Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə93/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   89   90   91   92   93   94   95   96   ...   181

KAVANİN-İ HADSİYE Hadse âit düstur ve kanunlar. (Bak: Desâtir)

KAVANİN-İ İLÂHİYE İlâhî kanunlar. Şeriat. (Bak: Şeriat)

KAVARİ' (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.

KAVARİR (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.

KAVASIF (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar.

KAVASIM (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.

KAVAYİM Davarın ayakları. * Evin direkleri.

KAVB Kesmek. * Çukur kazmak.

KAVD Boy uzunluğu. * At sürüsü.

KAVDA (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı.

KA'VE Evin ortası.

KAVEME (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere "Sübhâne Rabbiyel Azim" diyecek kadar durmak.

KAVF Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı.

KAVİ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.

KÂVÎ (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci.

KAVİM (Bak: Kavm)

KAVİM Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel.

KAVİSNAME f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.

KÂVİŞ f. Eşme, kazma.

KÂVİŞGER f. Kazıcı, eşici, kazan.

KAVİYYEN Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.

KAVİYYEN ME'MUL Çok kuvvetle ümid edilen.

KÂVİYYET Yakıcılık, dağlayıcılık.

KAVİYY-ÜL BÜNYE Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.

KAVİYY-ÜL İKTİDAR İktidarı kuvvetli.

KAVKAA Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.

KAVKAH Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.

KAVKAL Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.

KAVL Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.

KAVL-İ LEYYİN Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.

KAVL-İ MÜCERRED Delilsiz söz.

KAVL-İ RÂCİH Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir.

KAVL-İ RESUL Hadis.

KAVL-İ ŞÂRİH Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.

KAVLEN Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.

KAVLÎ Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.

KAVLİYYAT Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.

KAVM (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.

KAVM-İ MAHSUR Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.

KAVMÎ Kavme âit, kavimle alâkalı.

KAVMİYET Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.

KAVMİYETÇİLİK İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)

KAVNES (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.

KAVRA Geniş yer.

KAVS Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.

KAVS-I KUZAH (Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı.

KAVSAF Kadife.

KAVSARRA Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.

KAVSEYN İki yay.

KAVSÎ Yay biçiminde olan, yay gibi olan.

KAVS-PARE f. Küçük yay, küçük kavs.

KAVT (C.: Akvât) Koyun sürüsü.

KAVT İhtiyaç miktarı yemek vermek.

KAVVAD Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.

KAVVAL (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.

KAVVAM Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.

KAVVAS (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.

KAVZ (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak.

KAVZ Bozmak. Yıkmak.

KAY Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.(Âlim-i mürşid koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.)

KAY Yağmurlu hava.

KAY' Kedi, sinnevr.

KAY'AM (C.: Kayâım) Kedi.

KAYANE Demircilik.

KAYASİRE (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.

KAYD Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.

KAYD-I HAYAT Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.

KAYDAHR Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.

KAYDEHUR Yaramaz huylu.

KAYDETMEK Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.

KAYDİYYE Deftere kaydetme ücreti.

KAYDUM Her nesnenin önü.

KAYH (C.: Kuyuh) İrin.

KAYID (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.

KAYIF Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.

KAYIM Durucu, duran. * Kılıç kabzası.

KAYIN Kadının veya kocanın erkek kardeşi.

KAYINÇO Kayın. Kayınbirader.

KAYISA (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.

KAYİLE (Bak: Kaylule)

KAYKA' Tavuk avazı, tavuk sesi.

KAYKABAN İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.

KAYL (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.

KAYLULE Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, "fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır." Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, "İkindi namazından sonra mağribe kadardır." Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.)

KAYN (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.

KAYNAN At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

KAYNATA Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.

KAYS Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı.

KAYS Düşmek, sukut.

KAYSER Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.

KAYSERÎ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.

KAYSERÎ (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve.

KAYSUM Marsama denilen ot.

KAYTAS Balina balığı. * Kadırga balığı.

KAYTUN (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.

KAYTUS Bir yıldız kümesi.

KAYY Fakirlik.

KAYYIM İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

KAYYİME Müstakim, âdil. Çok değerli.

KAYYUM Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.)

KAYYUM (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.

KAYYUMİYET Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)

KAYZ Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.

KÂZ (Gâz) f. Makas.

KAZ' Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.

KA'Z Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.

KAZA Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.)

KAZA-İ HÂCET İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak.

KAZA-İ ŞEHVET Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)

KAZA' Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.

KAZAA Bulut parçası.

KAZAB Katılık, şiddet.

KAZABE Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.

KAZAEN Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.

KAZAET Ayıp, âr. * Fesad.

KAZAHA (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.

KAZAÎ Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.

KAZAK Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.

KAZAL (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.

KAZAM şey.

KAZAN (KEVZÂN) Semiz şişman kimse.

KAZANFER (Bak: Gazanfer)

KAZAN KALDIRMAK t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.)

KAZAR Kirlenme, pislenme.

KAZARA f. Kazâ olarak. Rastlayarak.

KAZARET Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.

KAZASKER İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

KAZAYA (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.

KAZAYA-YI MAKBULE (Bak: Kaziye-i makbule)

KAZAZ Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.

KAZA-ZEDE Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.

KAZB Kesmek. * Yonca otu.

KAZB Çok nikâh.

KAZBE (C: Kuzub) Yonca otu.

KÂZE Uyluk dibi.

KAZEF Irak, baid, uzak.

KAZEİN Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.

KAZEL Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)

KAZEM Tez, seri, acele.

KAZEM Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık.

KAZER Nezafetsizlik, temiz olmamak.

KAZEZ Pire.

KAZF Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir. (Bak: Kebair)

KAZF (KAZÂFE) (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.

KAZH Atmak, saçmak.

KAZIB (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.

KÂZIM Öfkesini yenen, meydana vurmayan.

KAZIM(A) Kemirici hayvan.

KÂZIME (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.

KÂZIMÛN (KÂZIMÎN) Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.

KÂZIMÎN-EL GAYZ Öfkesini yenenler.

KAZIYE Ölüm.

KAZİ (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.

KAZİ-YÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.)

KÂZİB(E) Yalancı. Yalan söyleyen.

KAZİB (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.

KAZİB Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse.

KAZİFE Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.

KAZİM (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.

KAZİME (Bak: Kâzıme)

KAZİYE (KAZİYYE) Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.

KAZİYE-İ BEDİHİYYE Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.)

KAZİYE-İ BEDİHİYYE-İ FITRİYYE Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir.

KAZİYE-İ CEHLİYYE Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.)

KAZİYE-İ CÜZİYYE Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. "Bazı şeyler serttir." gibi.

KAZİYE-İ HAMLİYYE Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi.

KAZİYE-İ İHTİMALİYYE Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.

KAZİYE-İ KÜLLİYE Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi.

KAZİYE-İ MA'DULE Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.

KAZİYE-İ MAHKÛMUN BİHÂ (Bak: Kaziye-i muhkeme)

KAZİYE-İ MAHSUSA Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.

KAZİYE-İ MAKBULE Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye.

KAZİYE-İ MEŞHURE Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye.

KAZİYE-İ MEVHUME Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.

KAZİYE-İ MUHAYYELE Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.

KAZİYE-İ MUHKEME Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye)

KAZİYE-İ MUTLAKA Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.

KAZİYE-İ MÜMKİNE Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.)

KAZİYE-İ NAZARİYYE Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur.

KAZİYE-İ SÂLİBE Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.

KAZİYE-İ ŞARTİYYE Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MUTTASILA Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MÜNFASILA Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi.

KAZİYE-İ TAKLİDİYYE Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.

KAZİYE-İ YAKÎNİYYE Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur.

KAZİYE-İ ZANNİYE Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.

KAZİYE-İ ZARURİYYE Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.

KAZİZ Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.

KAZKAZ Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.

KAZKAZA Kemiği parçalamak.

KAZM Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.

KAZR Bir kimsenin peşinden gitmek.

KAZUF (KAZİF) Irak, uzak, baid.

KAZULET Kocaman.

KAZUR Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.

KAZURAT Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.

KAZURE (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.

KAZUZE Maşrapa.

KAZZ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat.

KAZZ Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak.

KAZZ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.

KAZZABE Çok keskin.

KAZZAFE Sapan.

KAZZAN Pire.

KAZZAZ İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.

KAZZE (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.

KE "Gibi" mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse "sen" zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)

KE f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.)

KEB' Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.

KEBAB Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.

KEBABE Bir ot ismi.

KEBAD İri limon.

KEBADE f. Tâlim yayı.

KEBADE-KEŞ f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.

KEBADE-KEŞÎ f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.

KEBAİR (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.-Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, "yedi kebair"i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a)

KEBAS (KEBES) Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.

KEBB Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.

KEBBAH Gönden bardak ve matara diken kimse.

KEBBAN Büyük terâzi. Kantar.

KEBBE İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.

KEBC Davarı durdurmak için dizginini çekmek.

KEBE Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.

KEBED Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.

KEBEL Kısa.

KEBG f. Keklik.

KEBİB Darı.

KEBİCEK Kış otu.

KEBİR Büyük, âli, yüce.

KEBİRE (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)

KEBİSE Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.

KEBİT Deve avazı. Sığır avazı.

KEBKEB(E) f. Ayak patırtısı.

KEBKEBE Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.

KEBL Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.

KEBN Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.

KEBS Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.

KEBSE Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.

KEBŞ (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.

KEBT Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.

KEBUD f. Mavi. Gök rengi.

KEBUDFÂM f. Gök renginde olan. Mavi renkli.

KEBUDÎ f. Mâvilik.

KEBUTER f. Güvercin.

KEBUTER-İ NAME-BER Posta güvercini. Mektup götüren güvercin.

KEBUTERÂN (Kebuter. C.) Güvercinler.

KEBUTER-BÂZ f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.

KEBV (KEBVE) Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.

KEC f. Eğri, çarpık.

KECABE f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.

KECAVE f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.

KECBAZ f. Oyunda hile yapan.

KECBİN f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.

KECÇEŞM f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.

KECFEHM f. Yanlış anlıyan.

KECHULK Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.

KECKÜLAH f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.

KECMİZAC f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.

KECNAZAR f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.

KECNİGÂH f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.

KECNİHAD f. Aksi ve ters huylu olan.

KECREFTAR f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.

KECRE'Y f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.

KECTAB' f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.

KEÇEL f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.

KEÇELİ Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   89   90   91   92   93   94   95   96   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin