GİRİŞ
Bu tez, Buluş Kompozisyon Dersinde seminer olarak hazırlanan "Resim San'atı'nda Zihinsel ve Bedensel Özürlülüğün Ele Alınışı" adlı konunun daha geniş yönleri ile araştırılması sonucu oluşturulmuştur.
Özürlülük, her asırda insanlarla iç içe olan bir kavram olduğundan san'atı ve sanatçıyı da etkilemiştir. Yaşam ve san'at birlikteliğinin oluşturduğu bir paralellikle bazen, özürlü insanlar kendini ifadede resim yapma yolunu seçmişlerdir. Bunun dışında öyle bir an gelmiştir ki sanatçılar, özürlülerinde, izleyiciye estetik haz verecek biçimde resmedileceğini savunmuşlardır. Bazı sanatçılar ise özürlü figürleri sembolik olarak kullanarak toplumdaki aksaklıkları hiciv yoluna gitmişlerdir.
Tezin I. Bölümünde; Özürlülüğün ne olduğu, özürlülerin Dünya'da ve Türkiye'de ki problemleri, hakları, onlar için politika arayışı, hukuklarının temel maddeleri, eğitimleri, istihdamları, özürlü bireylere ait bildiri yer almaktadır.
II. Bölümünde; Özürlü sanatçılar ve bu konunun ele alındığı örneklerden yapılan analizler yer almaktadır. Bu örnekler Mitolojiden ve MS. II. Asırdan başlamış, günümüze değin getirilmiştir.
Sonuç bölümünde ise; araştırmadan varılan netice, bu konu hakkındaki özgün görüşler yer almakta, ayrıca tezin uygulamalı olan kısmı ile kurulan bağlantıdan ve çalışmalardaki amaçtan, konunun ele alınış biçiminden bahsedilmektedir.
Özürlülük bahsi hakkında bir çok araştırma yapılmış olsa da, sanat ve özürlülük birlikteliği ile ilgili ciddi bir çalışmaya rastlanmadığından böyle bir tez hazırlama yoluna gidilmiş ve bilgilerinize sunulmuştur.
I. BÖLÜM 1. ÖZÜRLÜLÜĞÜN TANIMI, ÖZÜRLÜLERİN DÜNYA'DA ve TÜRKİYE'DEKİ KONUMU
İnsanların duyguları, davranışları dışındaki ruhsal süreç ve etkinliklerinin maddi bölümleri olan vücut bütünlüklerinin eksik, sakat veya kusurlu olması nedeni ile bu bireylerin zihinsel ve bedensel engelliler yani özürlüler olarak isimlendirildiklerini görüyoruz. Bu sözlük tanımının, sınırları içinde kalmadan hayatımızdaki varlıkları inkâr edilemez olan özürlü bireylerin Dünya'da ve Türkiye'de ne durumda olduklarını gözler önüne serme amacını taşıyoruz. Onun için özürlülüğün daha geniş tanımlarına yer vermek gerektiğini düşünüyoruz.
Nedir özürlülük, kim özürlüdür? Bu soru, özürlülük alanında bu güne değin, yeterince açıklığa kavuşmuş değil. Almanya'da özürlüler hukukunda geçerli kabul edilen tanım şöyle:
"Altı aydan fazla süren bedensel, zihinsel ya da ruhsal nedenlerle, yaşamla ilgili fonksiyonların zarar görmesi durumu özürlülük olarak tanımlanır."1
Buna göre, zihinsel özürlülük için şu özel tanımlama ortaya çıkıyor:
"Beden ya da zihin gücünde bir arıza nedeniyle topluma üye olma yetisinde eksiklik."
Bu tanım Almanya'da bir bakanlığa aittir ve hemen bütün uygulamalarda temel ilke olarak benimsenmiştir. Böylesi bir tanım, kendi içinde iki öğeyi kapsamaktadır. Topluma üye olma yetisinde bir eksiklik ve bu eksikliğin altı aydan fazla sürmesi. Özürlülüğe ilişkin, genel nitelikli bir tanımlama yapılmamış olmasından şöyle yakınılır:
"Bir dizi yasa metninde, özürlülük (ya da özürlü) kavramının ayrıntısına girilmeden, alışılageldiği gibi, bedensel, zihinsel ya da ruhsal sözcükleri eklenerek, sonuç çıkarılır. Burada, yönetim ve yargı organlarındaki uygulama, ya söz konusu hukuk alanı için, amacına ve işlevine uygun tanımlamayı getirir ya da altı aydan fazla süren normaldışılık gibi basmakalıp tanımlara başvurulur.
Rahatça söylenebilir ki, yoktur. Tersine sadece belli bir yasanın ya da kararnamenin kapsamında <Özürlülük> yahut <Özürlüler> deyimi vardır."2
Görülüyor ki hukuksal verilerin dışına kalan bir özürlülük ya da özürlüler tanımı ortaya konulmamıştır. Ya da ortaya konulan tanımlar eninde sonunda konuyu hukuksal çerçeve içine almaktadır. Altı aydan uzun süren (yaşlılık durumundan meydana gelmeyen) bedensel, zihinsel veya ruhsal kural dışılıkta fonksiyon eksikliğinin etkili olması gibi bir özürlülük tanımının ise dayanağını yasa hükümlerinden aldığı açıktır. Her yasal düzenleme, kendi işlevine ve anacına göre bir birinden farklı özürlülük tanımlarına yer vermiştir. Örneğin "Ağır özürlü kişi, geçici olmayan özürlülüğü en az 50 derece olarak tanımlanan bireydir."3
Özürlülükle ilgili başka tanımlamalarda vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
"İş görme gücünde eksilme."
"Bedensel, zihinsel ya da ruhsal gerilik, iş görme gücünde eksiklik ve iş görme araçlarının kullanılamaması."
"İş görme bakımından yetileri sadece eksilmiş olan değil özel yardıma gereksinimi olan kişi özürlüdür."
"Bu tür tanım farklılıkları, yasanın işlev ve amacına göre birbirinden farklı biçimde kurulmuş özel ve kamusal örgütlerin varoluşundan kaynaklanmaktadır."4 Özürlülüğün yasal temele dayalı olarak tanımlanması her zaman bir yakınma durumunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü; Hukukçular için yasa dışında kalan olay yersizdir."5
Özürlü bireylerin, sosyal güvenliği ve yaşam risklerine karşı koruması, kapsamlı ve bütünlüğü olan "hukuk normları" oluşturulmadan bir takım örgütler kurularak sağlanamaz. Örgütlerin biçimi, yetki ve sorumlulukları, işlev ve görevleri, daha önce oluşturulacak hukuk normlarını izlemek zorundadır. Bu sorular kendiliğinden ya da hukuk uzmanlarının masa başındaki düşüncelerinden oluşamaz. Tersine toplumun gelişme süreci içinde uzun ve kahırlı deneyimlerin ürünü olarak belirginleşir.
Anadolu insanı, Batı insanından daha az yardımsever değildir. Fakat neden, özürlülük konusundaki toplumsal ilgi ve yardım etkinlikleri yeterli düzeyde değil? Çünkü Anadolu insanı, sosyal devlete sahip değil ya da kendi sosyal devletini oluşturacak bilinç düzeyine henüz ulaşamadı. Sosyal devlet, toplumun yardım gereksinimini belli bir yönde örgütleyebilen devlettir. Türkiye'de bireylerin yardımları örgütsüzdür. Yardım, acıma duygusunun ürünü olmayı sürdürmekte ve bu duyguya toplumsal öz kazandırmamaktadır. Örgütsüz acıma, bireysel kalacaktır. Belli bir örgütlenmenin içine girmeyen ve bireysel kalan yardımların, verimliliği elbette çok düşük olur. Toplumsal sorumluluğun sonucu olmalıdır örgütlü yardım, acıma duygusunun değil. Özürlü, yardım görme hakkına sahiptir. Bu yardım, acıma duygusunun ürünü değil örgütlenmesinin sonucu olmalıdır Özürlüye yardım, onun kendisine yardım içindir.
