GİRİŞ
A. ARAŞTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMİ
Hemen her düşünce sistemi, her inanç sistemi ve küftür geleneği, insanın ölüm ötesi varlığı veya başka bir ifadeyle onun ahireti konusunda şöyle ya da böyle bir fikir sahibi olmaya gayret etmiştir.
Söz konusu mefhum için biz Kur’an’dan aldığımız ahiret kelimesini kullanıyoruz. Bu kelime Arapçadır ve “son” veya “gelecek”1 anlamındadır. Semitik bir dil olan İbranice’de bu mefhum için kullanılan kelimemde aynı kökten gelmektedir. Eski Ahit Peygamberleri bu mana için be aharıt ha yamim (son veya gelecekteki günlerde) ibaresini kullanmışlardır.2 Batı dillerinde ortak olarak kullanılan eskatoloji (eschatology) kelimesi Yunanca eschatosveya eschata (son olaylar, şeyler) kelimesinden gelmektedir. Bu kelimelerle, geniş anlamda, hem dünyanın sonu hem de insanın fert olarak ölüm sonrası hayatı ve bunun yeniden dirilme mükafat ve ceza gibi safhaları ifade edilmektedir.3
Eski Yunan filozoflarından Eflatun ile ölüm sonrası hayat konusu, felsefenin süreklilik arz eden konuları arasında yer almıştır.4 Eflatun’da ruh ezelidir.5 Ona göre ölümsüzlük ruhun basit yapısından, çözülüp dağılmaz oluşundan gelmektedir.6 Aristo’nun ölüm sonrası hayat konusundaki görüşlerini tam olarak anlayabilmek zor ise de, onun bu konuda düşündüğü ve hatta ona inandığı yaygın olarak kabul edilmektedir.7
Konu İslam filozofları tarafından da tartışılmıştır. Farabi’ye göre ölüm sonrası hayat, uzun nazari ve ameli çabalar neticesinde kazanılır.8 İbn Sina ise, konuyu dinin konusu olarak değerlendirmekte ve ona bırakmaktadır. Ona göre, nübüvvetin bu konuda söylediklerini kabul etmenin dışında yapılacak bir şey bulunmamaktadır.9 Ortaçağ boyunca Batı’da felsefenin teoloji ile yakın bir ilişkide olduğunu biliyoruz. Hatta Aziz Thomas, felsefeyi teolojinin emrine vermiştir. Felsefe ona göre teoloji yanında ikincil bir durumdadır ve mesela, İnsanın nihai sonu, dirilmesi, ruhun ve bedenin mükafatlandırılması gibi konular felsefeden ziyade vahyin açıklık getirebileceği konulardır.10
Hegel (1770-1831) ile birlikte felsefede yeni bir da) olarak ortaya çıkan Din Felsefesi, ölüm sonrası hayat konusunda yeni yorumlar getirme çabasında olmuştur. Hegel ile bu defa felsefe, teolojiye karşı üstünlüğünü ilan etmiştir. Burada ölümsüzlük (İmmortality) konusu felsefi bir seviyede ele alınmaktadır. Bu yaklaşımla ölüm-sonrasının tecrübe edilebilirliği ve bunun deizme sağlayabileceği destek üzerinde durulmaktadır.11
Vahye dayansın, ya da dayanmasın bütün dinler ölüm ve ölüm ötesi konusunda bir anlayış oluşturma ihtiyacında olmuşlardır. Eski Mısır dininde eskatoloji büyük bir yer kaplamıştır. Eski mısırlılar, yeniden dirilmeye inanmakta idiler. Dirilmeyi mahkeme takib ediyordu. Günahkarlar ya ikinci bir ölüme ya da ebedi cezaya mahkum ediliyorlardı, iyiler İse, ya tanrı Re’nin ya da Osiris’in yanında ebediyyen mükafatlandırılıyorlardı.12
Hinduizmin Kitaplarından Satapata Brahmana, ölünün günahkarı yakan fakat günahsızın kendisinden kurtulduğu iki ateşten geçtiğinden bahsetmektedir. Yine buna göre günahkar, ateşte acı çeker veya bir ceza olarak yeniden diriltilir. Upanişad’larda kişinin yaptıklarına karşılık cennete, cehenneme gönderilmesi veya dünyada tekrar dirilmek gibi, değişik durumlardan söz edilir.13 Budizme’de ise karma,14 bir tür hayatta yapılmış davranışların değerlendirilmesi olarak görülebilir. Kişi buna göre, davranışları karşılığında, ölümden sonra ya yüksek, ya da daha alçak bir hayata girer. Bu anlayışa göre hayatta bir kesinti yoktur. Yine Budizm ölüm sonrasına ait cennet ve cehennem gibi kavramlara da yapancı değildir.15
Zerdüştlük, ölünün geçmek durumunda olduğu bir köprüden söz etmektedir. Bu köprüyü geçtikten sonra kişi yaptıklarının karşılığını görür. Hürmüz ve Khrimen arasındaki savaş; dirilme, hüküm ve günahkarın cezalandırılması ile sona erer En son şeytan yok edilir.16 Öyle ki ileride de değerlendireceğimiz gibi, birçok dinler tarihi araştırmacısının Yahudilikte bulunan ahirete ait cennet ve cehennem gibi dualistik kavramların Zerdüştlük’ten geldiğini iddia etmeleri, Zerdüştlük’te ahiret inancının işgal ettiği yeri göstermeye yetmektedir.17
Semavi dinler dediğimiz, vahye dayanan dinler ahiret inanana daha çok ağırlık vermişlerdir. Bilindiği gibi bu dinlerin islam öncesi temsilcileri Yahudilik ve Hıristiyanlıktır. Kur’an bu iki dini, islam’dan önce tevhid inancını insanlara tebliğ etmiş dinler olarak görmektedir. Tevrat’ın getirdiği Yahudilik ve incil’in öğrettiği Hıristiyanlık; temelde Kur’an’ın müjdelediği İslam gibi aynı inançları taşımakta idiler. Bunlar, zamanın, coğrafyanın ve toplumlann farklı oluşlarından doğan farklılıklar dışında aynı temel inanç öğelerini öğretmekte idiler. Bu öğeler ise, yine Kur’an’dan öğrendiğimize göre; temel olarak Allah’ın bir olduğuna ve ahirete imandır.18 Kavram olarak bunun ifadesi ise, tevhiddir. Bu suretle hemen anlaşılacağı üzere ahiret konusu Kur’an’ın öğretisinde önemli bir yer işgal etmektedir. O, inanç sisteminin en temel iki unsurundan birisidir. Ayrıca bunlar biribirine son derece bağımlı durumdadırlar. Ahiret inancı olmadan, Allah’a iman anlamsızdır.
Bilindiği gibi Kur’an Yahudilik ve Hıristiyanlık için ortak bir kavram kullanmaktadır. Bu, ehlu ‘l-kitâbdır. Kur’an bununla bu cemaatlerin vahye dayalı birer dökümanları olduğunu ifade etmektedir. Buna rağmen Kur’an, Kitap Ehli tarafından Tevrat’ın ve İncil’in bazı kısımlarının unutulduğunu,19 gizlendiğini20 ve nihayet tahrif edildiğini21 de belirtmektedir. Vahiy sahibi bu cemaatler, şu ya da bu sebeple zaman içerisinde vahyin önerdiği prensiplerden uzaklaşmışlardır. Bu uzaklaşma vahiy dışı unsurların vahyî anlayışa tesir etmesi ve onu değiştirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Sözünü ettiğimiz olumsuz unsurlar cemaatlerin temas ettikleri değişik kültürler olabildiği gibi, cemaatlerin kendi içlerinde, insani zaaflar sebebi ile meydana gelen yanlış anlayış ve yorumlar da olabilmiştir. Buna göre Yahudilik ve Hıristiyanlık dendiğinde, yukarıda bahsini ettiğimiz vahyî bilgi ile birlikte, vahiy dışı bir gelenek yığınını kendilerinde barındıran dinî yapılar anlaşılmalıdır. Bu yapılarda gelenek, vahiy üzerinde öylesine etkilidir ki, vahiy ile geleneği birbirinden ayırabilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Vahiy geleneğin tesirine ve yorumuna adeta mahkumdur. İşte bu sebeple vahyin önerdiği temel ilkeİer yer yer ihmal edilmiş, ya da orijinal bünyede bulunmaları gereken yerden uzaklaştırılmışlardır. Bu ihmali ve uzaklaşmayı tesbit etmek ve tevhidin iki ana unsuru olan Allah ve ahiret inançları ve bunlar arasındaki ilişkiyi saf haliyle ortaya koyabilmek için, Kur’an’a başvurma zarureti vardır.
Ahiret fikri vahiy geleneğinde nasıl bir işleve sahip olmuştur. Gerek Kur’an’da, gerekse asıl kaynağını vahiyin oluşturduğu öteki metinlerde bu sorunun cevabını bulmak mümkündür. Tevhidi mesajın en başta ısrarla büyük bir canlılık, hareketlilik ve gerilim ile getirdiği inanç unsuru ahiret olmuştur. Mesela Beni İsrail Peygamberleri’nden Amos’un getirdiği ilk mesaj, Rabb’in gürültülerle, insanlan zor durumda bırakacak bir tarzda Beni israil’in dünyasına müdahalede bulunacağı, Şam’ın hiç bir şekilde bağışlanmıyacağı, günahkarların saraylarının gönderilen ateşle kavruİacagı vb. şeklindedir.22 İsa’dan önce gelen Yahya (a.s.) da, “Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu yakındır.” mesajı ile Yahudiye çölünden sesini yükselterek gelmiştir. O, Sadukiler’e ve Ferisiler’e gelecek azabdan söz eder.23 İsa (a.s.)’da göklerin melekutunun yakın olduğu ve muhatabların tövbe etmeleri gerektiği tebliği ile gelmiştir. Yine Muhammed (s.a.s.)’e gelen Mekke devri ayetlerinde geçen ahiret günü anlatımlarının hesab konusunu ısrarla işlediği açıkça görülmektedir. Risalet sürecinin en başında ahiret fikri ile muhatabın dikkati alışageldiği yakın çevresinin ötesine çekilmektedir. Muhatab o güne dek varlığını, hayatını, ilişkilerini, geleceğini vb. bu dünya ile sınırlamıştır. Muhataba sunulan bu zorunlu gelecek, yani ahiret, onun dünya ile sınırladığı bütün bir hayal anlayışını altüst ederek kendisini tanıtır. Tebliğ ile bu türlü bir karşılaşma muhatabda oldukça derin bir şok etkisi bırakır. Muhatab artık risalet ortamının iyice içindedir. O şimdi inanmak, inkar etmek meselesi karşısındadır. Bu gerilimli atmosferi oluşturan ahiret, tevhidî öğretinin yaptırımıdır. Bu, rİsaleün önerdiği tek ama son derece etkili bir müeyyidedir. Çünkü muhatabın bizzat kendisini ilgilendirmektedir. Risalet süreci içinde, dini öğretinin şekil kazanması sırasında, ahiret inancının başka bir görevinden daha söz edilebilir. Bu da risalet gündeminin belirlenmesidir. Ahîret, kendisi ile birlikte Kadir-i Mutlak Allah anlayışını zoaınlu olarak gündeme getirmektedir. Risalet sırasına ahiret inancı tebliğ edilirken, önemle ve aynı yoğunlukla işlenen ve oluşturulan başka bir konu da Allah inancıdır. “Günahkarların saraylarına” göndereceği ateş ile cezalandıracak olan Sadukiler’e ve Ferisiler’e azab verecek olan Allah’tır, muhatabların günahlarından ötürü tövbe etmeye çağırıldıkları varlık Allah’tır. Böylece risalette Allah anlayışının tanıtılması ve tevhidin vazedilmesi görevi, muhatab için hem bir doktrin, hem de ona karşı bir yaptırım olma özelliğine sahip ahiret fikrine verümiş olmaktadır.
Böylece ahiret inancı karşımıza, özellikle vahyedilmiş dinlerin önemli bir ilkesi olarak çıkmaktadır. Onun dini bünyeler içerisinde Allah inancı ile oluşturduğu ilişkiyi incelemek, bize bu bünyelerin yapılarını bütün açıklığı ile görmemizi sağlayacaktır. Diğer yandan ahiret inancının tebliğler içinde aldığı yerin incelenmesi, bize onun vahiy tarihî boyunca yerine getirdiği işlevi gösterecektir.
Dostları ilə paylaş: |