|
|
səhifə | 42/53 | tarix | 22.12.2017 | ölçüsü | 3,49 Mb. | | #35622 | növü | Yazı |
|
ve birbirlerine kanlı-bıçaklı düşman görünümünü veren PKK ve PSK'nın
biraraya gelerek, bir anlaşma protokolü imzalamaları devletimiz açısından
oldukça dikkat çekici ve sağlıklı tahlil edilmesi gereken bir durumdur.
PKK-PSK anlaşmasını, yeni dönemin özellikleri ve oluşumlarının ihtiyaçları
çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.
Bu anlaşmanın niçin gündeme geldiği, hangi iç ve dış etkenlerin
dayatmasıyla yapıldığı, hangi stratejinin bir parçası olduğu, bu anlaşma
sonrasında Kürtçü örgütlerin ne gibi mücadele taktikleri ortaya
koyabileceği gibi hususlara akılcı ve tutarlı cevaplar verilmeden sağlıklı
bir değerlendirme yapılması imkansız görülmektedir.
Ayrıca, bu anlaşmanın;
-Teorik temeli var mıdır?
-Pratikte yaşama şansı nedir?
-Atılan adımlar yeni kazanımlar sağlayabilecek mi?
-İç ve dış etkileri neler olmuştur? Sorularına sağlıklı cevaplar
verildiğinde anlaşmanın muhteviyatını ve arka plandaki hedeflerini çözmek
kabil olacaktır.
Günümüzde, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Körfez krizi sonrasında
Kuzey Irak'ta meydana gelen gelişmeler Kürt sorununun değişik boyutlarda
karşımıza çıkmasına yol açmıştır.
SSCB'nin dağılmasından sonra, "Yeni Dünya Düzeni"ne entegre olma
doğrultusunda Rusya'da gerçekleştirilmek istenen köklü reformlar, ekonomik
altyapısı oluşturulamamış sistem ile bu yapısal degişikliğe hazır olmayan
halk arasında birtakım huzursuzluklar baş göstermesine neden olmuş ve
ileriye dönük planlar sağlıklı bir şekilde uygulamaya konulamamıştır.
Diğer yandan, Rusya'daki reformların yerleştirilmesi için milyarlarca
dolar sarfeden sanayileşmiş batılı ülkeler gerekli kaynak aktarımını
yapmakta tereddüt içerisine girmişlerdir. Bu kaynaklar olmadan da Rusya'da
reformların başarıya ulaşma şansı yok gibidir.
Batılı ülkelerce, bugüne kadar yapılan yardımlarla Rusya'nın "Yeni Dünya
Düzeni"nin bir parçası olarak düzlüğe çıkması bir hayli uzak
görülmektedir. "Yeni Dünya Düzeni"nin sahibi ve dünya jandarmalığına
soyunan ABD başta olmak üzere, sanayileşmiş batılı ülkelerden Rusya'ya
yapılan kaynak aktarımı ya devam edecek, yada Rusya'daki muhafazakar kesim
olarak bilinen eski komünistler yeniden ön plana çıkarak, "Yeni Dünya
Düzeni"ne geçişte meydana gelen çelişkileri ve zorlukları istismar etmek
suretiyle yeniden güçleneceklerdir. Komünistlerin yeniden ön plana çıkarak
güçlenmeleri ise, bugüne kadar sarfedilen çabaların tümden boşa çıkması
demektir.
Alkolik olmasına rağmen alternatifi olmadığı vechile, batı tarafından
desteklenmek zorunda kalman Yeltsin'in, aldığı bütün yardımlara rağmen
mevcut durumu toparlayacak güçte olmadığı bilinmektedir. Bu durum, böyle
devam ettiği müddetçe Azerbaycan'ın haricindeki Bağımsız Devletler
Topluluğu'na mensup ülkelerin, lider ve yöneticilerinin eski
komünistlerden olmaları ve bu devletlerin ekonomik problemlerinin Rusya
Cumhuriyeti'nden daha da ağır şartlara haizliği, yeni bir kömünist
SSCB'nin oluşması için potansiyel teşkil etmektedir.
Neticede, "Yeni Dünya Düzeni"ne entegre olmamış bir Rusya'nın
Balkanlar'dan Kafkaslar'a, Doğu Avrupa'dan Orta Asya'ya kadar bir yığın
probleme sebep olacağı ve bu problemlerin batılı ülkelere pahalıya mal
olacağı diger bir gerçektir.
Ayrıca ABD, Bosna Hersek olayında da bir ikilemle karşı karşıyadır. Bosna
Hersek'in dünya düzeninin gerektirdiği yöntemler çerçevesinde çözülmesi,
Sırp tezine sıcak bakan Rusya'yı gücendirmekte, Rusları tatmin edecek bir
tavir ise "Yeni Dünya Düzeni" doğrultusunda Ortadoğu, Balkanlar ve
Kafkasya'da yeni bir misyon yüklenilen Türkiye'yi zor durumda
bırakmaktadır. Bosna Hersek meselesinin çözülmesinde en büyük güçlük
sallantıdaki Yeltsin yönetimi ile "Yeni Dünya Düzeni" içinde Türkiye'ye
atfedilen rolde yatmaktadır.
Öte yandan, Sovyetler Birliği'nin dağılmasını müteakip, Asya'daki Türki
Cumhuriyetlerle ilgili çeşitli misyonları yüklenme durumuyla karşı karşıya
gelen Türkiye'nin, beklenen rolü oynaması için istikrarlı bir yapıya sahip
olması gerekmektedir.
Türkiye'nin yalnızca belirtilen hususlarda değil, aynı zamanda Ortadoğu'da
ABD ile çatişmak ve etki alanını Tacikistan'dan Suriye'ye, Afganistan'dan
Pakistan'a kadar genişletmek isteyen İran'ı da dengelemesi istenmektedir.
Fakat bilindiği gibi, özellikle son 10 yıldır muhatap olduğu bölücü terör
Türkiye'yi içte ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa iterken dışta da
komşuları karşısında güçsüz duruma düşürdügü veçhile, Türkiye'nin
Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da "Yeni Dünya Düzeni"nin kendisinden
beklediği rolleri oynayabilmesi mümkün görülmemektedir.
Bütün bu gelişmeler Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu üçgeninde yer alan
Türkiye'nin önemini ziyadesiyle arttırmakta ve önümüzdeki dönemde
Türkiye'nin mutlaka bir istikrar adası haline gelmesini zorunlu kılmakla
birlikte, Türkiye'nin tarihten gelen mirasına sahip çıkarak gerek
Balkanlar'da, gerekse Kafkasya ve Ortadogu'da bölgesel bir süper güç
durumuna yükselmesi ihtimali de batılı güçlerce hiç arzu edilmeyen bir
durumdur.
İşte bu gelişmeler muvacehesinde;
Ortadoğu'da "Yeni Dünya Düzeni"ni kurumlaştırmak isteyen güçlerce, bir
köprübaşı vazifesi görmek üzere düşünülen Kuzey Irak'taki Kürt oluşumunun,
Saddam rejimine alternatif olarak değil, gerektiğinde batının bölgedeki
çıkarlarına muhalefet edebilecek ülkelere (başta Türkiye) karşı önemli bir
koz olmak üzere son derece kontrollü ve amacına uygun kullanılmasının
hedeflendiği değerlendirilmektedir.
Dolayısıyla, PKK'nın Kuzey Irak'ı basamak olarak kullanmasına müsaade
edilmeyip, Kuzey Irak'taki etkin kürt örgütleriyle uzlaştırılarak, bu
oluşumun Türkiye kesimindeki uzantısını PSK gibi esas itibariyle siyasi
mücadeleyi benimsemiş bir örgütün ittifakıyla, tamamlayıcı bir misyon yükl
enmesi öngörülmektedir.
PKK 1992 yılı içerisinde almış olduğu ağır darbeler neticesinde, içerisine
girdiği askeri ve siyasi kriz nedeniyle bu konuda kolaylıkla ikna
edilmiştir. İlk etapta PSK ile ittifaka giren PKK'nın, önümüzdeki dönem
itibarıyla ülkemizde faaliyet gösteren diğer kürtçü unsurlarla da
anlaşmaya varması doğrultusunda emareler görülmektedir.
PKK'nın silahlı terör eylemleri sonucu oluşturulan iç ve dış kamuoyunun
yanısıra, aynı şekilde gelişen ve hazır durumda bekleyen iç ve diş destek
gruplarınca sözde demokratik usuller kullanılarak neticeye varılması
hedeflenmektedir.
Yeni düzenlemede, Kuzey Irak'taki oluşumu destekleyerek koruma altına alan
ABD ve Avrupa'nın, Celal TALABANİ ve Kemal BURKAY'ı devreye sokmak
suretiyle ortak tavır alma cihetine gittikleri değerlendirilmektedir. PKK
ve Abdullah ÖCALAN, ABD ve Avrupa gibi iki büyük süper güçten gelen Kürt
sorununa yeni bir veche verme girişimine, uzun yıllardır kendisine destek
veren Suriye ve İran gibi ülkelere güvenerek karşı çıkamamıştır. Bu
tavrının altında yatan nedenlerin başında, batı ile ilişkilerini bozmak
istemeyen ve üzerindeki terörizme destek veren ülke imajını ortadan
kaldırmayı amaçlayan Suriye'nin, PKK'yı tek başına kontrol altına
almasının imkansızlığı ile İran'ın da batılı güçlerin zaten İslam
Devriminden bu yana giderek artan üzerindeki baskılarına tahammül
edemeyişi gösterilebilir.
Yine, Mart 1993 ayının başında PKK ile Hizbullah örgütleri arasında
sağlanan ateşkesin ise tam bu gelişmeler öncesinde, cereyan eden durumu
farkeden İran'ın Kürt kozunu tamamen batıya kaptırmamak maksadıyla
girişmiş olduğu bir operasyon olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Netice itibarıyla Abdullah ÖCALAN'ın, önce Celal TALABANİ ardından da
Kemal BURKAY ile güdümlü ve zorunlu bir anlaşma yapmak zorunda kaldığı
söylenebilir.
Bu değerlendirmelerimize;
-"Yediler" veya "G7" olarak bilinen sanayileşmiş yedi batılı ülkenin son
zirve toplantısında Rusya Cumhuriyeti'ne yapacakları yardımı askıya
almaları,
-Bosna-Hersek'te Rusya ve Türkiye'nin rızasına muhalif olmayacak bir
çözümün acilen gerçekleştirilmesi için ABD'nin yoğun gayretleri,
-Bazı basın organlarına da yansıdığı vechile, ABD Dışişleri Bakanlığınca
yapılan açıklamada "terörist faaliyetlere karşı olmalarına rağmen PKK'nın
silahlı mücadeleyi bırakarak siyasi mücadeleye devam etmesini olumlu
karşıladıklarını ve Kürt Sorunu'nun çözümünde demokratik adımların
atılmasını istedikleri yönünde beyanatları"
-Saddam HÜSEYİN'e alternatif bir lider bulamayan ABD'nin, herşeye rağmen
Saddam'lı bir Irak'ı tercih edebileceğine dair sinyaller vermeye
başlaması,
-Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki ABD siyasetini belirlemede etkili olan
"Carnegie Endowment Fondation" Başkanı ve ABD eski Ankara Büyükelçisi
ABROMOWITZ'in önceden planlı, ancak açıklamalara tekabül eden günlere
rastlayan Türkiye ve Kuzey Irak seyahati,
-Güvenlik kuvvetlerimizce hazırlıkları en son aşamaya gelen "Bahar
Operasyonu"nun, teröristleri kökten temizlemese bile, Kuzey Irak
Harekatında olduğu gibi kamuoyu üzerinde oluşturacağı "Güç şov" neticesi,
bölücülüğe temayülü olan kitleleri yılgınlığa dercederek, bölücülügü bir
avuç azinlığın ütopyasından öteye götüremeyecek olmasına rağmen, ABD ve
bazı Avrupa ülkelerinin bölgedeki çıkarlarına ters düşeceği veçhile
gereksiz olduğu imajının yaratılarak, engel olunmak istenmesi hususlarını
mesned olarak gösterilebilir.
Yukarıda arzedilen değerlendirme ve gelişmelerin ise, bu kadar üst üste
gelmesinin tesadüf olarak ele almması mümkün görülememektedir. Görünürde
ve kısa vadede, ülkemizi terör belasından kurtarmaya yönelikmiş gibi
görülen bu plan, ileride ülkemiz aleyhinde büyük açmazları da beraberinde
getirebileceği endişesini uyandırmaktadır.
Bu cümleden olarak;
Günümüzde bir geçiş süreci içerisinde bulunan kürtçü faaliyetlerin, en
azından kısa vadede marjinalleştirilmesi için, eski yapısını terkedip yeni
yapısını henüz oluşturamadığı bu dönemde üzerine ciddiyetle gitmenin uygun
olacağı değerlendirilmektedir.
Bu maksatla ilk etapta; kürtçü unsurların toparlanmasına, manevra
yapmasına ve yeniden yapılanmasına firsat tanınmadan, mutlaka "Bahar
Operasyonu" ile darbelenmesi gerekmektedir.
Bölücü mihrakların elde edebileceği yeni demokratik mevzileri ele
geçirmeden bedef kitleye yönelik olarak, çok yoğun ve sistemli bir şekilde
kültürel ağırlıklı karşı-propaganda faaliyetleri yoğunlaştırılmalı, en
azından sözkonusu mevzilerin denetim altında oluşması sağlanmalıdır.
Almanya haricindeki bazı Avrupa güçleri ve ABD'nce gündemi
belirlendirildiği değerlendirilen bu operasyondan karlı çıkılarak, kürt
sorununun önümüzdeki günlerde ülkemizin başına tekrar problem olarak
çımasına meydan verilmemelidir. Bu meyanda, ülkemizde faaliyet yürüten
bölücü örgütlerin Kuzey Irak kürtleriyle bütünleşmeleri engellenmeli, ülke
içerisindeki üst oluşumları (cepheleşmeler) parçalanmalı ve bu konudaki
tedbirler acilen hayata geçirilmelidir.
Arz."
BU RAPORU YAZMAK İÇİN İSTİHBARATÇI OLMAYA GEREK VAR MI?
Evet , işte size bir rapor. Kendi içinde bir bütünlüğü olmayan, olayların
gelişimini bir köşe yazarı edasıyla yorumlayan, bolca gazete haberine
dayanan bir rapor. Ama bunun adı bir istihbarat raporu. Yazanlar da
istihbaratçılar. Yeltsin'in alkolik olduğu konusunda raporda yeralan bilgi
ise dünya basınından çok sonraları bu raporda kendine yer buluyor. Neden
bu raporun içinde yeraldığı da anlaşılamayan bu bilgi, emniyet
istihbaratının kime ve nasıl bir nispet içinde bulunduğunu da gözler önüne
sermektedir.
Çünkü yasası ve görevi açısından bu tür istihbarat emniyetin işi değildir.
Yasasına göre emniyet istihbarat ünitesinin görevi " Asayişi sağlamak
üzere ülke seviyesinde istihbarat faaliyetinde bulunmaktır".Bu raporda iç
istihbarata ilişkin ne bulunduğu sorusunun yanıtı ise açıktadır. Oysa
teröre karşı kişisel yorumlar ve tarihi laf salatalarının dışında, rapora
baktığınızda istihbarat adına hiç bir şeyin bulunmadığı ortadadır. Aynı
sorun MİT için de geçerlidir.
Sonuçta istihbarat öğrenilmesi, çözülmesi gereken bir bilmece olarak
karşımızda durmaktadır. Burada yapılması gereken şey eksikleri saptayıp
iyi organize olarak akıllı, azimli, bilgili, sabırlı elemanları; teknoloji
ile birleştirerek elimizdeki istihbarat birimlerini yenilemek olmalıdır.
Bu alanda yapılması gereken en önemli şey ise istihbarat birimleri
arasındaki tartışmaları giderip, koordinasyonu sağlamaktır. Ancak burada
polis istihbarat ünitelerinin bazı örgütlerin içine sızmadaki başarılarını
da görmezlikten gelmemekte yarar vardır. Bu anlamda işlerini bazı
kesimlere karşı iyi yaptıkları ortadadır. Ancak sol örgütlere karşı
sağlanan başarı, polis içinde çok iyi bir şekilde örgütlendikleri bilinen
radikal dinciler ile Türkiye'nin başına bela olan ülkücü mafya gruplarına
karşı sağlanamamaktadır.Buna da yetki ve sorumluluk alanlarının dışında
çalışma isteğinin yolaçtığı bir gerçektir. Bir de uygulanan eleman
politikasının etkisi tartışılmazdır. Türkiye güvenlik birimlerindeki
siyasi kadrolaşmaların acısını çokça çekmektedir.
Bu nedenle profesyonelleşilememekte, kişi ve grupların baskısı altında
kalınmaktadır.
DEMİREL, ÇİLLER KAVGASININ SONUCU: GÜÇ, KÖKSAL'IN
MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'ın göreve başladıktan sonraki zamanları çokça
Başbakan Tansu Çiller ile bir denge oyunu oynamakla geçmiştir. Köksal
kendisini görevden almak isteyen Çiller'e karşı Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'den aldığı destek ve medyadaki geniş atağıyla direnebilmiştir. Bu
aşamadaki ilk icraatlar Sönmez Köksal'ın makamına sağlam oturmasına
yönelik iç düzenlemelerle dikkat çekmektedir. Bununla askerlerin teşkilat
içindeki etkinlik ve personel düzeyleri aşağıya çekilmiş bulunmaktadır.
Teşkilat içinde asker personel oranı yüzde 2.5 lara, yönetim
kademelerindeki etkinlikleri ise yüzde 10 lara çekilmiştir. Genelkurmay
Başkanlığı ile yapılan protokollere göre bu oranlar 2000 yılında hemen
hemen sıfırlanmış olacak. Ancak burada asker kökenli bazı uzmanların
düşünülmeden yapılan planlamalar sonucu MİT dışında kalmasından
kaynaklanan sıkıntıların da bugünlerden hissedilmeye başlandığı uzmanlarca
aktarılmaktadır.Ayrıca Köksal kendisine rakip olarak görülen bazı sivil
yöneticileri de MİT içinden dış görevlere göndererek uzaklaştırmıştır.
Ancak gelen yeni kadronun MİT içinden ve sivil unsurlardan seçilmesi
önemli sayılmaktadır. Bu dönem içinde MİT bünyesinde halkın ve devlet
yönetiminin isteklerine yanıt verecek bazı operasyonel düzenlemelere de
gidildiği belirtilmektedir.
APO ŞAM'DAN GETİRİLEBİLECEK Mİ?
Yeni düzenlemelerin bir kısmında halk ve yöneticilerin" MİT neden Apo'yu
Şam'dan getiremiyor" eleştirileri etkili olmuştur. Bu yeni anlayış ve
oluşturulan birim İsrail gizli servisi MOSSAD ajanlarının geçirildiği
türden bir askeri eğitimden geçirilmekte ve bu tür operasyonlara hazır
hale getirilmektedir. 1995 yılına kadar MİT içinde APO'yu Şam'dan veya
dünyanın herhangi bir yerinden alıp getirecek düzeyde eylem yapabilecek
bir kadro bulunmamıştır. MİT'in oluşumu daha çok " stratejik- analitik"
istihbarat faaliyetleri üzerinedir. Ancak özellikle PKK terörünün
yarattığı baskı ve diğer istihbarat birimlerinin teşebbüslerine rağmen bu
tür konularda başarı sağlayamaması, MİT içinde böyle bir eğitimi de
zorunlu kılmış durumdadır. Yani 1996 veya en geç 1998 yılında APO veya
başka bir hedefe yönelik MOSSAD türü askeri bir operasyonda MİT'in
kullanacağı elemanın yetişmiş olacağı ifade edilmektedir.
