Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə4/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83

ÂDEM RİSALESİ


Âdem henüz Âdemliğini bulmadan hangi merhalelerden geçerek Âdemiyetini buldu Yaratılan varlıkların en yücesi olarak, Tin Sûresi âyet 3 “Biz insanı en üstün yarattık” sözünü bizlere ne zaman bildirdi. Âdemiyet sırrına her kişi ulaşabilir mi. “Kur’ân eşittir insana” (H.Ş.) gereğince, canlı Kur’ân olan Âdem kitabında:

1-Şeriat


2-Tarîkat

3-Hakîkat

4-Mârifet merdiven basamaklarındaki, kişinin tahsilini dilimin döndüğü kadar anlatmağa çalışacağım.

Âdem demek varlığı olmayan, yok demektir. Âdem ise, işte o kendine ait varlığı olmayan mazharda, Cenâb-ı Hakk’ın Hüviyet ve Eniyetini kemâlâtıyla cem edip zuhûra çıkarma mazharıdır. Âdem kelimesi kul kökünden gelmektedir. Onun için, Âdem’de iki yön vardır:

1- Et ve kemik yönü olan Eniyyeti ki fânidir. Dâima tebdilâta tâbi olup durmaktadır. Bugün var yarın yok olur. Rûhumuzun taşıyıcısı, hammalıdır. Günü gelince, görevini tamamlayıp, bedenlerin çöplüğü olan beden kabristanlığına defnedilir. Zamanla cemâdâtta görevini bitirdiğinde, teşriye yönü ile nebâtâta geçer. Oradan hayvânâta, oradan da insan varlığına intikal ederek devr-i dâim eder. Her bir mertebeden diğerine geçerek binlerce sene kalıp, milyonlarca parçalara ayrılarak yoluna devam eder. Bu dünyanın ağırlığı yaradılışında, 1000 kg. ise, bu günde aynı ağırlıktadır. Ne bir kilo fazlalaşmış, ne de bir kilo eksilmiştir.

Cenâb-ı Hakk Âdem’i yaratacağı zaman, Cebrail’e, İsrafil’e ve Mikail’e, Mekke’nin Numan vâdisinden, bir avuç Âdem’in çamurunu getirmeleri için emir vermiştir. Onlar getirememişler. Bu sefer Azrail’e aynı emri vermiş. Azrail ise hiçbir yalvarışa aldanmadan, bu Âdem’in çamurunu getirmiştir. Cenâb-ı Allah, celâl ve cemâl elleriyle, Âdem’in kalıbını yaratmış ve kalan çamurla da hakîkat şehrini yaratmıştır. İşte bunlar, hep şifreden ibarettir. Ârif olanlar, bu ifadelerin söylendiği gibi olmadığını bilirler. Beş duygumuzla algıladığımız bu zâhir zevklerin olmadığını, ancak hiss-i müşterekimiz olan bu manevî duygularla zevk edilmesi mümkün olduğunu anlamış olurlar. Çünkü dünya âlemine, unsuriyetimizin gelmesiyle, bu âlemin âlet ve edavatı olan 5 zâhir duygumuz da, bizlere ihsân edildi. Bu beş zâhir duygu da, bu âlemden, âlem-i Âhirete intikal edilesiye kadar, görevini yapacak, ondan sonra onların da görevi bizlerde sona erecektir.

Âlem-i Âhirette ise, bâtın olan 5 duygular görev yapacaktır. Dünyada iken, ölmeden evvel ölmüş âriflerin, kuş dilini anladıklarını, fakat bu hislerden mahrum olanların, ne kuş dilini ne de bu hislerden haberdar olmadıklarını her gün görmekteyiz.

