KirkçEŞme tesisleri



Yüklə 8,15 Mb.
səhifə91/140
tarix27.12.2018
ölçüsü8,15 Mb.
#87838
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   140

Bibi. K. Altan, "Mimar Mehmed Tahir", Arki-tekt, S. 7/7 (1937), s. 193-195; (Altınay), Mimarlar; A. Arel, Onsekizinci Yüzyıl İstanbul

l

Mimarisinde Batılılaşma Süreci, İst., 1975; O. Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, ist., 1986; A. Batur, "Batılılaşma Döneminde Osmanlı Mimarlığı", TCTA, IV; M. Cezar, Sanatta Batıya Açılış ve Osman Hamdi, ist., 1971; M. Erdoğan, "Mehmed Tahir Ağa, Hayatı ve Mesleki Faaliyetleri", TD, S. 10 (1954),'l57-180, S. 11-12 (1955), 159-178; Goodwin, Oüoman Archi-tecture, Londra, 1971; Kuban, Barok; Öz, İstanbul Camileri; Sözen, Mimar Sinan.

AYGÜL AĞIR



MEHMED TEVFİK (Çaylak)

(Eylül 1843, İstanbul -1893, İstanbul) Gazeteci, yazar.

Basın dünyasında çıkardığı mizah dergisinin adından dolayı "Çaylak" lakabıyla tanınır. Yeniçeri Ocağı'ndan yetişme, kapı çuhadarlığı ve gümrük tahsildarlığı görevlerinde bulunmuş Mustafa Ağa'mn oğludur. Düzenli bir öğrenim görmedi. 1853' te girdiği Beyazıt Rüştiyesi'nde 4 yıl okuduktan sonra Bâb-ı Seraskeri nizamiye kaleminde memurluğa başladı. 1859'da ha-zine-i hassa mektubi kalemine geçti. Bir yandan da özel dersler alarak Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. 18ö7'de Muhbir' de gazeteciliğe başladı. Bu gazete kapatılınca istanbul'da çalıştı. Bu arada yine memurluğunu sürdürdü. Bursa ve İzmit'te bulundu. 1869'da Bursa'da vilayetin resmi gazetesi Hüdavendigâr'ı çıkardı. 1870'te istifa edip istanbul'a döndü ve 5 Temmuz' da Asır adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Asır'm haftada bir kez yayımlanan Asır-Eğlence adlı nüshası Türk mizah basınının öncüsüdür. Gazeteyi memurlukla birlikte yürütemediğinden üç ay sonra kapat-tıysa da Ekim 1870'te Terakki gazetesini çıkarmaya başladı. 1871-1872'de l yılı aşkın bir süre memurlukla Bosna'da bulunduktan sonra istanbul'a döndü ve şehremaneti tanzifat müdürü oldu. Haziran 1872' de kısa bir süre Letaif-i Asar gazetesinde çalıştı. 1875'te Letaif-i Asar'ı 10 sayı daha çıkardıktan sonra Basiret gazetesinde yazarlık yaptı, l Şubat 1876'da da asıl ünü-



Mehmed Tevfik

TETTV Arşivi

nü sağladığı Çaylak adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı. 162 sayı çıkan bu derginin 25 Haziran 1877'de kapanışının ardından Osmanlı adlı siyasi gazeteyi yayımladı. Bunun da 14 Ocak 1878'de kapatılması üzerine Basiret'te, ardında da Vakit ve Tercüman-ı Hakikat'te çalıştı. 1884'ten ö-lümüne kadar da Tarik gazetesinde fıkra yazarlığı yaptı. Bu arada Mekteb-i Mülkiye İdadisi'nde hocalık ve Mekteb-i Mül-kiye-i Tıbbiye'de başkâtiplik görevlerinde bulundu. Vefatında Çamlıca'da Çakaldağı (Yalmzservi) Mezarlığı'na defnedildi.

Mehmed Tevfik tarih, edebiyat konularında eserler kaleme almış, eski inşa örnekleri, metin ve fıkra derlemeleri yayımlamıştır. İstanbul bakımından en önemli çalışması ise istanbul'da Bir Sene (5 kitap, ist., 1299-1300; yb İst., 199D adını taşır.

Mehmed Tevfik Tandırbaşı adlı ilk kitabının başında İstanbul halkının yılı genellikle yaz ve kış olarak ikiye ayırdığını söyleyerek kendisinin de eserini buna göre iki cilt olarak düzenlediğini, her kitapta bir ayın özelliğini anlatacağını ve altı ayın bir cilt olacağını ifade eder. Ama yalnızca Tandırbaşı, Helva Sohbeti, Kâğıthane, Ramazan Geceleri ile Meyhane yahut İstanbul Akşamlan başlıklarını taşıyan beş kitabı yayımlanmıştır.



istanbul'da Bir Sene 19. yy'ın ikinci yarısında etkisini hissettiren Batılılaşma karşısında İstanbul'da terk edilmeye yüz tutan eski yaşam tarzını, unutulmaya başlayan halk geleneklerini yansıtan, belgesel değerde bir çalışmadır, iki Gelin Odası (İst., 1301-1302) adlı romanı da İstanbul halk geleneklerini izlemek bakımından dikkate değer özellikler taşır.

Bibi. Th. Menzel, "Tevfik Mehmed", 1A, XH/1, 212-213; Ö. F. Akün, "Çaylak Tevfik", DtA, VI-II, 240-244; Gövsa, Türk Meşhurları, 92-93.

İSTANBUL


MEHMED ZİYA (İhtifale!)

(1865 ?, İstanbul - 27Mart 1930, İstanbul) Tarihçi, yazar.

Evkaf-ı Hümayun Nezareti hulefasın-dan Osman Vasfi Efendi'nin oğludur. Sü-leymaniye'de dünyaya geldi. İ. A. Gövsa' nın doğum tarihi olarak gösterdiği 1865, yanlış olabilir. Bu hususta daha yetkili olması gereken oğlu Celal Ergun babasının 1871'de doğduğunu bildirdiğine göre, bu tarih gerçeğe daha uygun gibi görünür. Fakat mezar taşında doğum tarihi olarak 1282 yazılıdır ki, bu eğer Hicri ise karşılığı 1865-1866, Rumi ise 1866-1867'dir. Ceddi İsmail Ağa'mn saray baltacılar kethüdası olduğunu, dedesi Rikab-ı Hümayun peyklerinden aynı zamanda şair Eyyubî Civan Mehmed Arif Ağa'mn ise, III. Selim öldürüldüğü sırada (1808) Şehzade Mah-mud'un kurtarılmasında gayreti görülen saray görevlilerinden olduğunu, Mehmed Ziya Bey'in oğlu Celal Ergun yazmaktadır. Mehmed Ziya Bey, Mekteb-i Sultani'den (Galatasaray Lisesi) yetişerek 1886'da mezun olmuştur. Bu bakımdan Fransızcayı mükemmel surette öğrenmiş bulunuyordu. 1890'a doğru Sanayi-i Nefise Mektebi'ni de bitiren Mehmed Ziya öğretmen olarak ha-

yata atılmıştır. Edirne, Halep ve Konya' da öğretmenlik yapmış, 1892'de Bursa İda-disi'ne müdür olmuştur.

Mehmed Ziya Bey 1911'de İstanbul Şehri Muhipleri Cemiyeti'nin(->) kurucuları arasında yer almış ve 19 kişilik idare kuruluna seçilmişti. Esas sevdiği dalda çalışma imkânına, 1917'de resmen kurulan İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni' ne(-») yukarıda adı geçen kurumun temsilcisi olarak katıldığında kavuştu. Bu encümende büyük şevk ve gayretle çalışmış, dosyalardaki fişlerin birçoğunu kendi eliyle doldurmuştur. Bu tescil fişlerini hazırlamak için bahis konusu eski eserleri inceliyor, resimlerini çektiriyor, varsa kitabelerinin kopyalarını alıyordu. Böylece İstanbul'un eski eserlerine dair elinde hayli not toplanmıştı.

Mehmed Ziya Bey, tarihçiliğe Tarih-i Smayi (İst., 1309) başlıklı bir kitap ile başlamıştı. Bunu Vesaik-i Kadime-i Edebiyye (Bursa, 1313) ile flm-i Nebatat Qsl., 1314) başlıklı kitapları takip etti. Hollandalılar tarafından işgal edilip bir sömürge yapılıncaya kadar güçlü bir İslam devleti olan Sumatra'mn kuzeyindeki Açe Sultanlığı'na dair bir eseri ise Alem-i İslamiyet-Açe Ta-n/bibaşlığı ile basılmıştır (İst., 1316). Galatasaray Lisesi'nin geçmişini anlatan Mekteb-i Sultani (İst., 1918) adlı kitapta da okulun tarihçesini yazmıştır. Tarih-i Osma-ni Encümeni Mecmuası 'mn tek fasikül halindeki 63-77. sayısında (1339/1923) basılmış "Bursa'daki Türbelerimizde Gayr-i Mektub Kitabeler" başlıklı bir makalesinde Bursa'mn bazı kitabelerini tanıtmıştır. Nihayet okullar için bir de 191 sa-hifelik, Siyer-i Nebi (İst., 1340/1921-22) başlıklı kitap yazmıştır.

Mehmed Ziya Bey'i 20. yy'ın ilk çeyreğinde İstanbul'da meşhur eden bir özelliği, Türk tarihinin önemli olaylarının yıldönümlerinde veya yine Türk tarihinin ö-nemli kişilerinin ölüm yıldönümlerinde ihtifaller, yani anma törenleri düzenlemesi, konuşmalar yapmasıdır. Bu yüzden kendisine "İhtifalci" lakabı takılmıştı. Bu lakap âdeta onun adının bölünmez bir parçası olmuş ve her vesile ile hattâ bibliyograflarda bile "İhtifalci Ziya Bey" olarak anılmıştı. Üst üste gelen felaketlerin çökerttiği maneviyatı ayağa kaldırmak, halkın biraz da olsa kendine güvenini artırmak için, milli tarihin çeşitli konularım anma törenleri bir dereceye kadar fayda sağlıyordu. Balkan Savaşı günlerinde Türklerin tarafım tutan yazılar yazan ünlü Fransız yazar Pierre Lo-ti'nin(->) İstanbul'a son gelişlerinden birinde, onun için Boğaziçi'nde Kont Ostrorog Yalısı(-0 önünde bir gece sandallarda şarkılı bir programın düzenlenmesi de Mehmed Ziya Bey'den istenmişti. Barbaros Hay-reddin Paşa'nın, Sokollu Mehmed Paşa' nın, Mimar Sinan'ın ölüm yıldönümlerinde, İstanbul'un fethi, hattâ İstanbul'un kurtuluşu yıldönümlerinde anma törenleri düzenleyen Mehmed Ziya Bey için de ölümünden sonra Eyüp'teki mezarı başında birkaç defa anma konuşmaları yapıldı ve sonra her şey unutuldu gitti.

Mehmed Ziya Bey daha lise öğrencisi

Mehmed Ziya Bey

Semavi Eyice arşivi

iken Mevlevîliğe büyük ilgi duymuş ve İstanbul'un iki büyük Mevlevî dergâhını, Galata ve Yenikapı mevlevîhanelerini zaman zaman ziyaret etmiştir. 1884'te o sıralarda Üsküdar'da misafir olarak bulunan Eskişehir Mevlevîhanesi Şeyhi Hasan Dede ile tanışmış, sonra Edirne'de bulunduğu yıllarda da Aydınlı Şeyh Eşref Dede ile 3 yıl kadar beraber olmuş, nihayet Konya'ya atandığında da Mevlevîliğe daha fazla yaklaşmak imkânını bulmuştur. Bu tarikat ile yakınlığının bir ürünü olarak Bursa'dan Konya 'ya Seyahat başlıklı, kendi ifadesine göre 600 sahifelik büyük bir eser yazmış, bunun içinde bütün Mevlevî büyüklerinin biyografyalarını da tanıtmıştır. Ancak Malûmat Basımevi'nde baskısına başlanan bu kitabın tamamlanmadan kaldığını M. Ziya Bey yazmaktadır. Bugün kütüphanelerimizde "Mahmudiye Rüşdiyesi coğrafya muallimi" Mehmed Ziya tarafından yazılarak, 1328/1912'de İstanbul'da Vatan Matbaası'nda basılan 368 sahifelik resimli bir Bursa'dan Konya'ya Seyahatbzşlık-lı kitap vardır. Bu, basımevinde kalan ve kendisinde sadece düzeltmeli tek nüsha bir prova baskısı bulunan esas seyahatname değildir. Maarif Nezareti içinde Mehmed Ziya Bey'in de bulunduğu bir komisyona, ünlü Arap seyyah İbn Battuta'nın(->) seyahatnamesinin Türkçeye çevrilerek açıklamalarla bastırılması görevini vermişti. İçinde 14. yy Anadolu Türklüğü hakkında çok değerli bilgiler bulunan bu Arapça eserin Damat Mehmed Şerif Paşa tarafından yapılan bir tercümesi varsa da, bu eserin yeniden tercümesine niçin lüzum görüldüğünü bilmiyoruz. Zaten bu çalışmalar da yürütülmemiş ve İbn Bat-tuta seyahatnamesinin yeni bir baskısı yapılamamıştır.

Gençliğinde Sanayi-i Nefise Mektebi'n-deki öğreniminin verdiği alışkanlıkla ola-

MEHMEDZİYA

370


371

MEHTERHANE

çak Mehmed Ziya Bey'in oldukça başarılı resim çizme yeteneği de vardı. Nitekim istanbul hakkındaki büyük kitabında bu çizimlerden bazı örnekler görülebilir.

Mehmed Ziya Bey, çeşitli sebeplerle ortadan kaldırılan tarihi mezarları da bütünüyle yok olmamaları, kaybolup gitmemeleri için başka yere taşıtmaya da özen gösteriyordu. Bozdoğan Kemeri dibinde olan ve cadde genişletilirken yıktırılan Tamış-var Beylerbeyi Payzen Yusuf Paşa'nın tür-besindeki mezarını (içinden kemik çıkmamıştır), yanındaki Revânî Çelebi Camii'nin haziresine hatim okutarak taşıttığım bildirir. Hattâ yeni mezarların üstüne birer de servi diktirmiştir. Ancak ne var ki, bu cami ve hazire sonraları ortadan kaldırılarak yerine Hıfzıssıhha Enstitüsü yapılmıştır.

Mehmed Ziya Bey'in istanbul ile ilgili 3 eseri vardır. Bunlardan ilki Kariye Ca-mii(->) hakkındadır. Kariye Cami-i Şerifi (îst., 1326) başlıklı küçük boyda bu 119 sahifelik kitapta yazar, bu eski binanın tarihçesi ve sanat değerim belirtmekte, Türk dönemi boyunca cami olarak kullanılmasına rağmen üzerleri örtülmeyen mozaiklerinin konularını anlatmaktadır. Tabiidir ki, sonraki araştırmalarda bulunan duvar resimlerinin (mozaik ve fresko) yer almadığı, ancak o tarihlerde görülebilen resimlerinin tariflerinin yapıldığı bu küçük eser, İstanbul'un Bizans dönemine ait bir eski eseri hakkında bir Türk tarafından yazılmış olması bakımından kültür tarihimizde özel bir yere sahiptir.

ikinci monografyası ise, kendisinin de mensup olduğu Mevlevi tarikatının İstanbul'daki önemli merkezlerinden Yenika-pı Mevlevîhanesi hakkındadır. Yenikapı Mevlevîhanesi (İst., 1329), 306 sahifelik, küçük boyda bir kitap olup Osmanlı dönemi Türk kültür tarihinde çok önemli bir yeri olan bu kuruluşun tarihçesini ve şeyhlerinin kısa biyografyalarını anlatmaktadır. Kitapta ne yazık ki hiçbir resim olmadığı gibi, çeşitli dönemlerde yapılmış binaları ile geniş bir külliye meydana getiren bu mevlevîhanenin toplu bir planı da yoktur. Bu kitap son yıllarda yeni harflerle, bugünkü dile de çevrilerek tekrar yayım-

J;(;üy. > Jjr't.'

Mehmed Ziya Bey'in İstanbul ve Boğaziçi adlı eserinin I. (solda) ve II. cilüerinin kapak sayfaları. NuriAkbayar 'onu

lanmıştır ( Yenikapı Mevlevîhanesi, Y. Se-nemoğlu, İst., ty).

Mehmed Ziya Bey'in İstanbul hakkındaki en büyük eseri ise istanbul ve Boğaziçi, Bizans ve Osmanlı Medeniyetlerinin Âsâr-ı Bakiyesi başlığı ile yayımlanandır. Devlet matbaasında, Maarif-i Umumiye Nezareti, Telif ve Tercüme Dairesi neşriyatı (no. 84) olarak büyük boyda basılan bu eserin ilk cildi 1336/1920'de XXII+528 sahifelik bir kitap halinde çıkmıştır. İstanbul'un tarihi ve bu şehrin Bizans dönemindeki tarihi topografyası hakkında etraflı bilgi veren bu cilt, birçok resimle de süslenmiştir. Bunların bir kısmı, evvelce başka kitaplarda basılmış, gravür, plan veya desenler olmakla beraber, aralarında o sıralarda çekilmiş fotoğraflar da bulunmaktadır. Ziya Bey, kitabının yabancılar tarafından kolay kullanılması için bölüm başlıklarını ve resim altlarını ayrıca Fransızca o-larak da dizdirmiş, Batılı yazarlar ile Bizans adlarını Fransızca, bazı Bizans terimlerini Grekçe olarak da koydurmuştur. Cumhuriyet döneminde bu büyük eserin ikinci cildinin basılmasına da başlanmış ve yine resimli olarak 257 sahife tutan bu ikinci kısım, daha ince bir cilt halinde 1928'de satışa çıkarılmıştır. Sonunda, içindekiler listesi bile olmadığına göre bu ikinci cildin, harf inkılabı yüzünden baskısının yarım kaldığı anlaşılır. Ziya Bey toplamış olduğu malzemeyi yeniden değerlendirmeye veya başlamış olduğu işi sürdürmeye bir daha girişemediğinden, istanbul ve Boğaziçi, böylece bitmemiş durumu ile kalmıştır. Bu büyük eserin İstanbul'un Bizans dönemindeki tarihi ile tarihi topografyası, o sıralarda elde bulunan Batı dillerinde yazılmış araştırmalardan ve hattâ bazen kaynaklardan faydalanmak suretiyle hazırlanmıştı. Böylece Ziya Bey Türk dilinde yazılmış çok büyük ve oldukça iddialı bir eserle, şehrin eski tarihi yapısını inceleyenler arasına katılmış oluyordu. Şunu da belirtmemizde fayda var ki, istanbul ve Boğaziçi, o tarihe kadar yabancıların yazdıkları kitaplardan pek fazla ileri gitmemekle beraber, içinde çok değerli bazı tespitler bulunmaktadır. Ziya Bey'in Es-

ki Eserleri Koruma Encümeni üyesi olması, şehrin şurasında burasında tesadüflerin ortaya çıkardığı bazı arkeolojik buluntuları görüp incelemesine imkân veriyordu. Kitabın başka bir önemli bir tarafı da çok etraflı bazı dipnotlardır. Esas metinde bahsi geçen yer, bina veya olaylardan bahsedilirken, bir ilişki kurularak o konularla ilgili birtakım ek bilgiler bu dipnotlarda verilmiştir. Genel olarak bu notlar, Osmanlı dönemi Türk eserleri ile ilgilidir. Ziya Bey, encümen için yaptığı araştırmaları bu notlarda âdeta küçük makaleleler halinde derlemiştir. Böylece bu büyük ve bitmemiş eserde, belki aranılan çok şey bulunamamakta fakat bu kitapta aranılması belki hatıra gelmeyecek, bazen çok değerli bilgiler ile karşılaşılmaktadır. Osmanlı dönemi Türk eserleri ile ilgili bu notlar, bu eserlerin çoğu bugün ortadan kalktığından bugün birer belge değerindedir. Mehmed Ziya Bey, bu eseri ile, İstanbul'da geçen yüzyılın sonlarında Bizans döneminin tarih ve eski eserleri üzerinde çalışmalar yapan çok sayıdaki yabancı ve çoğu da amatör olan araştırmacıların arasına katılmış oluyordu. O yıllarda Mehmed Raif BeyC~») ve Celal Esad Arseven(->) ile birlikte Ziya Bey, bu konuda eser veren Türk üçlüsünü oluşturmuştur. Fakat onun eserini değerli yapan, içine kattığı kendi görüşleri ve Türk eserleri hakkında verdiği notlardır. Bunlar arasında mezar taşı ve bina kitabelerinin kopyalan da önemli bir yer tutar. Yıllar sonra, Ziya Bey'in oğlu eczacı Celal Ergun, İstanbul ve Boğaziçi'nin i-kinci cildini yeni harflerle tekrar yayımlamaya çabaladı. Baş tarafında C. Ergun'un babası ve eseri hakkında bir önsözünden başka, o yıllarda oldukça ünlü bir tarihi romanlar yazarı olan M. Turhan Tan'ın da (Sa-mih Fethi, 1886-1939) bir sunuş yazısının yer aldığı bu yeni baskı 1937'de küçük boyda 16 sahifelik fasiküller halinde, İstanbul'da haftada bir çıkmaya başlamıştı. Böyle bir eserin, haftalık bir dergi gibi yayımlanmasına ve satılmasına imkân olamazdı. Nitekim az sonra 10. fasikül ile bu yayın 160. sahifede kalmıştır. Eski harfler ile basılan metnin 127. sahifesindeki dördüncü paragrafın ilk satırında yer alan "... mezarın baş" kelimesinde kesilmektedir. Bütün stokları hurda kâğıt olarak imha edildiğinden bugün son derecede az nüshası görülebilen bu ikinci baskı, önsözünde açıklanan bütün iyi niyete rağmen son derecede kötüdür. Metin inanılmaz derecede yanlışlar ile dolu olarak, aralarda atlamalar yapılarak dizilmiştir. Bu arada dipnotlar esas metin ile karıştırıldığından, yazarın düşüncelerinde ve neyi anlatmak istediğinde bir açıklık kalmamıştır. Ziya Bey'in doğru yazılmasına büyük özen gös-' terdiği yabancı adlar yanlış dizilmiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi, berbat edilen metnin içine, metinle hiçbir bağlantısı olmayan ve Ziya Bey'in dosyalarından çıkarılmış, gelişigüzel seçilmiş birçok resim yerleştirilirken, metinle ilgili resimler konmamıştır. Yazarın ruhuna azap verecek olan bu baskıya devam edilmemesi bir kazançtır denilebilir.

Celal Ergun babasından kalan zengin malzemeden başka türlü de faydalanmış, yayımladığı bazı haftalık dergilerde (Ye-nigüri), onun bırakmış olduğu eski eser fotoğraflarını ve notlarım kendi imzası ile çıkan yazılarda kullanmıştır. Sonra arkasından büyük bir sessizlik başlamış ve birçok şeyin unutulmaması için çırpınmış olan ve bu şehrin tarihine dair bugün hâlâ kullanılan eserler bırakan Mehmed Ziya Bey unutulanlar kervanına katılmıştır.

Mehmed Ziya 27 Mart 1930'da hayata gözlerini yummuş ve cenazesi, Eyüp'te Dedeler Mezarlığı adı verilen yerdeki aile sofasına gömülmüştür. Bu mezarlık, Bahariye Mevlevîhanesi'nin(->) tam karşısında idi. Mevlevîhanenin semahanesi 1935'te yıktırılmış, 1939'a doğru harem bölümü yanmış, 1952'lere kadar duran selamlık da sonra yıktırılmış ve tekke arazisi üzerine bir tuğla-briket atölyesi, bir fabrika ve depolar yerleşmiştir. Caddenin karşı tarafında olan ve Eyüp mezarlıklarının en son ucunu teşkil eden yerdeki hazire ise 1960'lara kadar çevredeki fabrika ve atölye işçilerinin öğle tatillerinde üzerinde oyun oynadıkları alan haline gelmişti. Burada tekkeye mensup Mevlevîlerin mezar taşları arasında, Mehmed Ziya Bey ailesinin demir parmaklık ile çevrili aile sofası bulunuyordu. Etrafındaki demir parmaklık yüzünden pek fazla tahribe uğramayan bu hazire içinde mezarlar belirli durumda idi. Haziran 1988 günü aynı yere gidildiğinde, bu İstanbul tarihçisinin mezarı inanılmaz bir perişanlık içinde idi. Yeni yapılmış bir duvar, sofanın demir parmaklığını hemen hemen ortadan kaldırmış, taşlar ise ot ve dikenlerin arasına gömülmüştü. Mehmed Ziya Bey'in mezar taşındaki, bir vakitler pek moda olan porselen üzerine çıkarılmış resmi ise kırılıp yok olmuştu. Daha eski, silindir biçiminde büyük bir mezar taşının kitabesi kazınmak suretiyle yazıldığı anlaşılan Ziya Bey'e ait mezar kitabesi, yeni harflerle Türkçeyi doğru yazmasını bilmeyen bir taşçı tarafından anlaşılmaz bir imla ile kazılmıştı.

Aynı sofada Mehmed Ziya Bey'in eşi Pakize Hanım, kardeşi Prof. Dr. Neşet Us-man (1875-1949) ile oğlu Eşref Neş'et (1905-1931) ve torunu Güney Ergun'un (ö. 1957) da mezarları bulunduktan başka, aynı ailenin Atalarının bitkilerin arasında gömülmüş mezar taşları vardır. İstanbul'un eski eserleri üzerinde çalışmalar yapmış ve tarih hatıralarını unutulmaktan kurtarmak için büyük çabalar göstermiş bir insanın mezarının bugünkü durumu gerçekten hazindir.



Bibi. î. A. Gövsa, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, İst., 1933-1936, IV, s. 1601; Gövsa, Türk Meşhurları, 413; C. Ergun, "İhtifalci Mehmet Ziya Bey", Galatasaray Dergisi, S. 3 (Ağustos 1947), s. 21-22, 32; ay, "Merhum Babam ve Eseri Hakkında Birkaç Söz", istanbul ve Boğaziçi, I. faş., ist., 1936; ölüm haberi, Cumhuriyet, 28 Mart 1930; Nizameddin Nazif (Tepe-delenlioğlu), "İhtifalci Ziya Bey Merhum", Ye-nigün, S. 3 (25 Mart 1939) s. 4-5; S. Eyice, "Bir İstanbul Tarihçisi: İhtifalci Mehmed Ziya Bey", İstanbul, S. 6 (1993), s. 121-126.

SEMAVÎ EYİCE



MEHTERHANE

Mehter, Farsça "mihter" kelimesinden gelmekte olup, "en büyük" ve "pek ulu" anlamını taşır. Bazı İslam devletlerinde "saray teşkilatında görevli memur veya vezir" anlamında da kullanılmıştır. Mehter teşkilatının geçmişi, daha eski dönemlere dayanırsa da "mehter" ve "mehterhane" terimleri Osmanlı döneminde kullanılmıştır.

Osmanlılarda "mehter" adıyla anılan resmi görevlilerden askeri musiki kurumu veya takımı olan mehterlere "Calici Mehterler" veya "Mehterân-ı Tabi ü Alem" denirdi. Padişahın çadırlarına muhafızlık etmek, çadırları nakletmek, kurmak ve toplamakla görevli olanlara ise "Çadır Mehterleri" veya "Mehterân-ı Hayme" denirdi. Sarayda, vezir ve paşaların konaklarında iç hizmetlerini görmekle yükümlü olanlara da "İç Mehteri" denilmekteydi.

Mehterin ilk icra örnekleri "nevbet vurma" ile ortaya çıkmıştır. Selçuklu Devleti'nin kuruluşu ile başlayan bu gelenek Anadolu Selçuklularında devam etmiştir. Bağımsız her Türk devletinde bu geleneğe titizlikle uyulmuştur. Bu gelenek, Osmanlı İmparatorluğu içinde genişleyerek başlıbaşına bir kuruluş olarak yüzyıllarca yaşamıştır.

Mehterin savaştaki en önemli görevi, tuğu (sultanın gücünü, yüceliğini simgeleyen, bir tutam at kuyruğu takılmış alem) taşımasından ileri gelmekteydi. Osmanlı Devleti'nde mehter takımı ile sultan arasındaki sıkı bağ, Türklerin mehtere karşı, neredeyse dini bir saygı beslemelerine yol açmıştır. Ordunun bütün hareketlerini izleyen bu askeri musiki takımı, savaş sırasında vezirin yanında durur, birliklerin çarpışma heyecanını kamçılamak amacıyla savaş bitinceye kadar, hiç durmadan çalardı.

Evliya Çelebi bu musikicilerin "gayet muazzez kimseler olup ağır ulufe aldıklarını" belirttikten sonra, mehter esnafının geçit alayında, mimar esnafının önünde yer almasını sağlamak üzere açılan davada söz alan mehterbaşı, "bizim hizmetimiz padişahımıza her an lazımdır, cenk yerinde, cenk davuluna ve Hakaanî kuşlara tokmaklar vurmaya başlayarak, İslam askerini cenge kaldırmaya sebep oluruz. Nerede

Schweigger'in

kitabında yer

alan mehter

takımı resmi.

S. Schweigger,

Ein newe

Reyssbeschreibung

auss Teutschland

nach

Constantinopel und

Jerusalem injare,

1577,

Nümberg, 1608 Galeri Alfa

peygamberimizin sancağı olsa, orada Âl-i Osman davulu da bulunması gerekir" diyerek sultana kendi işlevlerini hatırlattığını, sonunda da davanın kazanıldığını anlatır.

Osmanlı Devleti'nde padişaha mahsus mehtere "Mehterhane-i Hümayun" veya "Mehterhane-i Hakanı denirdi.

Mehterhane'ye alınan gençler daha çok acemioğlanları arasından seçilirdi. Bu yüzden, Mehterhane, Yeniçeri Ocağı'nın bir parçası sayılmıştır. 17. yy'da İstanbul'daki Mehterhane-i Hümayun'da 300 aylıklı sanatçı vardı.

Mehter takımı, padişah seferde ise çadırının önünde, değilse Topkapı Sarayı'mn Demirkapı mevkiinde ikindi vakti nevbet vururdu. Yedikule'nin bir kale olmasından ötürü burada 40 kişilik bir mehter takımı vardı. Bu takım günde 3-4 nevbet vurarak halka askeri musiki dinletirdi. Ayrıca Eyüp, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Rumeli Hisarı, Yeniköy, Kavak Yeni Hisarı, Beykoz, Anadolu Hisarı ve Kız Kulesi'nde de mehter takımları vardı. Her gece yatsı namazından sonra üç fasıl, semt halkını namaza uyandırmak için, sefer vaktinde de üç nevbet vurulurdu. Sadrazamın, kaptan-ı deryanın, vezirlerin, beylerbeylerinin, sancak beylerinin ve yeniçeri ağasının da mehter takımları bulunurdu.

Mehterler çember biçiminde dizilerek zurna, davul, boru ve zil çalanlar ayakta durarak, nakkarezenler yere bağdaş kurarak çalarlardı. Çavuşlar çevgânları ile ritim tutarlardı. Mehterbaşı ise halkanın ortasında takımı yönetirdi. Bayram törenlerinde, iki bayram arasındaki donanma şenliklerinde, sultanların tahta çıkışlarında, vezirler ile elçilerin atanmasında, elçilerin karşılanmasında, bir savaştan zafer haberi geldiği zaman, bir şehzadenin doğumu gibi bütün sevinçli, şenlikli günlerde mehterlerin nevbet vurması gelenekti. Mehterler bütün bu yönleriyle sadece bir askeri musiki takımı değil, aynı zamanda eğlence musikisi parçaları çalan bir açık hava musiki topluluğuydu.

Mehter takımı "kat"lardan oluşur. Takımda her sazdan eşit sayıda bulunur. Aynı sazlardan oluşan gruba "kat" denir. Beş katlı mehter denince o takımda her saz-



Yüklə 8,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   87   88   89   90   91   92   93   94   ...   140




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin