B. Kur’an Öncesi Araplarda Din Ve Hayat İlişkisi
Müşriklerin ölüm sonrası inançtan hakkında yukarıda belirttiğimiz inançlarından sonra, toplumda bu inançlarla birlikte var olan sosyal ve dini yapıyı söz konusu etmek istiyoruz. Kur’an’ın Arap Yarımadası’nda inmeye başladığı yer olan Mekke, o dönemde canlı bir ticaret şehri idi.176 Mekke, Yemen, -Suriye ve Habeşistan- Irak arasında işleyen ticaret yollarının kesiştiği noktada bulunmaktaydı. Mekkeliler önceleri bu ticarette aracılık yaparlarken sonraları (6.yy) kendileri kervanlar düzenlemeye başlamışlardır.177 Bu coğrafi avantajlarını gerektiği gibi değerlendiren Mekkeliler, şehirlerinde büyük bir sermaye birikimi sağlamışlardı. Bu birikim, belirli ellerde toplanmıştı ve şehrin yönetimi bu ellerde idi.
Kur’an şehirde belirli kişilerde toplanan bu zenginliğin toplumsal sonuçlarını oldukça açık ifadelerle anlatmaktadır, ilk inen surelerinde Kur’an, islam öncesi Arap toplumunda oluşan bu ekonomik çarpıklık üzerinde özellikle durmaktadır:
“Hayır, yetime cömert davranmıyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı delicesine seviyorsunuz.”178 “Alabildiğine yemin eden, diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, zorbaya bütün bunların dışında bir de kötülükle damgalanmış kimseye mal ve oğullan var diye boyun eğmeyesin.”179
Bu insanlar şehirde egemenliği ellerine geçirmişlerdir. Malları vardır, oğulları vardır ve sınırsız bir yeterlilik (istiğna)180 duygusu içinde bulunmaktadırlar. Kendi benlikleri önünde başka hiç bir kayıt kabul etmez bir haldedirler. Ekonomik menfaatler elde etme yolundaki taşkınlıkları bir yana, genel ahlak kurallarını bile hiçe sayan bir tavır içindedirler İkinci ayette geçen “mal ve oğullar” ibaresindeki mal kelimesi, ekonomik gücü belirtmektedir. Oğullar ise, o gün için Arap toplumunun çok önem verdiği soyluluğa ve kuvvete işaret etmektedir. Her toplumun ana temelini oluşturan erkek unsuru, kabile toplumunda da ayakta kalabilmenin, egemenliği elde edip elde tutabilmenin gereğidir. Giderek bu unsur toplumda insangücü, askeri güç ve politik güç anlamına gelmektedir.181 Mesela Kureyş için bu böyle olmuştur. Kureyş’in bir an için çok önem vermek zorunda olduğu bu unsurdan yoksun olduğunu kabul etmek, Kureyş’in o anda Mekke’deki egemenliğini yitirmesi sonucunu gerektirecektir. Böylece iki alanda da gücü ellerinde bulunduranlar daha sonra şunları söyleyebilme cüretini kendilerinde bulmuşlardır: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.”182
İslam öncesi Arapların dini portresi de pek iç açıcı görüntüler vermemektedir. Hz. İbrahim’in hanif dinini183 tebliğ edişinden islam’a gelinceye kadar uzun zaman geçmiştir. Bu süre zarfında “Allah’a ibadet için kurulan ilk ev olan Kâbe,”184 kuruluş amacından uzak amaçlar için kullanılır hale gelmiştir. Mekke’de ve civannda bulunan kabilelerin her birinin ayn ayrı İlâhları vardı.185 Kabe bu putlardan birçoğunu barındırmaktaydı. Kitabu ‘l-Asnam sahibi İbnu’l-Kelbi bu putlar dünyasını şöyle anlatmaktadır:
“Mekke’li her ev sahibinin bir putu vardı, evlerinde ona taparlardı. Birisi bir yolculuğa niyetlendiğinde, evinde yaptığı son iş eliyle ona dokunmak olurdu. Araplar putlara tapmayı çok basitleştirmişlerdi: Bazıları bir tapınak, bazıları bir put edinmişlerdi. Bir puta veya bir tapınağa gücü yetmeyen, Kabe’nin veya diğer tapınaklardan birinin önüne hoşuna giden bir taşı diker, sonra tapınağı tavaf eder gibi onu tavaf ederdi. Bu taşlara al-Ansab derlerdi. Bunlar heykel şeklinde olursa, yani belli birer sekilileri olursa bunlara al-Asnam veya al-Avsan derler, onları tavaf etmeğe de ed-Davar derlerdi.
Birisi bir yolculuk sırasında konakladığında dört tane taş alır, içlerinden en güzelini seçerek onu İlâh edinir, üçünü de tenceresine pişirme taşı yapardı, ayrılırken onu orada bırakırdı. Başka konaklayışlarında da aynı şeyi yapardı.
Araplar bütün bu taşlara kurban keserler, hayvan boğazlarlardı, böylece onlara tapınırlardı. Bununla birlikte Kabe’nin hepsine üstünlüğünü tanırlardı: Hac ve Umre için ona giderlerdi. Yolculukları sırasındaki davranışları da sırf Kabe’deki hareketlerini hatırlayarak, ona olan derin eğilimlerinden ötürü böyle yapıyorlardı.”186
Hz. İbrahim’in Tevhid dinini, Haniflik’i, bu kadar saptırıp aslını değiştiren islam öncesi Arapları, bütün bunlara rağmen Allah mefhumunu unutmamışlardı. Nitekim Kur’an bunu çeşitli ayetleri ile ortaya koymaktadır:
“Andolsun onlara, “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler...”187
Ayetlerin yamsıra, Cahiliye Arap şiirinde de Allah inancının izlerini bulmak mümkündür.
“Biz ilk andı Allah evinde içtik, Yoksa Ğabğab’daki dikili taşlara içerdik.”188
Bu inancın geçen zamana, tahriflere rağmen tamamen silinme-yişinin sebeplerinden birisi de yukarıda verdiğimiz metnin son kısmından ve yukarıdaki şiirden de sezüebileceği gibi, Kabe’nin varlığı olmuş görünmektedir.
Burada yeri gelmişken belirtmek gerekir ki müsteşrikler, müşrikler arasında Allah mefhumunun varlığını, onların hem soy bakımından hem de dini bakımdan Hz. İbrahim’e dayanan temellerini görmezlikten gelerek Hicaz ve Kuzey Arabistan’da yaşamakta olan Hıristiyan ve Yahudi toplumlann tesirine bağlamaya çaba göstermektedirler.189 Söz konusu bölgelerde o zaman Yahudi ve Hıristiyan varlığı lartışılamıyacak bir gerçektir. Ancak bu konuda dış tesirlerden önce, müşrik Arab’ın kendi inançlarının göz önüne alınarak yola çıkılmasının daha tutarlı olacağı kanaatindeyiz.190 Aksi takdirde, Allah mefhumunun müşrikler arasında söz konusu toplumların tesiri ile oluştuğunu kabul etmek, eksik inceleme sonucu varılmış bir kanaat olarak değerlendirilmek durumundadır. Bunun da ilerisinde böyle bir yaklaşım ve bu yaklaşım çizgisinde yapılan çalışmalar, her ne kadar ilmi görünseler de ilmi olmayacaklar ve sonuçları da yanlış olacaktır.
Biz burada oldukça açık olan söz konusu yaklaşımın eksikliğine deliller getirmek yerine, müsteşriklerin yaklaşımlarına temel olan anlayışlarına bir kaç cümle ile temas etmek istiyoruz. Esasen bu tutum, -ileriki sayfalarda göreceğimiz gibi- çağdaş Hıristiyan ve Yahudi teologlarının kendi din anlayışlarının bir uzantısı olarak karşımızdadır.191 Onlar dinlerinin oluşumunu, etkileşim ve evrim (evolution) kanunları doğrultusunda açıklamaktadır. Aynı mekanizmi, bu defa çoğu Hıristiyan ve Yahudi teologu olan müsteşriklerin, islam’ın doğuşunda görmek istemeleri, her noktada bir etkileşim ve tedrici gelişim arayışına gitmelerinden kaynaklanmaktadır. Müşrik Araplar için kabul edilen bu tesir ve gelişim, onlara göre daha sonra islam’ın doğuşuna sebep olacaktır.192 Halbuki Tevhid’in ana temelleri hiç bir zaman böyle bir mekanizme konu olmamıştır.
Bu açıklamalardan sonra, Arab’ın çok tanrılı şirk dininide, putların ve hala varlığını sürdüren Allah mefhumunun yerlerini incelemeye geçebiliriz. Müşrik inanışına göre, Allah çok sayıdaki başka ilâhların yanısıra, onların üzerinde en büyük bir ilâhtır. “Allah kainatı, insanları yaratmıştır.”193 Ancak, Allah ile birlikte putlar da vardır ve bunlar Allah ile insanlar arasında şefaatçidir puta tapanları Allah’a yaklaştırıcıdır.
“... Onlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler...”194 “Onlar Allah’ı bırakarak, kendilerine Tayda da zarar da vermeyen putlara taparlar: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” derler...”195
Bu noktada müşrik Araplar’ın inançlarından olan şefaat196 üzerinde durulmaya değer bir öge olarak karşımızdadır. Üzerinde uzun tartışmaların yapıldığı meşhur garanik olayı rivayeti ile siyer Kitaplarına giren Kureyş’in Kabe’yi tavaf ederken söylediği sözler, o zaman bu kavramın kullanıldığını bize göstermektedir:
“Lât Hakkı için Uzza hakkı için! Onlar yüce turnalardır. Onların şefaatine ümit başlanabilir! Üçüncüleri Menat hakkı için!”197
Kur’an şefaat kavramının olumsuz anlamı üzerinde önemle durmaktadır.198 Müşrik Araplar’ın dinindeki anlamı ile kavram, tamamen şirki anlatmaktadır. Esasen şefaat, hiç bir gerçekliği olmayan putlara müşrikler tarafından yüklenen bir işlevdir. Başka bir deyişle şefaat, putların varoluş sebebidir. Böyle bir anlayış içerisinde şefaat, Allah İle kul arasında aracılık yapan putlara, Allah’a bu aracıları koyanlar lehine karar verme görevinin haksız olarak yüklenmesi anlamındadır. Başka bir açıdan bu, insan ve Allah arasına şefaatçılar koyarak bunlar aracılığı ile Allah’a yaklaşmanın ötesinde, O’nun bu ilişkideki ve dünya işleri üzerindeki hükmünü geçersiz kılma çabasının bir tezahürüdür. Bu İse Tevhid’in hiç bir zaman tahammül edemiyeceği bir durumdur.
Burada aklımıza şöyle bir sorunun gelmesi tabiidir: Ahiret’e, yeniden dirilmeye İnanmayan İslam öncesi Araplar’ın inançları arasında şefaat kavramının nasıl bir yeri olabilir? Gerçekten de Araplar, daha önce de belirttiğimiz gibi, ba ‘se inanmıyorlardı. Ancak yine belirttiğimiz gibi şefaat kavramı da inanç sistemlerinde önemli bir yere sahipti. Bize ilk anda uzlaşmaz gibi görünen bu çelişkili durum, müşrik Araplar’ın katı ve ısrarlı dünyevilikleri dikkate alındığında hemen çözüme kavuşmakladır. Böyle bir hayat anlayışı içerisinde, müşrik Araplar’ın şefaatten bekledikleri yalnızca, bu dünyada umulan bir aracılık ile hayatın zorluklarının giderilmesi, dünya işlerinin yolunda gitmesini sağlamak olmalıdır. Nitekim bazı müfessirler,199 şefaat kavramının bu boyutuna da işaret etmektedir. Bizim şefaat kavramını ahiret ile birlikte düşünmemizin sebebi ise, Kur’an’ın kendi tarzı ile konuya yaklaşmasıdır. Kur’an mesela;
“Rableri’nin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. O’ndan başka bir dost ve aracıları (şefi) yoktur. Umulur ki Allah’tan sakınırlar.”200 “Kimsenin kimseden faydalanamıyacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği Kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.”201
gibi ayetlerde, bir çok konuda olduğu gibi, dikkatleri son hesaba çekmektedir.202 Burada söylemek istediğimiz; Kur’an’ın şefaat kavramını ahiret siyak ve sibakı içinde kullanmasının, kavramın müşrikler tarafından da aynı şekilde anlaşılmış olmasını gerektirmiyeceğidir. Ancak müfessirlerimiz arasında kavramı yanlış siyak ve sibak içinde değerlendirenler olmuştur. Mesela, İbn Cerîr et-Taberî, En’am Suresinin 94. ayetinin tefsirinde müşriklerin dünyada şefeatçi olarak kabul ettiklerinin ahirette de şefeatçi olacaklannı sandıkları yorumunu yapmaktadır.203
Oysa dirilmeye ve hesaba inanmayan müşriklerin sandıkları, bu olmamalıdır. Onlar, Allah’a vasıta olarak uydurdukları ortaklan yoluyla, dünyadaki işlerinin yolunda gitmesini sağladıklarını savunmaktadırlar. Kur’an ise, bu zannın doğru olmadığının, herşeyin ortaya çıkacağı, doğrunun ve yanlışın bilineceği günde anlaşılacağını ve o günde dünyada iken Allah’a şefaatçi olduğu iddia edilen putların nerede olduklarının sorulacağını bildirmektedir.204
Yukarıda anlattığımız bütün çarpıklıkları ve yıpranmışlığı ile çok-tanrılı ve hurafelerle dolu bu kültür bütününe Kur’an Cahiliye adını vermektedir.205 Yukarıda belirttiğimiz ana vasıflarıyla bu kültür, müşrik İnsana bir ibadet kültü vermekte, bir takım dinî, hukukî kurallar koymakta, kısacası onun hayat tarzını şekillendirmekte idi. Başka hurafeler ve sapıklıklar bir yana, Kur’an’ın bu yapıda karşı olduğu temel husus, tek ve mutlak güç sahibi Allah mefhumunun yok edilmesidir. Kur’an’a göre bu, en ufak bir örselenmeye tahammül edemeyecek kadar hassas, en küçük bir yıpranmaya izin vermeyecek kadar yeni ve canlı tutulması gereken bir mefhumdur. Müşrik dinine karakterini veren ise, tek ve mutlak ilahi gücün parçalanmış olmasıdır. Bir tek Hân’ın yani Allah’ın sahip olduğu güç ve hüküm burada sözde ilâhlara taksim edilmiştir:
Siz ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere tapıyorsunuz. Allah onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm, yalnız Allahfin’dır. O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte doğru di* $udur. Ama insanların çoğu bilmezler.206
Bunun sonucunda ise, görünürde bir hüküm boşluğu oluşturulmaktadır. İşte müşriklerin “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek”207 şeklindeki alaycı sorularının sebebi, Müşrik inanç sisteminde tek ve mutlak hükmün sözde ilâhlara dagıtılmışlığının sonucunda ortaya çıkan güç boşluğudur. Bu tutum ile müşrik Arap esasen taptığı ilâhların güçlü hüküm sahibi ilâhlar olmadığını kabul ettiğini de göstermiş olmaktadır.
Bu noktada yukarıda bahsettiğimiz Mekke toplumunun davranış tarzına ve inançlarına, birini diğerinin sebep ve sonucu olarak gören bir bakış açısı ile yaklaşmak istiyoruz. Ekonomik gücü ele geçirmiş, aynı zamanda İnsan gücüne sahip Mekke’nin ileri gelenleri, bu durumu sürdürüp artırmak yolunda her türlü vasıtayı kullanagelmekteydiler. Böyle bir ortamda, toplumun diğer gumplarının hali, bu hakim güçleri pek ilgilendirmemekteydi.
“Fakat o, sarp yokuşu geçemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu kölelik zincirinden çözmek yahut açlık gününde akraba olan yetimi yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmaktır.”208
Öyle görünmektedir ki, ilâh mefhumunda sözünü ettiğimiz boşluğun bulunması, bu güçlü insanların yaranna olmuştur. Esasen yukarıda şefaat ile ilgili olarak söylediklerimiz de göz önünde bulundurulacak olursa, sözünü ettiğimiz sahte bir boşluğun bu insanlarca şuurlu olarak oluşturulduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Nitekim Kur’an’ın kıyamette geçeceğini haber verdiği, söz konusu toplumun ileri gelenleri -Kur’an’ın deyimi ile ‘büyüklük taslayanlar’- ile toplumun zayıfları arasındaki diyalog, bize bu konuda gerekli ipuçlarını vermektedir.
“...Sen zalimleri, Rableri huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen! Ezilmişler, büyüklük taslayanlara:” Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık” derler. Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: “Size doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? “Hayır; gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkar etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler...209
Böylece onlar, kendilerinin uydurdukları ve yetki alanlarını kendilerinin belirlediği tanrıları kullanarak diğer insanlar üzerinde egemenlik tesis etmişlerdi:
“Demek erkekler sizin, dişiler Allah’ın öyle mi? Öyleyse bu haksız bir paylaşma; Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır?”210
Onlar söz konusu boşluğu Kur’an’ın tabiri ile hevalarının öngördüğü biçimde, ama sadece bir takım isimlerle doldurmuşlardır. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde, insanın sadece “atılan bir sudan”211 yaratılmış olduğunun tekrarlanması, kendilerine ilâhlık görevi yükleyen bu insanlara, ancak bir insan olduklarını hatırlatmak için olsa gerektir. İşte bu durum bir noktaya kadar bizi tevhidi dinlerin tahrif oluş süreçleri hakkında aydınlatmaktadır. İnsan, kendisine yol gösteren ve hakikati bildiren vahyi bilgiyi dikkate almadığı zaman inançlarını ve davranışlarını menfaatleri doğrultusunda değiştirme yolunu tutmaktadır.
Diğer taraftan bizim için önemli olan başka bir konu da şudur: İnsanın dünyasını ve inançlarını düzenleme gücünü ve yetkisini kendinde görebilmesi, bu insanın inançlarında, bilemediğini ve güç yetiremediğini kabul etmek zorunda olduğu bir alan olan dünya ötesine ve daha da önemlisi hesaba yer vermemesi sonucunu doğurmaktadır. Müşrik Arapların dininde böyle bir inancın yer almayışının sebeplerinden biri de böyle bir materyalizm olmalıdır. Ahireti inkarın sebebi olarak görebileceğimiz dünyaya bağlılık, aynı zamanda bu inkarı yaşatıp geliştiren başlıca unsur durumundadır. Dünyaya bağlılık ve ölüm ötesini reddediş birbirlerini doğru orantılı olarak etkilemekte ve böyle bir anlayış çerçevesinde birbirlerini tamamlamaktadırlar. Yeniden dirilmeyi reddeden Mekkeliler, bütün gayretleri ile bu dünyada refah içinde yaşamak isteyen, zeki, kabiliyetli tüccarlar ve dünya arzulu ile dolu iş adamları olarak karşımızdadırlar.212
Son olarak değinmek istediğimiz bir başka husus da, Cahiliye Arabi’nin bilgi kaynağı meselesidir. Kur’an onların ahireti ve dirilmeyi inkarlarını aktardığında zaman zaman, bilgi kaynağı meselesini öne çıkarmaktadır. Böylece Kur’an temel bir noktaya gelmektedir. Müşriklerin vahiy karşısında ileri sürebildikleri tek kaynak ataları olmuştur ve bunun dışında hiç bir kaynağa kulak vermemekte ısrar etmişlerdir.213 Kur’an ise böyle bir bilgi kaynağını kabul etmemiş müşriklerin inançlarının ve iddialarının temelsizliğini belirtmiştir. Kur’an’a göre “onlar, atalarından gelen kulaktan dolma malumata uymakta, hevalarına kapılmakta,214 zannetmekte, atıp tutmaktadırlar.”215 Kısacası ellerinde bilgi denebilecek ve onlara hakikati bildirecek bir kaynak yoktur. Sonuç olarak burada, daha önce geldiğimiz noktayı bir kez daha teyid etmiş olmaktayız: İslam öncesi Araplar, dinlerini kendi ihtirasları ve kaprisleri (heva ve heves) doğrultusunda, hiç bir ilm olmaksızın şekillendirmişlerdir.
Cahiliye Arabi yaşadığı hayatın bir gereği olarak çarpık bir inanç sistemi oluşturmuştur. Bu sistemde ilâh mefhumu Cahiliye kültürü çerçevesinde belirlenmiştir. Bu çerçevede Allah mefhumu hemen hemen yok edilmiştir. Burada İnsanı ölümünden sonra diriltecek ve onu hesaba çekecek kudrete sahip bir ilâh yoktur. Bu şekilde belirlenen bir inanç sistemi ise, onun sorumsuz yaşam tarzını desteklemektedir.
Dostları ilə paylaş: |