2-Rubûbîyyet yönü, Araf Sûresi âyet 172 “Âdem oğullarının zürriyetlerini arkalarından çıkartarak, nefislerini şahit tutup, biz sizin Rabbiniz değil miyiz dedik. Evet Rabbimizsin şahit olduk dediler.” İşte bu Rubûbîyyet (kulluk) yönü ile bir kişi akıl baliğ olduğunda, Rabbini idrâk edip bu dünya bataklığı olan esfel-i safilinden kurtulmağa başlayacaktır. Bedenin akil baliğ olması 13-14 yaştır. Fakat insan, rûhen bu yaşlarda Rabbini idrâk edemiyorsa o kişi bedensel olarak akil baliğ olmuş, fakat rûhen daha Rabbini idrâk edebilecek bir durumda olmadığı için, akıl baliğ olmamıştır. Dolayısıyla da îmân edemez. Kişi rûhen, ister 40 ister 50 yaşlarında olsun bunu kabul edebilirse, işte onun akil baliğ olması o zamandır. Bu kişideki kabulleniş, onun artık Âdemiyetinin sırrını öğrenme yolculuğuna başlaması, bir Mürşîd-i Kâmil mazharından Rabbinin çağırması ile olacaktır.

İşte o Mürşîd-i Kâmile biat etmek için diz dize geldiği an, onun elest bezmidir. Çünkü henüz daha kendini bilmeyen bir kişi doğmamıştır ve Rabbi tarafından o andan itibaren yaratılmaya başlanacaktır. İşte zâhir olarak Araf Sûresi âyet 172 deki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sözünün ispatı, bir Mürşîd-i Kâmil önünde yapılmış oluyor. İrşâd ve terbiye olmak istemeyen bir kişinin, kâmil huzurunda ne işi var. Onun hâl ve kâl lisanı ile bunu, kâmilin huzurunda göstermesi, îmânını göstermiş oluyor. Bizler Âdem deyince, yalnız sûret yönü ile herkese Âdem gözü ile bakmaktayız. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde, herkese Âdem veya insan demiyor. Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde:

Kim ki Âdemliğini buldu odur Âdem,



Âdemliğini bulmayan hayvandır ancak” demiştir.

Şu halde Kur’ân'ın tabiri ile:

1- Nas ( insan toplumları )

2- İns ( nâkıs olan, eksik kişiler )

3- İnsan ( sûrette de, sîrette de Âdemiyetini bulmuş, Âdemiyet sırrına vâkıf olanlar) dır. Onun için

1- Sûrette insan fakat sîrette hayvan olanlar

2- Sûrette insan, sîrette nâkıs olanlar eksik kişiler

3- Sûrette insan olduğu gibi sîrette de, insan-ı asliyesini bulan Âdemlerdir.

Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi gerekli olan bir varlıktır. Çünkü, cemâdât, nebâtât ve hayvânâtta olmayan yüce hasletler bu insan dediğimiz Âdemde mevcuttur. Bu âleme gelesiye kadar yarım devir yapan bu insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi merhalelerden geçerek, insanlığını bulmaktadır. Rahmân Sûresi 1. ve2. âyetlerde “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti” buyruluyor. Peki kimlere tâlim etti. Elbette henüz daha insanlığını bulmayan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi çeşitli îmân seviyesinde bulunan eksik olan bizler gibi kişilere tâlim etti.

Rahmâniyyet, Cenâb-ı Allah’ın kemâlât sıfatı olan Mürşîd-i Kâmillerdir. Bizler de bu tahsille insanlığımızı bulmuş olacağız. Yoksa, sûrette insan, sîrette hayvan kalırız. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı asliyesini öğrenen bir sâlik, nefsini tanımıştır. Nefsini bilen ise Rabbini bilir. O kişi nefsine ve Rabbine ârif olmuştur. İsra Sûresi 85. âyette: “Bir de sana rûhtan sorarlar. De ki: Rûh Rabbimin bir emridir.” buyruluyor. Peki, irşâd ve terbiye eden Mürşîd mazharından Rabbimiz bize ne emir vermektedir. unu kendimize sorduğumuzda, hadisât dediğimiz bu âlem ve Âdemde, Cenâb-ı Allah’ın üç tecellîsi olan, ef’alini, sıfatlarını ve Zâtının öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu halde kendisindeki rûh, bu üç tecellî imiş. Zaten kişinin kendi insan-ı asliyyesini tahsil etmesi demek, kendi diye bildiği, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı olan bu tecellîleri, bilmesi, görmesi ve O’nunla O olup yaşamasından ibarettir. Hem “la havle vela kuvvete illa billahil aziym” diyoruz. Yani” kuvvetim ve kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi” diyoruz, hem de kendimize nisbet ediyoruz. Bu şirk olmuyor mu. Elbette şirk olmaktadır. Bunu söylemek çok kolay. Fakat bu merdiven basamaklarını, teker teker çıkarak, menzile varıp Âdemiyeti bulmak çok zordur. Sabırla birlikte “mutlaka elde etmeliyim” diye azim gereklidir. Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde boyun bükmek gibi küllî teslimiyet olmalıdır. Bu kurbiyet onların kalbinde, huzur ve mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur vâdisinde bulunanlarda, rûhanî şuhûd olacağından, daha bu âlemde iken Cennet içinde yaşama imkânına kavuşmuş olacaklardır.

Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet vâdilerinden Âdem meyvesi olabilmesi için, koşu halindedirler. Çünkü bu kâinat ağacının meyvesi Âdemdir. Kim Âdemiyetini buldu, işte onlar murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa yolda dökülenler oldular. Tarlaya ekilen bir meyve çekirdeği bile meyve haline dönüşesiye kadar ne merhaleler geçirerek meyve olmaktadır. Aynen bunun gibi, bahçıvan olan Mürşîd-i Kâmilin, sâlik olan kişilerin gönül tarlasına ektiği, Âdemiyet tohumu, bir çok ibtilâ merhalelerinden geçerek, Cenâb-ı Hakk’ın kul mazharındaki üç tecellîsinin, Rûhullah haline dönüşmesidir. İşte Âdem’in yaratılma yeri burasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 30. âyet-i kerimesinde “Rabbin meleklere, ‘ben yer yüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de, ‘biz seni hamdinle tesbih ve noksanlardan tenzih etmekte olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın’ demişlerdi. Allah: ‘ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim’ buyurdu.” Buyruluyor. Bu hitap henüz daha Âdemiyetini bulmamış sâlik durumundaki melekleredir.

Mürşîd-i Kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi melek durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde rûh âlemi, kalb âlemi ve nefs âleminde bunların levhaları olarak sûretleri vardır. Çünkü “Her şeyin hazinesi bizim indimizdedir” buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı nisbetinde, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiğini Hicr Sûresi 21. âyet bunu bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz zuhûra gelmeden rûh, kalb ve nefs âlemlerindeki sûretinin vücûdu, Allah’ın meleklere “Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım” demesidir. Allah Âlim, kullar ise malûmdur. Cenâb-ı Hakk, Âlimliği ile, nefs, kalb ve rûh vâdilerindeki, sâliklerin hallerine vâkıf olduğu için, bir halife yaratacağım demiştir. Melekler bu âlemdeki bütün sırları bilemedikleri için, halifeliğe kendilerini daha uygun görmelerinden mütevellit, “Biz seni tesbih ve takdis etmekteyiz” dediler. Melek durumunda olan bir sâlik de, kendisinin üstünde olan kişilerin irfâniyetinden haberdar değildir. Ama kendi mertebesinin altındakilerden haberdardır. Onun için süflîyyâttaki nefs vâdisinde, Âdem’in fesat ve kan dökeceğini bildikleri için melekler, “Yer yüzünde, fesat ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın” demişlerdir. Cenâb-ı Allah da,“Sizin bilmediklerinizi ben bilirim” demiştir. Elbette her şeyin en iyisini bilen Allah’tır. Meleklerin Cenâb-ı Allah’a karşı böyle bir hitapta bulunmaları, onların itiraz etmeleri anlamına gelmektedir. Nefsten münezzeh olan melekler, Cenâb-ı Hakk’ın yalnız emirlerini yaptıkları halde, bu mevzuda neden itiraz etmişlerdir.

Çünkü buradaki melekler, sâliklerin durumunu arzetmektedir. Her sâlik Rabbine karşı kurbiyet içindedir. Her ne zaman içlerinden bir halife seçildiğinde, ondaki yücelikleri değil de, sûret yönünü görmesi nedeniyle, süflîyyât vâdisi olan nefsine düşerek itiraz eder. İşte Bakara Sûresi 31. âyette “Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip, eğer sadıklardansanız bunların isimlerini bana haber verin buyurdu” buyruluyor. Yani Cenâb-ı Allah “allemel esmâ” olan bütün âlemlerin ismini Âdem’in kalbine ilka etti.

Âdem, bütün esmâları ihâta eder. Nûr-i Muhammedi ve esmâyı Âdem sûreti ile zâhir oldu.



Âdem dediğin el ayak baş değil.

Âdem rûha denir, sûret ile kaş değil

Ten, et ve deridir rûh onun serveridir

Hakk sırrıdır rûhsuz beden hoş değil.

Ahmet sen kendini Âdem sanma

Âdem sendeki özdür, söz değil.

Hz. Muhammed (A.S.) mazhar-ı Zâttır. Âdem ise, mazhar-ı esmâdır. Nûr-i Muhammed’in bu âleme zuhûru, Âdemle olmuştur. Onun için, allemel esmânın tâlim edilmesi, Âdem’in rûhundan zuhûra gelmiştir demektir. Resûlullah efendimiz, bir hadislerinde, (Evvelâ ma halakallahu Rûhu) “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı” buyuruyor. Resûlullah efendimizin külli rûhu, bütün 18 bin âlemde tecellî ederek esmâlar aldı. İşte bu rûhu okuyabilenler, âlemlerin esmâlarını da okumuş olurlar. Aslında rûh birdir. Parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda esmâ alır. Bakara Sûresi âyet 32 de “Melekler: ‘seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin. Üstün hikmet sahibisin’ dediler” buyruluyor. Çünkü, melek durumunda olan bütün sâliklerin, ilm-el yakînlikleri, onların şuhûd sahibi olduğunu göstermez. Âdemiyet sırrına, rûhun şuhûd zevki ile mümkün olacağından, vücûdlarında bu Âdemiyet kemâlâtsızlığının zuhûru şuhûd zevklerine sahip olmadıklarının bir ifadesidir. Allah’ın Âlim ve her şeye lâyıkıyle hakim olduğunu bilmeleriyle de teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz eden melekler, allemel esmâ hakkındaki bilgiyi Cenâb-ı Hakk isteyince, zelil ve hakir olarak, mahcubiyetlerinden eksiklenerek “Ya Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.”dediler.

Cenâb-ı Hakk da Bakara Sûresi 33. âyette “Allah Âdeme: ‘Ey Âdem eşyanın isimlerini, meleklere haber ver’ buyurdu. Âdem de o isimleri meleklere haber verince, Allah: “Ben size söylemedim mi, göklerin ve yerin gaybını ben bilirim. Açıkladığınızı da, gizlediğinizi de elbette ben bilirim’ ” buyurdu. Çünkü Âdem, Âdemiyet sırrını kendi vücûd ülkesinde şuhûdla zevk etmiş idi. Bunu meleklere tâlim et denmedi. Çünkü sîretteki şuhûd zevkleri lütf-u İlâhiye’dir.”Cenâb-ı Allah kimlere hikmet vermişse, onlara pek çok lütuflar ihsân eder.” âyeti bunun delilidir. Bundan sonra Bakara Sûresi âyet 34 de “Âdem sizin ulunuzdur. Ona secde edin denildiğinde, bütün melekler secde ettiler. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi de kafirlerden oldu.” buyruldu. Burada meleklerin secde etmeleri, bedenimizin yerlere kadar eğilme secdesi değildir. Bu secde, tâbilik ve teslimiyet secdesidir. Meleklerin hepsi, tâbi olma ve teslimiyetlerini gösterdiler. Fakat, İblis secde etmedi. Araf Sûresi 12. âyette “Allah İblis’e ben sana secde ile emretmişken, seni secde etmekten alıkoyan ne idi” buyruldu.”İblis şöyle dedi: Ben Âdemden hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” Ateş yandıkça alevleri yükseldiği için bizlerde gurur ve kibri; toprak ise, alçakgönüllü olmayı, her şeyi yerine göre kabullenmeyi remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız atın hiç kabul etmiyorum demez. Buna binaen Araf Sûresi 13. âyette “Allah şöyle buyurdu. Hemen in oradan, sana Cennet’te kibirlenmek gerekmez. Haydi çık. Çünkü sen hor ve bayağı kimselerdensin” buyruldu.

Nefs olan kuvve-i vehimiye, rûhun aklı idrâkini bilemez. Dolayısıyla da, Âdem’in sîretini değil, sûretini gördüğü için, zannındaki Allah’a ben senden başkasına secde etmem dedi. Çünkü Âdemdeki varlığın, Hakk’ın varlığı olduğunu bilemedi. İblis ezelden Vahdet nuruna perdeli olduğu için, Cenâb-ı Hakk ona bu hasleti vermişti. Böylece İblis huzurdan kovulanlardan oldu.

Âdem Cennet-i Âlâ’da bir zamana kadar, yalnız başına yaşadı. Yalnızlıktan canı sıkılmaya başladı. Her ne kadar dâimî zikirle, Hakk’tan gayri bir şey görmüyorsa da, bir arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan uyandığında, başı ucunda bir kadın gördü. Ona “Sen kimsin” diye sordu. O da: “Cenâb-ı Hakk beni sana hayat arkadaşı olarak verdi.”dedi. Âdem de onun hayat sahibi olması nedeniyle “Havva” dedi. Araf Sûresi âyet 19 “Ey Âdem, ikiniz birlikte Cennet’te yerleşin. Dilediğiniz nimetlerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız ki, sonra zalimlerden olursunuz” buyruldu.

Âdem ile Havva bir zamana kadar Cennet’teki bütün nimetlerden yiyerek Cennet’te yaşadılar. Tevhîd Cennetinden kovulan İblis ise boş durmuyordu. İblis Rabbine yalvararak Araf Sûresi âyet 14 “Ya Rabbi bana Kıyâmete kadar ömür ve mühlet ver dedi” Araf Sûresi âyet15 “Allah da ‘sen mühlet verilenlerdensin’ ” buyruldu. İblis buna binaen âyet 16 da “Yemin ederim ki, insanoğullarının doğru yolunun üzerine oturarak onlara vesvese vererek saptıracağım” dedi. Cenâb-ı Allah da Âdem ile Havva’ya, “Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır” diyerek onlara ikazda bulundu. Buna rağmen, İblis bir yolunu bularak yılanın ağzından, Cennet’e girerek onları saptırdı. Araf Sûresi âyet 20 de “Rabbiniz size şu ağacı yasak etmekteki gâyesi, devamlı cennette kalmamanız içindir.”dedi.”Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” deyip, yemin ederek onları inandırdı. Âdem ile Havva da yasak meyveyi yiyince Araf Sûresi âyet 22 deki ifade ile “yasak meyveyi yedikleri zaman, ayıp yerleri kendilerine açılıverdi” Rableri onlara “ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim mi” buyurdu. Onlar da “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak biz ziyan edenlerden oluruz.” dediler.

Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp, Hakk’ın sıfatlarını zuhûr ettiremezse, o zaman ziyan edenlerden olur. Dolayısıyla da Tevhîd Cennetinden mahrum edilmek üzere çıkarılır.

İşte bizler de, Âdem gibi Tevhîd Cennetinden çıkarılıp çıkarılmadığımızı anlamak için:

1- Vücûdumuzla Hakk’a taatımızın yaklaşımı

2- Ef’alde fenâ yaklaşımı

3- Sıfatta fenâ yaklaşımı

4- Zâtta fenâ yaklaşımı yaptığımıza bakmalıyız.

Taatımız, Hakk’a boyun büküp teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz, kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu, kalbimizdeki huzur da, rûhumuzdaki her tecellînin şuhûd zevkini meydana getirecektir. Yoksa, süflîyyât tecellîsi olan gaflet, kişiyi vehim ve hayâl şeytanlarına dost yaparak nefsânî isteklerine tabi kılacaktır.

