Muhabbetname


ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə8/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   83

ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ


Bir hadiste, “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştir.” buyrulmuştur. Onun için Kur’ân’la insan eşittir. Bütün semâvî kitaplar Kur’ân’da cem olmuştur. Kur’ân’ın özü de yedi âyetlik Fatiha Sûresidir. İnsana baktığımız zaman onun yedi âyetten meydana geldiğini görüyoruz.

Tevhîd mertebeleri incelendiğinde, yedi merâtib-i İlâhiyye olduğu, mertebe pencerelerinden bakıldığında da hem Fatiha ve hem de insanda yedi âyetin nasıl tecellî ettiği anlaşılmaktadır.

Cenâb-ı Allah, Ahadiyetinden “Bismillâhirrahmanirrahim” sırrı ile tecellîsini göstermektedir. Allah gizli bir hazine iken bilinmekliğini istemesi ile, Ahadiyet-ül ayn’ından, Ahadiyet-ül kesre yüzü olan bu kesret âlemine tecellî etti.

Bismillâh=Allah’ın Zâtı

Rahmân=Allah’ın Sıfatı

Rahîm=Allah’ın ef’âl-i İlâhisidir.

Bu kesret âlemine tecellîsiyle 99 Esmâ-ül Hüsnası ile zuhûra geldi.”Elhamdülüllahi Rabbü’l-Âlemîn” ifadesi ile, bütün yaratılanlar, yaratan Rablerine karşı, hâl lisaniyle teşekkür ettiler, hamd ettiler. Çünkü, Cenâb-ı Allah’ın, celâl ve cemâl yüzlerinin, Hadid Sûresi 3. âyetinde evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtında kendisini şerh etmesiyle açığa çıkmış oldu. Biz buna Cenâb-ı Allah’ın Ahadiyetinden kavseyn mertebesi olan kalb mertebesine tenezzülü ile tecellîsi diyoruz.

Fatiha Sûresinin 3. âyetinde Rahmân ve Rahîm esmâlarıyla da, ister insanda isterse bütün kâinatta, vahdet ve kesretin sahibi olduğunu, vahdet ve kesret tecellîleriyle de bunu sergilediğini söylemektedir. Âdem ve âlemde, zâtının sıfatlarından zuhûra geldiğini, her şeyin bâtını Hakk, zâhiri Muhammed olduğunu bizlere söylüyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, Cem'ul- Cem mertebesinden, zâhir yüzü olan Hazret-ül Cem zevk vâdisinde, Muhammed yüzünden Cemalullahını sergilediğini görüyoruz.

Dördüncü âyetteki “Maliki yevmiddin” (din gününün sahibi) ifadesinde, Vahdâniyyeti ile her şeyi şemsiyesi altına aldığını, onun müsaadesi olmadan bir sineğin bile kanadını kıpırdatamayacağını söylüyor. Kurb-i Ferâiz zevki olarak vasıflandırılan bu Cem mertebesinde, ondan başka hiçbir varlık görülmediği için, “Bu mülk kimindir” sorusuna, kendisinden başkası olmadığı için yine kendisinin, “Bu mülk Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” cevabının verildiğini görüyoruz.

Buraya kadar okunan Fatiha (Maliki yevmiddîn), Cenâb-ı Hakk, kendisini Muhammed aynasında (Âdem ve âlemde) seyretmek için, irfâniyeti henüz sıfatlarından tecellî etmediği için Hakk’a aittir. Bundan sonra okunacak âyetler ise kulun yaratılması idrâki zuhûr ettiği için, kulun isteklerine aittir denmiştir. Cenâb-ı Hakk, bilinmekliğini istedikten sonra, Ahadiyetinden, Kavseyn mertebesine tecellî etmiş, oradan Kurb-i Nevâfil mertebesi olan kesret âleminde zuhûr etmiş, oradan da din gününün sahibi olarak Vahdâniyyeti ile bütün varlıklardaki birliğinin mührünü vurmuştur.

Bundan sonra kesret âleminde, fâni olan kulun istek ve tecellîleri halinde zuhûra gelmektedir.

Başından beri Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini idrâk eden bir kişi elbette “iyyakenabüdü” (yalnız sana ibâdet ederiz) diyecektir. Çünkü kulun varlığı Hakk’ın varlığı ile kâimdir. Hakk’ın tecellîsi olmasa kul diye bir varlık olamazdı.”İyyakenestain” (yalnız senden yardım isteriz). İşte kul dâima Hakk’a muhtaç olduğu için, her zaman O’na yalvarmakta ve O’nun lütfuna muhtaç olduğunu beyan etmektedir.”İhdinassıratel müstakim” (bizi doğru yola ilet) denmektedir. Kulun doğru yolu, Tevhîd yoludur. Kul doğru yolda olmasa bu âyeti idrâk ederek bu istekte bulunabilmesi mümkün değildir. Onun için Tevhîd yolcuları sırât-ı müstakim yolcularıdırlar.

Sıratallezine enamte aleyhim gayril mağdubi aleyhim veladdalin” (kendilerine sonsuz ihsânlarda bulunduğun peygamberlerin ve velilerin yolundan ayırma, sapıkların ve peygamberlere uymayanların yolundan değil) demek sûretiyle, hiçbir zaman ikilikte iken kendisinden emin olamayan, dâima kendisini günahkâr hissederek muhtaç bir vaziyette yalvarmasını devam ettirmektedir. Bizler de, Mürşid-i Kâmillerin tarifleri doğrultusunda gitmeyi, onların Tevhîd doğrultusundaki nasihatlarını dâima kendimize düstur edinmemizi istemeliyiz. Onların söz ve nasihatlarını, kendi nefsimizin istek ve arzusuna göre uygulamamalıyız. Yoksa helâk olanlardan olacağımızı Kur’ân ikaz ediyor.

İnsanoğlunun iki yüzü vardır:

1- Hakk’a bakan yüzü

2- Halka bakan yüzü

Halka bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, diğer canlı varlıklar gibi, mahlûkturlar. Diğer varlıklardan hiçbir farkı yoktur.

Hakk’a bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde cem etmiş en büyük varlıktır. Âlem-i kübradır. Yaratılmışların en yücesidir. Canlı Kur’ân’dır. Yedi âyetlik canlı Fatiha-i Şerîf’tir.

İşte nasıl Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi Fatiha-i Şerîfse, bu kâinatın Fatihası da İnsan-ı Kâmillerdir. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bir kişi, Tevhîd merâtibini tamamladığında görecektir ki, allemel esmâyı (isimlerin ta’limi) kendinde okuyabilme imkânını bulacaktır. Onun için insan merkez üssü olarak seçilmiştir. İnsan-ı Kâmilden çıkan feyz-i İlahînin (manevî frekanslar, şualar...) bütün kâinattaki varlıklara dağıldığını, her bir varlığın ondan aldığı güç ve enerji ile feyz ve aşkla vuslat ve yaşantısına devam ettiğini görüyoruz. Tîn Sûresi 4. âyette “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah onu, bu âlemin trafosu yapmış. Bütün kâinatın aydınlanma ve yaşama merkezi olarak insanı görevlendirmiştir. Onsuz bu âlem ne bilinirdi, ne de görünürdü. Onun için, insan ve Kur’ân ikizdir, buyrulmuştur. Kur’ân’ı okumakla insanı okumak aynıdır. Yeter ki bu kemâlâtı elde etmek için gayret gösterelim.

Gelin kardeşlerim, elimizde daha yaşam fırsatı varken, kendi Fatihamızı âyet âyet okuyalım. Okuyamıyorsak okuyan bir Kâmilden okunmasını öğrenelim. Yoksa bu fırsat bir daha ele geçmez. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu zevk ve idrâki tattırsın. Âmin.


ALLAH’TAN HİDÂYET, PEYGAMBERDEN ŞEFAAT VE PİRÂNDAN HİMMET NE DEMEKTİR


Şefaat günahkâr kişilerin affedilmesi ve itaatkâr mü’minlerin de yüksek mertebelere yücelmeleri için Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Cenâb-ı Allah’tan niyâzda ve ricada bulunmasıdır. Her ne kadar zâhiren böyle deniyorsa da Allah’tan hidâyet, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden şefaat, pîrandan himmet, mü’minlerden de dua müstecaptır, buyrulmuştur. Bu sözleri incelediğimizde Allah’tan hidâyet olması, bir Mürşid-i Kâmilin mânen bizleri çağırması demektir. Yoksa bizim kendimize ait ne bir kuvvet ne de kudretimiz vardır.”La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” Tahrim Sûresi 8. âyette: Ey îmân edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte îmân edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da, ‘Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin. ’ derler.” İnsanlardan ilm-i ezeliyede kimlere ihsân edilmişse kâmil mazharından onlar çağırılmakta ve tahsil sonunda insan-ı asliyyelerini onlar bulmaktadırlar. Çünkü onlar “El ulemayı veresetül enbiya” dırlar. Enfal Sûresi 2. âyet-i kerîmede Gerçek mü'minler ancak o mü'minlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında âyetleri okunduğu zaman, îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler” buyrulmaktadır.

İşte zanlarımızdaki bir Resûlullah (S.A.V.)’dan değil, günümüzde onun vârisi olan canlı Mürşid-i Kâmillerden şefaat aramalıyız. Bir gün Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz kızı Fatma validemizi: “Kızım Fatma, baban Peygamberdir diye güvenme, benden bugün ne elde edebilirsen Âhirette kepçene o çıkacaktır. Dikkat et.” diye ikaz etmişlerdir. Bizler de günümüzdeki görevlendirilmiş İnsan-ı Kâmillerden şefaata nâil olabilirsek ne mutlu bize. Çünkü Şura Sûresi 13. âyetinde “Allah dilediğini kendine seçer ve kendine yöneleni de doğru yola eriştirir” buyrulmuştur.

Pîrandan himmet de aynıdır. Pîr demek Mürşid-i Kâmil demektir. Mürşid-i Kâmile intisab eden bir sâlik onda merâtib tahsilini, harfiyen, teslimiyet ve sevgi bağlarıyla yaparsa himmetini fazlasıyla alacaktır. Teslimiyeti onun şahsına değil onun mazharından âlemlerin Rabbine olmalıdır. Teslimiyette ve sevgide eksiklik himmet almayı engellediği gibi sâlikin vuslatını da durdurur. Çünkü sâlik himmet nisbetinde vuslat sağlayabilir. Bir sâlikin mürşidinden aldığı feyz ve vuslatı başka hiçbir yerden elde etmesi mümkün değildir. Mürşid Allah’la kulun arasına girmez ve giremez de. Çünkü Allah’la kulun arasında mesafe yoktur ki girsin. Kaf Sûresi 16. âyetinde “Ben kuluma şah damarından daha yakınım” buyrulmuştur. Bir sâlik nefsini bildiği zaman Rabbini bilmiş olacaktır. İşte o zaman kendi ayrı Rabbi ayrı olmadığını anlayacak ve kendi diye bildiği varlığın Rabbinin varlığı olduğunu anlayacaktır. Böylece kendinden duyanın Rabbi, kendinden görenin Rabbi olduğunu bilip şühûd edecektir. O zaman kendisinin Allah’ın bir âleti olduğunu anlayacaktır. Ve artık Rabbini uzaklarda değil kendinde bilip şühûd edecektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir şiirinde şöyle buyuruyor:

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu,



Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş,

Öyle sanırdım ayriyem dost gayridir ben gayriyem,

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş”

Demek ki Allah zanda, hayâlde değildir. Zerreden kürreye kadar her varlıkta Zâtını ilânedendir. Zâten âyet-i kerimede “Lâ ilâhe” demekle senin zannındaki hayâlden ibaret bir ilâh yoktur.”İllallah” demekle de, illa duyduğun gördüğün Allah vardır. Allah’ın Resulü: “Siz Allah’ın Zâtını düşünmeyiniz” diyerek Allah’ın Zâtını düşünmeyi yasaklamıştır. Onun için bizler Allah’ın Zâtını tefekkür etmeyiz. Zira Allah’ın Zâtının yanında ikinci bir zât yok ki onu düşünsün. Zâtından sıfatlara tecellî etmeyince onu tefekkür de mümkün değildir. Bizler bu âlemde onu sıfatlarıyla bilir ve şühûd edebiliriz.

Kul, Allah’ı hiçbir zaman bilemez ve göremez. Yalnız “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” Hadis-i Şerifine mazhar olursa (Kim ki nefsine ârif olur Rabbine de ârif olur) işte o zaman kendi değil, Rabbi Rabbini bilir ve görür. Zira Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Rabbimi Rabbimle bildim ve gördüm” buyurmuşlardır. Hadid Sûresi 3. âyette “Evvel benim, Ahir benim, Zâhir benim, bâtın benim” buyrulmuştur. Allah aynı zamanda zâhirim demektedir. Zâhir ne demektir, açıkça görünen demektir. O halde bizler neden göremiyoruz Çünkü gözlerimizde cahiliyet perdesi var, irfâniyetsizlik âmâlığı var. Onu irfâniyet ve kemâlât olmadan kendi zannındaki gibi görmek istersen “Len terani ya Musa” “Sen beni öyle göremezsin.” hitabına muhatap oluruz. Musa (A.S.) karşıki dağa bakıp ta eridiği gibi bizler de kendi varlık dağımızı aşk ateşiyle eritebilirsek, işte o zaman Musa’nın dediği gibi (benim zannımdaki gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım) diyerek O’nu ancak irfâniyetle bilmenin ve görmenin mümkün olduğunu anlamış oluruz. Bunun için de bir Mürşid-i Kâmile gidip ameliyat olmak lâzımdır. Bu ameliyat zâhirdeki gibi kan akıtılarak yapılan bir ameliyat değildir. Kansız ve acısız olarak cehâletimizi irfâniyete tebdil etme, zanlarımızı müşâhedeye tebdil etme ameliyatından ibarettir. O zaman ayrı bildiğimiz Rabbimizin bizlerde Rabbil has olarak, bizi bizle sevk ve idare ettiğini, Rabbimizi Rabbimizin bilip gördüğünü anlamış olacağız. Dolayısıyla Allah’la kul arasında bir boşluk ve mesafenin de olmadığını idrâk etmiş oluruz.

Cenâb-ı Allah’a zât ve mutlakiyet yönü ile, yalnız îmân etmeli ve ona küllî teslim olmalıdır. O nerededir, mekanı var mıdır, gibi düşünüşlerden uzak kalmalıyız. Diğer Eniyyet yüzü ile de, onunla sevişmeli, onunla konuşmalı onunla her türlü müşküllerimizi halletmeliyiz. Yoksa O, ne zanda bir Allah, ne de tecellî ettiği mazharlar yönü ile görünen resimlerden ibaret değildir. O celâl yönü ile sîret, cemâl yönü ile de bütün mazharlardan yüzünü ilânedendir. Mazharlar onun zuhûr yeridir. Bir aynada insanın zuhûr ettiği gibi.

İşte Allah’ın hidâyeti, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin şefaati, pîranın himmetinin hepsi Mürşid-i Kâmilin bizlere yaptığı ameliyat ve uyguladığı tedavide toplanmaktadır. Yeter ki teslimiyet, sevgi ve edep kâidelerine uyulsun. Sâlikin teslimiyet ve sevgisi nisbetinde vuslatı ve himmet alışı vardır. Buna bilhassa dikkat etmek lâzımdır.

Mü’minlerden duaya gelince, Enfal Sûresi 2. âyette “Gerçek mü’min şol kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, âyetler okunduğu zaman îmânları artanlardır. Onlar yalnız Allah’a tevekkül ederler” buyrulmaktadır. Böyle mü’minlerden dua istemek lâzımdır. Zira onların mazharlarından Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla zuhûr edendir. Onlar emîn beldeye ayak basmışlardır. Mertebesi yüksek bir sâlikin, aşağı mertebedeki bir sâlikin müşküllerini gidermesi, ilimle ona dua olduğu gibi, zâhir ve bâtın yönüyle de ona faydalı olması demekdir. Zâhir olarak da bir ihvânın diğer bir ihvân kardeşine dua etmesi onların ağızları birbirleri için günahsız olduğu için dua etmek müstecaptır. Allah cümlemizi Rabbimizin yolundan giden, teslimiyette, sevgide, edep ve ahlâk güzelliğinde iki cihan serverine uyan kullarından eylesin. Âmin. Son nefese kadar dâim etsin. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin