4. Esmâ-yı Husnâyı Sıralayan Hadis Hakkında
Et-Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayetine göre o şöyle demiştir:
“Allah'ın Resulü -Allah Ona salât ve “elam etsin- dedi ki:
“Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları bellerse Cennete girer. O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır ki; er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mu'min, el-Muheymin, el-'Azîz, el-Cebbâr, el-Mutekebbir, el-Hâlık, el-Bâri', el-Müsavvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-'Alîm, el-Kâbid, el-Bâsıt, el-Hafid, er-Râfi'r el-Mu'izz, el-Muzill, es-Semî', el-Basîr, el-Hakem, el-'Adl, el-Latîf, el-Habîr, el-Halîm, el-'Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-'Alî, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mucîb, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâ'is, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kavî, el-Metîn, el-Velî, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mubdi1, el-Mu'îd, el-Muhyî, el-Mumit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Mu'ahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâlî, el-Mute'âlî, el-Berr, el-Mevvâb, el-Muntakim, el-'Afuvv, er-Ra'ûf, Mâliku'l-Mülk, Zu'I-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi', el-Ganî, el-Mugnî, el-Mâni', ed-Darr, en-Nâfi', en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedî, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr'dur”296
Rivayetinden hemen sonra et-Tirmizî, bu hadisin garîb olduğunu söyler ve bu rivayet dışında, isimleri sıralayan hiç bir isnadın, kendisine göre sahih olmadığını ilâve eder.
İsimleri ayrı ayrı sıralayan rivayetlerin mudrec olduğu üzerinde durulmuştur. Bunun başta gelen sebebi, isimlerin doksan dokuz olduğunu bildiren meşhur rivayetlerin çoğunun, bu sıralamadan hâli olmasıdır. Zira el-Buhârî, Müslim ve başkaları, hadisin sadece baş tarafını rivayet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar. 297 Diğer taraftan, isimlerin sıralanışı, ayrı ayrı iki tarikten gelmiştir. Bu iki tarik arasında, isimler bakımından önemli farklar vardır. el-Beyhâkî (ö. 458/1066) diyor ki:
“Sıralama işi, muhtemelen, her iki tarikte bulunan râvilerden birinden gelmiştir. Bundan dolayı ikisi arasında büyük değişiklik vardır. Bu ihtimalden dolayıdır ki, el-Buhârî ve Müslim, rivayetlerinde sıralamayı terketmişlerdir” 298 İbn Hazm, 'Abdu'l-'azîz ed-Dâvudî, en-Nahşebî (bir çok âlimden naklederek), Ebû Bekr İbnu'l-'Arabî Ebû'l-Hasan el-Kabısî, Fahreddin er-Râzî gibi zatlara göre bu hadis merfu' olarak sabit değildir. 299
İbn Teymiyye de şöyle diyor:
“Allah'ın isimlerini sıralayan hadis (...), hadis ilmini iyi bilenlerin katında Resûlulâh'ın -Allah Ona salât ve selâm etsin- sözünden sayılmaz. Bu isimleri (râvî) el-Velid b. Müslim, şeyhlerinden birinden, nakletmiştir. Bu yüzden, et-Tirmizî dışında öbür meşhur hadis kitaplarından hiç biri, bu sıralamayı rivayet etmemişlerdir. Ondan başkaları ise, isimleri değişik olarak rivayet etmişlerdir. İsimlerin tertibinden, Resûlullâh'ın (s.a.s.) sözü olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu hadisi Ebû'z-Zinâd el-A'rec Ebu Hureyre isnadıyla rivayet edenler ise, bizzat isimleri zikretmemişlerdir.(...) Lâkin adların sıralanması, M. İbn Şîrîn vasıtasıyla Ebû Hureyre'den İbn Mâce tarafından rivayet edilmiş ise de, bu isnâd da'îf'tir. Hadis ehli onun, Resûlullâh'ın (s.a.s.) sözü olmadığını bilir. İsimlerin sıralanması hakkında Ebû Hureyre tarikiyle mervî bu iki hadisten başka da hadis yoktur” 300 İbn Kesîr de (ö. 774/1373) hadis ilmi yetkililerinden teşekkül eden büyük bir topluluğun, bu isimlerin Kur'ân'dan toplanmak suretiyle mudrec olduğunu söylediklerini nakleder. 301
İsimleri mudrec olarak kabul eden veya etmeyen âlimlerin ittifakıyla İsimler doksan dokuza münhasır değildir. en-Nevevî (ö. 676/1277) bu hususta âlimlerin ittifakını nakleder. 302 Onların, burada zikretmeye ihtiyaç olmayan delileri vardır. Ancak İbn Hazm, hasr anlayışını tutar.
İsimlerin tertibinin Resûlullâh'dan gelmediğine kail olan taraf ağır basınca, bazı zatlar doksan dokuz sayısı ilede kayıtlanmaksızın, Kur'ân'ı inceleyerek Allah'ın isimlerini toplamaya çalışmışlardır. İbn Hacer (ö. 852/1449) bunlar arasında şu şahsiyetleri sayar:
Ebû 'Usmân es-Sâbûnî, Kitâbu'l-Mı'eteyn'inde ve Muhammed b. Yahya ez-Zuhlî (ö. 258/872), Ebû Nu'aym (ö. 430/1038) ve el-Hallâl (ö. 311/923) senetleriyle Ca'fer es-Sâdık'tan bütün isimlerin Kur'ân'da olduğunu söylediğini naklederler. Seleften Sufyan b. 'Uyeyne (ö. 198/814) ve Ebû Zeyd'in de Kur'ân'a dayanarak bu isimleri tesbit ettikleri bildirilmektedir. İbn Hacer, Ca'fer es-Sâdık (ö. 148/765) ile Ebû Zeyd'den nakledilen listeyi vermektedir! 303
Kur'ân-ı Kerîd'de isim sigası halinde bulunduğu halde, et-Tirmizî'nin hadisinde görünmeyen vasıflar hayli fazladır. Bunlar 27 adet olarak şunlardır; er-Rabb, el-İlâh, el-Muhît, el-Kadîr, el-Kâfî, eş-Şâkir, el-Hâkim, el-Kâhir, el-Mevlâ, en-Nasîr, el-Hâlık, el-Melîk, el-Kefîi, el-Hallâk, el-Ekrem, el-A'lâ, el-Mubîn, el-Hafî, el-Karîb, el-Ehad. Bazıları ise muzaftırlar. Gâfiru'z-Zenb, Şedîdu'l-'İkâb, Fâtıru's-semâvâti ve'l-Ard, Refî'ud-Derecât, Gâlib 'alâ emrih, Kâ'im 'alâ külli nefte, Hayrun Hafızan. Diğer taraftan et-Tirmizî'nin rivayetinde bulunduğu halde, isim sigasiyle Kur'ân'da görünmeyen vasıfların sayısı da 27'dir: el-Kâbid, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi', el- Mu'izz, el-Muzill, el-'Adl, el-Celîl, el-Bâ'is, el-Muhsî, el-Mubdi', el-Mu'îd, el-Mumît, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Mukaddim, el-Mu'ahhir, el-Vâlî, el-Muksıt, el-Mugnî, el-Mâni', ed-Dârr, en-Nâfi', el-Bâkî, er-Reşîd, es-Sabûr, Zu'l-Celâli ve'l-İkrâm.
Bu son isim Kur'ân'da var ise de 304, İbn 'Âmir ve Şâm ehlinin kıraatleri göz önüne alınırsa, bu sıfat âyetteki “vech” kelimesine ait olacağından, bulunmadığı söylenebiliri 305. Çıkarılacak ve eklenecek isimleri tesbit eden İbn Hacer diyor ki:
Kur'ân'da olmayıp da rivayette bulunan 27 isim üsteden çıkarılıp, Kur'ân'da bulunduğu halde rivayette olmayan 27 isim eklenirse, dokson dokuz isim elde edilmiş olur. Bizim teklif ettiğimiz isimler arasında izafet şeklinde olanlar varsa da, rivâyettekiler arasında da bu durum görülür: el-Muhyî Muhyi'l-Mevta'dan, el-Mâlik Mâliku'l-Mülk'den, en-Nûr Nûru's-semâvâti ve'l-ard'dan, el-Bedî' Bedî'u's-semâvâti ve'l-ard'dan, el-Câmi' Câmi'u'n-nâs'dan, el-Vârıs Nahnu'l-Vârisûn'dan alınmıştır. İbn Hacer aynı sıfattan iştikak eden isimleri de, bir nüans ihtiva ettikleri gerekçesiyle ayrı ayrı sayar:
el-Kadîr, el-Kâdir, el-Muktedir; el-Gâfir, el-Gafûr, el-Gaffâr gibi. Bundan sonra, kendisini tatmin eden, yeniden teşkil etmiş olduğu doksan dokuz ismin listesini verir. 306 Onun uzun emek mahsulü olan bu çalışmasını takdir etmekle beraber, bazı mülâhazalarımız olacaktır.
Kanatimizce izafetleri çözmek isabetli değildir. Allah, Kendisini Şedîdu'l-azâb (veya 'ıkâb) olarak (azabı şiddetli olan) vasfetmişken, mutlak ve mücerred eş-Şedîd haline getirmekle, cür'etkârlık etmiş oluruz. Zira böylece, azabıyla kayıtlı, daha doğrusu azabının vasfı olan bir kavramı, kayıttan kurtararak Ona nisbet etmek uygun olmaz. Dikkatli olarak incelenirse, Kur'ân'da Allah'ın mutlak surette Şedîd, Muntakirn, Mu'azzib olarak nitelenmediği görülür. Bu kavramlar, kayıtlı olarak Ona verilmiştir. Kur'ân'ın konuya bakışını şu âyet ömekleştirir:
“Bilin ki Allah azabı şiddetli olandır, hem de Gafur, Rahîm'dir” 307.
Afv ve merhamet Zata nisbet olunduğu halde, şiddet azaba izafe edilmiştir, “zû” ite olan izafetlerden Zu'ntikâm'dan el-Muntakim yapmak da uygun değildir. Bu alınırsa; Zu'l-kuvve 308 Zu'I'arş (85, 15), Zu'l-fadl 309 ve “Zu” ile yapılan daha başka izafetleri ihmal etmek anlaşılmaz.
Daha muvafık görüneni şudur:
İzafetleri olduğu gibi bırakmak, ille de isim sigası haline gelmiş tek kelime aramamak. İkinci olarak:
Madem ki hadisteki 99 rakamının hasr ifade etmediğinde ittifak olunmuştur. Bu sayıyı elde etmek için tekellüf göstererek “genişi darlaştırmamak”tır. Bu rakam, bilginlerce “en meşhur isimler” veya “cennete girmeye yeterli isimler” 310 tarzında anlaşılmıştır. İsimlerin sıralanması merfu değilse -ki öyle görünüyor, Resûlullâh bir sayı verip onları sıralamamakla, müslümanları, Kur'ân'ı iyice anlayıp inceleyerek okumaya teşvik etmiş olmalıdır. el-Buhârî ve Müslim'deki lâfızda “men ahsâhâ dahâle'l-cenne (onları sayan, tesbit eden cennete girer)” bulunan “saymak, tesbit etmek” mefhumu ile, öbür yandan karşılığında cennet olan bir işte, biraz emek sarfetmenin gerekeceği düşünülürse, “teşvik” olarak nitelediğimiz ihtimal uzak görünmez ve listeler arasındaki bazı farklar büyütülmez. Kaydetmiş olduğumuz mülâhazalara uymaya çalışarak ileride izahlı olarak vereceğimiz liste görülünce anlaşılacaktır ki, bu sayı 99 rakamı etrafında dolaşmaktadır. Ufak bir tekellüfle veya değerlendirmedeki şahsîlikle, bu rakamın elde edilmesi zor değildir. 311
5. Esmâ-yı Husnâda Terâdüf Konusu
Allah'ın adları arasında müteradif olanların bulunup bulunmayacağı üzerinde düşünenler olmuştur. Eş anlam, aynı kökten gelen değişik sigalar arasında olduğu gibi, farklı maddelerden gelen isimler için de söz konusudur: Kadir, Kadîr, Muktedir veya 'Azîm, Kebîr gibi.
el-Gazzâlî, kendisinden önce Esmâyı Hüsnâyı açıklayanlar arasında, bu konuya temas eden kimseyi bilmediğini söylemektedir. 312 Ona göre isim, sırf lâfız değil, anlam bakımından değer kazandığından, doksan dokuza dahil olanlar arasında, gerçek teradüf düşünülemez. Her bir ismin, özel bir mânâ taşıması aranır. el-Gazzâlî tezini desteklemek için, aynı kökten gelen üç ismi örnek verir:
el-Gâfir, el-Gafûr, el-Gaffâr. Gâfir, sadece mağrifetin aslına delâlet eder. Gafur, günâhların çokluğu nîsbetinde, mağfiretin fazlalığını gösterir. Miktarı ne kadar fazla olursa olsun, sırf bir çeşit günâhı örtene Gafur denilmez. Gaffar ise, tekrar suretiyle çokça mağfiret edene denir. Günâhlarının bütününü affettikten sonra, yine günâha döneni mağfiret etmeyen, Gaffar ismine hak kazanamaz.
Başka köklerden olup da müteradif görünenlere de:
el-'Alîm ile el-Habîr'i örnek verir. 'Alîm sadece bilmeye delâlet ettiği halde, Habîr Onun gizli işleri ve tarafları bildiğini ifade eder. Bu kadarcık bir fark, eş anlamlı olmayı uzaklaştırır. Hatta ince farkı biz anlayamasak bite. bunun var olduğuna inanmalıyız. el-'Azîm ile el-Kebîr arasındaki farkı anlatamazsak bile, aslında bir nüans olduğundan şüphe etmemeliyiz. Hadiste veya arapların kullanışındaki farkı göz önüne getirmeliyiz. Hadiste,, “Kibriya” Benim ridâm, 'Azamet ise izârımdır” gelmiştir. Namazda “Allâhu Ekber” deriz, “Allâhu 'A'zâm” hiç duyulmamıştır. Böylece bunların yakın anlamlı olmakla birlikte, eş anlamlı olmadıkları ortaya çıkar. 313
İbn Hacer de aynı sıfattan müştakk olan farklı isimler arasında, her hangi bir şekilde bir hususiyet olması gerektiğini söyler:
Kadir, Kadîr, Muktedir gibi. Nitekim ayrı köklerden oldukları halde, aynı anlama ortak olan isimler arasında da fark vardır:
Halik, Bârî, Musavvir isimleri îcad ve ihtira' anlamında iştirak etseler de, bir başka yönden farklılık gösterirler. Şöyle ki:
Halk, îcad için olan kudreti; Bari' ise mahlûkun cevherini var edeni ifâde eder. Musavvir'e gelince, mahlûkun zatındaki suretin Yaratıcısına delâlet eder. 314
Bunlara ek olarak şunu da söyleyebiliriz. İlk plânda, eş anlamlı görülen isimlerin ve bunların çekimlerinin Kur'ân'da geliş yerlerini iyice gözden geçirmek de bu konuda faydalı olabilir. Meselâ:
“And olsun sizi yarattık (halaknâ-kum), sonra da size suret verdik (şavvarnâ-kum)” 315 'deki “el-Hâlık, el-Bârı1, el-Musavvir” sıralamasını, şu pasaj tefsir etmektedir:
“O (Rabb) ki seni yarattı (halâkâ-ke), seni düzgün kıldı, organlarını denkleştirdi (fe sevvâ-ke fe 'adale-ke). Dilediği surette sene terkib etti” 316
Demek önce halk, sonra düzgün ve ahenkli bir yaratılış verme (ber', Bari'), son durumda da suret verme (tasvîr, Musavvir). gelir. Böylece nüanslar meydana çıkar. “Körü, abraşı da (...) Allah'ın izniyle iyileştiririm, düzeltirim (ubri'u)” 317 âyeti de Bari' anlamıyla ilgilidir. 318 Ayetinden seziliyor ki, yaratmaya (nebre'ehâ), bir takdir sebkât etmektedir.
Ünlü lisan bilgini İbn Cinnî'nin “binadaki ziyade, mânâya ziyadelik verir” kuralına bakılırsa (RM, I, 61) Mutekebbir'de Kebîr'e nazaran, dolayısıyla ince bir fark bulunabilir.
Rahman ve Rahîm isimleri aynı kökten gelmekte ve aşağı yukarı aynı anlamları ifade etmektedirler. Fakat Kur'ân'ın kullanışından, ikisi arasında bazı farklar ortaya çıkmaktadır. er-Rahmân hem mevsuflu hem mevsufsuz (daha çok) kullanıldığı halde, Rahîm her zaman mevsufla kullanılmıştır. Yani er-Rahman ekseriya özel isim durumunda geldiği halde, Rahîm daima sıfattır. Rahîm, rahmete hedef olanlara taallûk ederek bâ' harf-i cerri ile geldiği halde 319, er-Rahman hiç bir yerde merhuma taallûk etmez, yani “Rahman bi'n-nâs, -bihim” gibi bir ifade bulunmaz. er-Rahman daima eliflâmlı (marife) olarak gelir; Rahim her zaman böyle değildir. er-Rahman münhasıran Allah hakkında kullanılmıştır; Rahîm ise bir yerde Hz. Peygamber'i tavsif eder 320.
Kebîr ve 'Azîm isimlerinin her ikisi de büyüklük ifâde ederler. Her iki kökün tef'îl şekli, “yüce tanımasyı ifade eder. Fakat bu anlamda Kur'ân daima tekbîr şeklini kullanmış 321, Ta'zîm fiilini, Allah'ı konu edinerek hiç kullanmamıştır. Buradan, kullanılış bakımından da olsa aralarında ince bir fark olduğu sezilebilir.
Peşin bir fikirle, isimler arasında eş anlamlı olanların bulunabileceği ihtimalini reddetmek için sebep yoktur. Fakat bu örneklerden anlaşılıyor ki, titiz bir inceleme, bazı ince farkları göstermekten hâli kalmamaktadır. Böyle farklar bulunuyorsa, eş anlamlı (müteradif) tabiri yerine, yakın anlamlı (mütekarib) tabirini kullanmak daha isabetli olur. Bütün genişliğiyle lisanda bile tam bir teradüfü kabul etmeyen, aşırı olarak nitelenen bazı teorilerden bahsetmenin yeri burası değildir. Mevâkıf sahibi el-îcî ile onun şârihi el-Curcânî, esmâ-yı hüsnâ arasında müteradif olanların bulunduğunu kabul ederler .322 Meselâ “el-Hâlık ve el-Bârı' aynı mânâya gelir”, “el-'Alî, el-'Azîm, el-Mutekebbir aynı anlamdadır” derler. 323
6. Bitişik İsimler
A) Ayrı Bir Şekil Olorak Bitişik İsimler:
Kur'ân'da esmâ-yı hüsnâ ekseriya, yan yana getirilmiş iki isim halinde Allah'ı tavsif eder. Daha ilk bakışta dikkati çeken bu tezahür hakkında, bazı sebeplerden dolayı ayrıntılı olarak durmamız gerekmektedir. Normal olarak, âyetlerin sonunda gelen isimler, belli başlı şu şekillerden biriyle varid olur:
Her ikisi de, eliflâmlı veya eliflâmsız, müfred isim ve haber olarak:
Birisi müfred isim, öbürü izafet terkibi olarak:
Özel isim durumunda olarak:
Sıfat olarak Her ikisi de, izafet terkibi olarak, haber durumunda :
Bitişik isimler terkibi, her zaman aynı isimlerin yan yana gelmesiyle oluşmaz. Muhtevaya göre değişirler. Meselâ, el-'Azîz ismi, en çok el-Hakîm ismine bitiştiği halde (47 âyette), yerine göre: er-Rahîm (11 âyette), el-Kavî (7 âyette), Zu'ntikâm (4 âyette), el-Hamîd (3 âyette), el-'Alîm (6 âyette), el-Gafûr (2 âyette), el-Gaffâr (3 âyette), el-Vehhâb ve el-Muktedir isimleriyle de birer âyette yan yana gelir. Anlam bakımından ise, bitişen isimler, belli başlı şu durumları gösterebilirler:
Biri, öbürünü destekler:
“Kavî 'Azîz”, “'Alî 'Azîm”, “'Aziz Zu'ntikâm” gibi. Zıt ve zıdda yakın iki ayrı kavrama delâlet ederek, biri öbürünü dengeler:
“Azîz Hakîm”, “Afuvv Kadîr”, “Zû magfire ve Zû'ıkâb elîm” gibi. Bazan, iki ismin gerekleri arasında bir derecelenmeyi, sıralanmayı ifâde ederler:
“Tevvâb Rahîm”, “Gafur Rahîm” gibi.
