Resul
• Resul, Allah'ın rahmetiyle, kullarına yolu göstermesi için gönderdiği zirve insan...
• İlk defa bu sıfatla yeryüzüne ayak basan ve peşinden çoğalan insan; çağlar ve devirler boyunca nice resuller gördü.
• Resul müstakil şeriat ve aslî nizâm sahibi, nebî ise kendisinden önceki veya zamanındaki resulün şeriatine tâbi olan...
• Her resul aynı zamanda nebî, fakat nebî resul değil... «Haber getirici» mânasına «peygamber», her ikisini de toplayıcı bir isimlendirme...
• Resuller, insanî hakikat yönünden en hakir bir fertten farksız, fakat kendi öz hakikatiyle erişilmez derecede üstün...
• Her resulün kendi ismiyle çerçevelenen bir öz hakikati vardır ve bunları Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî «Füsus» eserinde derinliğine göstermiştir. Bu hakikatler arasında en yücesi, «hakikat-i ferdiye» olan Muhammedi hakikattir.
• Âdem Peygamberden yola çıkan risâlet sancağı, peygamber eline teslim edile edile Resuller Resulünde sahibini buldu ve böylece Gaye -İnsan ve ufuk - Peygamber zaman ölçüsüyle de ilk ve son
oldu.
• Hazret-i Âdem cennette nurdan harflerle Tehid Kelimesini ayniyle görmüş ve Kâinatın Efendisini kastederek, Allahtan, onun yüzü suyu hürmetine bağışlanmasını dilemiştir. Evet, hem ilk, hem son...
• Varlığın Tacı, ruhunun yaratıldığı demde Âdem Peygambere ait vücut balçığının, yerde henüz ruh üflenmemiş olarak yattığını bildirir.
• Evet; İslâm, bütün Resuller boyunca tek ve mutlak din halinde bayrağın elden ele teslim edilmesiyle topyekûn zaman ve mekânın Peygamberine gelmiş ve onda son kemâl derecesini bulmuş, tamamlanmıştır.
• Demek ki, Resuller birçok olsa da din tek, o da İslâm...
• Peygamberlerin cümlesi erkektir, kadından peygamber gelmemiştir ve hepsi Resuller Resûlünedek bellibaşlı bir zaman ve mekân ile kayıtlıdır. O ise bütün zaman ve mekânın, her renk ve dilden insanların ve cinlerin Peygamberi...
• Resuller arasında derece şöyle: Son dört basamağın en üstünde «O var diye kâinatın yaratıldığı» Varlığın Tacı... Sonra Hazret-i İbrahim, sonra Hazret-i Musa ve sonra Hazret-i İsa...
Lâkapları da sırayla şunlar: Allah'ın Sevgilisi, Allah'ın Dostu,. Allah ile konuşan, Allah'ın Ruhu... Sevgili dâima en üstte...
• Peygamberler masum, emânete sâdık, âdil, günahlardan, kötülük ve çirkinliklerden münezzeh... Bazı hatâlara düşseler'bile Allah tarafından düzeltilirler; ve onların beşeriyet gereği düştüğü hatalara günah değil, «zelle» tabiri kullanılır. Umumî mânada her türlü nakz, noksan ve ayıptan arınmış... Onlardan herhangi birine beşerî düşüklüklerin herhangi birini isnat, imanı bozar.
• Resullerin sayısı bir nakle göre 313... Kur'ân'da isimleri geçen 28... Hakikatte adetleriyse belirsiz... Bu arada, Zülkarneyn, Lokman, Uzeyr gibi, «peygamber mi, veli mi?» gibi üzerlerinde ihtilâfa düşülenler de var ...Meçhule hürmet ve Allanan gizliliklerini yine ona havale etmek ve kaba teşhis ve tespitlerden kaçınmak biricik usul...
Son Gün
• Süreklilik içinde süreksizliğin, süreksizlik içinde sürekliliğin iki zıt cereyan halinde aktığı bu âlemde, küçük neticeleri büyüklere, büyükleri daha büyüklere ve daha daha büyüklere bağlaya bağlaya toplayan bir neticeler neticesi ânına inanmak ve haberini dinden almak en müspet ve mutlak bir bedahet duygusu...
• Bu anlayışa bugün müspet ilimler de şahitlik etmekte ve kâinatın sonuna ait hesaplar içinde kıvranmakta...
• Her şey gibi, bitmez görünen sayıların da biteceği, bütün kem-miyetlerin buhar olup uçacağı, tek keyfiyet ve de toplanacağı bir son had ve gün gelecektir ve ismi Kıyamettir. Haberini Resuller getirmiş ve çizgisi çizgisine resmini yine onlar çizmiştir.
• Mücerret hakikat diye bütün insanlığın kabul ettiği, ama herkesin kendine göre yorumladığı bir şey var ya... Hakikate «öyle bir şey yok!» diyen henüz olmadı. İşte bu ulvî ve müşterek nokta, kitaptan takvime, sözden nefese kadar SON mefhumunun yerini dinde bulur.
• Sebep ve netice; ve sebeplerin bütüniyle neticelerin bütünü... Bu iki kelime üzerinde düşünen insan kafası, parçalan bütünleştirici zarurî bir ilimle Son Güne, Hesap Gününe inanır.
• İman, işte bu Son Günde sonsuz saadetin kapısını açarken, sonu yoklukta kabul eden küfür de yine sonu olmayan hüsran akıbetine aynı günde şahit olur.
• İsrafil'in Sûr'u, ölülerin mezarlardan fışkırması, göklerin bohça gibi katlanması, yıldızların toz zerrelerine dönmesi, Mahşer arsasının açılması, çığlıkların mesafeyi yenmesi, Sırat, sağ, sol ve arkadan, yanlardan uzatılacak amel defterleri ve her şeyi ile Son Gün, Hesap Günü...
• «Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!» hadisinde, küçük ve büyük bütün sonların hesabı vardır.
• Kâinatın, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olduğu Resul «Sise kocakarıların imanı lâzımdır!» buyururken, hakikat bilinen vehimlerin sözde gerçekçi ve mantıkçı budalalarına karşı, hayâl sanılan hakikatlerin arasını kocakarıdaki teslimiyet bünyesi içinde fasletmekte; ve böyleyken iki tarafın sınırını sıhhatle çizmekte, birinden öbürüne vol bırakmamaktadır.
• Son Gün üzerinde Kur'ân ve Hadîsten başka, teşhis ve tespit kudretinde bir kaynak yoktur. Kocakarıların teslimiyet anlayışı, evet; fakat öz hayâli, asla!.. Dinde her şey bu iki çizgiyi ayırabilmekte...
Kader-Hayr-Şer
• İşte, akıl adına içinden en çıkılmaz ve devir devir nice fesat ve ayrılıklara sebep olmuş mesele! Kader, yani hayr ile şer!..
• Kul, her fiili ve karşısına çıkan her hadiseye karşı tavriyle trenin rayları, veya atılan taşın mahreki gibi, önceden biçilmiş, takdir edilmiş akıbetler üzerindedir; ve hayr ile şer yalınız Allahtandır.
• Böyle bir inanç, aklı son haddine ve zihni sır İdrâkine vardı-ramamış nasipsiz insanlar için kavranması, imkânsız bir mesele teşkil eder; veya mahlûktaki müstakil irâdeyi inkâra, yahut bu irâdeyi mutlak kabul etmeye götürür. İkisi de küfür...
• Kişinin hem irâde sahibi olması, dilediğini yapmak iktidarına sahip bulunması, hem de bu sahipliğin üstün bir kudrete bağlı kalması ve kendisinden ayrılması arasında akılla doldurulmaz bir tezat uçurumu vardır; ve insanın zatî iktidarına göre kurduğu nispetlerle muhal görünücü bu işi yapabilendir ki, Allahtır.
• Kaderin akılla bundan daha ileri bir izahı olamaz; ve dâva, her işde olduğu gibi, zevk ve sır anlayışına kalır.
• Bu mesele üzerinde en güzel izahlardan biri, 14. Asrın yenile-yicisi büyük irşad kutbu Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin aklı susturucu şu kıyâsıdır: «Allah seni yaratır da ne yapacağını bilmez mi?» İşte kader!.. Mahlûkların neler yapacağını bilmekle, onları fillerine ve fillerini kendilerine göre yaratmak arasında gayet ince bir münâsebet vardır ve bu nokta üzerinde aklın tökezlemesi için daha ileri bir izaha
yer. yoktur.
• Kaderin yine akla hitap edici izahlarından biri de, «fiillerin faili kul, hâliki Allah» düsturu ...
• Neticede kader, bir amel, iş görme meselesi olmak yerine mücerret itikad işi olarak karşımıza çıkıyor ve iyi kötü hiçbir işde «kaderime göre davranıyorum!» hükmünü kabul etmiyor; hattâ böyle hükümleri küfür sayıyor.
• İslâmda kader itikadı derin ve gerçek mümini sıkmaz ve iradesini kösteklemez. O iradesiyle ne dilerse yapmakta hür yaratılmış olan insan bu kâmil hürriyet içinde kuşatılmıştır. İnsan, kaderi, kendi sınırlı iktidarına nispet ettikçe çözemez ve büsbütün düğümlemiş olur ve kendisini ya fiilinin yaratıcısı, yahut kaderin mahkûmu ve her türlü teklif dışı bilmeye kadar gidebilir. «Sünnet ve Cemaat Ehli» iti-kadınca insan cuz'i iradesiyle hür, emirler ve yasaklarla mükellef, kül-îî irade gereğince de İlâhî hükme tâbidir ve bu nokta İslâmın en ince muvazene anlayışından biridir. Hattâ sapıklığa düşmemek bakımından başlıcası...
• Kul ne fiilinin hâliki, ne de dış plânda mecburudur.
• Kuldaki cüz'i irâde, akıl sır ermez küllî irâdeye nispetle küçüktür; yoksa Hakkın nimeti olarak büyük... Ve kalbleri iki parmağının arasında dilediği yöne çeviren İlâhî irâde güneşi altında bir kibrit alevi bile değildir. Öyle cılız bir kibrit alevi ki, bu haliyle yine dünyayı ışıldatmak imkânına sahip... Ama kader neyse, olan ve olacak olan o...
• Batılı bir filozof «farzedelim ki, ben dilediğimi yapmakta serbestim; ama dliediğimi dilemekte acaba serbest miyim?» diye düşünmekle, yine kadere bağlı aklın tepe noktasındaki durağına yaklaşmış oluyor.
• Veba mıntıkasından ayrılırken «Allatan takdirinden mi kaçıyorsun?» diyenlere «evet, Allahın takdirinden kazasına sığınmaya gidiyorum!» karşılığını veren Hazret-i Ömer, kader ve kazayı belirtmekte en yüksek seviyeyi gösterdi. Kader ezelden takdir edilen, kaza ise anbean zuhura gelen...
• Kaza, kaderi değiştirmez, fakat İlâhî kudret yönünden her şeyi ânı ânına ve hiçbir tezada düşmeksizin cevaplandırır.
• Hayr ile şerrin de kaderle sıkı sıkıya alâkası var... Kader mahsulü olan hayr ve şer, elbette ki, Yaratıcının emrinde ve onlar da neticeleriyle bilinmez şeylerden...
• Hayrı doğruca Allaha bağlayıp, şerri, yine Hakkın kudretiyle nefse irca etmekte derin bir edep sırrı yatar.
• «Nice hayr görünen şeyler vardır ki, serdir ve nice şer görünenler hayrdır; ama siz onları bilemezsiniz!» mealindeki Kur'ân buyruğunda, aklımızı kuşatan ve her şeyi Kuşatıcının emrine bırakan bir vecd anlayışına yol aramak... İşte anlayış yolu!..
• Kaderi kendi sınırlı kudretine göre ölçen akıl, sınırsızı nasıl ölçebilir?..
Dostları ilə paylaş: |