ALLAH'IN VASIFLARINI BİLDİREN İSİMLER
1. Tanrı'nın Adının Mahiyeti ve Çıkardığı Problemler
Varlıkların, kenefi özlerinde taşıdığı değerlerle onların adları arasında, çok yakın bir ilgi vardır. Bu münasebet tesmiyede, yani lâfızda değil, söz konusu varlığın adının olup olmamasındadır. Bir şeyin var olması, bir isim taşımasını kendiliğinden gerektirir. Bu hüküm doğruluğu, felsefî bakımdan tartışılabilirse de, genel olarak insanlık için, özellikle eski insanlar için bunu bir realite olarak kabul etmeye mecburuz.
Tenkitçi zihniyet şöyle düşünebilir: İnsanlar arasında biribirlerine özel isim verme, karışıklığı önlemek, bir insanı öbür hemcinslerinden ayırd etmek için yapılır. Gerçek Tanrı hakkında cins düşünülemeyeceğine göre. Onun bir özel isim taşıması doğru olabilir mi? Buna karşı denilebilir ki, genel olarak insanlar, özellikle eski insanlar nazarında isim, sadece bir ferdi hemcinslerinden ayırd etmeye yarayan basit bir etiket değil, ferdin varlığını ve şahsiyetini tamamlayan bir parçadır. Adı olmayan, de-nilebilirse, ma'dumdur. 192 İşte bunun içindirki. Tanrı, cinsinden tek de olsa, yine de özel bir ad taşır. Kaldı ki, ismin objeye tekabül ettiği, dolayısıyla onu ortaya koyduğu tasavvur edilir. Allah'ın adı. Onun Kendisini insanlığa tanıtmasında önemli bir rol oynar. Çünkü beşerî anlayışta isim, sadece niteleyen, ayırd eden ve bundan ötürü de onu taşıyanı tanıtan değil, aynı zamanda ferdin tamamjayici bir rüknü kabul edilir. Hatta isim, esrarengiz bir kuvveti hâiz olan bir şey olarak düşünülür; ancak “yok olanın adı sanı olmaz” 193. İsim, varlığın cevherine taallûk eder .194 Kur'ân, Allah'a koşulan ortakların, aslında hiç olduklarını anlatmak için müşriklre:
“Onlara bir ad bulun bakalım, yer yüzünde bilmediği bir şeyi mi Allâh'a bildiriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz?” 195 der.
İnsanlar arasındaki ortak eski anlayışa göre, bir şahsın özü, onun adında temerküz eder. Adsız bir adam, sadece mânâ ve delâletten değil, aynı zamanda, varlıktan da yoksun sayılır .196 Bir Tanrı tanıyan (theiste) her din ve telâkkinin belli başlı özelliği. Tanrılığı açık ve seçik olarak kavramak ve onu bir takım yüklemler (müsned) yardımıyla tarif etmektir .197
İnsanlar, Tanrı'yı kendi şahsî varlıklarının olduğu gibi, kâinatın da Yaradanı bilirler. Tanrı onlar için hem kurtarıcı ve yardım edici varlık, hem de karşısında kutsal bir korku duyulan bir obje olarak tecelli eder. Bundan dolayı, kendisiyle olan münasebetleri düzenlemek için, Onun adını bilmek, önem kazanmaktadır. Onun yakınlığını, ihtimamını celbetmek için, ibadette ve sair zamanlarda Onun adı telâffuz edilir. “Kasdî Yaratıcı” düşüncesi, sembolik bir şahıslaştırma (personnification) olduğundan, din Onu belirtmek için, bir isim icad etme hakkını haizdir. Bütün inançlarda, din Onu “yaratıcı tanrılık” olarak, adlandırır:
Hindlilerde Vişnu, Yunanlılarda Ouranos, İbranîlerde Yahve vs 198 İsmin kudretine ve isimle şahıs veya zat arasındaki irtibata olan inanca bakarak, isim zatın bir eşi Sayısılr. Kur'ân'daki 199 âyetinde geçen Semîy kelimesi, hem adaş, hem de eş, benzer anlamını ifade eder, “Allah'ın adını taşıyan veya Onun benzeri olan bir varlığın bulunmadığını” belirtir .200 Konumuz bakımından açık bir delâlet taşıyan bu âyet, bu anlayışın Kur'ân'a yabancı olmadığını ortaya koyması bakımından da önemlidir. Kitab-ı Mukaddes'de de, isim şahsın bir eşi görülür 201, müteradifi olarak kullanılır 202. Bir şahsın adını bilmek onun üzerine bir hakimiyet sahibi olmak sayılır. 203 Bundan dolayı eski Mısır'da ve başka yerlerde Tanrılar, adlarını saklarlar. İsmi telâffuz etmek, o şahsın huzurunu, hiç değilse iktidarını celbetmek demektir. 204
İsim, eski milletlerin sihirlerinde ve putperest inançlarda da, her zaman önemli bir rol oynamıştır. Zira kendisine yakarılmak istenen Tanrının adını bilmek ve Onun dikkatini, güeünü, huzurunu sağlamak için, o ismi yüksek sesle telâffuz etmek, vazgeçilmez bir şeydi. Eski Ah id, şu ünlü formülünde de isme verdiği önemi gösterir; qârâ beşem Yahmreh 205. Bunun tam tercümesi “Yahve'nin adıyla çağırmak”, yani ibadet sırasında ilâhî ismi yüksek sesle telâffuz ederek Yahve'yi çağırmak demektir. 206 İslâm öncesi araplardaki btemikal-lâhumme(Senin adınla yâ Allah) ile Kur'ân'daki Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm formülü ve Allah'ın adını anmayı emr eden veya bildiren âyetlerin 207 hepsi, insanların Allah'ın adını anmaya olan ihtiyaçlarını ve onun, insanlardan bunu istediğini göstermektedir. Açıkça söylemeye gerek yoktur ki, maksad, muhtevanın ayrılığını belirtmek değil, insanlardaki ve dinlerdeki esasî bir eğilimi ortaya koymaktır.
Allah, adının kutsal ve yüce olduğunu bildirir 208 Bir çok âyette adını yüce tutmayı emreder 209 Sabah akşam adının anılmasını ister 210. Adı ile okumayı emreder 211. Onun adıyla, aveı hayvanlar salıverilir 212. Allah'ın adı anılarak boğazlanmayan hayvanın eti yenilmez 213. Kurbanlıklar, Onun adıyla kesilir 214. İbadet yerlerinde Onun adı anılır 215. Onun adını anmayı men'edenlerden daha zalim kimse olamaz 216. Hz. Süleyman'ın mektubu, Onun adıyla başlar. 217 Hz. Nuh yanındakilere, Allah'ın adıyla gemiye binmelerini söyler 218. Bunlardan da anlaşılacağı üzere, mü'min, Allah'ın adını anmakla, kendisini Onun huzurunda bulur; yardımına mazhar olur. Fakat bir çok dinde olduğu gibi, öyle yapmakla Tanrısını icbar edebileceğini düşünmez; zira Ona boyun eğdiğine dair derin bir teslimiyeti vardır 219, ve çok yüce Rabbinin azametine ait derin bir duygusu vardır. Allah'ın ismine bir çok âyette “yüce” sıfatı 220 verilir: ismi rabbike'l-'azîm 221 tebâreke'smu rabbike 222 gibi. Hatta bazı yerlerde, -ismin medlulü belli olduğu için- Allah, isminin tesbîh edilmesini ister 223 l'de Rabbin adının tesbîh olunması buyurulmuştur. Hz. Peygamber, bu emirlerin gereğini yerine getirmek üzere “subhâne rabbiye'l-'azîm”, “subhâne rabbiye'l-a'lâ” demiş ve mü'minlerden de öyle söylemelerini istemiştir. “Yüce Rabbimin adını tesbîh ederim” yerine “Yüce Rabbimî teşbih ederim” demiştir 224
“Rabbinin adı yücedir” 225' den maksad “Rabbin yücedir” demektir .226
Öte yandan isim, beşerî idrâke sığmayan aşkın (transcendant) Ulûhiyyet ile, duyu ve akıl dünyasında yaşayan insan arasında, visali sağlayan bir bağ durumundadır. Çünkü insan, Allah'ı olduğu gibi anamaz, Onunla okuyamaz, Onunla gemiye binemez, Onu yüceltemez vs., ama Tanrının adını, bu fiillere konu edebilir. Kul, Ulûhiyyetle irtibatını, isimle sağlar. Bu gerçek. Tanrıyı tenzih için. Onun adının, vazgeçilmez bir eleman olduğunu ortaya koyar. Kulun Ona karşı yaptığı iyi ve kötü fiiller, Ulûhiyyetin hakikatine değil, ismine yönelebilir, Onun hakikati münezzeh ve dokunulmaz kalır.