Önce, Kur'ân vahyinin kronolojik sıralanması boyunca, bu kullanışın ortaya çıktığı zamanın tesbit edilip edilemeyeceğini görelim. Bu konu ile bazı müsteşrikler ilgilenmişlerdir. Gaudefroy-Demombynes, bitişik isimlerin “2. Mekke devresinde” Tâhâ sûresinden itibaren görünmeye başladığını ileri sürer. 324 Buna göre, Nöldeke'nin sıralamasında 55., Blachere'inkinde 57. sırada bulunan bu sûreden önce, bitişik isimlerin varid olmadığı düşünülür. Blachere de aşağı yukarı aynı fikri iddia eder 325. Ona göre bir, ya dinî düşüncenin gelişmesi sebebiyle Ulûhiyyetin bazı nihayetsiz taraflarını belirtmek ihtiyacından, yahut bir ahenk unsuru olarak toplu okuma alışkanlığını teşvik etmek düşüncesinden gelmiş olmalıdır.
Görüldüğü gibi, önce gâlib zanna dayanılarak itibarî bir zaman tesbit ediliyor, arkasından teolojik bir sonuç çıkarılmak isteniyor. Oysa bu tesbit doğru değildir. Temelini Nöldeke'den alan üç ayrı Mekke devresi ayırımına göre, ikinci devreye yerleştirilen sûrelerde bu durum fazla görülmekle beraber, daha önce de, az olmayan örnekler bulunmaktadır. Tesbitin yanlışlığını göstermek için, bizzat kendilerinin kabul ettikleri sıralamaya göre, “birinci Mekke devresinden”, şu örnekleri verebiliriz:
el-Burûc (85.) sûresinde (Nöldeke'de 22., Blachere'de 43.) iki âyette bitişik isimler gelmiştir: “el-'Azîzu'l-Hamîd” (85, 8) ve “el-Gafûru'l-Vedûd” (85, 14)- et-Tûr (52.) sûresinde (Nöldeke 40., Blachere 22.) “el-Berru'r-Rahîm” (52, 28) bulunur. el-Kâmer (54.) sûresinde (Nöldeke 49., Blachere 50.) “'Azîz Muktedir” (54, 42) ve “Melîk Muktedir” (54, 55) gelmiştir, ed-Dehr (76) sûresinde (Nöldeke 52., Blachere 34.) “'Alîmen Hakîmâ” (76, 30) görünür. Belki de bu örnekler biraz daha artırılabilir. Fakat bu kadarı da, tesbitîn yanlış olduğunu görtermeye yeter.
Normal olarak âyetlerin sonunda gelen bitişik isimler hakkında, müsteşrikler arasında daha çok yaygın bir iddiaya göre, bunlar sırf seci endişesiyle getirilmiş, ekseriya delâletten yoksun kâfiye unsurları olmalıdırlar. Bu da Kur'ân'ı, küçük düşürme hevesini ortaya koyar.
MacDonald: “Bereket versin ki, secî icapları, Peygamberin Allah'ı bir çok sıfatlarla tavsif etmesine yol açtı” 326 (ve). Gaudefroy-Demombynes:
“Çifte isimler, orada (Medine devresinde) Isturgle unsuru olarak klişeler haline dönüşürler” 327 Blachere, bu isimlerin fonksiyonlarını itiraf etmekle beraber “âyetin artmique olduğu bazı durumlarda vaz geçilmez bir unsur olduğunu” söylemekle, aynı ittihamı, bir başka biçimde tekrarlar. 328 Jomier, “Secî endişesinden” açıkça söz etmez. Bu isimlerin, fikir ve üslûp dengesni sağladıklarını, Allah'ı âyetin muhtevasıyla münasebete koyduklarını; muhatabı müşahhas, yavan ve biteviye bir halin ötesine götürdüklerini belirtmekle onlardaki hayatiyeti farkettiği intibaını verirken, yine de bu isimlerin kullanılışı için “sadâli nakarat” benzetmesini kullanmaktan geri kalmaz.329
Tarihî sıraya göre aktardığımız bu iddialarda, zamanın ilerlemesi, nesillerin değişmesi nisbetinde, sathîlikten uzaklaşma, açıkça görülmektedir. İleride vereceğimiz örnekler de gösterecektir ki, âyetlerin organik dokularında, ilâhî isimlerin hayatî fonksiyonları vardır ve objektif bir zihniyet taşımak şartıyla, bunu görmek, yabancı ve dışarıdan bir bakış için dahî bir mecburiyettir. Şimdilik şuna işaret edelim:
Üslûp ve kâfiye unsurları bakımından, -hele Kur'ân’ın indiği zamanda- belki de dünyanın en zengin özelliklerine sahip olan Arapça gibi bir dilde, imkân mı tükenmişti ki, “secî boşlukları” Allah'ın adlarından ibaret” klişeleşmiş” nakaratlar ile doldurulsundu? İlâhî isimlerin teşkil ettikleri hariç tutulmak üzere, sırf Kur'ân'da mevcut olan -müslüman geleneğin “fasıla” dediği- kâfiye özelliklerinin tenevvüü göz önüne getirilecek olursa, insan zikrolunan iddiayı aklına bile getiremez. Kur'ân'a az çok âşinâ olanlar, bu özellikleri bilirler. Ayrıca hatırlatmaya gerek var mı, bilmiyoruz, Kur'ân' da şiir veya secide olduğu gibi, muttarıd bir kâfiye uygunluğu da söz konusu değildir. Fasılalar arasında, bir çok yerde uygunluk bulunmakla beraber, böyle olmayan yerler de istisna değildir. Kur'ân için zarurî bir unsurmuş gibi, sırf “kâfiye” tutmadığı için bazı âyetler hakkında “yerini bulmamış bir âyet” hükmünü basan bazı batılı “hyper-critique”leri görmek tuhafımıza gitmektedir. 330 İsimlerin muhteva ile münasebetlerine geçmeden önce bitişik isimler hakkında, -bu konu için oldukça -önemli olduğu halde- pek üzerinde durulmamış olduğu anlaşılan bir özelliğe parmak basmak istiyoruz (tesadüf etmemiş olduğumuz yerlerde, buna dikkati çekmiş olanların bulunması, tabiatiyle ihtimal dahilindedir). Bitişik isimlerde, iki ayrı vasfın yan yana getirilmesinden çok, nerdeyse bir başka terkip, bir ayrı vasıf aranmalıdır. Bir çok durumda bunu görmek mümkündür. Bazı örnekler verelim.
“O, Gafur, Vedûd'dur.” 331
Ayrı ayrı düşünülerek, Gafur “mağfiret eden”, Vedûd ise “seven” anlamına gelir. Ancak, bu iki vasfın bitişmesi, mağfiret ve sevgi kavramlarını biribiri içinde eritmekte, karşılıklı ilgilerini düşündürmektedir. Böylece anlıyoruz ki, Allah bağışlamayı sever, kulunun mağfiret dilemesini ister, üstelik mağfiret ettiği kulunu da sever. Halbuki tek başına mağfiret kavramında (ki suçu örtmek demektir) sevgi kavramı zorunlu olarak yoktur. Hatta bir çok durumda suçu örtenin, seveceği düşünülmez. Suçu örten bir çok kimse, bu davranışına sevgi katmayabilir. Bu durumda suçlu, nihayet cezadan kurtulur. Bu iki vasfın, karşılıklı olarak münasebete girmesi, mağfiretin sevgiden ileri geldiğini anlatmaktadır.
“(...) Çünkü Allah 'Afuvv'dür, Kadîr'dir” 332.
Burada da, sadece 'Afuvv ve Kadîr isimlerinin yan yana gelmesinden fazla olarak, bu ikisinin bir arada bulunmasından hâsıl olan ayrı bir hususiyet karşısındayız. Zira bu terkibde, vasıflardan biri öbürünü karşılıklı olarak etkiler. Böylece onların, ayrı ayrı anılmasında bulunmayan bir başka ilâhî kemâl kendini gösterir. 'Afv, bir çok durumda kudretle beraber olmaz. Kudretten, çoğu zaman af beklenmez. Gerçi bu vasıflar ayrı ayrı olarak da birer’ kemâl vasfıdırlar. Bunlar yan yana zikr olunmasaydı da bir çok insan, Allah'ın öbür ismini de düşünebilirdi. Ama yine de, bu iki vasfın aynı anda, biri biriyle meze olunmasındaki etki, açık bir surette kendini göstermezdi. Son olarak üç ismin, aynı anda, karşılıklı olarak münasebete konulduklarına dair bir örnek verelim: “Allah Kadîr'dir, Allah Gafur, Rahîm'dir” 333.
Kudret tek başına bir kemâl olmakla birlikte her zaman suçu örtmeyi veya üstelik ihsan etmeyi düşündürmez. Keza suçu örtmek, zorunlu olarak, muhatap üzerinde kudretiyle istediği gibi tasarruf edebilmek veya rahmet ve ihsanına mazhar etmeyi gerektirmez. Özellikle rahmet ve şefkat insanlar arasındaki yaygın anlayışa göre pasif bir etkilenme, duygulanma ile ilgili görülür. Bu anlayışa göre mağrifet kavramı ile yakın münasebeti düşünülmekle beraber, kudret ve hâkimiyet ondan çok uzakta sayılır. Kaldı ki rahmeti, sırf şefkat ve acıma anlamına almak da eksik bir anlayıştır. Çünkü rahmet mefhumu Kur'ân'da şefkatten fazla olarak ve ondan daha da ağır basarak, lütuf ve ihsan etmeyi de ifade eder. Hülâsa görülüyor ki’ biribirini zaruri olarak gerektirmeyen ayrı ayrı birer kemâl olan üç kavram, aynı anda münasebete konulmuş ve bu "münasebetten de ayrı bir dördüncü kemâl ortaya çıkmıştır. 334
b) Bitişik İsimlerin muhteva ile ilgileri:
Az önce, bu isimlerin “secî îcaplarısndan ileri gelen “klişeler” olduğu iddiasından söz etmiştik. Aşağıda vereceğimiz örneklerden anlaşılacaktır ki, organik bir doku teşkil eden âyetlerde, bu isimlerin hayatî fonksiyonları vardır. Bu isimlerin, âyette bildirilen mânâyı kalblere ve akıllara mıhlayan, âyetlerin toplu birer fezlekesi olan, biribirlerini karşılıklı olarak dengeleyen, bazan âyette bildirilen hususun kaynağını, sebebini gösteren, bazan istidrâk mahiyetinde uyaran vb. özellikleri vardır. Şimdi, bu fonksiyonları, örneklerle açıklayacağız.
b1- Mânânın kaynağını göstermeleri
“Hiç bir insan yoktur ki, Allah ona söylesin; meğer ki vahiy tarzında, yahut bir perde arkasından, veyahut-izniyle dilediğini vahyetmek üzere- bir elçi göndermekle olsun. Çünkü O Yüce, Hakîm'dir”335.
Bu âyet bütün unsurlarıyla, Allah'ın yüceliğini (insan Onunla söyleşemsz, O insana söyler; vahiyle bildirmek; Kendisi gitmeyip elçi göndermek; elçi Kendisini göremez, “perde arkasında” dır; elçiye, kendi istediğini söylemek yetkisini de vermez, ancak Onun izniyle ve ancak Onun istediğini söyleyebilir), insan türünün Kendi katında, kendisinden ileri gelen bir değer taşımadığını, buna rağmen Onun hitaba kabil kılarak bir değer vermesiyle değer kazandığını, ilâhî hikmetin insanlığa hitap etmesini, talimatlarını ulaştırmak istediğini belirtme istikâmetinde gelişmektedir. Kısaca âyet, ilâhî yücelik ve hikmet etrafında dönmektedir. Dikkatli ve beliğ bir muhatabın zevki de, âyetin bu muhtevasını özetleyen 'Alî, Hakîm vasıflarının gelmesini, en güzel bir hatime olarak kabul eder. Zira, bu ayrı ayrı meyvelerin ağaçlarını, bu ırmakların döküleceği denizleri göstermek gerekir. Bu durumu, aşikâr olarak Araf 54 ve Mü'minûn 14 âyetlerinde de görebiliriz. 336
b2 - Muhtevanın, tam zıddını ortaya koymaları
“Ey insanlar! Bir misâl verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah'tan başka yaşardıklarınız, bir araya da gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar; talib de matlub da ne kadar güçsüz! Allah'ı gereği gibi degerlendiremediler. Allah elbette Kavî'dir, 'Azîz'dir” 337.
Bütün unsurlar, sahte tanrıların güçsüzlüğünü, hiçliğini gösteriyor:
Kendilerinden tek tek, çok büyük şeyler beklendiği halde, bir araya toplanarak yardımlaşan tanrılar, en önemsiz görülen bir sineği bile yaratamıyorlar. Yaratmak şöyle dursun, sineğin kendilerine zarar vermesini bile önleyemiyorlar. Bu aczin karşısında kudretin kimde olduğunu göstermek lâzımdır. “Allah'ı gereği gibi degerlendiremediler”, geçişiyle, kendimizi kudretin karşısında buluyoruz:
“Allâh'dır, acizsiz Kavî, mutlak galib ve yenilmez 'Azîz”. Şuna da dikkat edelim:
“Kâvî” ve “'Azîz” aczin karşısına çıktığı gibi, 'Azîz vasfı ayrıca putperestlerin Allah'ı unutarak başka uydurma tanrılara yönelişlerinden, kendisinin değerini takdir edememelerinden dolayı izzetinden hiçbir şey kaybetmediğini de anlatmaktadır.
b3 -İstidrâk mahiyetinde gelmeleri
“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah Gafur, Rahîm'dir”338.
İlâhî isimlerden önceki kısmın muhatap üzerinde bıraktığı intiba: Değerin, işin, hikmetin, adaletin hülâsa dilemesinden başka hiç bir şeyin yanında de-
geri olmayan “sert bir Hakîm Tanrı” olabilir (Allah'ın İradesine ağırlık veren bu âyet gibi bazı âyetlere bakarak, Kur'ân'ın bildirdiği Allah hakkında, -hâşâ- “keyfe ma yeşâ bir despot tipi” niteliğini veren 339“bek-taşî meşrebier” iyi dikkat etmelidirler). Evet, böyle bir intiba uyansa bile, âyetin Allah'ın Gafur Rahîm isimleriyle bitmesi, yanlış anlaşılmayı önlüyor, ümit tarafını kuvvetlendiriyor. Hatta şunu bildirmek istiyor: Kudret, Hâkimiyet gibi kemâl sıfatlarına sahip olan Allah liyakât, adalet, ameller gibi ölçüleri gözetmemek şöyle dursun, üstelik mağfiretiyle karşılamaya, arkasından da rahmetiyle ihsan etmeye hazırdır. İlâhî isimler istidrâk maiyetinde gelerek, yanlış anlayışı önlemektedir.
Tasadduk etmeyi emir ve ona teşvik eden' oldukça uzun (bîr sayfalık kadar) bir pasaj “Bilin ki Allah Müstağnî'dir, Hamîd'dir” (2, 267) şeklinde sona erer. Bunun izahını et-Taberî (Ö. 310/922) gibi eski bir müfessire havale edelim: “Allah Taâlâ şunu kastediyor: 'Ey insanlar! Bilin ki Allah sizin sadakalarınızdan da, öbür iyi işlerinizden de müstağ-nîdir. Malınızdan sadakayı farzetmesi, içinizdeki muhtaçların ihtiyacını gidermek, güçsüzlerinizi desteklemek ve ahirette mükâfaatınızı bol bol vermek için Ondan gelen bir rahmet eseridir'. Hamîd lâfzı ise, insanlara inam ettiği nimetler veya lütûflar sebebiyle. Onun mahlûkları tarafından Hamd edilen olduğunu ifade eder” 340
b4- Âyette bildirilen hüküm, emir, nehiy vb. ta'lîl gayesiyle esmâ-yı hüsnâ'nın gelmesine dair örnekler.
Allah'a ibadet maksadına tahsis etmek üzere Kabe'yi kuran Hz. İbrahim ve Hz. İsmail:
“Rabbimiz, yaptığımızı kabul buyur. İşiten ve Bilen ancak Sensin” 341, diye dua ediyorlardı. Sonda gelen Semî' ve 'Alîm (İşiten ve Bilen) isimleri, kabul olunma dileğinin sebebini gösterir. Murad:
“Duamızı işiten, niyetlerimizi bilen ancak Sensin” demektir. “Ancak” kelimesiyle ifade olunan “hasrsdan da gaye budur. Hasr, gerek amelde gerek duada, riya ve süm'anın olmadığını ve olmaması gerektiğini belirtir. “Sana yaptığımız duayı ve ameli, başkalarına işittirmek için yapmadığımızı ve kalblerimizdeki niyetlerimizi bilecek, başkalarına işittirmek istemediğimiz duamızı işitecek ancak Sensin. İşte Senin bu vasıfların sebebiyledir ki, biz duamızın kabulünü istiyoruz” anlamı vardır (86/a). Bu çok misaller meyanında, meselâ Âyet'el-Kürsî'de de bu kaideyi bulmamız mümkündür. 342
Şeytanın insanları aldattığı, kendilerini yanlış yola girmeye sevk ettikten sonra, şöyle diyerek onları terkettiği anlatılın “Benim sizinle ilgim yok; doğrusu ben sizin görmediğinizi görüyorum, ve şüphesiz Allâh'dan korkuyorum. Allah, azabı şiddetli olandır” 343.
Şeytan, Allah'ın Şedîdu'l-'ikâb vasfını, kaçıp onları bırakmasının ve Allah'tan korkmasının sebebini belirtmek için getiriyor.
b5- Bazan zıt veya zıdda yakın iki isim, biribirini dengelemek için gelir. Her bir vasfın gereği biribirine aykırı olduğundan, kulların bunlardan sadece birine tutunmalarını engellerler.
Meleklerin, mü'minlerle birlikte savaşmak üzere gönderilmelerini bildiren âyet, “Yardım ancak 'Azîz Hakîm olan Allah katından olur” 344 diye biter. İzzet, Allah hakkında, istediğini yapmayı, sebep-müsebbep nizamım tanımamayı, yenilmez üstünlüğü ifade eder ve gerektirir. Hikmet ise, bir takım gayeler için, sebep-müsebbep nizamını koymayı ve onun esiri olmaksızın, öz iradesiyle gözetmeyi, bir teklif ve imtihanı gerektirir. Bunlar, bu anlamda zıt (ama mütenakız değil) kavramlardır. Fakat bu iki zıt vasfı toplaması Allah için bir kemâl olduğu gibi, bunların gereğine göre hareket etmesi de kul yönünden bir kemâldir. Mü'min sebebe güvenerek Rabbini unutmayacak, sadece Onun izzet vasfına tutunarak da koyduğu hikmet nizamını ihmal etmeyecektir. Başarı, 'Azîz olan Allah'ın elindedir. Ama, bunu vermek hikmetine bağlıdır. Görüldüğü gibi, uzun açıklamayı gerektiren bu gerçeği, biribirini dengeleyen iki ilâhî ismin zikrolunması kısaca belirtmiştir.
b6- Sonlarında gelen ilâhî isimler, ekseriya âyette bildirilen mânâları, akıllara ve kalblere iyice yerleştirmek için, çok kısa bir hülâsa mahiyetini taşırlar.
“Mâllarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere, yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, 'Alîm'dir” 345.
Vâsi' vasfı, Allah'ın lütuf ve ihsanının bol olduğunu, 'Alîmse her şeyi bildiğini anlatmaktadır. Bütün âyet Allah'ın, rızası yolunda harcanan şeyleri, verenlerin niyetlerini ve verdikleri şeylerin durumunu bildiğini, karşılığında veren kimselerin, yedi yüz misliyle mükâfatlandıracaklarını bildirmektedir. Yani âyetin esas tema'sı, Allah'ın lütuf ve ilminin genişliğidir. Onun Vâsi' ve 'Alîm vasıfları, âyetteki mânâyı özetlemektedir.
b7- Bazı âyetlerde, dünyaya ait işleri düzenleyen hükümler bulunur. Bildirilen şeyler, meselâ tamamen hukukî mahiyette kurallar olabilir. Bu kurallarla muhatap dinle ilgisi olmayan (proteine) bir atmosfere girdiğini sanır. Fakat âyet, muhteva ile ilgili ilâhî vasıflarla sonuçlanınca, muhatap kutsal plâna yükseltilir. Hem de o emirler, ilâhî bir müeyyide, yaptırım gücü bulur.
Durumun açıkça görülmesi için, uzun da olsa şu âyetin mealini aynen iktibas edelim:
“Karılarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir; çocukları varsa, bıraktıklarının -ettikleri vasiyyetten veya borçtan artakalanın-dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa -ettiğiniz vasiyyet veya borç çıktıktan sonra- bıraktıklarınızın dörtte biri karılarınızındır; çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer erkek kardeşi veya kız kardeşi olan bir erkek veya kadın, ikinci dereceden mirasçı bırakırsa, ikisinden her birine -edilen vasiyyetten veya borçtan arta kalanın-altıda bir düşer; ikiden çoksalar, üçte birine, zarara uğratılmaksızın ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tavsiye edilmiştir. Allah 'Alîm'dir, Halîm'dir.”346
Miras gibi çıkarların çekiştiği, en yakın olan insanların bile biribirine düşüp aldatmacaların, hak çiğnemelerin olabileceği bîr konuda, haksızlıktan sakındıran ifadeler de yer alıyor. Bu iki ilâhî vasıftan 'Alîm, Allah'ın her şeyi bildiğini, kaiblerin sakladığını, yapılan en küçük haksızlıkları bilip onların hesabını soracağını ifade ettiği gibi, Halîm vasfı da şunu telkin ediyor:
Yaptığı haksızlıkla, -ya dünyada çevresi tarafından bilinmediği, veya kendisine hak sahibinin gücü yetmediği için- bir dünya metaı eline geçiren, Allah'ın Halîm olması sebebiyle, kendisini hemen cezalandırmadığını görerek sevinmesin. O geciktirirse de, böyle bir suçu cezasız bırakmaz. Önündeki dünyevî gelecekte veya ahirette, bu haksızlığın cezasını ödetir.
b8- Bazı durumlarda, ayetlerin sonlarında gelen isimler, ayette bildidirilen vaadlerin, işlerin te'mînâtı olarak gelirler. Mesela sebepler dünyasında imkânsız gibi görülüp, gözde büyütülen işler, Allah'ın bazı vasıflarını hatırlatmakla te'mînat altına alınmış olur.
“Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya Kadir olmaz mı? Elbette olur. Odur yaratan ve bilen” 347.
“Gerçeği anlamalarına kadar “arlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi dünyalarında göstereceğiz. Rabbinin her şeye Şâhid olması yetmez mi?” 348.
b9- Bu paragrafta, ayetlerin sonunda gelen esmâ-yı hûsnânın birer “kuru klişe” olmadığını, eski müfessirlerin onlardan bir takım hükümler Çıkarmış olmalarıyla belgelemek istiyoruz. Bir müsteşriğin, gayr-ı müelim batılı islâm araştırmacıları için söylediği 349 önemli olan onların her hangi bir meseleyi Kur'ân'da bulup bulmadıkları değil, onu yaşayan müslüman şuurunun, onu Kur'ân'da bulduğu veya bulamadığıdır.
“Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz Odur tevbeleri kabul eden, Rahîm olan” 350.
et-Tabersî (ö. 548/1153):
“Rahîm'i zikretmesinin sebebi, tevbeyi kabulün lütuf eseri olduğunu bildirmek ve tevbeyi kabul etmesinin. Kendisi hakkında vacip olmadığını iş'âr etmektir (Mutezilenin teolojik görüşü reddolunuyor)” 351
“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah Gafur, Rahîm'dir” 352.
el-Alûsî:
“Gafur Rahîm isimleri, 'dilediğini bağışlar'“ kısmını, hem de bir fazlalıkla birlikte tesbit eder, sağlamlaştırır. Ayetin sonunu Rahîm ismine tahsis etmekte, ihsan ve in'am cihetini tercih ettiğine işaret vardır. Keza bu isme tahsîs olması, Ehl-i Sünnetin itikadını desteklemektedir. Mutezileye göre Allah'ın bağışlaması için, kulun tevbesi şarttır. Ehl-i Sünnete göre lütuf ve ihsan ederse tevbesiz de bağışlayabilir” 353
Esmâ-yi hûsnânın ayetlere bitişmesinden dolayı dînî hükümler çıkarma işi, sanıldığından fazla uygulanmıştır. Daha başka örnekler için şu yerleri referans olarak gösterelim: 15, 49-50 tefsirinde RM, XIV, 60; 3, 8 tefsirinde el-Beydâvî, I, 329 ve eş-Şirbînî, es-Sirâcu'l-Munîr, I, 163; 5, 34 tefsirinde Tefsîru'I-Celâleyn; 2, 37 tefsirinde el-Beydâvî, I, 122 ve eş-Şirbînî, I, 42.
Ayetlerin kendileriyle noktalandıkları ilâhî isimlerin, muhteva ile ilgilerini göstermek için, bu kadarcık örnekle yetineceğiz. Esasen bunları saymaya bile gerek yoktu. Zira bu isimlerin bulunduğu her ayet, bir örnek teşkil eder. Aslında yapılması gereken, tefsir ve tevcihinde güçlükle karşılaşılan ender bir iki misali ele almak olmalıydı. Şimdi inceleyeceğimiz ayette, sonda gelen isimlerin muhteva ile ilgisini kurmakta zorluk çekildiği için, üstünde fazlaca durulmuştur. Bu durum için müfessirlerin gösterdiği hassasiyet de esmâ-yı hûsnânın muhtevadan ayrılmadığını ne derece esaslı bir kaide olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. İsa'nın, kendisini tanrılaştıranlar hakkında, kıyamet günü vereceği takrirde onların bu işinde kendisinin bir rolü olmadığını, kendisinin bir kul olduğunu onlara bildirmiş bulunduğunu vb. ifade ettikten sonra takririni şöyle bitirir:
“Onlara azabedersen, doğrusu onlar Senin kullarındır; onları bağışlarsan Aziz olan, Hakîm olan şüphesiz ancak Sensin” 354.
el-Âlûsî diyor ki:
“Bazı kimseler, burada “Gafur olan Rahîm olan şüphesiz ancak Sensin” gelmesini bekleyebilirlerdi. Halbuki burada, onlar hakkında Allah'ın mağfiretini istemek değil. Onun izzet ve hikmetini belirtmek söz konusudur” 355 “Bu iki yüce ismin, -bitiştikleri siyakta güçlüğe yol açmaları sebebiyle burada alınmalarının açıklanması hakkında, alimlerin uzun izahları vardır. Hatta karilerden birinin, beyinsizliği sebebiyle, onları değiştirerek “Gafur olan Rahîm olan şüphesiz ancak Sensin” diye okuduğu ve bundan dolayı hapis ve dayak cezasına çarptırılmığı da hikâye edilir” 356
Söz konusu güçlüğü gidermek konusunda, sadece İbn Kayyim'in (ö 751/1350) mütaalasını dinleyelim:
Hz. İsa'nın kıyamet gününde böyle söylemesi, “Gafur olan Rahîm olan şüphesiz ancak Sensin” demekten daha güzeldir. Zira ayet-i kerime şunu ifade etmiş oluyor;
“Sen onları bağışlarsan; Senin mağfiretin, kudretin kemâli olan izzetten ve ilmin kemâli olan hikmeten olur. Aczinden dolayı bağışlayan, cânînin cürmünü bilmeyen Kadir Hakîm olmaz. Bu, olsa olsa acz olur. Halbuki Sen ancak tam kudretle, tam ilimle ve her şeyi yerli yerine koyan hikmetle bağışlarsın. Bu makamda bu, “Gafur Rahîm”den daha güzeldir. Gafur Rahîm isimlerini ansaydı, fırsatın kaçmış olduğu bir durumda mağfiret isteğinde bulunduğunu düşündürürdü”. “Onları bağışlarsan. Gafur olan Rahîm olan ancak Sensin” demekle, Allah'ın merhametini celb etmek, müstahak olmayan için merhamet istemek durumuna düşerdi ki, Hz. İsa'nın mertebesi, bunu yapmayacak bir yüceliktedir. Bahusus, mevkıf, azamet ve celal mevkıfidir. İşte bunun içindir ki, orada izzet ve hikmeti anmak, rahmet ve mağfireti anmaktan daha uygundur.
Hz. İbrahim'in şu sözü için durum değişiktir:
“Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut Rabbim! Onlar, insanların çoğunu saptırdılar. Bana tabi olan bendendir, bana asi olana gelince. Gafur olan Rahîm olan şüphesiz ancak Sensin” 357.
Bunun yerine Hz. İbrahim, “Âzîz Hakîm” isimlerini anmadı. Çünkü makam, merhameti celbetme ve dua makamıdır. Yani şirkten tevhide, isyandan itaata gelmeye muvaffak kılmakla, sen onları bağışlar ve onlara mehametinle muamele edersen (...)” takdirindedir. Zira fırsat henüz kaçmamıştır. Nitekim peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) de:”
“Allahım! Kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar” demişti. Bu da açıkça gösteriyor ki, Allah'ın isimleri, Kendisinden kaim olan vasıflardan ve manalardan müştaktır ve her bir isim, zikredildiğl ve mukarin olduğu yere münasiptir. 358
Karı-koca münasebetlerinden bahs eden ayetin sonunda erkeklere:
“(...) Kadınlar size itaat ederlerse, siz de onlar aleyhinde bahane aramayın. Muhakkak ki Allah 'Alîdir, Kebir'dir” 359 talimatı verilir. İlk bakışta, âyetin sonunda gelen isimlerin, muhteva ile ilgisi kurutmayabilir. Oysa bu isimler şunu anlatırlar:
“Haksızlık yapmaktan sakının, çünkü, ey kocalar, Allah'ın sizin üzerinizdeki kudreti, idareniz altındaki kadınların üzerindeki hakimiyetinizden daha büyüktür”. Yahut:
“Allah Taâla, şanının yüceliği ve Zatının kemâliyle birlikte sizin suçlarınızı bağışlıyor, tevbenizi kabul ediyor. Öyleyse, siz de kadınlarınızın hatalarını önemsemeyin, özür dilediklerinde onları afv edin”. Yahut:
“Allah Taâlâ, hiç kimseye zulmedilmesine razı olamaz, sizden mazlumların intikamını almaya Kadirdir”. Yahut: “Allah, mutlak yüceliğine ve büyüklüğüne rağmen, size ancak yerine getirebileceğiniz şeyleri yüklemiştir. Öyleyse, siz de onlardan, takatlerine göre iş bekleyin” 360
Bu tevcihler göz önüne alınınca, esma-yı husnanın muhteva ile ilgisiz gibi görüldükleri ender yerlerde bile, onların uygun düştükleri anlaşılmaktadır. 361
7. Esmâ-yı Hüsnânn Tasnifi
Esma-yı hûsnâ ile tezahür eden Ulûhiyyet hakkında, nisbeten derli toplu bir fikir edinmek için, sayı bakımından oldukça fazla olan bu isimleri, bazı esaslara göre sınıflamak makul, belki de gereklidir. Fakat ileride arz edeceğimiz gibi yapılan tasniflerin hiç birisi, tam bir itmi'nan verecek mükemmellikte değildir. Bu güçlük, uygulanan esasların eksikliğinden ziyade, işin mahiyetinden ileri gelmektedir. İsimlerln genellikle iki veya daha çok kavramı ihtiva etmeleri, yapılan her tasnifi, tedahüle veya eksikliğe mahkûm etmektedir. Bu sınıfa konuları ismin, başka sınıfa veya sınıflara girmesi gerektiği şeklindeki bir itiraz mümkün olmaktadır. Referans sistemini uygulayarak, her hangi bir ismi en çok ilgili görülen sınıfa koyup, öbür sınıflara referans vermek ve bunun sebeplerini bildirmek mümkündür ve yapılmıştır da; anoak bu takdirde de tasnif, kolaylık getirmek vasfını kaybetmeye gitmektedir. L. Gadret 362 ve D. Mason 363 da bu tasnif güçlüğüne temas etmiş, her ikisi de genel ve serbest bir sınıflama uygulamış ve meseleyi bir bütün olarak düşünmek gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Sınıflama ihtiyacını gidermek için yapılmış olan belli başlı tasnifleri, aşağıda zikrederek, onlar hakkındaki düşüncelerimizi kısa notlar halinde belirteceğiz. Bunların bir kısmı Kelâm alimlerince yapılmıştır:
a) Esmâ-yı hûsnâyı, esası sıfatlara irca etmek. Mesele yaratma, rızıklandırma, diriltme, öldürme gibi fiillere delâlet eden el-Hâlık, er-Rezzâk, el-Muhyî, el-Mumît gibi isimleri Kudret veya Tekvin sıfatına irce etmek. Yahut rahmet, muhabbet, intikam fiillerine delâlet eden er-Rahmân, er-Rahîm, er-Ra'ûf, el-Vedûd, Zu'ntikâm isimlerini irade sıfattna irca etmek gibi.
Bu ve bundan sonra gelecek olan benzeri tasniflerin belli başlı mahzuru şu olabilir. Kur'ân'da ve Sünnette; Allah'ın esasî sıfatları tesbit ve tahdid edilmiş değildir. Selef alimleri de (ilk üç nesli kasd ediyoruz) böyle şey yapmamışlardır. Sıfatlan sınıflandırma çalışmaları, özellikle felsefî te'sirlerden kaynaklanan, aklî inceleme tekniğinden gelmiştir. Bundan dolayı, yedidir, sekizdir, üçtür vb. diyebilenler olmuştur. Diğer taraftan tenzîh tam olsun düşüncesiyle ayrı ayrı medlulleri olan çeşitli isimleri, bir anlamda sınıfları, bir tek sıfata irca etmek, o mefhumları muhtevasız bir duruma düşürmek tehlikesi arz etmektedir. Gerçi mütekellimler, meşhur maharetleriyle bunu yaptıklarını, çeşitli şekillerde izah edebilirler. Fakat dolambaçlı yollara ihtiyaç yok. Beşerî manada rahmet ve muhabbet Allah'tan ne kadar uzaksa, beşerî manadaki ilim de, irade de Ondan o kadar uzaktır. Nasıl Onun iradesi, şanına yaraşır bir irade ise, rahmeti de şanına yaraşır bir rahmettir. Birini öbürüne irca etmeye lüzum yoktur.
b) Hakikî sıfatlar (Mezkûr, Ma'lûm); Selbî sıfatlar (el-Kuddûs, es-Selâm); Hakikî-izafî sıfatlar (el-'Alîm, el-Kâdir); Hakikî-Selbî sıfatlar (Kadîm, Ezelî); İzâfi-Selbî sıfatlar (eln-Evvel); Hakikî-izafî-Selbî sıfatlar (el-Hakîm).
c) Vacip sıfatlar (varlık, birlik gibi); Caiz sıfatlar (yaratmak, mükâfatlandırmak gibi); Mustahîl sıfatlar (Kendisi gibi bir tanrı yaratmamak gibi).
d) Zatî sıfatlar (Varlık, birlik, Kendi zatiyle var olmak vb.); Manevî sıfatlar (görmek, işitmek, söylemek vb.); Fi'lî sıfatlar (yaratmak, rıziklandırmak, diriltmek, öldürmek vb.).
e) Allâh'tan başkasına ıtlakı caiz olmayan sıfatlar (er-Rahmân, er-Rezzâk vb.); Allâh'tan başkasına kayıtlı olarak ıtlak olunması caiz olan sıfatlar (Rahîm, Kerîm, 'Azîz vb).
f) Vücud sıfatları; Tercih edici sıfatlar; Kudret sıfatları, İlim sıfatları; Hayat sıfatları 364
g) Zâta delâlet eden isimler (bunlar ezelî ve ebedidir); Selb ziyadesiyle Zâta delâlet eden isimler (el-Kadîm, el-Vâhid, el-Ganî vb.); varlığa ve bunun dışında mana sıfatlarından birine belâlet eden isimler (el-Hayy, el-Kâdir, es-Semî 'vb. sıfatlarla onlardan birine raci olan el-Habîr, el-Âmir, en-Nâhî gibi sıfatlar); Fi'lî sıfatlar (el-Cevâd, er-Râzik, el-Hâlik vb.) 365
h) Zâta delâlet eden isim (Allah ismi); Seib ile Zâta delâlet eden isimler (el-Kuddûs, es-Selâm vb.); İzafet ile Zâta delâlet eden isimler (el-'Alî, el-'Azîm vb.); İzafet ve Selb ile Zâta delâlet eden isimler (el-Melik, el-'Aziz vb.); Sıfata raci olanlar (el-'Alîm, el-Kâdir vb.); Sıfata, izafetle raci olanlar (el-Halîm, el-Habîr); izafetle birlikte Kudrete raci olanlar (el-Kahhâr); Fiil ve izafetle birlikte idareye raci olanlar (er-Rahmân, er-Rahîm vb.); Fiilî sıfata, fiile delâletle birlikte raci olanlar (el-Kerîm, el-Latîf vb.) 366
ı) Bu tasnife göre, sıfatlara delâlet eden lafızlar üç nevidir:
1- Allah hakkında kesin olarak sabit olanlar. Bunlarda üç çeşittir:
a- Hem müfred hem muzaf olarak söylenebilenler ki, bunlar çoktur (el-Kâdir, el-Kâhir gibi),
b- Müfred olarak zikri caiz olduğu halde, muzaf olarak zikrolunmaları ancak bir şarta bağlı olanlar (el-Hâlık, Hâlık, Haluku külli şey demek caizdir. Fakat “Hâliku'l-kırede (maymunların halikı)” demek caiz değildir),
c- Mufaz olarak caiz olduğu halde, müfred olarak caiz olmayanlar (Munşi'ul-halk (mahlukları inşa eden) denir, fakat “Münşi '(inşa eden)” denilmez).
2- Allah hakkında, kesin olarak mümteni' olan lafızlar. Bu neviden, nakil yoluyla varid olanlar varsa. Ona ıtlak olunur ve fakat Şanına yaraşan bir mânaya hamledilir (anlaşılan gelmek, inmek, vech, yed gibi lafızlar kasdedillyor).
3- Allah hakkında kesin, fakat bir keyfiyete mukarin olarak sabit olanlar. Bunlardan, nakil yoluyla varid olanlar ıtlak olunur, fakat her hangi bir şey onlara kıyas olunamaz, onlardan iştikak işlemi yapılmaz. “Mekere Allah (Allah tuzak kurdu)”, “yestehzi'u bihim (Allah onlara istihza eder)” gibi ifadelere dayanarak, Onun hakkında “Mâkir (tuzak kuran)”, “Müstehzi (alay eden)” denilmez) 367
i) İsimler, delâletleri yönünden dört nevidir:
1- Mücerred olarak Zâta delâlet eden (Allah lafzı gibi ki, mukayyed olmaksızın, mutlak surette delâlet eder. Öbür isimler, bununla tarif olunur).
2- Zâtın sabit sıfatlarına delâlet edenler (el-'Alîm, el-Kadîr, es-Semî, el-Basîr vb.).
3- Her hangi bir fiilin. Ona izafesine delâlet edenler (el-Halîk, er-Râzık vb.).
Allah'tan, her hangi bir şeyi selbetmeye delâlet edenler (el-'Alî, el-Kuddûs vb.) 368
Şimdiye kadar sıraladığımız “Kelâmî” tasnifler, aklî ve ekseriya fazlaca teknik sınıflamalardır. Ayrıca nazarî olarak anlaşılan bu tasniflerin bir çoğu, tatbikatın ayrıntılarına girince, sık sık tereddütlere yol açmaktadır. el-Gazzâlî (ö. 505/1111), el-Evvel isminde izafet, er-Râzî (ö. 606/1209) ise selb görmektedir. 369 “Rahmetten murad, ihsanı ulaştırma iradesi olursa, er-Rahmân ve er-Rahîm zât sıfatlarından olur. Eğer bizzat bu ihsanı ulaştırma olursa, fiilî sıfatlardan” 370
“el-Hakîm” ismi, “'Alîm” manasına alınırsa zât sıfatlarından olur. Onun ezelî olarak bu sıfatla mevsuf olduğu kabul edilir; “işlerini ihkâm eden” anlamı verilirse fiilî sıfatlardan olur. Bu takdirde ezelî sıfatlardan sayılmaz”371 Allah'ın muhabbet sıfatını ki bilhassa el-Vedûd ismiyle ilgilidir bazıları Onun, kulunu öğmesi anlamına alarak Kelâm sıfatına icra ederler, dolayısıyla onlara göre muhabbet, asıl itibariyle zatî sıfat olur, fiilî sıfatlardan olmaz. Bazıları ise muhabbeti, irade sıfatına irca ederler. Bu takdirde, taalluku hasebiyle fiilî sıfatlardan olur 372. er-Rahmân ismini kimisi zatî sıfat sayar; eş'arîler ise zatî olan irade sıfatına rücu' eden bir fiilî sıfat kabul ederler 373. eş-Şâkir ismi, “kulun az ameli sebebiyle çok mükâfat veren” mânâsına alınırsa fiilî sıfatlardan sayılır, “itaat eden kulu öğen anlamı düşünülürse Kelâm sıfatına rad olur 374 es-Selâm ismi, mülahaza olunan mânâya göre hem selbî, hem fiilî sıfatlardan sayılabilir, hem de Kelâm sıfatına irca olunabilir. 375 Misaller çoğaltılabilir. Görüldüğü gibi, kendisinden kolaylık beklenen tasnif uygulamada, bu vasfını geniş ölçüde yitirmektedir.
1- Ulûhiyyet sıfatları: Rabb, ilâh.
2- Allah'ın varlık âlemi Ne ilgili sıfatları: İlim, kudret, irade, yaratmak, adalet, rahmet. Bu tasnif, Sayın Dr. Hüseyin Atay'a aittir. 376 Müellif Sem' ve Basar (s. 49) sıfatlarını, ilim sıfatına irca ettiği gibi, el-Hayy (s. 47-48), el-Kayyûm (s. 50) vasıflarını da bu sıfat içinde mütalâa etmektedir. İrca metodu hakkındaki fikrimizi az önce belirtmiştik.
1) Kimisi “tekerrür” kıstasını kabul etmek İster. Her hangi bir ismin Kur'ân'da tekerürü ölçüsünde bir önem kazandığını mülâhaza eden bu teklif, üzerinde durulmaya değmez. Ulûhiyyet hakkında en esasî sıfatlara delâlet eden el-Evvel (meâlen Ezelî) ve el-Âhir (meâlen Ebedî) isimleri sadece birer defa göründüğü halde, meselâ el-"Azîz ismi doksan küsur defa varid olmuştur.
m) Biribirine mânâ bakımından yakın isimleri, bazı genel kavramlar altında toplamak düşünülebilir:
Kudret vasıfları. Rahmet vasıfları, İlim vasıfları. Görüp gözetme vasıfları vb.
n) Garpta görüldüğü gibi,
1- Metafizik sıfatlar (attributs metaphy-siques): Kıdem, beka, her şeye kadir olma, her şeyi bilme, her yerde hazır nazır olma vb
2- Manevî ve ahlâkî sıfatlar (attributs moraux): Rahmet, adalet, sadakat vb. tasnifi. Bizde âdet olmayan bu sade tasnif şekli, düşünülebilir. Cok sade olmasında, tasnif vasfının pek görülmediği söylenebilir. Aşağı yukarı bizdeki Celâl ve Cemâl sıfatları ayırımı gibidir.
o) Alfabetik tasnif, böyle zamanlarda bir çare olarak görülürse de, bu işlem aslında bir tasnif değil, tesbit olur.
p) MacDonald 377şöyle bir tasnif yapar:
1- Bizatihi (kendi kendine) ve lizatihi (kendiliğinden) Allah,
2- Allah ile masiva arasındaki alâka
3- Allah'ın insan ile olan alâkası. Bu tasnif de, sadeliği bakımından tercih olunabilir. İlk anda dikkati çeken, müellifin, Kur'ân'daki isimleri değil de, et-Tirmizî'nin rivayetinde gelen isimleri esas almasıdır (bu rivayetin durumunu ayrıntılı olarak ele almıştık. Bu çalışmamızın s. 58 vdd. bk.). MacDonald'ın tasnifinde, kaçınılmaz olandan daha fazla bir tutarsızlık vardır. Meselâ: el-Melik hem 1. (363a), hem 2. (364a) sınıfa konulmuştur. Aynı kavramı ifade eden iki isimden el-Kadîr 1., el-Muktedir ise 2. sınıfa yerleştirilmiştir. “Murakebe” genel kavramı etrafında dolaşan şu üç isim, şöyle taksim edilmiştir: el-Habîr
(1.) el-Hafîz
(2.) ve er-Rakîb
(3.) Sınıfa yerleştirilmiştir. Keza 3. sınıfa girmesi gereken el-Mu'izz ve el-Muzill isimleri, 2. sınıfa gönderilmiştir vb.
Biz de, pekâlâ bu kabil tenkitlere maruz kalabilecek, benzeri bir tasnif yapabilirdik. Bu, pek yeni bir şey de getirmiş olmayacaktı. Ancak biz, şunun üzerinde duracağız:
r) Kronolojik tasnif. Allah'ı tavsif eden esmâ-yı hüsnâyı, böyle bir sıralamaya tabi tutan hiç bir çalışma bilmiyoruz. Böyle bir tasniften ne beklenebilirdi? Elbette Kur'ân vahyine inanmayan gayr-ı müslimler gibi “Peygamberin teolojik tecrübesinin gelişme seyri” vs. değil. Fakat müslümanlar için bunun belki de şu faydası olabilirdi. Allah, bazı hikmetlere binaen Kur'ân-ı Kerim'i tenzil halinde, 23 senelik bir zamana yayılacak şekilde vahyetmiştir. Bazı konularda, ilâhî irşadın bir tedrîc uyguladığını biliyoruz. Ulûhiyyet, Kendisini insanlara tanıtmasında da bir tedrîc tatbik etmiş midir? Yapılan çalışmalar, tedricin gözetilmediğini düşündürecek şekildede neticelenebilırdi. Fakat hiç değilse hatıra gelen bîr konu araştırılmış olurdu. Ne var ki, tam bir doğruluk içinde böyle bir çalışma yapmak imkânsız şeyler arasına girmiştir. Sebeplerini, bundan sonraki paragrafta bildireceğiz. Fakat biz, doğruluk derecesinin, hiç bir surette nisbîlikten öteye geçmeyeceğini bile bile böyle bir sıralamaya çalışacağız. Gelecek fasılda, ilâhî isimler ele alınırken, bu sıra takip edilecektir. Sûrelerin nüzul sırası hakkında, islâmî gelenekte en meşhur olan sıralamayı 378 izleyeceğiz (ufak istisnalar ile er-Rahmân ve er-Ra'd sûreleri orada medenî sayıldığı halde, bir çok müfessire dayanarak biz onları mekkî saydık). 379
8. Sûrelerin Kronolojik Sıralanması Hakkında Not:
Geçen paragrafın sonunda, Allah'ın isimlerini, Kur'ân vahyi boyunca geliş sırasına göre ele alacağımızı bildirmiştik. İleride, batıl tanrıları incelerken de, konunun kronolojik seyri üzerinde duracağız. Sıralama işi, sağlam temele oturmuyorsa, buna dayanarak çıkarılacak sonuçların geçerli olamayacağı bellidir. İşte bundan dolayı, sûrelerin kronolojik sıralanması hakkında, bazı mülâhazaları ihtiva eden bir not koymayı zarurî gördük. Notumuzda, bu güç konunun, üstüne eğildikçe güçlükler ve engeller çıkaran ayrıntılarına girmeyeceğiz. Bu yolda sarf edilen nice gayretler, sonuca varmadan tükenmeye mahkûm kalmıştır. Biz teferruata girmeksizin, konunun değeri ve yapılan çalışmaların vardığı nokta hakkında, bazı mülâhazalar öne süreceğiz.
İslâmî gelenek, umumiyetle, Kur'ân vahyini bir bütün olarak telâkki ettiği için, başından beri, sıralama işine çok büyük bir önem vermemiştir. Sıralama gayretlerinin, belli başlı âmili, nssh meselesi olmuştur. Ahkâma dair bazı âyetlerde neshin vaki olduğu, tek tük itirazlara rağmen, hemen ittifakla kabul olunmuştur. Kabul edenler arasında, konunun ayrıntıları ve uygulaması hakkındaki ihtilâflar, şu anda bizim için önemli değildir. Nesh, “nakil” mânâsına da alınsa, yine de, aynı hâdise hakkında, değişik vakitlerde inen âyetleri bilmek gerekiyordu. Nesh ahkâm âyetleriyle ilgili olunca, onlar da genel olarak Medine devrinde gelince, müslümanların bütün dikkatlerinin, ahkâm ihtiva eden sûre veya âyetler üzerinde merkezleşmesinden başka bir şey beklenemezdi. İmdi, bu özelliği taşıyan sûrelerin yeri ve zamanı hususunda, ciddi bir tereddüt yoktur. Sayıları on civarında dolaşan bazı kısa sûrelerin mekkî mi medenî mi olduğu hakkında değişik görüşler bulunmaktadır:
er-Ra'd, er-Rahmân, ed-Dehr, el-Kadr, ez-Zilzâl, el-Felâk, en-Nâs gibi 380 Ama dikkat edilirse, bu sûreler nesh yönünden, bakışları üzerlerinde toplayacak şekilde -dar anlamda- ahkâm ihtiva etmemektedirler. Ayrıca şunu hatırlamak gerekir ki, el-Kâdî Ebû Bekr'in dediği gibi:
“Mekkî veya medenî'lik vasfı, Sahabenin hıfzına racidir. Bu konuda Hz. Resulden her hangi bir şey gelmiş değildir. Çünkü O, bununla emrolunmamıştı. Allah, bunları bilmeyi, dinin farzlarından kılmadı. Ancak ilim ehline (sûre ve âyetlerin) bir kısmı için, nâsih ve mensûhun tarihî durumunu bilmek gereklidir. Fakat bu da Resulden gelen bir nassa dayanmaz” 381
Durum böyle olmakla beraber, sahabe devrinden beri, bütün Kur'ân sûrelerinin tam veya kısmî sıralamasını yapan şahsiyetler eksik olmamıştır. Kısmen ihtiyatı davet etmekle beraber, sahabe ve tabiûn âlimlerinden birine çıkan rivayetlerin bolluğu, bunu ortaya koymaktadır.382 Rivayetler, Mekkî sûrelerin sıralanması konusunda dahi, genel olarak fazla değişiklik göstermese bile, itmi'nân verecek şartları hâiz değildirler. Ancak, sûrelerin mekkî veya medenî oluşları hakkında şüpheye gerek olmayacak bir bilgi olduğunu söyleyebiliriz (demin bahsettiğimiz on kadar kısa sûre hakkında, iki yönlü rivayetlerin olması önemli değildir. Çeşitli durumları değerlendirmiş olan âlimlerin fikirlerinin oluşturduğu “Cumhurun kanatı”, o sûrelerin yerlerini ta'yin edecek görüşler ortaya koymuştur). Sıralama konusunun, daha büyük güçlüğü şundan ileri gelmektedir: Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'în bir kısım sûreleri, bütünüyle indirilmemiştir. Bir çok sûreye, vahyin her hangi bir safhasında, sonradan yerleştirilen âyetler olmuştur. Bunların zamanı hakkında kesin bir şey söylemek, sûreler hakkında hüküm vermekten pek çok daha müşkil, hattâ imkânsızdır. Elindeki Mushaf-ı Şerifte, onun Levh-i Mahfûz'daki semavî
aerketipinin (archetype) aksini bulan islâmî telâkki için hiç bir problem yoktur. Her sûrenin âyetleri arasında, keza ayrı ayrı sûrelerin Mushafdaki tertibi arasında tam bir tenasüp bulması, ona yeterli bir kanaat vermektedir.
Lâkin, durum, müslüman olmayan islâm araştırıcıları için, hiç de böyle değildir. Özellikle 19. asır Batı dünyasında moda da olan rasyonalizm, dinlerin kutsal kitaplarına da el uzatmaktan geri durmamıştı. “Hür fikirliler” (ki Batı terminolojisinde din'le kayıtlı olmayanları ifade eder), esassız olmayan bir teşbihe müsaade olunursa, Eski ve Yeni Ahid karşısında, fosillerin durumunu inceleyen bir paleontoloji uzmanı veya bir şeyler bulmak ümidiyle önündeki yeri alt üst eden bir arkeolog edasına girdi gireli ortalık karışmıştı. O günden beridir bu konuda çeşitli teoriler, ekoller, metodlar sürer gelir. Bu çalışmalar belki, teşekkülü, bin seneyi aşkın bir zamana yayılan ve bir çok şahsiyete maf edilen Eski Ahid ile bir çok tereddütler uyandıracak Yeni Ahid metinleri için bir mânâ ifade edebilirdi. Bu sebeple, bu çalışmalar o Kitaplara inananların daha önceki telâkkilerini değiştirdi; en azından esnekleştirdi. O metinler için, tenkidi çalışmanın yeri vardı.
Eskiden bilhassa, dinsizlerin uyguladıkları bu çalışmalar, şimdi o kitaplara inananlarda da, başka yönden yürütülmektedir. Biri birinden uzak inançlara sahip olan (lâik veya din adamı hıristiyan, yahudi, “hür fikirli” vb.) müsteşriklerden bir çoğu, Kur'ân araştırmalarına uygulanacak metodları hazır bulmanın hevesi içinde, Eski ve Yeni Ahid için ortaya atılan teorileri islâmiyete uygulamaya giriştiler, G. Weil 383 in teklifi, Th. Nöldeke 384 tarafından uygulandı. Mekke devri sûrelerini 3 devreye ayırmak, Th. Nöldeke ile başlar. O zamandan beri Grimme, Hirschfeld, SchWally, Barth, Bell, Blachere ve daha bir çok müsteşrik, Kur'ân metnini sıralama işiyle uğraşmışlardır.
Blachere'in kendisinin razı olduğu nüzul sırasına göre hazırladığı Kur'ân tercümesi 385 yayın zamanına kadar ortaya çıkmış olan bir çok müsteşriğin çalışmalarını yansıtmaktadır. Sadece bu eseri, özellikle bol miktardaki notlarını okumak, bu kadar çabanın, neye müncer olduğunu anlamak için kâfidir. “Dahilî tenkid” adına üslûp, muhteva, vokabüler ve tarihî olaylara işaretler (tabiatıyla bir çok durumda peşin fikirler) gibi ölçülere baş vuran bu çalışmalar, sûrelerin ve âyetlerin kronolojisi konutam bîr kargaşa arz etmektedir. Blachere'den ar önce Bell, Kur'ân'ın birimi olarak sûreleri değil de, “kısa pasajlar” alarak 386onu iyice okunmaz duruma getirmiştir .387Aynı işi, az nisbette yapan Blachdre bile, onun bu bölmelerine çok az bir güven atfetmiştir! 388 Blachere, eserinin ciddi tenkide dayanamayan taraflar ihtiva ettiğini, bizzat kendisi de bildiğinden olacak ki, önsözünde “Kur'ân metnini yeniden te'sis veya vahyedilen metinlerin kronolojisini bulmak gayesi taşımadığını, umumî istikamette, nisbî bir sıhhatle, önce Mekke, sonra Medine'de risâletin devrelerini ele aldığını” belirtmeye lüzum duymuştur. 389 Bizim bu kısa notumuz, bu eserler hakkında tenkide girişmeye müsait değildir. (Bitişik ilâhî isimlerin ortaya çıktığı devreden bahsederken, bu konuda bazı müsteşriklerin kendi kendileriyle tenakuza düştüklerine, temas etmiştik. Orası, bu tenkidin bir örneği olabilir. er-Rahmân ismini ele alırken “İkinci Mekke devrinin Ulûhiyyet adı” şeklindeki fikirleri dolayısıyla, tenkitlerimizin bir cephesini daha arzedeceğiz). Bazı kimselerin sayılan bu eserleri (bilhassa Nöldeke, Blachere) “klâsik” kabul ederek çalışmalarını onlara bina etmeleri, geçerli olduklarını göstermez. Gayr-ı müslim bir kaç hükmü de nakledelim. Y. Moubarec, kronolojik sıralama çalışmalarını eleştirdikten sonra diyor ki:
“Böylece, araştırıcı, tabiî olarak, eski sünnî metoda dönecektir. Sadece, onun çalışması, kritik sınıflama labirentinden geçmiş olduğundan, daha semereli olacaktır. Fakat o, bu labirenti aşacaktır” 390
R. Caspar, sûrelerin 2. ve 3. Mekke devresi içine konulmaları hakkında “çok tesadüfi, tahminî” olduğunu söyler 391. Rodinson da Bell ve Blachere'in eserleri hakkında ihtiyata davet ede. 392
Biz şu sonuca varıyoruz:
Kur'ân metninin günümüze kadar intikâli hakkında ciddî hiç bir şüphe ortaya konulamadığı gibi, onun iddia olunan “gelişmelerini”, “tenakuzlarını” ortaya çıkarmak için yapılan kronolojik sıralama çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olmuştur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bizim nüzul sırasına göre incelemeye çalışmamızın gayesi, ilâhî irşadın, ahkâmda olduğu gibi, Ulûhiyyet ve sıfatları hakkında da, keza şirki iptal etmek konusunda da bir tedrîc takip edip etmediğini anlamaktır. Yapılması bazılarınca temenni edilebilecek bir işi yapmaktır. Bir merakı gidermektir. Kesin bir fikir beyan etmeksizin, bir sonuca varılacağı veya varılamayacağı konusunda nisbî bir fikir edinmektir. Çalışmamız boyunca, kronolojik sıralamada, batıdakileri de göz önüne alırken, islâmî geleneğin sıralamasını, bize daha çok güven verici da, indîliğin girmediği bir geleneğe güvenmek, bazan daha da isabetli olabilmektedir. Ancak İslâmî gelenekte de, bir çok sûre hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Çok nadir durumlar dışında, bunları mukabele edip birini tercih etme işine girmedik. En yaygın olan sıralamayı esas aldık. Netice itibariyle, mekkî-medenî ayırımını gözettik. Sonuç olarak diyebiliriz ki, kronolojik sıralama ve ona dayanarak neticeler çıkarmak, bizce gaye olmadığı için, bunu çıkar yol da görmediğimiz için, bu konuda fazla titizlik göstermedik. Sıhhatli olarak tesbit imkânı olmadığından, kronolojik metod üzerine bina edilen sonuçlar itmi'nân vermekten uzaktır. Konuyu böylece değerlendirdiğimizden, tâli plânda, nüzul sırasına nazar atfetmemiz, çalışmamızın mahiyetini etkileyecek nitelik taşımamaktadır. 393
Dostları ilə paylaş: |