13. Es-Samed
Kur'ân-ı Kerîm'de yalnız bir defa varid olmuştur. Bu kökten kullanılan başka hiç bir kelime de olmamıştır. Biraz bundan, biraz da Arapçada bu maddenin kullanılış alanının geniş olmamasından dolayı, bu vasıf oldukça değişik şekillerde açıklanmıştır 823.
Üzerinde daha fazla durulan mânâya göre, Samed, kasd anlamına olan samd masdarından, ism-i mefûl mânâsını taşıyan bir kelimedir. Bunu esas alarak es-Samed:
“Mahlûkların ihtiyaç ve isteklerinde Kendisini kasd ettikleri, Kendisine yöneldikleri” tarzında izah olunur. Bu tefsir, İbn 'Abbâs'dan da rivayet olunmuştur 824. Bununla beraber ona nisbet olunan başka izahlar da vardır (rivâye olunan bu izahlar, belki de onun, değişik zamanlarda verdiği mânâları veya aynı anda verdiği muhtemel bir kaç mânânın ayrı rivayetler haline getirilmesini göstermektedir). et-Taberî kesindin “Arapların dilinde Samed, kendisinin üstünde bir kimse olmayan, kendisine yönelinen Seyyiddir” diyerek, şiirle bu mânâ lehine istişhâd eder. 825 Onun bu izahı, Ebû 'Ubeyde'ninkinden iktibas edilmiş gibidir. el-Hattabî de, Samed'in aslının “kasd” olduğunu, yapılan açıklamalar içerisinde, iştikakın delâlet ettiği bu anlamın, tercih olunması gerektiği fikrindedir 826. İbnu'l-Enbârî'den şöyle bir söz nakledilmektedir:
“Samed'in, “kendisinden üstün hiç kimsenin olmadığı ve insanların ihtiyaç ve işlerinde kendisine yöneldikleri Seyyid” anlamına geldiği hakkında lisan âlimleri arasında ihtilâf yoktur” 827. el-Eş'arî, “Seyyid”, “ihtiyaç sırasında Kendisine yönelinen” anlamlarını, mutezileye de nisbet eder. 828
Mezkûr “Seyyid” anlamıyla ilgili olarak İbn 'Abbâs'ın es-Samed'i:
Ululukta, azamette, hilimde, gınada, hikmette... hülâsa ululuğun her çeşidinde Kâmil olan mânâsında tefsir ettiği de rivayet olunmuştur. İbn Mes'ûd'dan da buna yakın bir izah nakledilir 829. el-Buhârî'nin şahsî açıklaması da bu mealdedir 830.
Samed'in Arapçadaki ikinci anlamı, “içinde boşluk olmayanadır. Bundan hareketle eksiksiz, gediksiz, menfezsiz, nüfuz edilemeyen gibi mânâlar üzerinde durulmuştur. Bu anlamı, dilimizdeki “som” kelimesi çok iyi karşılamaktadır. “Kendisinden bir şey çıkmayan” fikrime, el.-Hasan el-Basrî), “yemeyen içmeyen”(eş-Şa'bî) gibi izahlar da, bu ikinci kısma ilhak olunmalıdır.
Es-Samed ismi hakkında bir başka izah, yine bir sahabiden Ubeyy b. Ka'b'den mervîdir. O, muhteva ile tefsir usulünü uygulamıştır:
“es-Samed: doğurmayan, doğurulmayandır. Zira, doğrulup da ölmeyen hiç bir şey yoktur. Ölene de, başkası varis olur. Allah ne ölür, ne de başkası Ona varis ve halef olur” 831. Muhammed b. Ka'b, 'İkrime de buna yakın izahlarda bulunurlar 832. “Mahlûklarından sonra Bakî olan” tarifinin de menşei, bu izah olsa gerektir.
Et-Taberanî (ö. 360/971), Kitâbu's-Sunne'sinde bir çok görüşü naklettikten sonra:
“Bütün bunlar doğrudur, hepsi de Rabbimizin sıfatlarıdır:
İhtiyaç ve dileklerde Kendisine yönelinen, ululukta nihayet derecede olan, içinde boşluk olmayan (som), yeyip içmeyen, mahlûklardan sonra Bakî olandır” şeklinde toparlayarak yapılan izahların büsbütün farklı şeyler olmadığını göstermek istemiştir 833.
Samed vasfı, Arapça'da insanlar hakkında da kullanılmış olduğundan haber durumunda eliflâmlı olarak gelerek hasr ifade etmiştir:
“Allah'tır Samed.” 834 Böylece bu isme ancak O'nun hak sahibi olduğu belirtilmiştir. Mahlûklar bazı bakımlardan samed olsalar bile, samediyyetin hakikati onlarda bulunamaz. Zira mahlûk; ayrılma, dağılma ve bölünmeye kabil olduğu gibi başkasına da muhtaçtır. Oysa her şey, her cihetten Allâh'a muhtaçtır. Herkes Kendisine yöneldiği halde, Kendisi kimseye yönelmeyen, yalnız Allah'tır 835.
14. El-'Alîm, 'Alim, 'AIlâhu'l-Guyûb, A'lem
Allah'ın ilmine delâlet eden ilk vasıf, zımnen mukayese değeri taşıyan 836 ism-i tafdil şeklinde, A'lem vasfıdır. Bu vasfın, ilkin 23, sırada yer alan en-Necm, sûresinde bulunduğunu görürüz 837. Daha sonra, aynı sıfatı bildiren çeşitli vasıflar gelmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı 'Alîm ismidir. İlk defa 39. sıradaki el-A'râf, 200 ayetinde gelir. el-'Alîm, Allah'ın vasfı olarak:
“Olmuş olanı, olmakta olanı, ve gelecekte olacak şeyleri Bilen, Kendisine kâinattan hiç bir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük-büyük, zahir-batın her şeyi kuşatan” tarzında tarif olunur 838. Halimi:
“Âlim: eşyayı nasıl iseler öyle idrâk eden, demektir. Diğer bütün mevcudat O'nun fiilleri olduğundan anlaşılır ki onları yapan Âlimdir. Ve bu fiiller irade ve kasd iledir. Buna göre fiil, ancak âlim ve hayy olmadan, sadır olabilir” (Bey. s. 21). Bu tarifler, doğrudan doğruya lisandan çıkmasa bile, Kur'ân'ın ilâhî ilme dair yerleri tetebbu edildikten sonra, el-'Alîm vasfı hakkında, bu tarifin doğru olduğu anlaşılır.
İlm, Kur'ân'da en çok kullanılan bir kaç maddeden bindir (çekimleri ve müştaklarıyla beraber 900 kadar). Allah'ın ilim sıfatının taaliukatı hakkında çok ayrıntılı bilgilere sahip olmamız da, bu keyfiyet ile açıklanabilir. “Ilm” sıfatı, bir çok âyette, masdar şekliyle Allah'a izafe edilmiştir (Hayat, Sem', Basar gibi öbür sıfatlar için bu durum görülmez). Bu kökün çeşitli şekillerde kullanılmasıyla, ilâhî ilmin mahlûklara taalluku, çok canlı ve müşahhas bir şekilde tasvir olunur. Bu durumu, bazı örneklerle, görmekte fayda vardır.
İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan 839 şeyleri, karalarda ve denizlerde olup bitenleri 840, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni 841, gökte ve yerde bulunan her bir sözü 842 Bilen Allah, “bulunduğumuz her durumu, Kur'ân'dan okuduğumuz her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka Şahid olarak bilir. Yerde ve gökte hiç bir zerre Ondan gizli kalamaz. Zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi apaçık bir Kitapta kaydetmiştir.” 843
Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerinden biri de şudur:
İnsana, kendi varlığını unutturan, kâinatın uçsuz bucaksız fezasında kaybettiren bir tablo çizdiği zaman, umulmayan bir anda, insanın dikkatini kendisi üzerinde toplar. İnsanın taşıdığı ehemmiyeti, önemli bir memuriyeti olduğunu, bir sorumluluk mahlûku olduğunu öylesine takrir eder ki, rakamlara sığmayan genişlikteki o muhitten, kendisinin teşkil ettiği merkeze nasıl intikal ettiğinin, insan farkına bile varmaz. İnsan böylece sonsuz mesafelerin yutan boşluğundan birden sıyrılır ve kendini bulur. Kur'ân'ın bu özelliğinin, konumuz olan ilimle ilgili örneklerinden bir kaçını arzedelim.
“Dikkat edin; göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. O, şu anda, içinde bulunduğunuz hali de bilir.. Kendisine döndürüleceğiniz günde de, onlara yaptıklarını tek tek haber verir. Allah her şeyi Bilendir” 844 Göklerin ve yerin genişliğinde kendini unutan insanın dikkati, birden, şu saniyede içinde bulunduğu duruma çekiliyor. İş bununla da kalmıyor:
Bütün insanların bütün yaptıklarına Allah'ın ilminin taalluk ettiği ve ahirette bunların hepsini tek tek bildireceği, Allah'ın işte böyle bir Bilen olduğu anlatılıyor.
“Göklerde ve yerde her ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar Onundur. Sen sözü istersen açığa vur, (istersen sakla). Şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir” 845.
İnsan, ışık yıllarıyla ifade olunan fezanın genişliği içinde kaybolmaya terkedilmiyor. Aynı anda, insanın şu saniyede telâffuz ettiği sözü, hatta kalbinin ve hayalinin en uzak köşesinde sakladığını da Allah'ın bildiği beyan olunuyor.
“Şüphesiz, Allah göklerin ve yerin gaybını bilir. Doğrusu O, kalblerde olanı da Bilendir” 846.
“Düşen bir yaprak yoktur ki, onu bilmesin. Yer dibinin karanlığında hiç bir dane yoktur ki, onu bilmesin. Yaş-kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir Kitapta olmasın” 847.
“Bakışlardaki hainliği de, sinelerin özünü de bilir” 848.
“Hiç yarattığını bilmez olur mu? Odur gizlilikleri Bilen Latîf, Habîr” 849
Kur'ân, ilâhî ilmin, bu kabil müşahhas tasvirleriyle doludur.
İlim, bir şeyi tam bir şekilde bilmektir 850. (Ma'rifet, şu'ûr, fıtnat, idrâk, ihsas, 'akl, va'y, der' vb. gibi Arapçada bilmeyi ifade eden kelimeler, ilmin özel şekillerine delâlet ederler. İlim, daha kapsamlı bir kavramdır. Cenab-ı Hakk'ın bilmesini “'ilm”le ifade edip, öbürlerini Kur'ân'da mahlûklar için îrad ettiği halde, kendisine bir defa bile izafe etmemesi elbette manidardır. Bunlardan yalnız Ftn kökü, Kur'ân'da yer almaz. İdrâk bir yerde gelmiş ise de 851, müşâkele babından gelmiştir, mutlak olarak izafe edilmemiştir 852.
Bu maddeden, mübalağa bildiren 'Alîm vasfı, bütün Kur'ân'da 162 defa gelmiş, 153 yerde Allah'ı tavsif etmiştir. Allâh hakkında kullanılırken, bazan fiil ameli yaparak (bir nevi meful alarak) kayıtlı olarak gelir; Allah: “yaptıklarını, yaptıklarınızı”, “muttakileri”, “zalimleri”, “müfsidleri”, “kalblerin sakladıkları her şeyi” bilir. Zikrettiğimiz bu durumda geldiğinde, 'Alîm ismi tek başına bulunur:
“muhakkak ki. Allâh her şeyi Bilendir)” gibi. Bir çok âyette ise mücerred ve mutlak olarak gelir. Kimi eliflâmlı, kimi eliflâmsız olur. 52 mekkî, 101 medenî âyette gelmiştir. Metin uzunluğu göz önüne alınırsa Medine'de üç misline yakın nisbette fazla varid olduğu anlaşılır. 'Alîm isminin kullanılışı başlıca şu özellikleri gösterir:
a) “'Alîm Hakîm” şekli 11 defa Mekke'de, 26 defa ise Medine'de nazil olan âyetlerde görülür 853.
b) “Semî' 'Alîm” şekli 10 defa Mekke'de, 22 defa Medine'de nazil olan âyetlerde görünür 854.
c) “Alîm Habîr” bitişmesi 1 defa Mekke'de 855, 3 defa ise Medine'de vaki olur 856.
d) “'Azîz 'Alîm” yalnız Mekke'de nazil olan âyetlere mahsustur 857.
e) “'Alîm Kadîr” yalnız Mekkî âyetlere mahsustur 858.
f) “Hallâk 'Alîm” mukareneti, sadeee 2 Mekkî âyette yer alır 859.
g) “Fettâh 'Alîm” yalnız 1 mekkî âyette varid olmuştur 860.
h) “'Alîm Halîm” yalnız 3 medenî âyette yer alır 861.
ı) “Şâkir 'Alîm” mukareneti, yalnız 2 medenî âyette bulunur 862.
j) “Vâsi' 'Alîm” bitişmesi, Medine'ye münhasırdır863.
Demek ki, Allah'ın ilim sıfatı, -başka bir çok sıfatıyla terkîb edilerek, çok yaygın bir alanı kuşatmıştır. Bu mefhumlar arasında bazan bir derecelenme veya te'yîd (“'Alîm Hakîm”, “Semî' 'Alîm”, “'Alîm Habîr” gibi); bazan dengelenme (“Alîm Kadîr”, “'Alîm Halîm”, “'Azîz 'Alîm”); bazan farklı yönleri ihata etme (“Vâsi' 'Alîm”, “Şâkir 'Alîm”, “Fettâh 'Alîm”) durumları gözükmektedir. Celâl sıfatlarıyla yalnız Mekke'de ('Azîz, Kadîr, Fettâh, Hallâk); Cemal sıfatlarıyla ise münhasıran Medine'de (Halîm, Şâkir, Vâsi') terkib edilmiştir. Bilmek mefhumuna yakın olan sıfatlar ile ise (Hakîm, Habîr, Semî), her iki devirde de beraber bulunmuştur. 'Alîm vasfı 50 kadar yerde ise tek başına gelmiştir.
A'lem
A'lem, ilimden ism-i tafdil şekli olup, “daha iyi, en iyi, pek iyi-bilen” demektir. AlIâh hakkında 40'tan fazla âyette varid olmuştur. Ancak hiç bir yerde eliflâmlı olarak superlatif değerinde mücerred gelmemiştir. Hemen her yerde, taalluk ettiği mütemmimi (tümleç) vardır. Fakat mukayese (comparatif) değeri de, açık değil, zımnî olarak ifade olunur. Meselâ hiç bir yerde Allâhu'l-A'lem (Mutlak olarak pek iyi Bilen Allah) şek- Ünde varid olmamıştır.
(Allah doğru yola girenleri (girecekleri) pek iyi Bilendir) misâlinde olduğu gibi, Kendisiyle mukayese edilenler, hazfolunmuştur. Yani “sizden, onlardan daha iyi Bilendir” tarzında, mukayesenin öteki unsuru bildirilmemiştir. Buralarda “A'lem” yerine “Alîm” konulursa mânâ yine müstakim olabilr. Onun için böyle varid oian “A'Iemleri ekseriya bir nevi superiatif değerinde düşünerek “pek iyi Bilendir” diye anlamak ve tercüme etmek, daha isabetli olabilir.
'Âlim
İlimden ism-i fail olarak “bilen, bilici” anlamına gelen bu şekil, her zaman muzaf olmak suretiyle kayıtlı bir tarzda Allah'ı tavsif etmektedir. 13 kadar âyette varid olmuştur. Bilhassa 'Âlimu'I-gayb va'ş-şehâde (gaybı ve mevcud olanı Bilen) vasfında geçer. Bu vasıf hem Mekke'de 864, hem de Medine'de 865 görünür. Bu terkib, belli başlı şu şekillerde tefsir olunur:
“Gizliyi ve aşikârı Bilen”, “yok olanı ve var olanı Bilen 866, “dünyâ ve ahireti Bilen”, “mahlûklardan gâib veya onlara aşikâr olan her şeyi Bilen” 867. Bu vasıf “Sonra gayb ve şehâdeti Bilen'e döndürüleceksiniz” ibaresi ile geldiği her yerde, mevsufsuz yani özel isim durumundadır 868. Bunların üçü de son Medine devrine aittir.
'Âlimu'I-gayb (gaybı Bilen) şekli iki âyette varid olmuştur 869. Her ikisi de mekkî'dir.
'Alimu gaybi's-semâvâti ve'l-ard (göklerin ve yerin gaybını Bilen) şekli bir mekkî âyete gelmiştir 870.
Demek ki 'Âlim şekli, hemen her yerde gaybe muzaf olarak gelmiştir.
'Âlimîn
'Alim anlamında olarak, fakat cemi şekliyle Allah'ı tavsif eder. Bu cemi şekli, failin azametini veya fiili hakkıyla yaptığını ifade eden, aktivi-tenin kuvvet ve yoğunluğunu gösteren bir üslûp nevidir. Allah, Kendisinin Bilen olduğunu, iki âyette bu şekilde bildirmiştir 871. Bunların her ikisi de mekkîdir.
'Allâmu'l-guyûb
'Allâm, 'âlimin tekerrür ve mübalağa bildiren fa"âl şeklidir. “Gizli denilen hiç bir şey. Kendisine gizli kalmayan” 872, “olmuşu ve olacağı Bilen, gökte ve yerde Kendisine hiç bir şey gizli kalmayan” 873 tarzında tanımlanmıştır.
'Allâm vasfı, Kur'ân'da 4 âyette ve münhasıran gayba muzaf olarak gelmiştir. Biri Mekke'de 874, öbürleri Medine'dedir 875. Bu 4 âyetten ikisinde Allah, Kendisinin bu vasıfla muttasıf olduğunu haber vermekte, birinde melekler, birinde de bir peygamber (Hz. İsa) Onu, böylece vasfetmektedirler. Hadis-i Şerifte, istihare duasında Aliâm ismi geçmektedir. 876
Dostları ilə paylaş: |