Bir olan Allah'a ibadet, İslâm'ın ilk şartının ilk yarısıdır. La ilahe illallah'a^^ğu^T^âşenTanTarn ^Bu?--dur. ~Bu ibadetin nasıl yapılacağını Allah Rasûlü'nden (s.a.v.) almak ise bu şartm ikinci yarısıdır. "La ilahe illallah bir hayat tarzıdır" adlı bölümde açıklandığı gibi Muhammedün Rasûlullah'a uygun düşen anlam da budur.
Bir olan Allah'a ibadet etmek yalnızca onu bir ilah edinmekte tezahür eder. Hem akide, hem ibadet, hem de hukuk olarak, müslüman, aynı bölümde açıklandığı gibi, Allah'tan başkasının uluhiyetine, O'nu bırakıp yaratıklarından birine ibadet edileceğine, egemenliğin kullarından birine ait olacağına inanmaz.
Orada ibadetin, itikadın, dince önemli konuların ve egemenliğin anlamını açıklamıştık. Bu bölümde ise "egemenliğin" anlamını ve bunun "kültürle" olan ilişkisini ele alacağız. İslâm düşüncesinde egemenliğin anlamı, hukukî konulan bir olan Allah'tan almak ve yalnızca onun hükmüne baş vurmakla sınırlanamaz. İslâm'daki şeriatın anlamı da hukukî konularla; yargılama, usul, düzen ve kurumlarıyla sınırlanamaz. Bu dar anlam, şeriatın anlamını, İslâm düşüncesini yansıtmaz.
"Allah'ın şeriatı" insan bayatının düzenlenmesi için Allah'ın teşri ettiği her şeydir. Bu, itikad ilkelerinde, yargılama ilkelerinde, ahlak ilkelerinde, dav-ianış ilkelerinde, bilgi ilkelerinde tezahür eder. İtikad ve düşüncede, bu düşüncenin bütün dinamiklerinde uluhiyyetin gerçekliğinde, görünen ve görünmeyen yönleriyle evrenin gerçekliğinde, yine görünen ve görünmeyen yönleriyle hayatın gerçekliğinde, insanın gerçekliğinde, bütün gerçeklikler arasındaki ilişkilerde, insanın onlarla olan alış-verişinde tezahür eder.
Politik, sosyal, ekonomik kurumlarda, bunların Allah'a yapılan ibadete yansımasını sağlayan ilkelerde tezahür eder.
Bu kurumları düzenleyen hukuki yasalarda tezahür eder. İslâm düşüncesinde gerçek anlamını yansıtmayan, çoğunlukla dar anlamıyla "şeriat" adı verilen şey budur.
Ahlak ve davranış kurallarında, toplumda hüküm süren, toplumsal hayattaki kişi, eşya ve olayların kendisiyle bir kimlik kazanan değer ve ölçülerde tezahür eder.
Sonra bütün yönleriyle "bilgf'de, düşünsel ve sanatsal yaşamın ilkelerinde de tezahür eder.
Hukuk yasalarının Allah'tan alındığı gibi bütün bunların da, O'ndan alınması gerekir.
Hukuktaki dar anlamıyla "egemenliğin" anlamı, yaptığımız açıklamalardan sonra sanırız, anlaşılmıştır.
Bir noktaya kadar ahlak ve davranış kuralları toplumda hüküm süren değer ve ölçü konusu da anlaşılmıştır. Çünkü bir toplumda hüküm süren değer, ölçü, ahlak ve davranış kuralları doğrudan bu toplumda egemen olan düşünceyle ilişkilidir. Bu düşünceyi oluşturan akidevi gerçeklerin alındığı kaynaktan alınır bütün bunlar.
İslâmî araştırma okuyucularına bile, garip gelen konu, düşünsel ve sanatsal hayatın İslâm düşüncesine, onun Rabbani kaynağına bağlanmasıdır.
Sanat alanında, bütün sanatın, insanın düşünce, duygu ve tepkilerinin, insanın varlık ve hayat biçiminin insanî bir anlatımı olduğu görüşünü içeren özgün bir kitap yayınlandı. Özet olarak sanatın, müslüman kişide, evren, insan ve hayata dair İslâmî düşünceyi yerleştiren, bunların evrenin, insanın ve hayatın yaratıcısıyla ilişkilerini belirleyen bir öğe olduğunu ifade ediyor. Sanat, insanın hakikatına, onun evrenin merkezi olduğuna, varlık gayesine, görevine hayat değerlerine dair özgün bir anlayış ortaya koyar. Bunların hepsi salt bir ideolojik düzen olmayan İslâm'ın düşünce sistemi içinde yer alır. Ancak o, itikadı, canlı, diriltici, etkin, gelişen insan varlığındaki bütün faaliyetlere egemen olan bir düşüncedir. 21
Düşünce hayatının İslâmî düşünceye, onun Rabbani kaynağına, Allah'a ibadet temeline bağlanması sorunu, bizden kapsayıcı bir açıklama beklemektedir. Çünkü bu açıklama okuyucularına -egemenlik ve yasamanın Allah'a ait oluğunu söyleyen müslü-manlar da dahil- ters ve anlaşılmaz gelmektedir.
Müslüman akideyle, varlığa dair genel düşünceyle, ibadetle, ahlak ve davranışla, değer ve ölçülerle, politik, ekonomik, sosyal düzenin ilke ve kurallarıyla, insan hayatının temellerinin ve insan tarihinin yorumuyla ilgili hususları bu Rabbani kaynağın dışındaki bir kaynaktan alma hakkına sahip değildir. Bunları da ancak dinine, takvasına itikadına güvendiği bir müslümandan alabilir.
Kimya, fen, biyoji, astronomi, tıp, sanat, ziraat, sadece yönetim sanatı açısından yönetim, bilimsel çalışma ve savaş -sanatı açısından- yöntemleri vb. alanlarla ilgili bilgile hem müslüman, hem de müslüman olmayandan alabilir. Müslüman toplumun kuruluş temellerinden biri de, bütün bu alanlarda yeterli sayıda elemanın yetiştirilmesini farzı kifaye olarak görmesidir. Bazı kişilerin bu konularda uzmanlaşması gerekir. Yeterli eleman yetiştiril-mezse; bunun oluşacağı, yaşayacağı, çalışacağı, neticeleneceği ortam sağlanmazsa bütün bir toplum günah işlemiş olur. Ancak bu gerçekleştirilinceye kadar, müslümana düşen görev, bu bilimleri ve bunların deneysel uygulamalarını müslüman ya da gayrı müslimden almak, müslümanm ya da gayri müsli-min çabasından yararlanmak, o alanda müslümanı ya da gayr-i müslimi çalıştırmaktır. Çünkü bu, iç meselelerle ilgili Allah Rasûlu nüir (s.a.v.) şu sözünden kaynaklanmaktadır: "Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz." Bu konular hayata, insana, evrene, varhk gayesine, görevine, çevresindeki varlıkla, bütün mahlukatm yaratanla ilişkilerine dair İslâm düşüncesinin oluşumuyla bir ilgisi yoktur. Bunun ne fert ve toplum hayatını düzenleyen ilke, yasa, düzen ve kurumlarla ne de toplumuna hükmeden, toplumunu yoğuran ahlak, edep, gelenek, adet, değer ve ölçülerle bir alakası vardır. Bundan dolayı akidesine halel gelme ya da tekrar cahiliyeye dönme tehlikesi yoktur.
Birey ya da toplum olarak insan hayatının yo-rumlanmasıyla ilgili olan konu, insanın kendisine, tarihsel hareketine bakış açısıyla bağlantılıdır. Metafizik -kimya, astronomi, tıp vb. bilimlerin ilgilenmediği alandır- açıdan bu evrenin, hayatın, insanın kendisinin doğusuyla ilgili yoruma gelince; bu, akideyle doğrudan bir ilişkiye sahip olan, onun hayatını ve faaliyetlerini düzenleyen hukuki yasaların, ilkelerin kuralların yorumlanması gibidir. Müslüman bütün bunları, ancak dinine, takvasına güvendiği, bunları Allah'tan aldığını bildiği birinden alabilir. Mühim olan bunun, hissi hayatında müslümanm akidesiyle ilişkisinin olması; bir olan Allah'a ibadetin ya da La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah m bir gereği olduğunu bilmesidir.
Müslüman bütün cahiliyye etkinliğinden yararlanabilir. Ancak bu. düşüncesi, bilgisi bu konularda böyle olsun diye değil, cahiliyenin nasıl sapıttığını tanımak içindir. Bu, beşeri sapmaları İslâm düşüncesinin dinamiklerine, İslâm akidesinin gerçeklerindeki doğrulara indirgeyerek, bunların nasıl doğrul tulacağını, nasıl düzeltileceğini öğrenmek içindir.
Felsefî yönelişlerin, insan tarihinin yorumuyla ilgili yönelişlerin, genel yorumlar içermeyen gözlem ve değerlendirmelerin dışındaki psikolojik akımların, ahlak konularının, karşılaştırmalı dinler araştırmaları yapan akımların, gözlem, istatistik ve doğrudan elde edilen bilgilerin dışında, oradan çıkarılmış olan genel sonuçlar, yine ondan meydana gelen bütüncül kuralların dışında, sosyal ekol ve akımların hepsi, yeni olsun, eski olsun, cahiliye fikrinden doğan bu akımlar cahili itikadı düşünceden etkilenerek ortaya çıkmışlardır. Ve onlar hala bu düşünceye bağlıdır. Hepsi olmasa bile; bunların çoğunun yöntemsel ilkeler bazında gizli ya da açık bir şekilde genelde dinî düşünceye, özelde ise İslâmî düşünceye düşmanlıkları vardır.
Düşünsel etkinliklerin bu türlerindeki durum kimya, fen, astronomi, biyoloji, tıb vb. bilimlerdeki gibi değildir. Gerçek deney sınırını, bunun neticelerini kaydetme sınırını aşmayıp herhangi, bir şekilde bunlara felsefî bir yorum eklemedikleri sürece durum böyledir. Örneğin biyoloji sahasında Darvin'in delilsiz, mesnedsiz arzu ve isteğe dayanan gözlemleri sının aşan bir olaydır. Hayatın doğuşu ve gelişmesini yorumlarken tabiat aleminin dışında bir gücün varlığına gerek olmadığım ileri sürmüştür.
Bu tür durumlarda, insanî çabaların bu alanlarda gülünç ve komik olarak göründüğü zamanlarda müslümanm yanında, Rabbinden gelen yeterli miktarda açıklaması vardır. Bunun ötesinde konu doğrudan doğruya akideyle, bir olan Allah'a ibadetle bağlantılıdır.
"Kültür, insanî bir mirastır", vatanı, milliyeti, dini yoktur, hikayesi pozitif bilimler söz konusu olduğunda doğrudur. Bu, şu şartla geçerlidir: Bu alanın, bu bilimlerden elde ettiği sonuçları metafizik felsefî bir yoruma, insanın kendisine, faaliyetine, tarihine, sanata, edebiyeta, dair bir yoruma tabi tutmadığı sürece. Bunun ötesinde bu görüş, öncelikle akide ve düşünce sınırlarını yıkmayı amaç edinen dünya Yahudiliğinin bir tuzağıdır. Bu, yahudilerin bütün dünyaya hükmetmeleri içindir. Bu, uyutan, uyuşturan bir sözdür. Yahudiler bu şeytanî planlarıyla, öncelikle bütün insanlığı faizle işleyen Yahudi mâlî kurumlarının bir kölesi haline getiren, faize dayalı etkinliklerini rahatça yapma imkanlarını elde etmektedirler.
İslâm pozitif bilimlerin, bunların deneysel uygulamalarının ardında iki tür kültürün olduğu görüşündedir: İslâm düşüncesinin kurallarına bağlı bulunan İslâm kültürü ile beşeri düşüaceyi ilah yapma kuralına dayanan cahilî kültür. İslâmî kültür düşünsel etkinlik ve insani gerçekçilik alanlarının hepsini kapsar. Bu etkinlik ve canlılığını sürekli kılacak" yeterli kural, yöntem ve özelliğe sahiptir.
Bugünkü Avrupa endüstri uygarlığının bağlı bulunduğu deneysel metodun, başlangıçta Avrupa'da doğmadığım; ilkelerini, evrene/ evrenin yapısına, gizli hazinelerine, enerjisine 'dair bilgileri İslâm düşüncesinden alan Endülüs ve Doğu İslâm dünyasındaki üniversitelerde doğduğunu bilmemiz yeterlidir.
Sonra, Avrupadaki bilimsel uyanış olan Rönesans, bu yöntemi kendine özgü kıldı. Bazısının kendi içinde, bazısının da dünya Hıristiyanlığı ve Yahudiliğinin saldırılan sonucu -ortaya çıkan nedenlerden dolayı bu yöntem İslâm dünyasında tedricen unutuldu, terkedildi. Daha sonra Avrupa iktibas ettiği bu yöntemi, İslâmî itikadı temellerinden ayırdı. Zamanla kesin bir şekilde onu Allah'tan uzaklaştırdı. Bu sırada kilise, Allah adına insanlara zulmediyordu.
Böylece bütünüyle Avrupa düşüncesinin bir ürünü, her zaman ve her yerde cahili düşüncenin bir yansıması olarak İslâm düşüncesinin dinamiklerinden farklı bir yapıda tezahür etmiştir. Aynı zamanda İslâm düşüncesinin azılı bir düşmanı olmuştur. Müslümana düşen, yalnızca kendi düşüncesinin dinamiklerine dönmesi, Rabbani kaynağın dışında başka bir kaynaktan bir şey almamasıdır. Sadece kalbinin ısındığı, dinine takvasına güvendiği muttaki bir müslümandan almaktır.
İnsanın kendisine, varlığa, hayata, insanî etkinliğe, kurumlara, değerlere, ahlâka, geleneklere vs. bütün etkinliklere olan bakış açısını etkileyen akidevî kavramlarla ilgili bütün bilimlerde "ilmin alimden ayrı" olduğu hikayesini, İslâm tanımaz.
İslâm kimya, astronomi, tıp, tarım, endüstri, yönetim vb. bilimlerde müslümamn gayri müslimden, ya da muttaki olmayan müslümandan ilim öğrenmesine müsaade eder. Bu durum, söz konusu ilimlerin elde edileceği muttaki bir müslümamn bulunmadığı zaman geçerlidir. Nitekim bugün kendilerini müslü-man olarak adlandıran ancak dininden, yönteminden, Allah'ın hilafetinin gereği olan İslâm düşüncesinden, bu hilafet için gerekli olan bilim, tecrübe ve çeşitli yeteneklerden uzak olan müslümanların içinde bulundukları durum budur. Ancak İslâm, müsltft manın akide ilkelerini, düşünce dinamiklerini, Kur'an'm, hadisin, Peygamberin hayatını yorumla-| mayı, tarihinin yöntemini, ruhunu, toplum, hukuk ve yönetim düzenini, edebiyat ve sanatını yabanc bir kaynaktan almasına izin vermez.
Bu satırların yazarı, tam kırk yıldan beri okuyan biridir. Onun ilk alanı, insanî bilginin ana alanlarında; uzmanlık alanına giren ya da ilgilendiği konularda okumak ve bilgilenmekti. Sonra akidesinin, düşüncesinin kaynaklarına yöneldi ve bu geniş kültürün yanında bütün okuduklarının bir hiç olduğunu gördü. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Geçirdiği bu kırk yıla pişman da değildi. Çünkücahiliyeyi gerçek yüzüyle, sjapıkhğıyla, sap-tırmâsîylgjggersîzliğiyle bunalım vb. bütün yönleriyle tanıdı. Mümkün olmadığını yaMneiTğorcTu.
Bununla beraber, yukarıda sölediklerim bana ait olan şeyler değildir. Çünkü konu şahsî görüşle açıklanmaktan çok daha geniştir. Böyle bir meselede, müslümamn kendi görüşüne dayanması Allah katında büyük bir sorumluluğu getirir. Bu ancak Allah ve Rasûlü'nün sözüdür. Allah ve Rasülüne iman edenlerin ihtilafa düştüklerinde O'na ve Peygamberine başvurdukları gibi, burada da Allah ve Rasûlü'nün sözüne baş vurmaları gerekir.
Allah Teâlâ genel bir ifadeyle Yahudi ve Hıristiyanların nihai hedefleri hakkında şöyle buyuruyor: Kitap ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememizlikten ötürü, iman ettikten sonra sizi küfre döndürmeyi isteseler-de Allah'ın emri gelene kadar onları affedin geçin. Allah, muhakkak herşeye kadir'dir." (Bakara, 109)
"Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hristi-yanlar senden asla hoşnud olmayacaklardır. De ki, "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra Onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur." (Bakara, 120}
"Ey iman edenler! Kitap verilenlerin bir takımına uyarsanız, imanınızdan sonra sizi kafir olmaya çevirirler," (Âl-i îmrân, ıoo)
Hafız Ebu Ya'la'nın Hammad, Şa'bi, Gabir kanalıyla rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kitap ehline bir şey sormayın. Çünkü onlar sizi doğru yola ulaştırmaz, sapıttırırlar. Yoksa siz ya bir batılı doğrulamış ya da bir hakkı yalanlamış olursunuz. Allah'a yemin olsun ki eğer Musa aranızda yaşıyor olsaydı, ona, bana uymaktan başka şey helal olmazdı."
Allah (c.c.) müslümanların Yahudi ve Hristiyan-larla olan ilişkilerinin son şeklini kesin bir şekilde yukarıdaki ifadelerle tesbit etmesinden sonra; İslâm akidesi, tarihi, toplum düzeni, politikası ya da ekonomisiyle ilgili yapılan araştırmalarda Yahudi ve Hristiy ani arın iyi niyetli olduklarım zannedenler, ya da onların hayra, doğruya, nura yöneldiklerini sananlar ancak gafillerdir.
Allah'ın sözünden ortaya çıkan şudur: "De ki, doğru yol ancak Allah'ın yoludur." Bu durumlarda doğru yol ancak Allah'ın yoludur." Bu durumlarda müslümanm yönelmesi gereken tek kaynak budur. Allah'ın yolunun dışındakiler sapıklıktır. Âyetteki kasrın (kesinliğin) ifade ettiği gibi, onun dışındakiler doğru değildir: "De ki doğru yol ancak Allah'ın yoludur."
Bu âyetin anlamında şüpheye yer olmadığı gibi tevile de gerek yoktur.
Allah'tan yüz çevirip, ilgisini yalnızca dünya hayatına hasredene aldırmamayı, uzaklaşmayı emreden kesin bir emri ilahi vardır. Bu gibilerin ancak zanm bildiklerini ifade etmektedir. Müslüman ise, zanna uymaktan menedilmiştir. Onlar ancak dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Doğru dürüst bir şey bilmezler: "Bizi zikretmekten yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma. Bu onların ulaştıkları bilginin düzeyini gösterir. Doğrusu Rabbin, yolundan sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir." (Necm, 29-30)
"Onlar, dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Onlar ahiretten habersizler." (Rum, 7)
Allah'ın zikrinden gafil olup; sadece dünya hayatını isteyenler, günümüzün bilginleridir. Ancak bu dış görünüşü bilirler. Müslümanm bütün işleri için güvenerek alabileceği ilim bu değildir. Sadece maddi olan ilimden alması caizdir. Hayata, insana, düşünsel bağlantılarına dair bir yorum, bir açıklama alamaz. "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?" (Zümer, 9) âyetinde işaret edilen övülen ilim, bu ilim değildir. Kur'an âyetlerinin anlamlarını yanhş anlayıp öylece değerlendirenler, kendi görüşleri için bunu delil göstermektedirler. Bu takrîrî soruyu âyetin bütünü içinde değerlendirmek gerekir. Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu? "De ki: "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alir." (Zümer, 9)
Geceleyin secde eden, ayakta duran, boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen bilgindir ancak. Ayetin işaret ettiği; Allah'a ve takvaya ulaştıran ilim budur. Fıtratı bozan; Allah'ı inkar eden değil.
İlim akide, dini fariza ve ibadetlerle sınırlı değildir. İlim her şeyi içerir. Doğa yasalarıyla, bunların y-eryüzünde Allah'ın halifesi olan insana amade kılınmasında; akide, fariza ve ibadetlerle bağlantılı kılınmasıyla ilgilidir ilim. Fakat imanî temelden yoksun olan ilim, Kur'an'ın kasdettiği, ehlini övdüğü ilim değildir. İman ile astronomi, biyoloji, fen, kimya, jeoloji arasında yine varlık sistemiyle, canlı kanunlarıyla ilgili olan diğer ilimler arasında bir ilişki vardır. Allah'tan uzaklaşmış sapık arzular kullanılmazsa; bütün bunlar insanı Allah'a götürür. Üzülerek belirtmek gerekir ki, özellikle Avrupa'da kilise ile ilim adamları arasında meydana gelen hadiseler yüzünden rönesans yıllarında Avrupa anlayışı bu durumdaydı. Sonra Rönesans, bütün bir Avrupa düşüncesinde, Avrupa düşünce yapısında derin etkiler bıraktı. İster felsefe, metafizik, isterse de görünürde din konusuyla bir ilgisi olmayan pozitif bilimler olsun, bütün bilimler, kısaca Avrupa düşüncesinin ürettiği herşey, yalnızca kilise ve kilise düşüncesiyle sınırlı kalmayan, genelde bütün dini düşüncelere düşmanca bir°anlayış geliştirmişlerdir.
Avrupa düşünce ekolleri ve vardığı sonuçlar, bilginin her alanında dinî düşünceye düşmanlık temeline dayandığı kabul edildiğinde bunların, özellikle İslâm düşüncesine aşırı bir düşman olduğu açığa çı^ kar. Ayrıca bu düşmanlığı özel olarak yapmaktadırlar. Belli bir plana göre İslâm akide, düşünce ve kavramlarını sulandırmaya; müslüman toplumun ilkelerini, dinamiklerini yıkmaya çalışmaktadırlar.
İslâmî araştırmalarda, Avrupa düşünce yöntemlerine, sonuçlarına güvenmek, büyük bir gaflet olur. Pozitif bilimleri alırken konuyla ilgili felsefî bir şey olup olmadığı konusunda oldukça dikkatli olmalıyız. Çünkü bu felsefî yorumlar temel olarak, genelde dinî düşünceye, özelde ise İslâmî düşünceye düşmandırlar. Saf İslâm kaynaklarını zehirlemek için az bir miktar yeterlidir. 22
Dostları ilə paylaş: |