Tanrının ismi, yani insanlar arasında Kendisine işaret etmeye âlem kılınmış, has ismi olmazsa, insan Ona karşı olan münasebetlerini düzenlemekte çok zorluk çeker. Zira insan, varlığı isimde görüp, isimle ifâde etmeye alışkındır. İsim, varlığın tescilidir. Yalnız, isimle tesmiyeyi ayırd etmek gerekir. Yani önemli olan varlığa delâlet eden adın olmasıdır, yoksa lâfız değildir. Ayrıca bir varlığın adını bilmek, bir anlamda, onun zatını da tanımak demektir. Firavun, Hz. Musa'nın, Kendisine çağırdığı gerçek Allah'ının adını bilmiyordu; daha doğrusu, Onu reddediyordu. Denizde boğulacağı sırada inanmaya mecbur kalınca ortaya çıkan sahneyi Kur'ân ondan naklederken, Firavunun çektiği ifâde zorluğunu, dilinin tutukluğunu görür gibi oluruz. Firavun:
“İsrail oğullarının. Kendisine inandığından başka tanrı olmadığına inandım” der. 227
Halbuki adını bilseydi, salise miktarı bir zamanın bile önemli olduğu o anda, meselâ “Allah'a inandım” der bitirirdi. Firavunun sihirbazları da inandıklarını açıklamak isterken “Harun ve Musa'nın Rabbine inandık” 228. Anlaşılan, Tanrının adını bilmedikleri için öyle demişlerdi; zira Hz. Musa'nın davetini duymuş değillerdi. Bu, boy ölçüşmek gayesiyle olan ilk karşılaşmaları idi. Şunu anlatmak istiyoruz ki, insan, inandığı Allah'ın adını bilmekle, vasıtasız olarak, Onunla bir nevi ünsiyet ve diyalog kuracak imkân elde etmiş olur. Tanrısı hakkında hiç bir şey bilmemenin verdiği bunalımdan kurtulur.
İnsanlar arasında, her devirde, şu düşünceye saplananlar olmuştur:
“Mahlûk insanlar gibi, Allah'a da isim verilmesi, Onun insanlara benzetilmesi demektir. Mademki, hiç bir hususta Allah insanlara benzemez, isim taşıma konusunda da, öncelikle böyle olması gereklidir”. Böyle diyerek, Tanrı'nın adının olacağını reddeder ve Ona verilen isim ve vasıfların gerçek delâletten mahrum olduğunu ileri sürerler. Bu itirazda kabul edeceğimiz taraf olmakla beraber, edemeyeceğimiz taraf da vardır. Allah'ın zatı hakkında insanlar bir şey bilemezler, Zatı itibariyle insanın Onun hakkında söyleyebileceği en fazla şey “huve=O”'dan ibarettir. Ancak O, harice Ulûhiyyet sıfatıyla tecelli ettiğinden, insanların lisanlarında Ulûhiyyeti ifade eden isimlerle ve kemâlini belirten vasıflarla bilinmesine izin vermiştir. Bundan ötürü, bu isimlerin ve vasıfların hakikî medlulleri bulunduğunu ve geçerli olduklarını da kabul etmek gerekir .229
Allah'ın bazı isimlerle bilinmesinin, Onu mahlûklara benzetmek olacağı konusuna gelince:
Allah'ın misli, benzeri olmadığını kabul edenler arasında, benzeyişin (mümâsele) hangi durumda sabit olacağı hakkında görüş ayrılığı vardır. İslâm âleminde feylesoflar, Batıniyye ve Cehm b. Safvân nezdinde, benzeyiş sırf vasf ve tesmiyedeki iştirak ile sabit olur. Bu yüzden onlar Allah hakkında “meveud”, “şey”, “Hayy”, “'Âlim”, “Kadir” tesmiyelerinden bile kaçınırlar. Oysa, umumî vasıfla, benzeyiş sabit olsaydı, insanların ve lisanların varlıkları cins, zıd, hilaf, misil olarak taksim etmelerinin hiç bir anlamı kalmazdı. Hatta her şeyle her şey arasında benzeyiş olurdu. Meselâ, acz kudretin misli olurdu. Sükûn hareketin, bal zehirin benzeri olurdu. Çünkü bunların hepsi bir vasıf taşımaktadır. Mutezileye göre benzeyiş, en has sıfatta iştirak ile sabit olur. Meselâ ilmin, genel vasfı mevcut olmasıdır; en has vasfı ise ilim olmasıdır. Onlara göre en has vasıfta benzeyiş olmayacağı için, -Allah ile mahlûkları benzetmemek amacıyla- Onun ilim ile mevsuf olmasını nefy ederler. Bu da doğru değildir. Bir adam kudretiyle on kiloyu kaldırır, bir başkası yüz kiloyu kaldırır, bu has sıfatta ortaklık olmakla beraber, yine de aralarında mümâsele yoktur. Ehl-i Sünnet'e göre mümâsele, bütün vasıflardaki iştirak ile sabit olur. Bir tek vasıfta aykırılık olsa bile, mümâsele sabit olmaz. Meselâ bizdeki ilim mevcut, araz, sonradan olma, varlığı mümkün olan ve zamanla değişen gibi vasıfları haizdir. İlmi bir sıfat olarak Allah'a izafe edersek: mevcut, sıfat, kadîm, varlığı gerekli, ezelden ebede devamlı bir ilim olur. Bundan ötürü de mahlûkların ilmine benzemez 230 Tanrı'ya isim vermeksizin. Onu insanların kullandığı kelimelerden biriyle adlandırmaksizın. Onun varlığını tasdîk etmek mümkün değildir. 231
Biz Allah'ı, bu isimlerle bilmesek. Onun hakkında ne bilebiliriz ki? İsimler reddedilirse, sonuç, tam bir ta'tîl ve inkâra varmaktan başka bir şey olmaz. Onun isimlerini inkâr edenler, varlığını kabul ettikten sonra, yine de Onu bildirmek için, bir isme başvurmaktan hali kalamazlar (İlk sebep. Yüce varlık, Mutlak vb.) ki, bunlar da birer isimden ibarettir. 232 Çağımızda, Hıristiaynlıktaki Tanrı anlayışını gözden geçirdiği söylenen ve özellikle Honest to God adlı kitabıyla büyük bir şöhrete ulaşan 233 Robinson, söz konusu kitabında Tanrı'yı, yine de bir isimle adlandırmaya mecbur kalmıştır:
“Varlığın esası. 234
Tanrı'nın ismi konusunda, kısaca şu meseleye de temas etmemiz gerekir:
Tanrı'nın vasıfları Onun zatı mıdır? Yoksa onlar hadis midir? Hemen söylemeliyiz ki, bu soruda bulunan terimlere göre, cevap farktı olacaktır. Kanaatimizce, bu noktaya gereken ihtimam ve dikkat verilmediği içindir ki, bu konuda bilinen ve uzayan münakaşa İslâm ilahiyatında ortaya çıkmıştır. İsimden zatı anlayan telâkkiye göre, “eğer isim mahluk ve müstear olsaydı, yani Allah'ın gayrı olsaydı, Allah Kendisinin gayrı olan bir mahlukun teşbih olunmasını emretmezdi. Allah putları isimlendirmeyi insanlara nisbet etmiştir. 235
Bundan anlaşılıyor ki, Onun isimleri ezelîdir. Onun hiç bir sıfatı ve ismi hadis değildir. Mahluklardan önce de Halik, merzuklardan önce de Razik, malumlardan önce de Âlim, mahlukların seslerini işitmeden önce de Semî', mahluklarını a'yan olarak görmeden önce de Basîr idi” 236 el-Eş'ârî (ö.324/936), Allah'ın isimleri, Onun zatıdır” fikrini hadîs ehlinin ekserisine nisbet eder 237. Bazıları ise, “Allah'ın isim ve vasıfları Onun gayridir” demiş. 238 ve bunları sırf lafzı yönden ele alarak “esma' ve sıfat bir takım sözlerden ibarettir” fikrini ileri sürmüşlerdir. 239
Birinci görüşü tutanlar, isimsizlik ve sıfatsızlığın, yokluk belirtisi olduğunu düşünerek, Allah'ın sıfatsız olamayacağı üzerinde ısrar etmişler, öbürleri ise isimlerdeki hudus tarafına bakarak, Allah'ı onlardan tenzih etmeye yönelmişlerdir. Aslında önemli olan şudur:
Bu isimlerin medlulleri, Allah hakkında ezelî ve ebedî olarak doğrudur. Bu böyle olunca insanların tesmiyelerinin sonradan (hadis) olması, bir şey değiştirmez ve bu tesmiyeler, isimlerin hadis ve mahlûk olduğu anlamına gelmez. Zira Allah'ın isimleri, Onunla tam mutabakat halindedir. Selbî yönde aşırı gidenler, isimleri mahlûk görmekle, onların medlullerinin de insanlar tarafından uydurulmuş olduğunu kabul etme tehlikesine düşerken, öbürleri Allah'ın ezelden beri bu isimlerin hakikatleriyle muttasıf olduğunu belirtmek istemişlerdir. Bu sonuncuların görüşünü bu şekilde değerlendirmemiz için sebep vardır. Bu görüşün şuurlu savunucularından Ebû Sa'îd ed-Dârimî (ö.280/892) şöyle der:
“Muarızımız, fasit bir kıyas ile, isimlerin hudusu ve mahlûkların icadı olduğu hakkında diyor ki:
“Bir ismi, bir kâğıda yazsam, sonra kâğıt yansa, isim de kaybolur”. ed-Dârimî şöyle cevap verir:
“Ne kâğıt, ne de ismin hattı, bizzat isim değildir. İsmin yazılı olduğu kâğıt yanarsa, yanan kâğıttır, yanan yazıdır; Allah'ın ismi yazanın lisanında kalır. Nitekim kâtip, onu yazmadan önce de o isim vardı. Ateş, isimden veya ismin sahibinden bir şeyi eksiltmiş olmaz. Nasıl ki mahlukların da kâğıt üzerindeki adları yansaydı onların ne isimlerine ne cisimlerine bir zarar gelmiş olmayacaktı. Bütün mushaflar yansa bizatihi Kur'ân'dan, bir harf bile noksanlaşmaz. Bütün hafızlar yansa veya ölseler, Kur'ân'da bir değişiklik olmaz; zira o, Allah ile kaimdir”240
İsimden murad lafız ise, isim, müsemmanın gayridir. Milletlere ve asırlara göre değişir, bazan çok, bazan bir olur. Oysa müsemma böyle değildir. Şayet isimden maksat, bir şeyin zatı ise, o takdirde isim müsemmanın aynıdır, fakat bu mânâ ile iştihar etmemiştir.241
Tesmiye, insanlardan olduğu takdirde, onlar Uluhiyetin hakikatine tetabuk etmeyebilirler. Fakat Kur'ân'da bulunan isimler; Allah'ın, Kendisi hakkında bildiği sıfatlarını ifade ederler. Bundan ötürü, bunların icad edilmiş sözler olduğu söylenemez. Zira icad edildikleri şu anlama gelebilir:
“Allah, Kendisini o isimlerle tanıtmış değildir. İnsanlar, uydurdukları isimlerle birbirlerine Allah'ı tanıtmışlardır.”
Allah'ın isimleri mahlukların ki ne kıyas edilemez. Çünkü onların adları, mahluk ve müsteardir. İsimleriyle sıfatları arasında tetabuk yoktur; hatta bazan isimleri, sıfatlarına aykırıdır. Allah'ın isimleri ise, sıfatlarıdır. O isimler, sıfatlarına aykırı olmak şöyle dursun, tam tetabuk halindedirler. Mesela, Hakîm adlı bir insan, cahil olabilir; hatta ne kadar hikmetli olursa olsun, bu ismin kemâlini haiz olamayacağı için yine de, tetabuk imkânsızdır. Oysa Allah hakkında Hakîm dediğimizde tam bir tetabuk vardır. Mahluklardan birinin Kadir adını taşıdığını düşünelim; aslında, onun bu sıfata istihkakı, son derece sınırlıdır, kemâl suretiyle bu isme layık değildir. Gücünün yettikleri yanında, yetmedikleri sonsuzdur. Halbuki Kadir ismi. Allah ile tam tetabuk halindedir. Onun, öbür isimleri için de durum aynıdır. Demek ki Allah'ın Kendisini tavsif ettiği sıfatlar, gerçek anjamla-nyla Kendisine ait olduğu halde, mahlûklar hakkında bir bakıma mecazîdirler.
El-Mâturîdî, bu konuya gereken dikkati göstererek diyor ki:
“Bize göre, Allah'ın isimleri Onun zatıdır, onlarla adlandırılır:
er-Rahmân gibi. Keza Onun mevsuf olduğu zatî sıfatları vardır:
Varlıkları bilmek ve onlar hakkında kudret sahibi olmak gibi. Lâkin bizim Onu tavsif etmemiz veya isim vermemiz, zorunlu olarak gücümüz ve ifade kabiliyetimiz nisbetindedir. Çünkü bu hususta baş vuracağımız şey, görülen âlemde bildiğimiz durumlardır. Bu ise, lafız olarak müşabeheti gerektirir. Zira görülen alemde, bilinene göre takdîr (kıyas) edilmiştir. 242
“Hülasa, biz nihaî imkânımızı kullanarak, zaruret dolayısıyla bu isimleri kullanıyoruz. Mahluklarla lafzı benzerlik olmasına rağmen, biz Onu her hususta müşabehetten tenzîh ettiğimizden, bunlarla Allah'ı adlandırmak mümkündür. Delâleti bir olduktan sonra, çeşitli dillerde mesela:
'Âlim, Kadir, mânasının lafızlarının değişmeside, mesele değildir. Bu da gösteriyor ki, Allah'ı tesmiye ettiğimiz isimler, insan anlayışına yaklaştıran ibarelerdir, gerçekte Allah'ın isimleri değildirler”! 243 el-Mâturîdî'nin bu son cümlesini yanlış değerlendirmemek için, öbür ifadeleriyle birlikte göz önünde bulundurmak gerekir. O, İsimlerin lafızlarının gerçekte Allah'ın isimleri olmadığını söylüyor, yoksa medlullerinin değil.
El-Gazzalî'nin (ö.505/1111) bu konu ile ilgili olarak çok derin ve değerli bir mütalaası vardır ki, iktibas etmekten müstağnî kalamayız:
“Yüce Allah'ın Celâl ve Kibriyasında bir sıfatı vardır ki, yaratma ve ibda' ondan neş'et eder. Bu sıfat, lügat vâzi'ının (dili meydana getirenler) bakışının fark edemeyeceği kadar yüce olduğu için, lügat vâzı o sıfatı, Celâli'nin künhüne ve hakikatinin hususiyetine delâlet edecek bir ibare ile ifade edemez. Nasıl etsin ki Onun, aşkınlığından ve Iûgat vâzılannın akıllarının bakşının Onun tecellîlerini farkedemeyecek kadar aşağı olmasından dolayı, âlemde onu ifade edecek ibare yoktur. Nitekim, yarasanın bakışlarının güneşi görmemesi, güneşteki kapalılıktan değil, kendi gözündeki kusurdandır. Böyle olunca, görüşleri, o sıfatın celâlini fark etmek üzere açılanlar, lisanlarla konuşanlar âleminin eksik ifadelerinden, onun hakikatlerinin mebadilerinden çok zayıf bazı şeyleri anlatarak ibareler istiare ettiler. Onu anlatabilmek için, “kudret” ismini istiare ettiler, biz de onların istiareleri sebebiyle, onu söylemeye cesaret ettik ve dedik ki:
“Allah Taalâ'nın kudret denilen bir sıfatı vardır ki yaratma ve ibda' ondan çıkar.
Diğer taraftan, mahluklar varlık bakımından bir takım sınıflara ve özel sıfatlara ayrılırlar. Bu bölünmenin ve özelliklerin kaynağı da bir başka sıfattır ki, aynı zaruret dolayısıyla, “Meşiet” ibaresi istiare olunmuştur. Halbuki bu ibare de o sıfat hakkında, harfler ve seslerle anlaşan insanlar nezdinde, mücmel (müphem) bir şey sızdırır. “Meşiet” ibaresinin, o sıfatın künhüne delâlet etmekteki eksikliği, “kudret”, kelimesinin kusuru gibidir (...)” 244
Sıfat ve Zat münasebetine bir de tecelli kavramıyla yaklaşmak mümkündür. Allah'ın sıfat ve fiillerinin Kur'ânla olan tecellisi, “beşerî anlayışa yönelen ilahî tenezzülat”tan ibarettir. Allah istediği tarzda, istediği keyfiyette ve istediği zaman Kendisini izhar edebilir. Zuhuru, bizim anlayışımıza göre Kendisini bir nevi kayıtlar gibi görünürse de, O tecellisinde de Mutlak olmakta devam eder. “Hatta ıtlak kaydı bile, onu bağlayamaz. Kayıtlanmaktan münezzehtir, taaddütten beridir. Ümmetin Selefi, ve kalb erbabı mutasavvıflar, buna sahip olmuşlardır. Bunu böyle bilen, böylesi tekellüflere (müteşabih ayetleri te'vîl tekellüfüne) muhtaç olmaz ve bu te'vîller etrafında dolaşıp durmaz” 245 İmdi tecellî, tecelli edeni izhar eder. Fakat bu izhar, Onu zatında olduğu gibi değil, bir anlamda izhar eder. Zira tecellî, tecelliye mazhar olanın takati nisbetinde olur. Şuraya getirmek istiyoruz: Allah'ın vahiy yoluyla Kendisi hakkında bildirdiği sıfatlar, Allah'ı zatında olduğu gibi izhar etmese de, bir anlamda izhar eder. Kur'ân onun vasıflarını tecellî ettirirken, beşerî ifadelerden istiare etmiş olduğu her vasıf, keyfiyyeti ancak Kendisince bilinmek üzere, Ulûhiyyet hakkında sadıktır. Öyleyse, Onun isimleri “birtakım” sözlerden ibaret” değildir, Zatına layık medlulleri vardır ve Zatından ayrı düşünülemezler.
Allah'ın isimlerinin çokluğunun bir problem doğurmayacağı, bu coklukta bir çok tanrıcılık kalıntısı tevehhum editemiyeceği ortadadır. Ulûhîyyeti ifade eden İlâh ve Rabb kelimeleri cins isimlerinden ibarettir. Mesela “Rabbimiz Allah'dir” 246.
“Allâh'dan başka iiâh yoktur” 247 gibi bir çok ifadelerde durum açıkça görülür. Allah lafzı, Ulûhiyyete delâlet eden özel isimdir 248 el-Esmâ'u'l-Hüsnâ ise, aslında Allah'ın sıfatlarından ibarettir. 249 Zira bütün bu isimler. Ona isnad edilir:
“Allah Gafurdur, Rahimdir, Hakîmdir vb.” denilir. Bu sıfatların fiilleri de Ona isnad edilir:
“Allah rahmet etti, rahmet eder, Allâhım rahmet et, Allah görür, işitir, bilir vb.” Allah'ın isimleri mana ve sıfatlara şamil olmasaydı, o isimlerin fiilleriyle Allah'ı tanıtmaları sahih olmazdı. Zira sıfatların hükümlerinin sabit olması, isimlerin sübutuna bağlıdır. Sıfatın aslı yok olursa, hükmünün sübutuda kalmaz.
Keza, Onun isimleri, mânaları sahip vasıflar olmasaydı, onlar sıf alemler gibi, camid olurlardı (bilindiği gibi bu alemler, müsemmalarında kaim olan mânalar esas alınarak konulmuş değillerdir) ve medlulleri arasında bir fark kalmaz, hepsi eşit olurlardı ki, bu açık bir mukâberedir. Kadîr isminin manâsı, Semî'in manasıyla bir olurdu; Tevvâb demek, Müntakim demek olurdu. Bu da akla, lisana ve fıtrata karşı çıkmaktan başka bir şey değildir. 250 Ayrıca bu sıfatların, mastarları da Allah'a muzaf kılınır:
“Allah'ın rahmeti, mağfireti, ilmi” “Allah'ın rubûbiyyeti” gibi. Şu halde Onun isimleri, müştakk kelimeler, vasıflardır. Anlam bakımından sıfat oldukları içindir ki “el-husnâ (en güzel)” olarak vasfolunmuşlardır. 251
Eğer o adlar, bir takım anlamlar ihtiva etmeyen lafızlar (yani sırf alemler) olsalardı, onlar (en güzel olarak nitelenemezlerdi, öğmeye ve kemâle delâlet edici olmazlardı. Kahr ve gazap isimlerinin, lütuf ve ihsan isimlerinin yerine geçmesi mümkün olurdu.
Er-Rahmân kelimesi, Kur'ân'da Ulûhiyyet için, ikinci bir özel isim gibi görünürse de, aslında sıfattır. Olsa olsa, isim yerine geçen “sıfât-ı galibe” dendir (er-Rahmân vasfı ele alınırken, mesele ayrıntılı olarak incelenecektir). Allah ile er-Rahmân'ın medlullerinin aynı olduğuna dair şahitlerden birini hatırlatmakla yetinelim:
Kur'ân bu iki ismi, biribirinin yerine kaim kılmaktadır. Aynı işi, değişik yerlerde bildirirken, fail bir yerde “Allah”, öbür yerde “er-Rahmân”dır. Mesela arş üzerine istiva fiili 25, 59'da “Allah'a, 20, 5'de ise “er-Rahmân”a izafe edilmiştir. Kaldı ki, meseleye, anlamı bırakarak, sırf gramer yönünden bakılacak, sadece kelimelerin cümle içindeki yerine göre hüküm verilecek olursa, anlam bakımından sıfat olan bir çok ilahî ismin, özel isim durumunda getirildiğine rastlamak mümkündür:
el-Hamîd” 252, “Rabbu'l-'âlemîn 253, “Habîr” 254,, “Hakîm Habîr”255, “Melik Muktedir” 256, “Gafur Rahîm”257, “el-'Azîz er-Rahîm” 258 vb. Bunların hepsi özei isim durumunda kullanılmış iseler de, sayılamayacak kadar çok ayetin gösterdiği gibi, gerçekte Allah'ın sıfatlarından başka bir şey değildirler. 259
Dostları ilə paylaş: |