Halbuki böyle kişiler kendilerini hidâyet bulmuş kişiler olarak zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim ve hayâlin vücûd ülkesindeki sultanı “zan” iledir. Zan ise iki türlüdür:

1-Su-i zann (kötü zan)

2-Hüsn-ü zan (iyi zan)

Bu iyi ve kötü zanların her ikisine de itibar edilmez.

Âdem (A.S.)’e Araf Sûresi 24. âyette “Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar yerleşip kalmak ve yaşamak var.” buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da Cidde’ye indirildi. Âdem 70 sene Rabbine yalvarıp tevbe etti. Çünkü Bakara Sûresi âyet 37 “Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” buyrulmuştur. 70 sene sonunda, Cenâb-ı Hakk yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra Müzdelife'de mânen nikahları Hz. Muhammed (A.S.) tarafından kıyılmıştır.

İşte günümüzde de, nefs terbiyesi görenlerin, kendi diye bildiği varlıklarının Hakk’ın varlığı olduğunu idrâk ettikten sonra, rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını zevk edecektir. Hakk’ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya, yani, nefsine uyarsa Cennet’ten çıkarılır. Çünkü nefs yönünden “benim” demiş olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından “Benim” diyen Cenâb-ı Hakk ise, o yasak meyve yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul gördüğü için, daha üst mertebeye ancak vuslatı olabilir. Âyet-i kerîmedeki yasak meyveyi yemek olarak vasıflandırıldığına göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayâl gibi gaflet perdeleri kişinin şuhûdlarını yok edeceği için, o Cemalullah seyrini ona göstermeyecektir.

Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla başla Hakk yolunda çalışıp Muhammedîliğini idrâk etmelerine kadar devam eder. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden Hakk ve hakîkati şuhûd ettiğinde, bu Âdem’in Muhammed yüzü suyu hürmetine affedilmiş olur.

İşte Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta, Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye geldiler. Kesret âlemindeki sıfatlardan, rûhun tecellî etmesiyle, Muhammedîlik zuhûr eder. Böylece Âdem ile Havva’nın nikahları da Hz. Muhammed tarafından manen kıyılmış olunur. Bir kişide, rûh ve sıfatlar vücûdda birleşip zuhûra gelince, nasıl bir Muhammedî meydana gelirse, aynen onun gibi, rûh olan Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda kemâlâtıyla zuhûr ederse, o da Muhammedî olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd vesîle olduğu için, ona Muhammed bunların nikahını kıydı denilir. Yoksa Hz. Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in yaşadığı devir, zâhirde farklı zamanlarda olduğu için bu yönü ile değildir.

Araf Sûresi âyet 31 “Ey Âdem oğulları, her namazınızda, süslü elbiselerinizi giyinin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyrulmakla, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşırken, amellerde ihlas, kurbiyette tam teslimiyet ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir şeyle kâim olmamak sûretiyle, şeriat elbisesini giyip, Hakk ve hakîkati müşâhede ederek yaşamamızı istiyor. Çünkü bu zevkler, kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde Tevhîd olarak yaşama halidir. İşte Âdemiyet budur. Cenâb-ı Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp, şerh edenler, Âdemiyetini kazanmış olurlar.

Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde şöyle diyor :

Hakk yüzü insan yüzünden görünür,

Zâtını Rahmân, şeklini insan eylemiş

İşte Âdemiyetini bulan bunlardır. Yoksa, nefsânî sıfatlardan geçmeden, yalnız ilim ile Âdemiyetin sırlarına vâkıf olanlar, Âdemiyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar zanlarınca, Tevhîdin fenâ mertebelerinde ilm-el yok olmuşlar, bekâ mertebelerinde de, Hakk’ın sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek, kendilerinin hidâyet bulduklarını zannederler. Zan ise vehmin başbakanıdır. Onun için Cenâb-ı Hakk cümlemize, kulluğumuzu idrâk etmek ve yaşamak için, aşk versin, güç versin. Âdemiyet sırrını temkin halinde yaşatmak nasîb ve müyesser etsin. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin