MAGAKYAN, BEDROS
(1826, İstanbul - 1891, istanbul) Ermeni asıllı tiyatro oyuncusu ve yönetmeni.
İlk işi kunduracılık olmakla birlikte Avrupa'dan gelen yabana toplulukları izleyerek kendini geliştirdi. Yetişmesine ünlü yönetmen ve eğitici Nestor Noci de yardım etti. İlk Ermeni tiyatro topluluklarının kuruluşu sırasında o da vardı. Şark Tiyatrosu'nun ilk temsilinde de oynamış, daha sonra da Güllü Agop'un(->) topluluğuna girmiştir. Şark Tiyatrosu'nun 1864'te Tercüman-ı Ahval gazetesine verdiği bir ilanda, "makad-dema komedya ve emsali oyunlar icra etmiş olan birinci derece oyuncularından Ma-gakoğlu Bedros"un bir grup kurarak Gol-doni'den iki oyun oynayacağı yazılıdır.
Magakyan daha sonra Üsküdar'daki A-ziziyeTiyatrosu'nda Serope Benliyan'la çalıştı. 10 kadar oyunda oynamış ve bunlardan çok azı ilgi çekmişse de asıl klasik sahne biçimine bağlı bir yönetmen olarak dönemine damgasını basmıştır. Özellikle 1872-1874 arasında AtamyanveHratçya gibi seçkin sanatçılarla Ortaköy ve Beyoğ-lu'nda gerçekleştirdiği çalışmalar onun yönetmen ve yönetici olarak en parlak günleridir. Aznif Hratçya, anılarında Bedros Magakyan olmasaydı birçok seçkin Ermeni sanatçının yetişmeyeceğini söylemektedir.
1880'de topluluğunu hâlâ ayakta tutmaya çalışan Magakyan, daha sonra dönemin karışık durumu ve rekabet yüzünden kunduracılığa geri dönmek zorunda kaldı. 1888'de son kez bir tiyatro topluluğu kurduysa da artık Ermeni tiyatrosu için ortam çok değiştiğinden tiyatro alanından çekildi. Yetiştirdiği yetenekli oyunculardan Atamyan yararına bir temsil düzenlemeye çalışırken öldü.
Magakyan'ın eğiticiliği yalnızca Ermeni sanatçılar üzerine olmuştur. Ermeniceye bağlılığı yüzünden Türkçe oyunlar sergilediği için Güllü Agop'a da karşı çıkmıştır. Bibi. N. Akı, Türk Tiyatro Edebiyatı Tarihi, I, İst., 1989, s. 157-161; And, Osmanlı, 247-248; And, Tanzimat, 177; M. Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın, ist., 1989, s. 538-555; Ö. Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihî, I, ist., 1985, s. 389; M. N. Özön-B. Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi, ist., 1967.
RAŞİT ÇAVAŞ
MAĞLOVA KEMERİ
Kemerburgaz'ın 4 km kadar güneybatı-sındadır.
1554-1563 arasında İstanbul'a bol su temin etmek amacıyla inşa edilen Kırk-çeşme Tesisleri'nin(->) en önemli yapısı Mağlova Kemeri'dir. İsale hattının doğu ve kuzey kolları başhavuzda birleştikten sonra tesisin ana galerisi Mağlova Kemeri'nin üzerinden geçer.
Mağlova Kemeri'nin adı hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Sadi Nirven bu adın Moğol Ağa'dan geldiği kanısındadır. 1542-1550 arasında İstanbul'u ziyaret eden P. Güles'inO) yazdığı Latince kitapta Mağlova Kemeri'nin bulunduğu Ky-daros Deresi'ne (Alibeyköy Deresi) halk tarafından Mahleva dendiği belirtilir. Tez-kiretü'l-Ebniye'de ise, Mimar Sinan'ın yaptığı kemerler sayılırken, bu kemerden Mağlova veya Muğlava diye bahsedilir. Tezkiretü 'l-Bünyarida bu kemere Muallak Kemer denmektedir. 1563'te meydana gelen sel felaketinde yıkılan kemerler için tutulan resmi zabıtta ise kemerin adı Mağleve diye geçer. O halde kemerin adının Mahleve'den türetilmiş olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Her önemli yapıyı Romalı veya Bizanslılara mal etmek eğiliminde bulunan bazı Batılı bilim adamları, Mimar Sinan'ın şaheseri olan bu kemere de İustinianos Kemeri adını takmışlardır. En küçük bir inceleme sonunda bu kemerin tamamen Osmanlı yapısı olduğu anlaşılır.
Olof Dalman'ın 1933'te yayımlanan Der Valens Aquâdukt in Konstantinopel adlı eserinde bu kemerin tamamen Osmanlı yapısı olduğu, bir tek taşının dahi eski dönemlerden kalmadığı belirtilmektedir. Zaten Mağlova Kemeri'nin konstrüksiyonu, kemerlerin mukarnasları, taş örgüsü, tezkirelerde kemer hakkındaki kayıtlar, sarf edilen paraları gösteren ayrıntılı bilgiler, tarihçilerin yazıları, şairlerin yazdığı şiirler bu kemerin Mimar Sinan tarafından yapıldığını, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.
20 Eylül 1563'te İstanbul'da 24 saat sürekli, o güne kadar görülmemiş şiddette yağmur yağmış, meydana gelen sel felaketi büyük tahribat meydana getirmiştir. Hattâ I. Süleyman (Kanuni) (hd 1520-1566) Halkalı civarında avda iken İskender Çelebi Çiftliği'ne sığınmış ve boğulma tehlikesi geçirmiş, selden Kırkçeşme Te-sisleri'nin kemerleri de büyük hasar görmüştür. Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Ar-şivi'ndeki E. 12205 numaralı zabıtnamede bu sel baskınında Mağlova Kemeri ile Ayvat Kemeri'nin tamamen, Uzun Kemer' in ise 16 gözünün yıkıldığı, bütün ayrıntıları ile açıklanmaktadır. Buradan Sinan tarafından Mağlova Kemeri'nin ikinci defa tamamen ve yeni bir sistemle yapıldığı anlaşılmaktadır. Mimar Sinan'ın yaptığı Mağlova Kemeri'nin dünyada gerek mühendislik ve gerekse mimarlık bakımından eşi yoktur ve bu kemer Sinan'ın yaptığı en meşhur üç eserden biridir.
Kırkçeşme isalesinin ana galerisi Mağ-
Mağlova Kemeri'nden bir görünüm. Kâzım Çeçen, 1977
lova Kemeri'nin en üstünden geçer. Galerinin su ile temasta bulunan bölümü geçirimsiz bir sıva ile kaplanmış, üstü dairesel tonozla örülerek sal taşları ile çatı şeklinde örtülmüş, yanlarına saçaklar yapılmıştır. Suyun kemere giriş yerinden itibaren 50,65 m'lik bölümü trapez kesitli duvar olarak inşa edilmiş, fazla suların taşabil-mesi için dolu savak da tertiplenmiştir. Mağlova Kemeri'nin tepe uzunluğu 258 m'dir. Orta bölümünde, alt katta 4 ve üst katta 4 olmak üzere 8 büyük göz, yanlarda ise dörderden 8 küçük göz vardır. Yapısı çok ilginç olan 5 ayağın üzerinde üçerden 15 hafifletme gözü yapılmıştır. Ayrıca yaya geçidinin giriş ve çıkış yerleri olan iki küçük gözle beraber Mağlova Kemeri'nin üzerinde toplam 33 göz bulunmaktadır. Alt taraftaki büyük gözlerin sivri kemerlerinin oturdukları üzengi taşının üstünden galerinin çatısının tepesine kadar olan yükseklik 28,21 m'dir. Tezkiretü'l-Bünyan'da Mağlova Kemeri'nin temelinin derinliği 13,6 m olarak verilmektedir. Ancak dere yatağı zamanla dolduğu için bu derinliğin hangi noktadan itibaren alınacağı belli değildir. Temeldeki son genişleme üzengi taşından itibaren 5,30 m aşağıda olduğuna göre, temel derinliği bu noktadan itibaren alınacak olursa, Mağlova Kemeri'nin temelden yüksekliği 47,11 m olur. Bu yükseklik 16 katlı bir binanın yüksekliğine tekabül eder.
Roma ve Bizans dönemlerinde yapılan sukemerlerinin hepsinde duvar kalınlığı sabit alınmış ve dolayısıyla kemerlerin cepheleri düşey olarak inşa edilmiştir. Çok yüksek olan kemerlerde duvar kalınlığı kademeli olarak azaltılmış fakat yine düşey yüzlü yapılmış, bazı kemerlerde payandalarla yatay kuvvetlere dayanıklılık sağlanmıştır. Roma ve Bizans dönemlerinde yapılan kemerlerin yatay kuvvetlere mukavim olamayacağı aşikârdır. Nitekim bu kemerlerin yüksek olanlarından zelze-
le bölgesinde bulunanların hemen hepsi yıkılmıştır. İstanbul'da Roma İmparatoru Valens zamanında (364-378) yapılan Bozdoğan Kemeri'nin(->) de Şehzade Camii karşısındaki bölümü zelzelede harap olmuştur.
Sukemerlerinde trapez kesitli duvarlar ve Ayaklar ilk defa Mimar Sinan tarafından yapılmış, yatay kuvvetlere hem dayanıklı hem de zarif bir sistem geliştirilmiştir.
Mağlova Kemeri'nde ise alınan tedbirler çok daha ilginçtir. Üst kemerlerde duvar kalınlığı 3,05 m, alt kemerlerde ise 4,5 m'dir. Bu yükseklikte bir yapının zelzele ve rüzgâr gibi yatay kuvvetlere dayanması imkânsızdır. Mimara Sinan, kemerin ayaklarını aşağıya doğru iki ayrı piramit şeklinde genişleterek hem stabiliteyi sağlamış hem de ayakların ortalarına üçer kemer yerleştirerek bunları hafifletmiş, zarif fakat sağlam bir şaheser meydana getirmiştir. Alttaki dört büyük kemerin açıklığı 16,75 m, üsttekilerin ise 13,45 m'dir. Bu konstrüksiyon tarzı da bugünkü statik bilgilerimize tamamen uygundur. Ayrıca kemerlerin üzengi noktasındaki yatay kuvvetler ayaklar içerisinde yapılan bağlantılarla karşılanmıştır. Yanlardaki kemerlerin açıklıkları 4,5 m civarındadır. Ayak kalınlığı aşağı doğru piramit şeklinde genişleyerek üst katta 7,70 m, selyaranlann üzerinde 10,70 m olmakta, temelde ise 17,70 m'ye ulaşmaktadır. Buna rağmen yapılan genişleme kemerde hiçbir hantallık meydana getirmemiş, fevkalade zarif, dantela gibi görünen eşsiz bir mühendislik-mimar-lık abidesi ortaya çıkmıştır. Küçük kemerlerin bulunduğu bölgede de duvar kalınlığı aşağıya doğru artırılarak zelzele ve rüzgâr kuvvetlerine mukavim trapez kesitli bir konstrüksiyon uygulanmıştır.
Sinan, yüzlerce eserini yapmayıp yalnız Mağlova Kemeri'ni yapmış olsaydı yine döneminin en büyük mühendisi ve mimarı olurdu. Bu kemer dünyadaki bu-
MAHALLE BAŞKENTİ
240
241
MAHALLE MEKTEPLERİ
Mağlova Kemeri
Kâzım Çeçen, 1977
tün sukemerlerinin hiçbiri ile kıyaslanamayacak seviyede büyük bir abidedir.
Bugün Mağlova Kemeri alt tarafta yapılan Alibeyköyü Barajı dolayısıyla üzengi taşına kadar su altında kalmaktadır. Bibi. O. Dalman, Der Valens Aquâdukt in Konstantinopel, Bamberg, 1933; Meriç, Mimar Sinan-, Nirven, İstanbul Sulan; Çeçen, Kırk-çeşme.
KÂZIM ÇEÇEN
MAHALLE BASKINI
Eski İstanbul'un günlük hayatında mahalle düzeninin korunması, özellikle fuhuşla mücadele bakımından, bazı şartlarla mahalle halkına bırakılmıştı. Mahallelinin, "mahalle namusunu koruma" uğrunda şüpheli evlere yaptığı baskın yalnızca "fu-huş"u "cürm-i meşhud" halinde tespite yönelikti.
Halk gözünde erkeksiz kadın ya da kadınlardan oluşan "hane halkı" hele hele doğma büyüme o mahalleden değilse her zaman şüphe ile karşılanır, gece gündüz gözetlenirdi.
Eve yabancı bir erkeğin girdiği tespit edilirse, mahalleli harekete geçerdi. Başlarında mahalle imamıO), yanında dönemine göre zaptiye ya da bekçiler olduğu halde mahallenin bir alay büyüklü küçüklü insanı, şüphenin derecesine ve hadisenin büyüklüğüne göre gürültü çıkararak eve yönelirdi. Maksat gürültüyü işiten mahalle halkının da kalabalığa katılmasını ya da en azından pencereye, kapı önüne çıkmasını temin etmekti.
İmam efendi önce yumuşak fakat yüksek sesle kapının açılmasını ev sahibesinden isterdi. Genellikle baskına uğrayan ev sahibesi ilk seslenmede kapıyı açmaz, duymazlıktan gelirdi. Gürültünün duyulduğu ya da başka belirtilerden kuşkulanıldı-ğı anda ışıklar söndürülmüş olduğundan dışarıdakilere uykudaymış izlenimi verilmeye çalışılırdı. İkinci, üçüncü seslenmeye diğer baskıncıların da sesi karışır ve kapıya yumrukla, sopayla vurulmaya başlanırdı. Kadının, içeride gerçekten erkek varsa, zaman kazanmak için başvurduğu bu yollar nedeniyle dışarıdakilerin sabrının taştığı da olur ve kapı kırılarak içeri girilirdi.
Eve gelen erkeğin de kendine göre, şüpheyi çekmemek, yakalanmamak için
başvurduğu yollar vardı. Bunlardan en çok bilinenler gece karanlığında gitmek, eve yaklaşınca feneri söndürmek, etrafı kolaçan etmek; gündüz ya da akşamüstü ise en etkili yol kadın kılığına girmekti. Baskın sırasında kaçarak ya da saklanarak yakayı kurtaran çapkın, ev sahibesinin de kalabalığa karşı güç kazanmasına sebep olur, evde olan bitenden haberli dadı, kalfa varsa onlarda gece yarısı ev basmanın ayıp ve yakışıksız olduğunu, kalabalığa've özellikle imam efendiye çıkışarak dile getirirdi.
Çapkının yakalanması baskın olayının en ilgi çekici yönlerinden birini oluştururdu. Her türlü sözle sataşmanın, hattâ tükürük ve hafif yollu yumruğun daha sert tepkilere dönüşmesi, kolluk kuvvetlerince önlenirdi.
Ancak erkeğin yakalandığı şekilde karakola götürülmesi ve giysileri koltuğunda karakol karakol dolaştırılarak teşhir edilmesi de âdettendi. Baskınla yakalanmış çapkına karakolda dayak atılması, daha sonra Bâb-ı Zaptiye'ye götürülüp bir ge-
Hubanname-Zenanname'de mahalle baskınını betimleyen bir minyatür. Hayat Tarih Dergisi, S. l (Şubat 1965)
ce, birkaç gün ya da bir hafta göz altında tutulduktan sonra salıverilmesi, uygulanan cezalandırma şekliydi. Yakalanan kişi hatırı sayılı kimselerden ise hadise resmen örtbas edilse ve suçlu hemen salıve-rilse de mahalle uzun süre bu hadisenin dedikodusuyla çalkalanır dururdu.
Kadın eğer çıplak ya da yarı çıplak bir durumda yakalanmışsa giyinmesine, yaşmaklanıp feracelenmesine izin verilirdi. Zina yapan anlamına gelen "zaniye" sıfatını kazanan bir kadının özellikle o mahalleden uzaklaştırılması âdetti. Hatırı sayılır kimseler tarafından konmuyorsa sessiz sedasız başka bir semte göçmesine göz yumulur, hamisi yoksa en kısa sürede İstanbul dışına çıkarılırdı.
II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) sonlarında baskın âdeti yasaklanmış, bunun yerine kolluk kuvvetlerinin her türlü ihbarı değerlendirerek fuhuşla mücadele etmesi yoluna gidilmiştir.
Eski dönemin ahlak anlayışının kurumlaşmış bir uygulaması olan mahalle baskını AhmedRasim(->), Hüseyin Rahmi Gür-pınar(->), Sermet Muhtar Alus(-»), Reşat Nuri Güntekin ve Refi Cevat Ulunay(->) gibi İstanbul yazarlarının kalemiyle edebiyata aktarılmış; Beşiktaşlı Gedâî(->), Niyazîve Üsküdarlı Râzî'nin yazdığı baskın destan-larıyla da âşık edebiyatına girmiştir.
Bibi. Ahmed Rasim, Şehir Mektuplun, IV, İst., 1913; ay, Fuhş-i Atik, I-II, ist., 1922; ay, Muharrir Bu Ya, ist., 1926; ay, "Yarım Asır Evvelki İstanbul'da Bir Baskın", Resimli Tarih Mecmuası, VII, S. 81 (Eylül 1956), s. 568-570; S. M. Alus, "Eski Mahalle Baskınları", Akşam, (3 Temmuz 1932), s. 7; S. N.Ergun, XIX'un-cu AsırSazşâirlerinden Beşiktaşlı Gedâî, İst., 1933; "Baskın" ve "Baskın Destanları", İSTA, IV, 2141-2147, 2148-2152.
İSTANBUL
MAHALLE İMAMI
Eski İstanbul'da âdeta özerk bir kimliği cilan mahallenin yönetim kadrosunun başında mahalle imamı bulunurdu. Mahallelerde bulunan ve "pazvant" denilen bekçiler, 16. yy'dan itibaren idari yönden imamlara bağlanmıştı. Mahalle imamı beratla atanır ve "vazife" denilen ücretini genellikle bir vakıftan alırdı.
İmam mahallenin mülki, adli ve beledi işlerinin başı olarak görev yapardı.
Bir minyatürde mahalle imamı.
Turkische Geıuânder und Osmanische Geselschaft,
Graz, 1966
TETTVArfivi
Bunların dışında en önemli asli görevi ise din adamlığıydı. Mahalle sakinlerinin sicillerini tutmak; doğum, ölüm, evlenme, boşanma gibi sosyal olaylarda üzerine düşenleri yapmanın yanında, mahallelinin huzurunu bozanlarla mücadele ve ev basmaya kadar varan ahlaki denetimi yerine getirme işini de üstlenirdi (bak. mahalle baskını).
Bunun yanında mahalle halkına manevi yönden örnek olması ve her yaşta insana rehberlik etmesi de beklenirdi. Mahallelinin aralarındaki sorunların çözülmesinde, herhangi bir olay neticesinde arası bozulan kişileri barıştırmada imamlar etkili rol oynarlardı.
Mahalle imamları, mahalledeki eğitim ve öğretim işlerinden de sorumluydu (bak. mahalle mektepleri).
1829'da yeni mahalle örgütlenmesine gidildiği zaman seçimle gelen iki muhtar "muhtar-ı evvel" ve "muhtar-ı sani"ye mahalle imamlarının kefil olmaları kuralı getirildi. Muhtarlar mahalle halkına, mahallenin ileri gelenleri de birbirlerine kefil oluyorlardı. Muhtarlar mahellenin vaktiyle imam tarafından görülen din dışındaki hizmetlerinden, özellikle güvenliğinden sorumlu idiler. Mahalle halkı "mahalle defteri"ne kayıtlı idi. Bu bilgiler "defter nazırı"na bildirilir ve Defterha-ne arşivinde saklanırdı. Mahalleye dışarıdan gelip yerleşmek isteyenler bir mürur tezkeresi getirmek zorunda idiler. Yeni gelenin mahalleye yerleşebilmesi için muhtarın kefaleti gerekliydi. Fakat izin defter nazırı tarafından verilirdi. Mahalleden ayrılanlar, ölümler de benzer prosedürlerle defter nazırına bildirilirdi.
Mahalle imamları, roman, hikâye ve tiyatroda değişik yazarlar tarafından bolca işlenmiş ve edebiyatımızda belli bir yer edinmiştir. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Deli
H/ozq/X1964) adlı romanında "Hoca Sadık"; "Lakırdı Aramızda" hikâyesinde "İmam" tipiyle; Semiha Ayverdi, Mesih Paşa İmamı (1948) adlı romanında, "İmam Halis Efen-di"yle; Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal (1928) adlı romanında "İmam İlhamı Efendiyle mahalle imamlarına değişik tipte örnekler vermişlerdir. Reşat Nuri Güntekin de Hülkci (1926) adlı piyesiyle gerek imam, gerekse mahalle baskınlarını ve eski usul evliliği geniş olarak işlemiştir. Geleneksel Türk tiyatrosunun bir unsuru olan Karagöz fasıllarında da imam, şahıslar arasına dahil olmuş, bilhassa Ters Evlenme oyununda yaptığı enteresan dua ile tanınmıştır. Bibi. S. Ayverdi, Mesih Paşa İmamı, İst., 1948; ay, "Mahalle", Hey Gidi Günler Hey, ist., 1988, s. 227-230; ay, "İmamlarımız", Küplüce deki Köşk, İst., 1989, s. 250-254; H. E. Adıvar, Sinekli Bakkal, ist., 1976; J. Thevenot, 1655-1656'da Türkiye, ist., 1978, s. 133; H. R. Gürpınar, "Laf Aramızda", Kadınlar Vaizi, İst., 1981, s. 246-252; U. Göktaş, "imam", Karagöz Terimleri Sözlüğü, ist., 1986, s. 36; Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 60; E. Işın, "İstanbul'da Modernleşme Öncesi Gündelik Hayat", istanbul İçin Şehrengiz, ist., 1991, s. 73; M. Sertoğlu, "Ve imam Efendi Tef Koltuğunda Namaza Durdu", İstanbul Sohbetleri, ist., 1992, s. 51-55.
UĞUR GÖKTAŞ
MAHALLE MEKTEPLERİ
Mahalle mektepleri Osmanlı eğitim sisteminde ilk aşamayı teşkil eden sıbyan mekteplerinin(-0, özel olarak inşa edilmemiş küçük yapılarda, herhangi bir cami ya da mescidin yakınındaki odalarda, evden bozma yapılarda faaliyet gösteren, halk tarafından açılmakla birlikte devlet tarafından denetlenen daha küçük örnekleriydi.
Bu mekteplerde hocanın öğrenci üzerinde kesin hâkimiyeti vardı. 4-5 yaşında âmin alayı(->) ile mektebe başlayan çocuk "eti senin kemiği benim" deyimiyle hocaya teslim edilirdi. Çocuklar genellikle tabanı hasır döşeli dershanede evle-
Tanzimat'tan sonra bir mahalle mektebi. Nafl Atuf, Türkiye Maarif Tarihi, İst., 1931
rinden getirdikleri minderlere diz çökerek otururlar, önlerinde ise yüksekliği boylarına uygun rahleler bulunurdu.
Hoca, dershaneye hâkim yükseklikteki şiltede oturur, onun da önünde rahlesi olurdu. Bazı mekteplerde hocanın özel olarak yapılmış sediri de vardı. Bir yanında değişik büyüklükte falaka, diğer yanında deste halinde değnekler, elinin uzanabileceği bir yerde de en uzaktaki çocuğa bile ulaşabilecek uzunlukta bir sopa bulunan hoca hep bir ağızdan ders okuyan çocukların gürültüsü eşliğinde önüne gelen çocuğun dersiyle ilgilenirdi. Mahalle mekteplerinin alışılmış dershane görünüşünü tamamlayan öğelerden biri de giriş kapısında asılı duran "geldi-gitti" levha-sıydı. Bir yüzünde "geldi", diğerinde "gitti" yazan bu levha herhangi bir çocuğun dışarı çıkıp dönmesiyle ters çevrilir ve böylece hoca da dershaneyi denetlerdi.
Bu mekteplerin hocadan sonra gelen ve öğrencilerin okuyup yazmasında hocaya yardım eden kalfa ya da kalfaları da dayakta, kulak çekmede hocayı aratmazlardı. Bazı mekteplerde çocukların mektebe alışmalarında ve eve gidiş gelişlerinde yardımcı olan bevvap (kapıcı) adı verilen görevliler de vardı.
Mahalle mekteplerinin herhangi bir yönetmelik ve programı yoktu. Az çok medrese öğrenimi görmüş hocalar, kendilerince geliştirdikleri öğretim yöntemlerini uygular, yazmadan, çok okumaya önem verir, çocuklara İslam dininin temel kurallarıyla namaz surelerim ezberle-tirlerdi.
Mahalle mektepleri resmi özellikleri bir yana çoğunluğu mahalle camiinin imamlığını ya da müezzinliğini de yürüten hocaların yönetimindeydi. Halkın, kız ve erkek çocukları belli bir yaşa kadar aynı hocada okutmada bir sakınca görmediği kuruluşlar olan mahalle mektepleri her öğrencinin haftadan haftaya ho-
MAHALLELER
242
243
MAHALLELER
caret hayatını kontrol etmiş, yapı işleri ise kadınlardan çok, Divan-ı Hümayun'un örfe dayalı, fakat şeriatın evrensel uygulamalarım da anımsayan kararları ve mimar-başının kontrolleriyle gerçekleşmiştir.
İstanbul'un II. Mehmed (Fatih) dönemi (1451-1481) sonundaki mahalleleri üzerinde E. H. Ayverdi'nin titiz çalışmaları Osmanlı tarihinin erken dönemlerinde Anadolu'da da gördüğümüz mahalle olgusunun devam ettiğini gösterir. Savaşla alınan kentte fetih mülkiyeti kurallarına göre sultan fethe katılanlara tahsisler yapmıştır. 1470'ten sonra arazi "mukataa" olarak ve-
caya ödediği ücretle ayakta durmaya çalışırdı. Yoksul ailelerin çocuklarına mahalle mekteplerine ücretsiz devam etme hakkı tanınmıştı. İstanbul'un bazı semtlerinde erkek ve kız çocuklarının erkek ve kadın hocalardan ders aldığı karma olmayan mektepler de vardı.
Ahmed Rasim(-»), Gecelerim (1898, yb 1987) ve Falaka(l927, yb 1987) adlı eserlerinde İstanbul'un çeşitli semtlerindeki mahalle mekteplerinden söz eder. Ahmed Rasim'in anıları, bu mekteplerin hocası, kalfası, bevvabı, dershanesi, falakası, dayaklan, öğrencilerive oyunlarıyla, 19. yy'ın ikinci yarısında ne durumda olduğunu gözler önüne sermesi bakımından belge değeri taşır.
Mahalle mekteplerinin ıslahı zamanla bir zorunluluk olarak kendim hissettirmiş, Meclis-i Umur-ı Nafia tarafından hazırlanan 1254/1838 tarihli bir ıslahat projesinde mahalle (sıbyan) mektepleri için yeniden düzenleme önerilerinde bulunulmuştu. Projede hocaların her bakımdan denetlenmesi, öğrencilerin sınıflara ayrılması, yoksul çocuklar için yatılı okullar açılması, mahalle aralarındaki küçük okulların daha çok Kuran okumayı öğretmeye ayrılması ve kulak dolgunluğu olmak üzere bazı basit dersler okutulması, devam mecburiyeti konulması, mahalle mekteplerinde bir iki kez hatim indirmiş çocukların "sımf-ı sâni" de denilen büyük sınıflara geçirilmesi öngörülüyordu. Bu öneriler Tanzimat'ın ilanıyla (1839) birlikte büyük ölçüde resmiyet kazanmış ve uygulamaya konulmuştur.
19. yy'ın son çeyreğinden itibaren mahalle mektepleri fonksiyonunu yitirmeye başlamış, yerini zamanla iptidailere(-0 bırakmıştır.
Bibi. Nafi Atuf (Kansu), Türkiye Maarif Tarihi, I, İst., 1931, 27-32; A. Berker, Türkiye'de tik Öğretim, Ankara, 1945, s. 8-12; F. R. Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara, 1964; Aksoy, Sıbyan Mektepleri; Ergin, Maarif Tarihi, I-II (1977), 82-96.
İSTANBUL
MAHALLELER Bizans Dönemi
Erken dönemlerde Konstantinopolis'in idari bölünmesi ve mahalleleri hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. 425'te yazılmış bir tür resmi tanıtım kitabı olan No-titia urbis Constantinopolitanae'den anlaşıldığına göre erken Bizans döneminde, Konstantinopolis idari açıdan 14 bölgeye ayrılmıştı. Notitia'ya göre bunların 12'si Constantinus Suru içinde yer alıyordu. XIII. Bölge Sykai (daha sonraları Gala-ta/Karaköy), XIV. Bölge ise etrafı ayrı duvarlarla çevrili olan Blahernai (bugün Ay-vansaray) idi. Notitia'daki bilgilerle, bu mahallelerin sınırları ancak yaklaşık olarak saptanabilmektedir. Konstantinopo-lis'teki her bölge, "curator" denen memurlar tarafından yönetilir, bölgeler kendi itfaiye teşkilatlarını ve gece bekçilerini istihdam ederlerdi.
Notitia'dan sonra Konstantinopolis'in bölgelerine nadiren değinilmiştir. Bu tarihten sonra böylesi bir bölünmenin ida-
ri açıdan pek önemli olmadığı görülmektedir.
Notitia'ya göre ayrıca Konstantinopo-lis'te 322 tane "vici şive angiportus" (yapılar kompleksi ya da dar sokak) vardı. Ancak "vici"ler, Osmanlı dönemi İstanbul' unun mahalleleriyle aynı şey değildir. Bizans döneminin vici'si bir avlu etrafında toplanmış evler ve birkaç küçük sokaktan ibaretti. 6. yy'dan itibaren bu Latince sözcük kullanılmaz olmuştur.
Ortaçağ Bizans kaynaklarındaki tppog-rafik betimlemeler, mahalleden çok civardaki tek bir binayı, genellikle de bir kiliseyi ya da sarayı işaret ederler. Metinlerde binaların yerini göstermekte kullanılan ^Grekçe "en" sözcüğünün hem "yakınında" hem de "orada, içinde" anlamına gelmesi yüzünden yer tespiti oldukça zordur. Janin gibi modern araştırmacılar, mahallelerden söz ederken civarda belirtilen önemli yapıların adlarından hareket ederler. Fakat aynı yapının değişik kaynaklarda farklı "mahalleler" içinde zikredüdiğine de rastlanır. Bu durum mahallenin aynı zamanda bir başka önemli binaya yakın olmasından kaynaklanmakta ve bu yüzden de binaların yer belirlemede kullanılması sakıncalı olmaktadır. Aynı nedenden dolayı bir nirengi noktasından hareket ederek mahallenin gerçek boyutlarını saptamak da mümkün değildir. Bizans döneminde, Osmanlı dönemindeki türden mahalle oluşumu hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bizans kaynaklarında binalar topluluğundan ziyade gerçek bir mahalle olarak zikredilen yerler, yalnızca Blahernai ve Psama-tia'dır (Samatya).
Dostları ilə paylaş: |