Örneğin MİT beşinci kongresini Kuzey Irak'da toplayan PKK'nın bu kongreyi
yaptığı salonun askeri timler tarafından basılmasını ve buradaki lider
kadronun ele geçirilmesinin yararını askeri kaynaklara aktarmıştır. Ancak
askeri kaynakların bu tür bir eylemi gerçekleştirecek yeterli elemana
sahip olmadıklarını belirttikleri ifade edilmektedir. Bu baskın yapılammış
ama sonrasında Milli Güvenlik Kurulu'nun aldığı bir karar ile 35 bin
kişilik bir asker gücüyle Kuzey Irak' da Çelik Harekatı başlatılmıştır. Bu
harekatın başlamasından da ne MİT, ne Dışişleri ne de Bakanlar Kurulu
haberdar olmuştur. Çünkü " Çok Gizlidir " yapılanlar. Oysa bölgeye asker
sevkiyatı dahil, harekatın olası başlama günü dahi yerli ve yabancı
basında haber konusu yaplımıştır.
ÇEKİÇ GÜÇ NEDEN GİTMEM DİYOR
Burada yeri gelmişken istihbarat için yaşamsal önemde olan dış politika ve
uluslararası ilişkiler bakımından Türkiye'nin nasıl kuşatıldığının da bir
örneğini sergilemekte yarar bulunmaktadır. Türkiye Körfez krizinin
ardından yaşanan ortamda Kuzey Irak konusunda Çekiç Güç adlı çok uluslu
gücün kendi topraklarında konuşlandırılarak Saddam'a gözdağı verimesi
konusunda çok gönüllü davranmıştır. Bu Turgut Özal'ın
Amerika'nın,Türkiye'ye biçtiği yeni rolü kabulü ve isteklerini yerine
getirmesi açısından da çok önemli bir adımdır.
Bu gücün bir müddet sonra ne işe yaradığı ise ortaya çıkmıştır. Saddama
gözdağı ve baskı uygulamanın bir aracı olan Çekiç Güç Kuzey Irak'da
oluşturulacak Kürt otonomi bölgesinin temillerini atmıştır. Çekiç Güç
helikopterlerinin aynı zamanda PKK'nın Kuzay Irak'daki kamplarına malzeme
attıkları saptanmıştır. Çekiç Güç ile ilgili olarak dönemin Genelkurmay
Başkanı Doğan Güreş oldukça sert eleştiri ve uyarılarda bulunmuştur. Çekiç
Güç helikopterlerinin bölgedeki PKK kamplarına malzeme atmasının önüne
geçilmesi için Silahlı Kuvvetler bu tür eylemlerde bulunan Çekiç Güç uçak
veya helikopterlerinin düşürüleceğini açıklamıştır. Bütün uçuşlarda Çekiç
Güç uçak ve helikopterlerine Türk subaylarının bindirilmesi zorunlluğu
getirilmiştir. Bu sınırlamalar Çekiç Güç de asker bulunduran ülkelerin
tepsini çekmiştir. Güreş, o dönem yaptığı bir Doğu gezisinde Batman'da
odasında konuştuğu gazetecilere Çekiç Güç'den yakınmış ve bunun
zararlarını anlatmıştır. Ancak Türkiye siyasetçisi, askeri,
istihbaratçısıyla istemediği bu gücü topraklarından çıkarmayı
başaramamaktadır. Çünkü Amerika ve diğer gelişmiş Batalı güçler, buna
karşı ellerindeki her kozu çok ustaca kullanmakta ve hükümeti de,
Dostları ilə paylaş: |
|
|