ALLAH'I TAVSİF EDEN ESMÂ-YI HÜSNÂ A- MEKKÎ SÛRELERDEKİ İSİMLER
1. Rabb
Rabb kelimesi şekil olarak, fail için müsteâr olan bir masdardır. Kur'ân-ı Kerîm'in geldiği sırada, bu kelime Arapçada; “itaat olunan efendi, her hangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki” anlamlarını ifade ediyordu. İslâmda ise, “benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle mahlûkların durumlarını düzelten, yaratma ve emretmenin sahibi” anlamındadır. 394
Ayrıca: terbiye eden, idare eden, kemâle erdiren 395 in'âm eden, kayyim, bir şey üzerinde hak sahibi olan 396 anlamları vardır. Rabb kelimesi, aslında “terbiye”den gelir. Terbiye ise, bir şeyi kemâline ulaştırıncaya dek yavaş yavaş geliştirmektir 397. Arapçada, ism-i fail yerine masdarın kullanılması mübalâğa gayesiyle olur. Fiilin aslı ile, fail arasında bir aynılığı, failin fiili kemâl manâsıyla gerçekleştirdiğini ifade eder. Mürebbi yerine rabb masdannın kullanılması; hakimiyet, inayet, tedbir, telkin, irşad, tasarruf, emir ve nehiy, tergib ve terhib, taltif ve takdir gibi terbiyenin bütün gereklerine mâlik, kuvvetli ve ekmel bir mürebbi anlamına delâlet eder. 398
Rabb kelimesi, marife olarak “er-Rabb” şeklinde, yalnız Allah hakkında kullanılır. Her hangi bir isme muzaf olarak -İslâm'dan önce olduğu gibi sonra da, insanlar için de kullanılmıştır. el-Cevherî ve es-Suyûtî gibi bilginler, er-Rabb şeklinin Allâh'dan başkasına ıtlâkında, lügâvî değil de dinî engel görürler. 399 Bu kelimenin hadîste de kullanılışına kısaca göz atacak olursak şu durumu görürüz:
a- Marife olarak Allah hakkında kullanılmıştır; “Merdâtun li'r-Rabb” 400 “salâtu'r-Rabb” 401 “yekû-lu'r-Rabb”402 vb. Oysa Kur'ân'da marife olarak hiç yoktur,
b- Muzaf olarak insanlar için de kullanılmıştır. “Rabbu'l-mâl” 403 müennes olarak “rabbetehâ” 404 vb. (Kur'ân'da yok denebilir),
c- Hadis, bu kelimeyi mahlûklar hakkında kullanmayı yasaklamıştır:
“Köle, (sahibine) “rabbim” demesin, “seyyidim” desin” 405
d- Hadiste fiil olarak kullanılmıştır, “va in rabbûnî” 406 “tarubbuhâ” 407 Fiiller insanlara izafe olunmuştur. (Kur'ân'da fiilin bu şekli yoktur. Ama burada olduğu gibi mudâ'af olmayıp nakıs şekli, sadece iki defa ve “çocuk yetiştirmek” anlamında gelmiştir 408. Fail tabiatiyle çocuk velileridir).
Gelelim bu kelimenin Kur'ân'da kullanılışına:
Rabb ismi, “Allah” lâfz-ı celâlinden sonra, Ulûhiyyeti belirtmek için, Kur'ân'da en çok kullanılan bir kelimedir (970 defa). Fiil olarak yalnız iki defa varid olmuş, fail insanlardır. Masdar olarak hiç örnek yoktur. Rabb isminin çoğulu olan erbab, dört yerde, Allah'tan başka tanrı gibi ta'zîm olunan, tanrılaştırılan varlıklar için kullanılmıştır. Biri mekkî 409, öbürleri medenî olup Ehl-i Kitap hakkındadır 410 ki, bunda onların tanrılaştırmalarındaki özel duruma bir işaret düşünülebilir. Zira öbür batıl tanrılar için ekseriya âlihe, şürekâ' vb, tabirler kullanılır. Kelimenin marife şekli er-Rabb, hiç varid olmamıştır ki, bu, düşünmeye değer bir konudur. Rabb ismi her zaman muzaf olarak sadece Allah, tavsif eder. Ancak ihmal edilebilecek bir kaç istisna vardır. Yalnız, Yûsuf sûresinde, dört yerde “efendi” anlamında insanlar için ve hikâye yoluyla kullanılmıştır 411 (iki kere). Bizce de makûl olan bazı tefsirlere göre Firavun'un “Ben sizin en yüce rabbinizim” 412 sözünde de, yine “efendi, idarenin başındaki tek hakim” anlamı düşünülmelidir. 413 Zira onun inandığı tanrıları yardı (ayrıntıları, batıl tanrı figürleri faslında, hükümdar-tanrı paragrafında gelecektir). Kur'ân'ın rabb kelimesini istisnaî olarak insanlar hakkında kullandığı beş âyette de Firavunlar Mısırının kral veya naibinin söz konusu olması, merak uyandıran bir konudur. Bu gün, o devrin hükümdarlarının tanrılaştınldıkları, çeşitli yollarla kesin olarak bilinmektedir. Belki de Kur'ân, onların inançlarını nakl ve ona işaret ediyordur. Cahiliye devri arapları, rabb kelimesini muzaf olarak “sahip, efendi, âmir” anlamlarında kullandıkları gibi nadiren mücerred ve marife olarak “kıral” hakkında kullanmışlardır. 414 Rabb kelimesi eliflâmdan mücerred, mevsuf olarak ise, sadece iki âyette görünür “Rabb Gafur” 415, “Rabb Rahîm” 416. Şu halde, bu kelime normal olarak isim veya zamire muzaf olarak gelmiştir.
Kur'ân Rabb kelimesini, ilk vahiyden itibaren, insanlara ait zamirlere muzaf olarak kullanmıştır. Bu kısmın en çok görüneni ise, müfred muhatap zamirine izafetle “Rabbuke (senin Rabbin)” şeklidir. İlk otuz sûre için bir sayım yapacak olursak şöyle bir durum ortaya çıkar:
Rabbu-ke (24), Rabbu-nâ (2), Rabbu-hum (3), Rabbu-hû (5), Rabb-i (2) 417 Bazı rivayetlere ve bir çok bilginin düşüncesine bakılır, er-Rahmân sûresi de bu devrede sayılırsa, zamire muzaf olan istimallerin sayısı, iki misline çıkar, 418 toplum olarak yetmişi geçer. Aynı devre içerisinde, öbür varlıklara olan izafet şekilleri ise şunlardır: “Rabbu'l-maşrık va'l-magrib doğunun ve batının Rabbi)” 419,
“Rabbu'l-'âlemîn (âlemlerin-özellikle şuurluların- Rabbi)” 420,
“Rabbu'n-nâs (insanların Rabbi)” 421,
“Rabbu'l-felâk (sabahın Rabbi)” 422,
“Rabbu'ş-şi'râ (şi'râ yıldızının Rabbi)” 423,
“Rabbu haza'l-Beyt (bu evin (Kâbenin) Rabbi)” 424.
Demek ki, bu kısım da, (7) civarında oluyor. Aynı devre içerisinde “Allâh” ismi ise 20) defa kadar kullanılmıştır. 425 Sûreleri sıralamadaki hata payını göz önünde bulundursak bile, bu büyük farkta bir anlam arayacak olursak şöyle diyebiliriz:
Kur'ân'ın ilk muhatapları “Allâh”ı bir mefhum olarak biliyorlardı. Fakat hemen hemen şirk inancına saplanan bütün topluluklarda olduğu gibi onların hayatında da bu “Yüce Varlık”, nerdeyse unutulmuştu. Bu adı yalnız Ona veriyorlardı. Aynı zamanda, bu unuttukları “Allâh”a Rabb vasfını da tanıyorlardı. Tanrı anlamında olarak araplar “rabb” kelimesini kullanıyorlardı. Yalnız onlar nezdlnde Allah “Tek Rabb” değildi. Onun yanında daha bir çok rablar ve rabbâb'lar vardı. 426 Genel olarak bütün tapınmalarını, yanıbaşlarında buldukları müşahhas rablerine yöneltmiş, Allah'ı teorik olarak değilse de fiilen terketmişlerdı. Onu ancak çok dara düştüklerinde hatıra getirirlerdi. Her halde Hz. İbrahim'in şeriatından kalan bir iz olarak, Allah'ın temsil edilemeyeceği inancı korunmuştu. Fakat onlar ibadetlerini, -bazı âyetlerden 427 ve Kur'ân'ın onlardan yaptığı nakillerden çıkan genel duruma göre- Allah tarafından tapılmaya izin verildiğini iddia ettikleri şefaatçi yarı-tanrılar haline getirilen rabler'ine yöneltiyorlardı. Kısaca diyecek olursak rabb (kî onların düşüncesinde ilk önce putlarını ifade eder olmuştu) kelimesi adına müşrikler, Ulûhiyyetin muhtevasını, büyük ölçüde Allah'tan gasbederek, rablerine dağıtmışlardı. Halbuki bu vasıf, kelimenin taşıdığı asıl mânâ itibariyle, ancak Allah'a ıtlak edilmeliydi. “Allâh”û kavramı “gerçek rubûbiyet” olmaksızın, kalsa kalsa, çok uzaklarda, fonksiyonlarını yitirmiş, uzak bir hatıra şeklinde kalabilirdi. Nasıl ki, arap müşriklerinde durum bu idi.
Kur'ân, onların dilinde kalmış “Allah “lâfzına gerçek muhtevasını vermek için, ancak Allah'a ait olabilecek bu kelimeyi, düşürüldüğü müptezel durumdan kurtarıp yükseltmeliydi. Rabb kelimesi insanlara ait zamirlere izafe edilerek (Rabb-in, Rabb-i, Rable-ri vb.) gerçek Rablerinin Allâh olduğu inancı yerleştirilmek istenmiştir. Diğer taraftan, tevhid inancının Kur'ân'ın ilk âyetiyle te'sise başlandığı da “senin Rabbin” izafetinden açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki müşrikler başka bir çok rablere inanıyorlardı. Bir çok müsteşriğin, tevhidin, risâletin ileri bir safhasında başladığını söylemelerinin hiç bir değeri yoktur. Zira araplar arasında “rabb” kelimesi, tanrı anlamındaki kuvvetli mânâsını taşıyordu. Dikkati, yaratan ve özellikle insanı yaratan (müşrikler yaratma işini putlarına hic vermezlerdi), nihayetsiz kerem sahibi Rabb'in” üzerine çekip 428, mefûlün takdiminden gelen hasr ile “yalnız Rabbini yüae tanı” 429 demek, tevhid değilse nedir? 430 Halbuki bu âyetlerin ilk iki vahiy parçasını teşkil ettiğine -müsteşrikler dahil- itiraz eden yoktur. Onlar “rabb” kelimesinin taşıdığı kuvvetli anlamı görmüyorlar veya görmezlikten geliyorlar. Rabb kelimesi, bu kuvvetli anlamı taşımasaydı
“Rabbim Allah'tır dediği için insan öldürülür müydü?” 431
Hülâsa, ilk sûrelerde “Rabb” vasfı bir yandan insanlara ait zamirlere izafe olunarak, bir yandan putların değil de, ancak Allah'ın sahip olacağı fiiller ile tavsif olunarak, insan tek ve gerçek Rabbine çağırılmış “Rabb” kelimesi müptezillikten, şirk bulaşıklarından arıtılmaya, yükseltilmeye başlanmıştır.
Kur'ân'ın Rabb vasfını putların elinden çekip almasının bir başka yönüne giriyoruz. Gördüğümüz gibi, ilk otuz sûrede Rabb ismi, ekseriya insanlara izafe olunmuş, öbür varlıklara daha az nisbet edilmişti. O devrede başlayan bu iş, bundan böyle süratle gelişerek, Rabb ismi, Allah' tan başka hiç bir mefhumun sahip çıkamayacağı muazzam varlıklara izafe edilerek hem beşerî plândan, hem şirk atmosferinden alınarak, asıl sahibi Allah'a döndürülür. Bu iş, Rabb kelimesini yirmi kadar değişik varlığa nisbet etmek suretiyle gerçekleşir. 432
Sıradaki sûrelere bakalım:
“Rabbu'l-'Âlemîn” 433
“Rabb-u külli şey(her şeyin Rabbi)” 434
“Rabbu'l-'Arşi'l-'azîm(yüce arş'ın Rabbi)”435.
“Rab-bu's-semâvâti ve'l-ard (göklerin ve yerin Rabbi)” 436.
“Rabbu'l-meşârik (doğuların Rabbi” 437.
“Rabbu's-se-mâvât va'l-ard vamâ beynehumâ {göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbi)” 438
“Rabbu'l-'Arş (Arş'ın Rabbi)” 439.
“Rabbu-kum ve Rabb-u abâ'ikum el-evvelîn (sizin ve öndeki atalarınızın Rabbi)”440.
“Rabbu'l-maş-rik va'l-mağrib)” 441.
“Rabb-u hâzihi'l-belde (bu beldenin Rabbi)” 442.
“Rabb Gafur (bağışlayan Rabb)” 443.
“Rabb Rahîm (rahmet ve ihsan sahibi Rabb)” 444
“Rabbu'l-'izze (izzet ve kudretin Rabbi)” 445
“Rabbu's-semâvât (göklerin Rabbi)” 446.
“Rabbu'l-ard (yerin Rabbi)” 447
“Rabbu's-semâ'va'l-ard (göğün ve yerin Rabbi)” 448
Halbuki bu safhadan sonra Rabb kelimesinin muzaf olduğu şeyler büsbütün azalır: 74. sırada olan el-Mu'minûn sûresinde
“Rabbu's-se-mâvâtis-seb' (yedi göğün Rabbi)” 449 ve
“Rabbu'l-'Arşi'l-kerîm (şerefli Arş'ın Rabbi)” 450 ile 79. sıradaki el-Me'ârle sûresinde
“Rabbu'l-meşârik va'l-megârib (doğuların ve batıların Rabbi)” 451 ve muhtemelen 452 ile üç defa Rabbu'l-'âlemîn453
Mekke devresinin kalan kısmına ait 454 sûreler bütün misalleri teşkil ederler. Bütün Medine devrinde sadece iki şekil kalır:
“Rabbu'l-'âlemîn” 455 ve
“Rabbu'l-'Arşi'l-'azîm 456. Bu sayımdan -yukarıda dediğimiz gibi- anlaşılıyor ki, Rabb bütün bu işlere sahib olandır. Hicretten epeyce önce, Rabb vasfı kesin olarak Allah'a, asıl sahibine rücû etmiştir. Bu gaye gerçekleştiği için, Medine devrindeki vahiylerde bu ısrara ihtiyaç kalmamış bulunuyordu.
Başlangıçta Ulûhiyyet, Kendisini Allah lâfz-i celâlinden ziyade, Rabb lâfzını kullanarak izhâr etmiştir. İlk 30 sûrede, Allah iâfzı (20) defa kadar varid olmuştur. 457 Halbuki aynı devrede Rabb ismi 44 (veya 80 kadar, er-Rahmân sûresi bu devrede addedilirse) civarındadır. 31-41. sûreler arasında ise 89 Rabb ismine mukabil, 76 Allah lâfzı vardır.458 Bundan böyle Allah lâfzı gittikçe artar. Şimdiye kadar yazdıklarımızın ışığında, bu durumu şöyle açıklamak mümkündür. Allâh ismi, müşrikler arasında “lâfz-ı bî medlul” durumunda idî. Rabb vasfının dolgun mânâsı/ Kur'ân'ın ona verdiği muazzam aktivite ile son derece kemâle erip, Allah'ın en has vasfı haline gelince ve böylece Allah ismi olarak hakikatiyle tarif edilmiş olunca, Ulûhiyyet kendisini, daha fazla olarak “âlem-i hasssı olan Allah lâfz-ı celâli ile bildiren âyetleri göndermiştir. Bu durumun bir delili de şudur:
Kur'ân, Rabb vasfını gerçek Ulûhiyyetin dışındaki sahalardan alıp yükseltirken, öbür taraftan Ulûhiyyet mefhumu, Rubûbiyetin zengin aktivitesi ile insanlar nezdinde değer kazanıyordu. Bu iki kavram aynılaşıyordu. Ancak, Rabb olan Allah olabilirdi. Ancak, Allah olan Rabb olabilirdi. İşte bu iki kavram arasındaki lüzum ve aynılaşma oluşturulurken, Kur'ân-ı Kerîm'de şu tezahürü görüyoruz; Allah'ın icraatı, nimetleri peş peşe sıralanıyor, sergileniyor, ondan sonra da arkasından şu formül geliyor:
İşte bu Allah'tır sizin Rabbiniz)”. Yalnız bir kısa âyetin mealini iktibas edelim:
“Allâh Odur ki, sizin için arzı yerleşme yeri, göğü bina etmiştir, size suret verip suretlerinizi güzelleştirmiştir, tertemiz nimetlerle rızıklandırmıştır. İşte bu Allah' tır sizin Rabbiniz. Âlemlerin Rabbi Allâh ne yücedir!”459.
Bu âyettekine benzer değişik hakikâtlerin tasvirinden sonra, aynı leitmotiv şuralarda gelmiş ve tam yerini bulmuştur: 460 Bütün Kur'ân'da bu tabir, yalnız buralardadır. Bu sûreler sıralamamızda, 461 sûreler arasında sınırlanan bîr devreye girmekte ve tam da bahsettiğimiz aynılaşmanın cereyan ettiği sıralara rastlamaktadır. 462
Kur'ân'da bu iki lâfzın kullanılışı üzerinde duran, -etüdlerini gördüğümüz- bazı garplıların 463gözlerinden kaçan mühim hususlardan birine daha geliyoruz. Onlarda, meselenin istatistik tarafına önem veren, bu- iki lâfız (Allah ve Rabb lâfızları) arasında adeta bir yarış düşünen bir edâ seziliyor. Gerçi onlar kendi zihniyetlerine göre sonuçlar çıkarmıyor da değiller. Bunlar arasında J. Cheihod'un, varmaya mecbur kaldığı sonuç, garplılar için bîr keşif değerinde sayılsa yeridir. Rabb kelimesinin Kur'ân'da şirk'in rablerini nefyeder mahiyette kullanıldığını görünce, -Tor Andrae'den beri müsteşrikler arasında bir mütearife sanılan “tevhidin sonradan açıklandığı” şeklindeki asırlık dogmaya kendisi de şehâdetini getirdikten sonra- çekine çekine, bunun, Tanrının birliğinin başlangıçtan beri “zımnen ilân olunduğu ciddi sonucuna” götürülebileceğini söylemektedir. 464 Bu istitraddan sonra belirtmek istediğimiz hususa gelelim. Allah lâfzı mânâ bakımından olduğu gibi, lisan bakımından da herhangi bir şeye muzaf olamaz. Son derece belirli ve mutlak olduğu için, muzaf olmakla “belirtilen” olamaz. Ama muzafun ileyh(belirten) olur. Meselâ Arapçada:
“ANâhu-ke(senin Allah'ın)”, “Allâhu's-semâvâti va'l-ard (göklerin ve yerin Allah'ı)” demek mümkün değildir. Halbuki Ulûhiyyet, Kendisini tanıtmalıdır. Tanıtmak ise hususiyetlerini, icraatını vb. belirtmeyi, bu da bir takım mefhumlara izafe edilmesini gerektirir. İşte Ulûhiyyet bu izafeyi, cins ismi durumunda olan öbür iki ismi ile yapar:
İlâh ve Rabb. Rabb'ın anlamını biliyoruz. İlâh ise kısaca “ma'bûd” demektir (ayrıntıları, az sonra gelecek olan “İlâh” paragrafında yer alacaktır). Bunlardan birincisi Ulûhiyyetteki yaratma ve tam tasarrufu, ikincisi ise ibâdete hedef olmasını ifade ederlerse de, demin arzettiğimiz gibi, Kur'ân nazarında bunlar biribirinden ayrı olamayacağı için, Kur'ân'da müteradif olarak biri birinin yerine de kullanılmıştır. 465 Ulûhiyyetin husûsileşmesi.
Nisbîleşmesi Rabb ve İlâh isimlerinin muzaf kılınmasıyla olur: “İlâhu-kum (Tanrınız)”; “İlâhu-ke(Tanrın)” vb. “Rabbu-ke(Rabbîn)”; “Rabbu-kum(Rabbiniz)”; “Rabbu'l-'âlemîn(âlemlerin Rabbi)” vb. Ulûhiyyetin tapınmaya hedef olması yönü üzerine ağırlık verilirken İlâh ve izafetleri; yaratma, mâlikiyet, tasarruf yönü üzerine ağırlık verilirken Rabb ve izafetleriyle bu nisbet gerçekleştirilir. Dolayısıyla, varlıkların Allah'a olan nisbetleri vurgulanmak istenirken, zaruri olarak Rabb ve İlâh isimleri kullanılacaktır. Fakat bunların kullanıldığı aynı sıralarda, nisbet murad edilmediğinde, Allah isminin kullanılması da, pek tabiî olacaktır. Şu halde, bu isimler Ulûhiyyeti belirtmek için aynı anda, bir arada kullanılması zorunlu olan isimlerdir. Yoksa Ulûhiyyeti ifade için, muhtelif safhalarda bunlardan herhangi birinin tercih edildiği şeklinde bir durum araştırmak, sonra da bunlardan önemli teolojik sonuçlar çıkarmaya kalkmak, tamamen yersizdir. Meselâ şu âyetlerde, Allah ile Rabb isimleri bir arada kullanılmıştır. Bu iki ismi, biribirinin yerine geçirmek, ifâdeyi değiştirmekszin, mümkün değildir:466. Sadece birini ele alalım:
“Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da doğru olanlar(...)” 467.
Allah ismi muzaf olamayacağı için “Allâhımız” denemezdi. Faraza denilse bile “Allâhımız Allah'tır” şeklindeki ifade, -tuhaf olması bir yana- anlatılmak istenilen durumu da anlatmazdı.
Kur'ân'ın Rabb ve İlâh isimlerini kullanırken, aralarında gözettiği şu ayırım dikkati çekmekte, manidar görünmektedir. Batıl tanrı veya tanrılardan bahsetmek gerektiğinde, onlar hakkında, mensuplarının inançlarına bakılarak ilâh, ilâhın, ilâhlarınız, ilâhları şekilleri kullanıldığı halde 468, Rabb kelimesi bu şekilde, yani, bâtıl tanrıları ifade için kullanılmaz. Hep tekil olarak, Allah'ı tavsif ederek, muzaf durumunda gelir. Yalnız, bahsimizin başında işaret ettiğimiz dört âyette, mücerred olarak, muzaf olmaksızın “erbâb” şeklinde çoğul olarak ve insanların “edinmek, ittihaz” fiillerinin mefûlü durumunda görünür. Hususî bir anlamda kullanılarak, “Tanrı gibi tazim olunan. Ona yapılması gereken tazimin hedefi kılınan varlıkları” ifade eder. (1000)'e yakın istimal karşısında, bazı özellikler taşıyan bu dört kullanılış ihmal edilebilir. Bundan şu netice çıkarılabilir:
Kur'ân, Rabb vasfını şirk atmosferinden, beşerî plândan çekip yükseltmek ve tamamen yüce Ulûhiyyet plânına döndürmek istiyordu.
Kur'ân Ulûhiyyeti tanıtmak için, ekseriyetle Rabb, bundan çok az olarak da İlâh ismiyle izafetler yapar. Bununda sebebi şu olmalıdır:
İnsan psikolojik olarak, kendisini ilgilendiren, kendisine niebet olunan şeylere karşı ilgi duyar. İfadeye güç katmak ve muhatap üzerinde daha etkili olmak için, Ulûhiyyet muhataba izafe olunur. Muhatabın bu işle ilgili olduğu vurgulanır. Meselâ:
“Ey insanlar! Sîzi yaratan Rabbinize kulluk edin” 469 demekle “Ey insanlar! Allah'a kulluk edin” demek arasında, muhatap üzerinde uyandırılan etki bakımından fark vardır. Birinci ifadede muhatap ister istemez kendisini ilgili göreeeği için, söze kulak vermeye daha büyük bir temayül hisseder, âdeta buna meebur kalır. “Yüzler vardır, o gün parıl parıldır, “senin Rabbine” denilmekle aynı etki uyandırılmazdı. Muhatapların bizzat kendilerine nisbet edilmekle, onlara değer verilmiş oluyor.
“O (zalim, Rabbine) hiç dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır, Rabbi onu görüp gözetiyordu” 470.
“Allah”, “senin Rabbin” “insanların Rabbi” vb. yerine, Rabbi o zalime izafe ederek “Rabbi” demekle, o zalim üzerinde daha bir başka etki uyandırılır. İzafetlerin çoğunda bu etki bulunmaktadır. Kur'ân'da hiç bir zaman, İzâfetsiz olarak “er-Rabb” gelmeyişi, haklı olarak bir çoklarının dikkatini çekiyor, buna bir anlam verilemiyor 471 Mütevazi kanaatimize göre, bunun başlıca sebeplerinden biri arz ettiğimiz bu mütelâa olmalıdır. Zira Ulûhiyyeti mutlak ve müeerred olarak, Allah ismi zaten belirtmektedir. Rabb ismînin fonksiyonlarından biri, Ulûhiyyetin izafe edilmesini mümkün kılmakla muhatapla bu etkili ifâde gücünü sağlamasıdır.
Rabb ismi ile teşkil olunan Rabbu'l-'âlemîn, Rabbu'l-felâk, Rabbu'n-nâs vb. gibi öbür vasıflar üzerinde de ayrıca durmak isterdik. Fakat, çalışma çerçevemiz, bu vasıf üzerinde daha fazla kalmamıza el vermediğinden, o vasıflara ismen işaret etmiş olmakla yetinmeyi uygun buluyoruz. 472
Dostları ilə paylaş: |