Mes'ele (Îlim Ve Nazarı Reddetme)
Bir grup insan der ki : Bakmayı terketraek daha doğru ve kurtuluş yoludur. Çünkü bakan kimse hakkı elde etmekten emin olmaz. Sonra bakmakta kendi nefsine delil kapısını açmış olur ki, eğer ondan kaçınmış olursa helak olmaktan emin olur. Eğer o olmasaydı sandığı şeye varmak için kendisine yol açılmazdı. Veyahut Allah'a delil getirmek için kendisini ilzam eden bir bâtıl ile karşı kargıya bulunmazdı. İşte bu bakımdandır ki, helâktan emin olmak için bakmaktan imtina eder. Çünkü düşünmek, bahsetmekle gerçek olanın kendisine açılan ve görülen hususun olduğunu bilmeye mecbur kıldığı şeyi murad etmeyi intaç eder. Bununla beraber Rahman olan Allah'ı hatırlama işinde şek ve şüpheye düştüğü gibi şeytanı hatırlamaktan da kaçınır. Bakmak ve bahsi terketmekte bu hususlardan emin olmak vardır. Çünkü kendisine ayırt etmesi lâzım gelen bir şey inkişaf etmemiştir. Ve kendisini talep etmeğe sevkedecek bir şeyi de zihninde düşünmemiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bakmak ve bahsetmeyi lüzumlu gören kimse şöyle der : Bu hususu terketmekte muhakkak ve imkânsız olarak helak olma vardır. Çünkü bakmanın lüzumlu olması onun bakmasının tekaddüm etmesinin akabinde değil, bilâkis bakma ve bahsetmenin vaki olduğu şeyin ardmca-dır ki, o da kendisi ile güzel olanlarla kötülüklerin bilinmesi mümkün olan akıldır. O akıl iledir ki, kendisinin diğer hayvanlardan üstün olduğunu bilir. Ve yine onunla mahlûkatm tedbirini ve idare işini icraya30 malik olan Allah'ı bilir. Bununla beraber dünya hayatının lezzetinden nail olduğu şey ile, kendisinde terkip edilen baki kalma isteği ve yok olma sebeplerinin büyük elemlerini duyması ile fani olması ve dağınık bulunması gibi şeyleri zihninin ve zekâsının kendisine getirdiği hususları da bilir. Öyle ki, eğer ondan itiraz ederse muhakkak ki, kendisine mülâim olanı1 idrak etmekten bahsetmek ve kendi nezdinde daha istekli oîan en lezzetli şeylerin baki kalmasını bahsetmesi lâzımdır. Bu, öyle bir şeydir ki, onun aklı, ruhunun eşyalarla imtihan olma tehlikeleriyle karşı karşıya kalmasını aklı kabul etmez. Çünkü bu husus kendisine zararlı olanları bildirecek şeye yöneltmezdi ki, onlardan korunsun ve menfaath olanları da bildirmezdi ki onu celbetsin. Bu husus ya haberine güvendiği kimseyi öğrenmek için araştırmakla veya ona delâlet eden §eyde ihanetini bilmekle olur. Bunun için bu hususların hepsinde kendi reyi olmuş olur. Veyahut, az olduğu için kendisi gibisinden helak olmaktan emin kılacak şeyden, sonucunu kendisine gösteren az bir ijeyle kendisini imtihan etmeye çaba harcamasıyle bilir. Böylece her ikisini birden bahsetme lüzumu hâsıl olur.
Bununla beraber, şehevî isteklerden kendisinin yaratılmış olduğu şeyi, istemediği hususlardan kendisine isabetini istemediğinden, nefsinin lezzetli şeylere kendisini sevk edecek ve kendisine elem, keder getirecek hususu bilmemesi, kendisini böyle kılan şeyle kendi haline bakmağa mecbur kılar. Veyahut, ebediyyen kendisi böyle mi idi? Yahut hangi yönden ve ne şekilde kendisi böyle olmuştur? diye bakmak zorunda kalır. Kendi gelişme ve oluşmasını bilmesi için, kendi hallerine bakmayı terketmesini menedecek bazı düşünce ve anılardan hâli kalmaz. Kendisinde bulunan hususun, kendisinde bulunmasının sebebini yahut kendisindeki bu hallerin kiminle idare olunduğunu bilmesi için bakar. Bununla beraber, kendi salâhını veya fesada uğramasını meydana getiren hususu kendisinde bulunan nimetleri, kendisinden zararlı olan şeylerin reddedilmesini, muhakkak bilmesi gerekir. Bunların hepsinde bakma mecburiyeti ve delilin lâzım olması ciheti bulunmaktadır. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber yakınen bilir ki, kendisini kaplayan bu bakmayı terk etme işi şeytanın vesvesesinin ta kendisidir. Zira bu şeytanın işidir ki, şeytan bununla onu, aklının semeresinden faydalanmaktan engeller; ve kendi nezdinde bulunan iyi fırsatlara kavuşturacak, istediğini elde edecek olan güvencesini sarsar. Bunun bir vakıa olduğunun delili, eşyayı düşünmek için akim kullanılması sonuçlardan ve başlangıçlardan gizli olan hususları bilmesi için olmasıdır. Sonra kendisine, onların hadis olduğuna ve o hadislerin de bir muhdisi bulunduğuna delâlet eden31 şey, kendisini nefsin şehevî, isteklerini yerine getirmekten meneder ve onun gerçekten Şeytanın vesvesesi ve işi olduğunu bildirir. Oysa ki azalardan biri ni kendilerinde bulunan faydalardan alakoymak ve faydalanmayı ihmal etmek caiz olmadığı gibi, onları amellerinden jmenetmek de asla doğru değildir. Bilakis azaları, zararlı yönlerden menetmek, onları faydalı yerlerde kullanmak vacibtir. Öyle ise, zarar ve menfaatlerin kendileriyle bilinen akıl ve bakmanın ihmal edilmemeleri, muhakkak ki daha doğru ve daha evlâdır. Bununla beraber, kendisine anlama ve hatırlama geldiği zaman bakan üç hasletten hâli kalmaz :
1- Ya bakması, kendisinin, hadis olduğunu, kendisinin bir muhdisi, bir var edeni bulunduğunu, Onun iyi amel karşılığı sevap ve mükâfat verdiğini, kötü amel işleyeni cezalandırdığını, azap verdiğini bilmesine götürür; böylece onu öfkelendirecek şeyden içtinap32 eder, onun razı olduğu hususa yöneltir de kendisini mesud33 ve bahtiyar ederek âhiret şereflerine nail kılar.
2- Ve yahut, zikrettiğimiz şeyleri kabullerûneyip nefyeder ve çeşit çeşit zevk ve lezzet veren hususlardan faydalanarak yaşamasına bakar. Azap ise onu ahirete tehir ederek orada olacağına intizar eder. Veyahut bunların icap ettirdiği azabın hakikatini bilmek ve öğrenmek için tüm ilim kapılarını kapamağı dilemeğe sevkeder. Böylece kalbi müsterih olur. Hiç bir endişeye kapılmaz. Düşünüp anîıyacağı, anlayıp korkacağı zaman kendisine gelecek olan korku yok olup gider, insaflı davrandığı zaman bakmakla, her yönden kârlı olduğunu bilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer «Allah-u Teâlâ'nıri kulun akliyle anlamdaığı geyi ona emretmesi caiz olunca; anlamadığı şeyle ona hitap etmesi niçin caiz olmaz?» denirse cevap olarak denir ki : Her ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Senin zikrettiğin şeyin ona söylenmesi caiz olmaz. Alîah-u Teâlâ'nın, ya aklı onun anlaşılmasına vazifeli kılar veyahut işitmeye hitap edip, emrettiği hiç bir şey yoktur ki, onun anlaşılması için bir yol göstermesin. Kim ki, kendi imkân ve ihtimali dahilinde bulunması sebebiyle onu anlamaktan mahrum olursa o kimse emrin dışında bulunur. Fakat anlama usullerinin cihetleri muhteliftir. Onların gerçekten hangi neviden oldukları bakmak ve düşünmekle bilinir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer dese ki : Dünyada kulun efendisine : «Benim işimin seni öfkelendireceğini bilmiyordum. Eğer ben bunu bilseydim yaptığım işten mutlaka kendimi menederim,» demesi en kabul olan ve en geçerli özür olunca, b.u husus Allah'ın hikmetinde niçin kabul olunmuyor. Bu soruya cevap olarak denir ki :
Bu ancak bizim aramızda güzel görülen husustur. Çünkü kendi aleyhinde delil olarak bilinen şey bu sözü ile ortadan kalkar. Amma Allah-u Teâlâ ise kulun kendisine, emrettiği şeyi bilmesi için delil yaratmıştır. Onun zekâsını hatırlama ile hareket ettirdi. Onu çeşitli ibretlerle uyardı. Kul bunu ancak bakmayı terketm'esinden yapmıştır, işte bu onun fi'lidir. özür olarak ileri sürülecek olan husus ise kendi aleyhinde delil teşkil eder. Çünkü o, bundan kendi fi'Ii ile kaçınmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Hakikaten Allah'ı ve Onun emrini bilme arazdır. O, ancak delil ile idrak edilir. Allah-u Teâlâ kendisiyle, nefsinde bulunan hallerden delil olanı izhar buyurmuştur ki, onun rücu edeceği yerlerdir.
Bununla beraber, biz açıklamıştık ki, gerçekten zaruret onu, kendi hallerinden, azalarından, yararlı ve zararlı gördüğü şeye bakmasına ve onları düşünmesine zorlar. Çünkü zararlı bilmemekte felâket vardır. Onları bilmesinde ise kurtuluşu bulunmaktadır. Yararlı olanlarla salâh bulması olduğunu bilmesi, kendisinin bilmeğe mecbur olduğu hallerden zik-rolunam kendisi icad edip idare etmediğini; bunu ikame eden birinin var olduğunu öğrenmeye götürür. Kuvvet ancak Allah'tandır. 34
Dostları ilə paylaş: |