GİRİŞ
Bu bölümde, Kur'ân vahyinin başladığı sırada, Arap yarımadasında bulunan belli başlı dinlerin Tanrılık konusundaki inançları ile, Kur'ân'ın tanıttığı Ulûhiyetin müslümanlar arasında ortaya çıkardığı değişik yorumları ele alacağız. Böylece, batıl tanrıların nasıl bir zeminde ortaya çıktığını anlama ve Allah'ı onlardan ayıran hususiyetleri daha iyi değerlendirme imkânı bulacağız. İkinci safhada ise, Kur'ân'ın ilâhî hakikatlerle ilgili naslarını, beşerî anlayıştaki yankılanması hakkında bilgi sahibi olacağız. Bu çalışmanın gayesi, Kur'ân'ın tavsif ettiği Tanrı'yı göstermek ise de, muhatapların değerlendirmelerini ihmal etmek mümkün değildir. Tabiatiyle, her iki konuya dair verilecek bilgiler, giriş çerçevesinde olarak, genel mahiyetteki özetlerden ibaret olacaktır. 7
1. Müşriklerin, Yahudilerin ve Hıristiyanların Tanrılık Anlayışları
a) Müşriklerin İnançları
İslâm öncesi araplarının inançları hakkında çeşitli rivayet ve çalışmalara rağmen, konunun ayrıntılarına girdikçe çözümsüz kalan bir çok durumun bulunduğu görülür. O zamanki araplar arasında yazı yaygın olmadığından, özellikle eser yazma alışkanlığı bulunmadığından, onların inançları konusunda bilgi kaynaklarımız Kur'ân ile güvenilir rivayetlere inhisar etmektedir. Bunlar ise, bu meselede fazla bilgi vermezler; zira batıl inançları, düzenli ve ayrıntılı bir şekilde bildirme, onların hedefleri arasında yer almaz. Ancak, yanlışlığı düzeltmek amacıyla, arızî münasebetlerle, bir takım kısmî sarahat veya îmalar ihtiva ederler. Arkeolojik verilere, fazla ümit bağlayanlar var. Bunların, eldeki bilgilere katılmasıyla belki de bazı taraflar gün ışığına çıkabilir. Nitekim kuzey ve özellikle güney Arabistan’da bulunan tarihî kalıntıların, oralarda yaşamış olanların siyasî ve kültürel hayatlarını tasarlamamız konusunda katkıları olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de, demin dediğimiz gibi arızî olarak değişik yerlerde serpiştirilmiş bir şekilde, müşriklerin ağızlarından kimi inançlar nakledilir. Bu ifadeler aynı inancın farklı taraflarını mı yansıtmaktadır? Yoksa çeşitli inançlar mı söz konusudur? Bunu belirlemek kolay değildir. Çünkü bu iddialar, batıl inanç sahiplerinin dilinden normal olarak “derler ki (...)” tarzında genel bir tabirle aktarılır. Daha ziyade birinci şıkka göre hareket edilmekte ise de, bir ayırım gözetenler de vardır. 8 Müşriklerin, bazı mütenakız iddiaları, bir ayırım yapmayı haklı gösterir. Mesela, putların, Allah'a yaklaştıran vasıtalar olduğunu söylemekle 9 şeriklerin âlemlerin Rabbine eşit sayılması 10 normal olarak aynı kimselerin inanışı olmamalıdır. Kaydetmek lazımdır ki, Kur'ân'ın batıl sayıp reddettiği her şeyde, çevrenin yankısını aramak da gerekmez. Kur'ân nazil olduğu sırada, araplar genel olarak “Allah” adı ile tanıdıkları bir yüce Tanrı’yı kabul ediyorlardı. Bunun Kur'ân'da açık delilleri vardır. “And olsun ki, onlara :
“gökleri ve yeri yaratan, güneşi ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorarsan, şüphesiz “Allah'tır” derler. “Öyleyse niçin aldatılıp döndürülüyorlar?” 11. Bu ve benzeri bir çok ayetten öğreniyoruz ki, müşrikler, böyle bir soru karşısında gökleri ve yeri, güneşi ve ayı, keza kendilerini yaratanın, gökten yağmur indirerek yeri verimli kılanın Allah olduğunu itirafa mecbur kalıyorlardı. 12 Yine Onu, Kâbenin Rabbi ve kendilerinin himayesini deruhde eden olarak da kabul ediyorlardı. 13
Cahiliye devrinden bize ulaşan şiir metinleri de, Allah adıyla tanıdıkları bir yüce Tanrıdan haberdar olduklarını göstermektedir. Bu metinler, değişik bölgelerde yaşayan farklı kabilelere mensup bir çok şaire aittir. 14 Eskiden, kimi müsteşrikler tarafından şöyle bir görüş ileri sürülmüştü:
“Bu şiirlerde, aslında put isimleri vardı. İslâmî devirde onların yerine Allah adı konuldu”. Kısmî ve muhtemel geçerlilik şansı olan bu hipotezin bir çok durumda tutarsız olduğu gösterilmiştir. Arap şiiri vezinli ve kafiyeli bir nazımdır, çoğu zaman böyle bir değiştirmeye imkân vermez; zira bu durumda vezin düzgün olmaz. Ayrıca, bu tahrife zorlayan sebeb de yoktu. Bir dış baskı söz konusu değildi. Olsaydı put isimlerinin geçtiği parçaların, bize ulaşmaması gerekirdi. Oysa bunlar fazlasıyla mevcuttur. İkinci hicrî asırda İbnu'l-Kelbî'nin, “Kitabu'l-Asnam”ı nı yazdığını hatırlayalım. Şiir dışında, başka rivayetlerden de eski arapların Allah adıyla bir Tanrıyı tanıdıklarını öğreniyoruz.
Geçen asırda revaçta olan tekâmülcü (evolutionniste) görüşün etkisinde kaldıkları anlaşılan bazı kimseler, çok tanrıcı bir ortam içerisinde bir yüce Tanrı kavramını akıllarına sığdıramadıkları için, arapların hemen hemen tamamı tarafından kabul edilen Allah fikrini 15 açıklayabilmek amacıyla, tutarsız faraziyeler ileri sürmeye mecbur kalmışlardır. Onlarca, “Allah, Mekke'de bulunan bir putun adı olmalıdır”, veya “Allah belirli bir Tanrı’nın has ismi değildir; genel ve müphem bir anlamı haizdir. Bu adı telaffuz eden her şahıs, kendi taptığı putu, kendi kabilesinin tanrısını düşünürdü.” Yahut “Allah ismi ve fikri, hıristiyanlardan veya yahudilerden geçmiş olmalıdır” 16 gibi. Halbuki araplar için, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş yerine, bunun tersine olan bir durum vardır. Onlar aslında inandıkları tek Tanrıya, sonradan bir takım ortaklar koşarak çok tanrıcılığa, daha doğrusu şirke düşmüşlerdir. Müşterek olan bir vakı'a varsa o da, sadece Hicazda değil, Necid, Irak, Şam gibi birbirinden çok uzak bölgelerde oturan arapların, İslâmdan önce, Allah adıyla tanıdıkları bir Tanrının olmasıdır. Bu inanç, Hz. İbrahim'in dininden kalmıştır. 17
Yarım asırdan fazla bir zaman önce ortaya atılan ve son zamanlarda, İslâmiyetle uğraşmayan araştırıcılar arasında gittikçe kuvvet kazanan bir görüşe, burada yer vermeliyiz. Gerek ölmüş, gerek yaşayan samî dillerde (Akadça, Ugaritçe, Fenikece, İbranice, Süryanice, Arapça vb.) Tanrılığı gösteren ortak El unsuru üzerinde durulmakta ve samî kavimlerin menşe'de bir tevhid inancı taşıdıkları belirtilmektedir. Andrew Lang, N. Söderblom, R. Pettazzoni, W. Schmidt, Geo Widengren, I. Engeli gibi çok değişik ufuklara mensup bilginler, samîler için başlangıçtaki tek tanrıcılık görüşünü, ayrı ayrı öne sürmektedirler. 18 Bunlara göre, sonradan tannlaştırılan bir takım varlıklar, bu tek Tanrıya ortak koşulmuştur. Bir çok tanrıcılık (polytheisme) değil, şirk (associationnisme) söz konusudur. 19. (İleride Allah ismini incelerken, bu konuda daha fazla bilgi sunacağız). Böyle olunca, dış etki arama kolay yolu yerine, müşterek ve köklü bir gelenek üzerine dikkatleri toplamak gerekir. Bu tezahür, oldukça önemli bir değer taşımaktadır.
Konunun, Cahiliye devri arapları bakımından mühim tarafı şuradadır:
Onların, Allah adıyla tanıdıkları bu yüce Tanrının, kendilerinin tapınma hayatlarında işgal ettiği yer ne idi? Bu sorunun cevabını, şöylece arzetmek bize makul görünmektedir. Dinler tarihi incelemeleri gösteriyor ki, dünyanın birbirinden uzak yerlerinde ve ayrı ayrı zamanlarda görülen hemen bütün inanç sistemlerinde yüce, aşkın, göğü ve yeri yaratan bir Tanrının varlığı kabul edilmektedir. “Şüphenin tamamen dışında olan bir şey varsa o da, kâinatı yaratan ve boşalttığı yağmurlarla yer yüzünü bereketli kılan semavî ve ilâhî bir Varlığa olan inancın, hemen hemen evrensel olduğudur”, 20 Yine Dinler tarihinin ifade ettiği bir müşahedeye göre, kâinatı yarattığı kabul olunan bu Yüce Varlık, bir çok durumda, zamanın geçmesiyle insanların dinî hayatlarından silinmekte, yerini bir takım başka mefhumlar (gizli varlıklar, dinî-sihrî güçler, kahramanlar, ataların ruhları vb.) işgal etmektedir. 21 Bu tezahürü, insanlardaki “müşahhas açlığı”, “mukaddesin müşahhasa doğru düşüşür” gibi deyimlerle ifade ediyorlar. Bu durumu gören insanlar, Yüce Varlığı, ancak büyük felâket anlarında hatırlarlar.
İslâm öncesi arap müşriklerinin inançlarının da aynı özellikleri gösterdiğine dair Kur'ân'da sarahatlar vardır. Onların sıkıştırıldıkları sırada, varlığını teorik planda itirafa mecbur kaldıkları Ailâh, fiilî yaşayışlarında farz-ı bî medlul idi. Onların, Allah'ı yaratıcı olarak kabul ettiklerini bildiren ayetler, şu veya benzeri formüllerle başlarlar: “Eğer sorarsan (...) “Allah” derler” 22 “Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorsan, “Allah'tır” derler” 23. Bunlar gösteriyor ki, ancak bir sıkıştırma halinde, akıl ve fıtratlarının gereği olarak ikrara mecbur kaldıklarında, veya sadece denizde boğulma gibi 24 bir ölüm kalım durumunda Onu hatırlıyorlardı. Fakat bunların dışında, fiilen “Allâh”sız yaşıyorlardı. Allah, çok uzakta olan bir Yaratıcı idi. Onu unutmuşlardı. Tapınmalarını Kur'ânın:
Asnâm, evsân, evliya', erbâb, tağût, endâtl, ensâb, şûfe'â' diye isimlendirdiği şeriklerine yöneltiyorlardı.
Müşriklerin taştan, tahtadan, madenden yapılmış timsallere, yontulmamış taşlara, ağaçlara, hayvanlara, gök cisimlerine tapmalarının sebepleri ve kaynakları nelerdir? Sırf maddeleri için mi onlara ibadet ediyorlardı, yoksa bunlar sembol değeri mi taşıyordu? Çağdaş Dinler tarihçilerinin çoğu, kesin konuşuyor:
“Kâinattaki hiç bir varlığa, sırf kendisi için tapıldığına rastlanmaz.” 25 Beşeriyette şirkin bu derece yaygın oluşu karşısında bir çok islâm âlimi düşünmüş, çeşitli delilleri değerlendirerek aşağı yukarı aynı sonuca varmışlardır (Fahruddîn er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 26 âyetinin tefsirinde; Şâh Veliyyullâh ed-Dehlevî, Huccetu'Ilâh el-Bâliğa, I, 122-131; M.Ş. el-Âlûsî, Bulûğu'l-Ereb, II, 212-219'da İbn Kayyim el-Cevziyye'nin İgasetü'l-Lehfân adlı eserinden naklen. Bunlar sadece bazı örneklerden ibarettir). Esasen Kur'ân'ın bir çok ayeti, putların aslında başka anlam taşıdıklarını, bir nevi sembol durumunda olduklarını düşündürmektedir. Müşriklerin, gerçekte cinlere taptıklarını 27, meleklere taptıklarını 28 dişi tanrıçaların şahsında aslında şeytana yöneldiklerini 29 gösteren ayetler putların kaynağında, bir temsil özelliğinin bulunduğunu belirtirler. Tâbi'ûndan ed-Dahhâk (ö. 105/723) diyor ki:
“Müşrikler şöyle düşündüler:
'Melekler, Tanrının kızlarıdır. Biz de onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.” Bundan sonra onları rab'ler edindiler, genç kızlar suretinde temsîl ettiler, süslediler ve dediler ki:
'İşte bunlar, kendilerine taptığımız Tanrı kızlarına benziyorlar'. Bundan, melekleri kasdediyorlardı” 30 Kur'ân'ın zikrettiği Vedd, Suvâ,' Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr putları, İbn 'Abbâs'ın bildirdiğine göre, aslında makbul ve muttaki şahsiyetlerin adlarıdır. Ölümlerinden sonra, onların önceki hatıralarını canlı tutmak, onların yolundan gitmeye teşvik etmek gayesiyle bu şahısları temsîl ettiler. Zamanın ilerlemesi ve nesillerin değişmesiyle, timsallerin ilk delâletleri unutuldu ve onlara tapılmaya başlandı. 31
Genellikle insanlar, göremedikleri ve düşüncelerine sığdıramadıkları yüce Yaratıcı ile aralarına girecek vasıtalar aramışlardır. Yardım görme veya şefaat umuduyla32, korku veya menfaat saikiyle, dünya hayatları bakımından daha müşahhas faydalar bulacaklarını sandıkları putlara bağlanmışlar, sonra ilk delâletleri unutularak, çıkış noktasında başlayan sapma, giderek artmış, o varlıkları temsil eden maddelere tapar duruma düşmüşlerdir. Kur'ân bu varlıkların tanrılığını reddederken bir çok yerde, “Allah onların hakkında hiç bir delil indirmemiştir” leitmotivini irad eder 33 “Senden önce gönderdiğimiz resullere sor. Biz Râhmân'dan başka tapılacak tanrılar meşru kılmış mıyız?” 34 der. Demekki, müşrikler, Allah'ın, o tanrılara ibadeti meşru kıldığını, onları bir takım yarı tanrılar, vasıtalar kılmış olduğunu ileri sürüyorlardı. Rubûbiyyetini değilse de, Ma'bûdiyyetini paylaştırdığını sanıyorlardı. Uzak Tanrı Allah'ın, onları insanlar için tapınma kıbleleri kıldığını düşünüyorlardı. Bu inançtan dolayı “Allah'ın, insanlardan birine vahiy göndermesini” tasavvur bile edemiyorlardı 35 Tapınma ihtiyaçlarını bu müşahhas varlıklarla giderip, dünyanın değişmesini dehr (zaman) gibi mevhum bir güce verip, ahiret hayatı bekleyişi de olmayınca, normal şartlarda Allah ile hiç bir ilgilen kalmıyordu:
“Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yaşardıklarınız kaybolur gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür” 36. Kur'ân, Tanrılığın hakikatini insanlara bildirirken, müşriğin şuurunun en derin köşelerinde uyuklayan bu Allah kavramından hareket edecek ve yüzlerce ayetiyle ona, olanca"muhtevasını ve hakikatini kazandıracak, varlığın ve hayatın merkezinde olduğunu gösterecektir.
İbn 'Abbâs, Mücâhid gibi zatlardan rivayet olunduğuna göre “müşrikler, putların isimlerini, Allah'ın isimlerinden çıkarmışlardır. Allah adından el-Lât, el-'Azîz'den el-'Uzzâ, el-Mennân'dan Menât gibi.” 37 Son asırlarda yapılan çalışmalar ve arkeolojik veriler, bu fikri destekler mahiyettedir. el-Lât, el-Uzzâ ve Menât'a tapınma Palmirlilerdede vardır. 38 G. Ryokmans'a göre el-Lât Lihyanî, Safaî ve Semûd kavmine ait yazıtlardaki tanrıça İlât ile aynı sayılmalıdır. el-Lât, Palmir ve Nabat yazıtlarında da zikrolunur. el-Lât'a nisbet edilmiş şahıs isimleri, güney Arabistanda da el-Lât'a tapıldığını doğrulamaktadır. 39 el-'Uzzâ, Mezopotamyada da görülür, 40 Paimirliler ona el-'Uzzâ diye taptıkları gibi onların Aziz o adında bir tanrıları daha vardı. 41 Gassânilerde, Hîrelilerde de el-'Uzzâ ibadeti vardır. 42 Venüs yıldızını temsil eden el-'Uzzâ, Suriyelilerde göğün kıraliçesidir., 43 Menât ise Hicazlılarda olduğu gibi Nabat ve Semûd kavminde de malûm idi. 44 Keza Mainiiler ve Sebalılarda da rastlandığı bildirilir. 45
Hubel ise, muhtemelen İbrânicedeki Ha Ba’l den muharreftir. Lügat ve tefsir kitapları ba'l kelimesinin Arapçadada “efendi, rab, tanrı” anlamlarına geldiğini bildiriyorlar. 46 Ha ise, İbranîcede harf-i tariftir. Hubel'in Suriye tarafından götürüldüğüne dair rivayetler, ismin bu şekilde olmasını izah eder. 47 Bunlara bakarak denebilirki, müşrikler bazı sapmalar sonucunda, Allah için bir eş, kız vs. düşününce, Onun isimlerinin müennes şekillerini, tanrılaştırdikları bu şeylere vermiş olmalıdırlar ve bu iş, çok eski bir zamanda yer almalıdır. Belki de Allah'ın bu vasıflarını (İlâh, 'Azîz, Mennân, B'l), sonradan şahıslaştırarak, onlara ayrı olarak tapmaya başlamışlardır. Zira bazı dinler tarihçilerine göre, şirkin kaynaklarından biri, Tanrının vasıflarının şahıslaştırılmasıdır. Belki de bu isimleri, kutsal ve ilâhî saydıkları bazı gök cisimlerine verip, sonra da onları yerde de temsîl etmiş, aynı adlar bunlara da konulmuştur. Tarihçiler el-Lât'ın güneşi, et-'Uzzâ'nin venüs yıldızını temsîl ettiğini Menâfin ise hüküm (ölüm hükmü) tanrıçası sayıldığını söylüyorlar. 48 Başlangıçta böyle bir durumun olması muhtemel ise de, Kur'ân indiği sırada müşriklerin bu sembolizmi bilip bilmedikleri malûm değildir. 49
Câhiliye araplarının, bir çok neviden müşahhas varlıkları Allah'a şerik koştukları kesin olmakla beraber, onların dinî hayatlarını tanımak güçtür. Onların yüz'den fazla sanemlerinin olduğu bilinmektedir. Fakat bu putlar hakkındaki görüşleri, onlara atfettikleri özelliklerini bilmiyoruz. Meselâ eski Yunan mitolojisindeki gibi, putların herbirinde verilen fonksiyonlar, bunların birbirleriyle olan ilgileri vs. konusunda bilgimiz yoktur. Öbür yandan Câhiliye arapları şirkte birleştikleri halde, özel niteliklerinde ayrılıyorlardı. Kinâne kabilesinin ay, Teym kabilesinin ed-deberân, Kelb kabilesinin Şi'ra yıldızı gibi gök cisimlerine taptıkları bildiriliyor. 50 Ayrı ayrı kabile tanrılarının aralarındaki ilgiler ve müşriklerin, öbür kabilelerin tanrıları karşısında durumları ne idi? Pek bilinmiyor. Her kabilenin özel tanrısı vardı. Her put ayrı bir kabilenin koruyucusu sayılırdı. Putların esas tapınakları belirli bir yerde idiyse de, onlara uzak yerlerden de ibadet yöneltiliyordu. Her putun ikâmet ettiği evi, yani tâğût'u vardı. Bu tâğûtlarda, putların bakıcıları da bulunurdu. Put gibi tâğût da kutsal sayılırdı. Tağûtların beş yüz kadar olduğu söyleniyor. 51 Kâbede 360 putun olduğu rivayet edilmektedir. Anlaşılan, aslı başka yerde olan putların suretleri söz konusudur. Kureyşliler, hem kendilerinin hizmet ettikleri Kâbenin şerefini, hem kendi ünlerini artırmak, hem de iktisadî ve ticarî mülahazalarla, çeşitli kabilelerin putlarını orada temsil ediyorlardı. Böylece oraya gelenler, kendi kabilelerinin putlarına tapınma imkânı buluyorlardı, 52
