Mukaddes Naaşın Defni
Müslümanlar o büyük naaşa namaz kıldıktan sonra İmam Ali kalktı ve naaş-ı şerifi son makamına defnetti. Defnedilen, Allah-u Teala'nın yeryüzünde yarattığı en büyük şahsiyetin naaşı idi. İmam, kabrin kenarında durdu ve gözyaşlarıyla kabrin topraklarını ıslatarak şöyle ağıt yaktı:
"Sabretmek güzeldir, ama sana değil. Sabırsızlık etmek kötüdür, ama senden dolayı değil. Musibetin gerçekten büyüktür. Bu musibet, senden önce de, senden sonra da büyük mü büyüktür."1
O gün adalet bayrakları dürülmüş oldu; insanın hayatının akışını değiştiren, onu ufuklarında hiçbir parıltı görülmeyen karanlık bir hayattan kurtarıp mazlumların ahlarını dindiren, mahrumların inlemelerine son veren güvenli bir hayata kavuşturan o İlâhî nur gözlerden kayboldu.
Ehl-i Beyt'in Kaygısı
Ehl-i Beyt (a.s), kaygıların en şiddetlisini yaşmaya başladılar. Kureyş ailelerinden dolayı içlerine büyük bir korku düştü. Çünkü İmam Ali (a.s), İslâm yolunda onları kılıçtan geçirmişti. İmam Sadık'ın (a.s) bir hadisinde şöyle geçer:
"Peygamber (s.a.a) vefat edince Ehl-i Beyt'i, sanki onları gölgeleyen bir gök ve taşıyan bir yer yokmuş gibi (korku içinde) sabahlamaya başladılar. Çünkü Peygamber, uzak ve yakın birçok kişiyi kılıçtan geçirmişti…"2
Ehl-i Beyt'in zor ve sıkıntılı günleri başlamış oldu. Kureyş, onları merkezlerinden uzaklaştırmaya başladılar. Allah'ın onlar için istediği makama ulaşmalarına engel oldular. Peygamber'in (s.a.a) vefatından daha elli yıl geçmemişti ki, Ehl-i Beyt'ini Kerbelâ sahrasında kılıçtan geçirdiler; başlarını mızrakların ucuna takıp şehir şehir dolaştırdılar; kızlarını esir edip yüzlerini uzak yakın herkese seyrettirdiler.
BÜYÜK FİTNE
İslâm tarihinde, İslâm dünyasının gelişmelerinde önemli bir rol oynayan, yıkıcı dalgaları günümüze kadar uzanan, safları bölüp parçalayan, birliği bozan, Müslümanlara yıkım ve felâketten başka bir şey getirmeyen Sakife hadisesi kadar korkunç bir siyasî olay olduğuna inanmıyorum.
Sakife olayı, Peygamber'in (s.a.a) ebediyete intikali hadisesinden sonraki korku ve baskı ortamının ürünü idi. Kur'an-ı Kerim, daha önce Peygamber'in vefatından sonraki tehlikenin boyutundan bahsetmiş, şöyle buyurmuştu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermez. Şükredenleri ise Allah mükâfatlandıracaktır."1
Bu olay, İslâm ümmetinin yer küresinde ilim ve hikmet pınarlarını fışkırtan büyük kurtarıcısının vefatından sonra duçar olacağı içinden çıkılmaz buhranlar ve kara günlerin habercisiydi. Bu bir geriye dönüş ve dinden çıkış hareketiydi. Yüce Allah'ın şeriatını yıkma hareketiydi. Tahrip gücü oldukça yüksek büyük bir depremdi.
Peygamber'in (s.a.a) cansız bedeni ölüm döşeğinde duruyordu ve kabir onu insanların gözlerinden daha gizlememişti ki, Müslümanların saflarında bölünmeler başladı. İktidarı ele geçirme ve memleketlerin servetlerine konma kavgasına tutuştular. Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s), durumun vahametini şu sözleriyle anlatıyor:
"Allah, Resulü'nü -sallallahu aleyhi ve âlih- yanına alınca bir topluluk, topukları üzerinde geriye döndü; farklı yollara saparak helâk oldular; sırdaşlarına güvendiler; yakın akraba olmayanlarla iyi ilişkiler kurdular; sevmekle emrolundukları sebebi (Ehl-i Beyt'i) terk ettiler; binayı sağlam temelinin üzerinden taşıyıp, olması gereken yerden başka bir yerde inşa ettiler. Onlar, bütün yanlışların madenleri ve her fenalığa dalanın kapılarıdırlar."1
Çıban iyileşmeden, Peygamber gömülmeden alelacele iktidarı ehil olmayan kişilere verdiler. Peygamberlerinin Ehl-i Beyt'ini yalnız bıraktılar; kederlerini yudumlasınlar, uykusuzluğu yastık edinsinler, dertleri ve hüzünleriyle baş başa kalsınlar. Onları sonu gelmeyen olaylar ve facialar içine attılar. İktidar, Emevîler ve Abbasîler gibi Allah'ın en kötü yaratıklarının eline geçti. Onlar da, Ehl-i Beyt'e zulmetmekte ellerinden geleni fazlasıyla yaptılar. Allah rahmet etsin Kâşifü'l-Gıtâ'ya; diyor ki:
"Vallahi olmazdı Kerbelâ, Sakife olmasaydı! / Belliydi o kökün böyle bir dalının olacağı!"
Kerbelâ faciası, Peygamber'in şehri Medine'nin mubah edilmesi, Kâbe'nin yakılması, Arapların kisrası Muaviye'nin Büsr b. Ertat, Mugire b. Şube ve Ziyad b. Ebih gibi cani valilerinin Müslümanlara musallat olması gibi büyük facialar, hilâfetin Kur'an-ı Kerim'in denkleri olan Ehl-i Beyt'ten alınmasından kaynaklanan olaylardır.
Her neyse, şimdi bahsimizin konusu olan Sakife olayına dönelim. Bu konuyu, bilimsel mantıktan uzak olan taklidî duygulardan soyutlanmış olarak büyük bir titizlikle inceleyeceğiz. Bizce, İslâm akidesinin temel meselelerinden olan bu tür konularda bu yöntem esas alınmalıdır ve biz bundan asla kaçmayız.
Sakife
Sakife, Ensar'ın toplantı yeri ve danışma merkezi idi. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra orada son derece gizli bir toplantı düzenlediler. Aralarında Hazrec kabilesinin büyüğü Sa'd b. Ubade1 de vardı. Toplantıda hilâfet meselesini ve önemini ele aldılar. Siyasî ve sosyal geleceklerinin şekillenmesinde hilâfetin müspet rolüne değindiler. Kendilerinin şirke karşı İslâm'a verdikleri destekten, bu yoldaki cihatlarından, çabalarından bahsettiler. Kısaca konuyu enine boyuna tartıştılar.
Sa'd'ın Konuşması
Sa'd hasta idi. Konuşmasını meclistekilere duyuramıyordu. O söylüyor, yakınlarından biri sözlerini oradakilere duyuruyordu. Konuşmasının metni şudur:
"Ey Ensar topluluğu! Sizin dinde parlak bir geçmişiniz, İslâm'da tartışılmaz bir faziletiniz vardır. Arapların hiçbir kabilesi, sizin nail olduğunuz bu şerefe nail olmamıştır. Muhammed (s.a.a) kavminin içerisinde on küsur sene kaldı, onları Rahman'a ibadet etmeye, O'na ortak koşmamaya, putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırdı. Kavminden az bir grup hariç kimse ona iman etmedi. Bu az grubun Allah'ın Elçisi'ni (s.a.a) koruma, dinini üstün kılma, kendilerine yapılan zulmü defetme güçleri yoktu. Nihayet yüce Allah üstünlüğün size ait olmasını dileyince, saygınlığı size doğru yöneltti, nimeti size mahsus kıldı. Allah'a ve Resulü'ne iman etmeyi, onu ve ashabını korumayı, onu ve dinini yüceltmeyi, düşmanlarıyla savaşmayı size nasip etti. Peygamber'in düşmanlarına karşı en amansız mücadeleyi siz verdiniz. Düşmanlarına en ağır siz geldiniz. Bunun sonucunda Araplar, isteyerek veya kerhen Allah-u Teala'nın emrine boyun eğdiler; uzaktaki kabileler küçülerek teslim oldular. Böylece aziz ve celil Allah, Resulü'nün ayaklarını yere sağlam basmasını sağladı. Araplar sizin kılıçlarınızla ona baş eğdiler. O, sizden razı olarak, sizden yana gözü aydın olarak ruhunu yüce Allah'a teslim etti. O hâlde bu işi (hilâfeti) başkaları değil, siz üstlenin. Çünkü o, başkalarının değil, sizin hakkınız."
Konuşması bitince Ensar tereddüt etmeden onu desteklediler ve ona itaat edeceklerini bildirdiler. Şöyle dediler:
"Görüşünde isabetlisin, sözün doğrudur. Senin görüşünün dışına çıkmayız. Seni bu işin başına getiriyoruz. Çünkü sen bizim aramızda sevilen ve sayılan birisin; müminlerin ve Salihlerin de buna razı olacağını düşünüyoruz."1
Böylece Ensar, Hazrec kabilesinin reisini önderleri olarak seçtiler ve ümmetin önderliğine aday olmasına rıza gösterdiklerini açıkladılar.
Konuşmanın İçerdiği Hususlar
Ensar'ın önderinin konuşması şu hususları içeriyor:
1- Ensar övülüp taltif ediliyor. İslâm'ın garip olduğu zor günlerinde ona yardım edenin, bu uğurda güzel bir sınav verenin onlar olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla da hilâfetin onların hakkı olduğu ileri sürülüyor. Çünkü kâr, zarar riskine girenin olur.
2- Hilâfet konusunda Ensar, Peygamber'e karşı direnen ve getirdiği nuru söndürmek için savaşlar açan Kureyş'ten daha önceliklidir.
Ensar'ın büyüğü, konuşmasında bu iki hususa vurgu yapıyor. Fakat Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine ve Ehl-i Beyt'in büyüğü olan İmam Ali'nin hilâfete daha lâyık olduğuna ve hilâfetin onun hakkı olduğuna değinmiyor. Bu konuda olumlu veya olumsuz bir görüş belirtmiyor.
Dostları ilə paylaş: |