148 “Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” 149
Kişi iyi ve doğru işler yaparsa kendi faydasına, câiz olmayan kötü işler yaparsa kendi zararınadır. ‘Kaderim buymuş’ diyerek içine düştüğü hoş olmayan kötü durumdan kurtulmak için elinden geleni yapmayıp ‘bu benim kaderim, ne yapayım’ demeye kimsenin hakkı yoktur. Çünkü Allah insana akıl ve irâde vermiştir. Aklını ve irâdesini kullanarak insanın iyi olan işleri yapması, kötü olan işlerden uzaklaşması mümkündür. Bunun için yapılan iyi işlerden dolayı âhirette mükâfat, yapılan kötü işlerden dolayı da ceza vardır. Kader konusunda çatışıp çekişmeyi, tartışmayı Rasûlullah (s.a.s.) yasaklamıştır.150
Dostları ilə paylaş: |