Kureyşin Kabe içinde ve çevresinde de putları vardı. Onlarca bunların en büyüğü Hubel'di. Hubel, kırmızı akikten, insan şeklinde bir puttu. 53 Mekkeli her ev sahibinin bir putu vadrı, evlerinde ona taparlardı. Birisi bir yolculuğa niyetlendiğinde, evinde yaptığı son iş, eliyle ona dokunmak olurdu; yoldan döndüğünde de, evine girer girmez yaptığı ilk iş, aynı şekilde, eliyle ona dokunmak olurdu. 54 Put bulunmazsa, onun yerine geçmek üzere bir taş dikerlerdi. Putların etrafında tavaf ederlerdi. Onlara kurbanlar keserlerdi. Kureyş kabilesinin fertleri, çeşitli işlerde Hubel'e danışırlardı. Bu put Kâbenin içinde kuyu gibi bir çukurun yanında bulunurdu. Kâbeye, hediye edilen her şey bu çukurun içine konurdu. Hubel putunun yanında, üzerlerinde fal açtıracakların isteklerine cevap verecek şekilde yazılar bulunan yedi ok dururdu. Meselâ bu oklardan birisinin üstünde el-'akl (diyet) yazılı idi. Araplar, öldürülen bir insanın diyetini kimin ödemesi hakkında uzlaşmazlığa düştükleri zaamn Hubel putunun yanında duran bu okları çekerler, diyet oku kime çıkarsa, diyeti o öderdi. Bir başkasının üzerinde, bir işin yapılabileceğini emreden na'am (evet) yazılı idi. Onlar bir işi yapmayı tasarladıkları zaman bu oklardan birini çekerlerdi. Üzerinde evet yazılı ok çıkarsa yaparlardı. 55
Müşrikler cinlere inanıyorlardı. Bu inançta çok aşırı gitmişlerdi. Her tarafın cinlerle kaplı olduğunu düşünür ve onlardan çekinirlerdi. Bunlarla Tanrı arasında bir soy bağı 56 olduğunu sanırlardı 57. Bundan dolayı onları tazim ederlerdi. Bir vadiden geçen veya orada konaklamak isteyen birisi, bir tehlike korkusu karşısında:
“Ey bu vadinin azizi! Ben senin itaatındaki beyinsizlerden sana sığınırım” derdi. 58 ayeti, bu sığınmayı bildirmektedir. 59 Horoz, karga, güvercin, yılan, tavşan vs. bir çok hayvanın cinlerle ilgilen olduğunu sanırlardı veya onların cinlerin bir türü olduğunu düşünürlerdi. Bir çok kabilenin bir hayvan adı taşımasının, belki de bu inançla ilgisi vardır. Gûl (gulyabani) denilen dişi cinlerin de bulunduğuna inanırlardı. Kumların, otların, su başlarının cinlerle sarıldığını tevehhüm ederlerdi. Cinler bazı hallerde insanlarla münasebete girerlerdi. Şairlerin, şeytanlarla alâkaları ve her şairin bir şeytanı vardı. Kâhinler, 'arrâflar, büyücüler de böyleydi. Onların kutsal kuvvetlerle temasları olduğundan, kendilerinden çekinilirdi. Cinler putlara girer ve kendileriyle ilgili olan kâhinlere gizli şeyleri haber verirlerdi. Putlardaki bu cinne hatif (gizliden seslenen) derlerdi. Kâhinler, bunlarla ilgili olduklarından her işte hakem yapılırlardı. 60
Müşrikler Hz. İbrahim'in dininden bu kadar uzaklaşmakla beraber, onun zamanından kalan bazı dinî ödevleri yerine getirirlerdi. Kâbeye saygı göstermek, etrafında tavaf etmek, hac ve umre yapmak, kurban kesmek ve telbiyede bulunmak gibi. “Nizar kabilesinin ihlâl sırasında şöyle dediği rivayet olunuyor:
“Buyur Allah'ım! buyur! Buyur, Senin ortağın yoktur! Ancak bir ortağın vardır, o da Senin hükmündedir. Sen ona ve onun sahip olduklarına hükmedersin!” 61 Kur'ân'ın, Allah'ın birliğini bildirmesi karşısında Hz. Muhammed'e “tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!” 62 dîye hayretle soran müşriklerin, telbiyede böyle söyleyeceklerini insan pek düşünemiyor. Her ne ise, rivayet doğru da olabilir; zira tenakuz, şirkten uzak değildir.
Müşrik arapların bu mütenakız şirk inançlarından doğan daha bir çok hurafeleri vardır. Aneak, biz onların yalnız Tanrılıkla ilgili telâkkilerini ele aldığımızdan, bu kadarıyla yetiniyoruz. 63
Dostları ilə paylaş: |