3. İsimlerde “İlhâd” ve Tevkifi Olup Olmadıkları
Esmâ-yı Husnâ ile ilgili olan bir âyette:
“En güzel isimler Allah'ındır, Onu o isimlerle çağırın(adlandırın). Onun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir” 272 buyurulur. “Eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhidûn”, genel olarak Allah'a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, laubali kimseleri ifade eder. “Tefsir ve mânâ ehli demişlerdir ki ilhâd:
Allah'ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında ne Kur'ân ne de Sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır. Zira Allah'ın bütün isimleri tevkifî'dir.273
Ehl-i sünnet müslümanlarının imamlarından el-Mâturîdî, el-Bâkillânî (ö. 403/1012) gibi zatlara göre de Allah'ın isimleri tevkifidir. 274 el-Bâkillânî nezdinde, Allah hakkında doğru olabilecek 'âkil, fatin gibi isimlerle,
Onu tesmiye etmek caiz değildir. 275 Bir çok kelâm bilginine göre Allah hakkında Semî', Basîr, Nûr gibi isimler ancak dinde varid oldukları için kabul edilirler. Allah'ın isimleri, kıyas yoluyla sabit olmaz. el-Eş'arî'nin dediği gibi. Allâh'ı bilmekte ve adlandırmakta, akıl ve kıyasın dahli yoktur. Bunlar ancak Onun lütfü ile Kendi katından gelir 276 el-Cübbâ'î (ö. 321/933) gibi bazı mutezilîlere göre Allah'a isim vermekte kıstas akıldır. Onun hakkında aklen caiz olan isimler verilebilir. Mutezilenin Bagdâdiyyûn kısmı ise, ona muhalefet ederek “akıl doğruluğuna delâlet etse bile, Allah'ın Kendisini adlandırmadığı isimleri veremeyiz” derler, 'Arif ile 'âlim aynı anlamda olmakla beraber, biz Allah'ın adlandırmasına uyarak 'Âlim deriz, 'arif diyemeyiz. Yagdibu ile yegtâzu aynı mânâdadır, fakat yegtâzu Onun hakkında kullanılmaz. 277
El-Gazzâlî bu konuda daha da derinleşerek, isim ile vasfı biribirinden ayırd eder. Ona göre isim verme dinin iznine bağlıdır. Buna karşılık Allâh hakkında yalan olmayan doğru vasıflar, izne bağlı değildir. İsim, müsemmaya delâlet etmek üzere konulan lâfızdır. Meselâ “Zeyd” lâfzı, Zeyd'in adıdır. Zeyd'in kendisi açık tenli, uzun vb. gibi vasıflarla muttasıf olabilir. İsim insana ya bizzat kendisi, yahut üzerinde velayeti hâiz olan kimseler tarafından verilir. İnsana verilmiş olan bu isimden başka bir isimle kendisine hitap olunursa kızar ve onu reddeder. Bir insana bile kendiliğimizden ad koyma yetkisine sahip olmazsak, nasıl olur da bu konuda Allah hakkında cür'etkârlık gösterebiliriz? Vasfın mubah olmasına gelince bu, vasfın bir durumdan haber vermesinden ileri gelir. Biz, din kullanmamış olsa bile, Allah'ın yüceliğine yaraşan, medih ifade eden vasıfları kullanabiliriz. Onun hakkında Kadîm, Mevcûd demek gibi. Allah'ı nitelemekte 'arif, 'âkil, fatin ve bu durumda olan tabirleri kullanmayıştmıza engel olan husus, bu kelimelerdeki ihamlardır. Kendisinde îham olan, yanlışlığa yol açacak lâfızları kullanma, ancak dinin izni ile mümkündür. Meselâ Sabûr, Halîm, Rahîm isimlerinde îham olmakla, birlikte, şer'î izin vardır. Oysa 'arif, 'âkil gibi kelimeler böyle değildir. 'Âkil:
Kendisini zapteden bir bilgisi olandır. Fıtrat ve zekâ, gâib bir şeyi, süratle idrâk etmeyi bildirir. Görülüyor ki, bu kavramlarda Allah'a ıtlak edilmelerine engel olan bir taraf vardır. Muhataplar arasında hiç bir yanlış anlayışa meydan vermeyecek bir lâfız bulunursa, dinde de bunu men'eden bir hüküm yoksa, el-Gazzâlî onu kullanmayı kesin olarak caiz görür.278
El-Gazzâlî'nin bu mütâlâasında, şu hususun unutulur gibi olduğu seziliyor:
Allah'ın isimleri aslında birer vasıftan ibarettir. Onlar, -meselâ onun verdiği Zeyd örneğinde olduğu gibi- alem değildirler. Bütün isimleri içerisinde vasf olmayıp da, Zatı için alem olan tek ismi vardır:
“Allah”. Böyle olunca, Ona verilecek vasıf Kur'ân'daki anlamıyla isim olacaktır. O zaman da, cumhurun bahsettiği tevkîf, iptal edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Kaldı ki, Ulûhiyet hakkında îhamdan uzak olan vasıf bulmak, tatbikatta pek de kolay değildir. Kadîm vasfı bile bundan müstesna olamaz. Çünkü bu kelime normal olarak “varlığı üzerinden uzun zaman geçen”i ifade eder. İhtiyarlık, yıpranmışlık gibi şeyleri îham edebilir. Bu kelimeyle Allah'ı vasfetmekte yanlışlığa meydan vermemek için, bazı sıfatlarla nitelemek gerekir. Yahut bir kimse, “Kur'ân'da kulun Allah'ı sevmesi vardır. Onu çok sevmek de matlûptur. Ben de Ona “mahbubum, ma'şukum diyebilirim” derse, bu vasıflar o kimseye göre îhamdan uzak olsa da, başkasına göre olmayacaktır. Bu halde ortaya “re'y” çıkacak, görüşler değişecektir. “Allah hakkında bilmediğini söylemek” 279 tehlikesi ortaya çıkacaktır. Nasslarda gelen çeşitli vasıflar, başkalarına ihtiyaç bırakmayacak kadar çok ve muhtevalıdır. el-Gazzâlî'nin şartları, bahsettiği bu imkânı teorik kılmaktadır. Tevkîfî saymak, donukluk sayılabilirs e de, -Allah'ı vasıflandırmaktaki disiplinsizlikleri yüzünden sapan ümmetlerin olduğunu düşünürsek- sebepsiz bir donukluk değildir.
Bazıları, Kur'ân veya hadîste bir aslı olması halinde, meselâ faili AIlâh olan bir fiilden isim getirmenin mümkün olduğunu söylerler. Kanaatimizce bir çok durumda bundan sakınmak gerekir. Çünkü Allah'ın bazı şartlara raci olan, muayyen bir şe'nini veya tecellisini gösteren fiilleri, Kendisine izafe etmesi, onlardan sübut ve devam ifade eden vasıflar getirmek için sebep teşkil edemez. Allah'ın herhangi bir fiili Kendisine nisbet etmesi, o fiilden Kendisine bir sıfat vermesinden başka bir şeydir. Kur'ân'da Allah'a izafe edilen fiillerin dairesi, isimler dairesine göre fazlasıyle geniştir. Bunlar ekseriya, muhatapların durumlarındaki bîr takım şartlarla kayıtlıdır. Bazı ilâhî şuûnatı bildirirler. Onun için meselâ istevâ, kerihe, gadibe vb. fiiller var diye Mustevî, Kârin, Godbân gibi vasıflar türetilemez. Bu vasıfları getirmemek, o fiilleri inkâr etmekten farklıdır. Allâh bazı kayıtlarla, azametine yaraşır bir tarzda, bize bu fiillerle biidirile-bileçek şuûnatı gerçekleştirir. Kur'ân'da izafet veya başka bir yolla kayıtlı olan vasıflardan da mücerred ve mutlak vasıflar yapılamaz. Şedîdu'l-'azâb (2, 165) vardır. Azabı irade etmesi halinde azabının şiddetti olduğunu ifade eder. Buradan eş-Şedîd vasfı getirilemez. Mu'azzib, muhlik 280, mûhin 281 gibi vasıflar da, ism-i fail sıgasiyle gelmiş olmalarına rağmen, anılan sebepler dolayısıyla kayıtlı olduklarından, mutlak bir tarzda getirilemezler. Kur'ân'daki kayıtları korunmak şartıyla kullanılabilirler. el-Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi bazı zatlar, tenzîh gayesini gerçekleştiren her türlü lâfız ile Allah'ın ta'zim olunabileceğini söyler, sınır kabul etmezler. 282
Ele aldığımız konuyla ilgili olarak, şunu da belirtmeliyiz. Allah'ın biribirine zıt sıfatlarını gösteren isimleri, tek başlarına kullanılamazlar; ancak mukabilleriyle birlikte zikrolunabilirler. Onun Evvel olduğunu söylerken. Âhir olduğunu da aynı anda bildirmek gerekir. Zahir, Bâtın'dan ayrılmayacaktır. Zira bunlardan yalnız biri değil, ancak ikisi bir arada mut-lâk kemâli ifade ederler. 283 Böyle zıt kavramlar fiil şeklinde Allah'a izafe edildikleri zaman da mukabilleriyle birlikte varid olurlar:
“Dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltırsın” 284.
“Daraltır ve genişletir” 285.
“Diriltir ve öldürür” 286.
“Afveder, azabeder” 287.
Zira bunların ikisi bir arada bulunmakla, işin her iki tarafının da Onun elinde olduğu belli olur, ve ancak o takdirde öğülen vasıf olurlar.
Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'ın isimleri konusunda kötülediği ve mahkûm ettiği “ilhâd”, başka anlamları da ifade eder. Allah'ın, Kendisini vasıflandırdığı isimlerin mânâlarını nefyetmek, ilhâdın belki de en büyüğüdür. O, Kendisi hakkında 'Alîm demekle beraber, ayrıca Semî', Basîr diyorsa;
İşiten ve Gören olmasını, Bilen olmasıyla te'vîl etmek 288 bu mânâları nefyetmek, dolayısıyla “ilhâd” etmektir.
İlhâdın bir başka çeşidi, Allah'a ait isimlerle putları adlandırmaktır. İbn 'Abbâs ve Mücâhid diyorlar ki: “Müşrikler, gâh noksan gâh ziyade ederek Allah'ın isimlerini, taşıdıkları mânalardan saptırarak, onlarla putlarını adlandırdılar. Allâh'dan el-Lât'ı, el-'Azîz'den, el-'Uzzâ'yı, el-Mennân'dan Menâfi türettiler. İbn 'Abbâs'tan hakkında, “Allâh hususunda yalan söylerler” tefsiri de gelmiştir ki, buda âyeti lâfız değil, mefhum bakımından tefsir etmek sayılır. 289 İbn Kayyım'a göre;
İsimlerde ilhâdın hakikati, onlar hakkında doğru olandan sapmaktır. Onlarda bulunmayan anlamları o isimlere sokmak veya mânâlarının hakikatlerini onlardan çıkarmaktır. Bunları yapan, Allah hakkında yalan söylemiş olur. İşte bunun için İbn 'Abbâs ilhâd'ı yalan şeklinde açıklamıştır. Yahut yalan, mulhid'in, Allah'ın isimleri hakkındaki gayesidir. Onlarda olmayan anlamları onlara koymak, kısmen de olsa onları özlerinden ayırmak suretiyle, hakikatten ve doğru olandan onları saptırmış olur ki ilhâd'ın gerçek anlamı da budur. Şu halde ilhâd: Ya onları red ve inkâr, ya onlardan mânâlarını red ve ta'tîl, yahut onları batıl te'vîllerle doğrudan saptırmak, bozmak ve hakîki durumundan çıkarmak suretiyle olur. Aynı şekilde, o isimleri mahlûklar ve masnular 290 hakkında kullanmakla olur. İttihad ehlinin ilhâdlari gibi 291 Kur'ân ilâhî isimlerden bir çoğunu (basîr, semî', 'alîm, halîm vb.), bazan insanlar içinde kullanır. Fakat iştirak sadece isimdedir, onların ıtlâkında değildir. Anlaşılan İbn Kayyim, ancak Alâh'a has olan (Halik, Rezzâk, Rahman vb.) isimlerin mahlûklara verilemeyeceğini anlatmak istiyor.
İlhâd konusunda er-Râzî (ö. 606/1209), anılan izahlara ilâve olarak “kulun, mânâsını bilmediği ve müsemmasını tasavvur etmediği bir lâfızla Rabbini adlandırması (veya Ona dua etmesi)dir” diyor. 292 el-Beydavî (ö. 685/1286), ilhâd'dan, isimlerin tevkifî olduğu anlamını çıkarmaz. 293 Ona göre gaye, sapıkların adlandırmalarını, putların isimlerini Onunkilerden çıkaranları terketmektir. 294
Bir çok âyette, Allah'ın ismini tenzîh etmek emrolunmaktadır. İsim konusunda menfî emrin ne olduğunu gördükten sonra, müsbet emrin de neyi ifade ettiğine kısaca temas edelim. İsmi tenzîhten maksad:
Allah'ın isimlerini, onlara yaraşmayan hususlardan tenzîh etmek yani hakkında varid olan isimleri te'vîl etmemek; onlar konusunda insanlar arasındaki mânâ ve keyfiyetleri düşünmemek; Kendisine has olan adları başkalarına vermemek; meselâ Kendisine bir şeyler veren kimse için “bu benim Râzık' imdir” gibi ifadeler kullanarak o isimleri müptezel hale getirmemek; uygun olmayan yerlerde (hela gibi) onları telâffuz etmemek; huşu ve ta'zim içinde olmaksızın onları anmamak; ve hatta karşı karşıya bulunduğu durum içinde Onu işitmek istemeyen kimsenin yanında anmamaktır. İsteyen fakire bir şey vermeksizin “Allah versin” demek gibi . 295
Dostları ilə paylaş: |