Türkiye'de de özürlülüğün her hukuksal belgede farklı tanımlandığını görüyoruz. Bir farkla ki, ülkemizdeki özürlülük tanımları katı kalıplar içine sıkıştırılıp, uygulayıcıya kolaylık sağlamak için, ölçü şablonları getirilmiştir. "Bu konuda sağlanacak kolaylık söz konuysa, bu kolaylığın özürlü bireylere yönelik olması gerekirken, tersine bürokratik mekanizmaya, karar verme kolaylığı getiriyor ki, yadırgamamak olanaksız. Örneğin, Bakanlar Kurulu'nun ''Sakatların ve Eski Hükümlülerin Çalıştırılması'' na ilişkin kararında: Sakatlıklarından ötürü sürekli olarak çalışma güçlerinin en az %40, en çok %70 inden yoksun oldukları, çalışma güçlerinden %70 'in üstünde yoksun olmakla beraber bir işte yararlı şekilde çalışabilecek durumda bulunanlar özürlü sayılmıştır."6 Başka bir tanımda ise; bir işte verimli şekilde çalışamayacakları sağlık kurulu raporuyla belgelenmiş olanlar sakat sayılmaktadır. Bu tanımda, verimli çalışmaktan ne kastedildiği ve nasıl ölçüldüğü belli değildir. Sağlık kurulu hekimlerden oluştuğuna göre verimli çalışma ölçeğini nereden ve nasıl bulacaktır? Kısaca, yayımlanan tüzükler özürlü bireylere hiçbir olanak getirmemekle beraber, özürlülüğün tanımını da yanlış yapılmıştır.
Bir başka tanım ise şöyledir: Süreli olarak çalışma gücünden en az %40 oranında yoksun olanlar ve sakatlığın görevini yapmasına engel olmadığı resmi sağlık kurulu raporuyla belgelenenler sakat sayılır.
Ayrıca "2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yasası, özürlülük konusunda, daha belirgin bir tanım getirmiş görünüyor. Şöyle; "Muhtaç, sakat, bedensel, zihinsel, ruhsal özellikle belirli oranda fonksiyon kaybına neden olan organ yokluğu veya bozukluğu sonucu normal yaşamın gereklerine uymama durumunda olup,y korumaya, yardıma ve yetiştirmeye muhtaç kişidir... Türkiye'de özürlülük hukukunun gereği olan genel bir tanımlamayı aşağıdaki gibi yapmak daha uygun olacaktır:
"Bedensel, zihinsel veya ruhsal yetilerinde, yaşamın gereği olan fonksiyonların zarar görmesi sonucu ortaya çıkan kalıcı eksiklik."7 Bu, özürlülüğün belki de genel tanımı olabilir. Böylesi bir tanımlamada, özürlü birey, hangi gelir düzeyinde aileye ait olursa olsun korumaya muhtaçtır ama, bu muhtaçlık, onun insanca yaşama onurunun zedelenmesine neden oluşturmaz. Özürlülüğün türüne ve derecesine göre, toplumdan koruyuculuk görevini isteme hakkına sahiptir.
1983 yılında yayımlanan "Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar Yasası"nda da özürlülük tanımının, genel olmaktan çok, özel ve özel olduğu kadar da ölçüt olmaktan uzak kaldığını görüyoruz. Bunun sebebi, eğitime muhtaçlığı ölçüt almış olmasıdır. Şöyle: "Beden, ruh, zihin, duygu, sosyal ve sağlık özellikleri ve durumlarındaki olağan dışı aykırılıkları sebebiyle normal eğitim hizmetlerinden yararlanamayan", 4-18 aş grubundaki bu çocuklar özel eğitime muhtaç kabul ediliyor. Duygu, sosyal ve sağlık özellikleri ve durumları olağan dışı çocuk, nasıl bir çocuktur? Zihinsel geri midir, ya da sosyal ilişkiler bakımından mı geridir? Sağlık özelliği olağan dışı deyimiyle ne kastediliyor? Uygulayıcı bürokratik mekanizmalar da böylesi belirsizlik içinde sağlıklı karar vermenin güçlüğünü çekeceklerdir elbet.
Birey özürlüyse, mutlaka yardıma gereksinimi vardır. Temel ilke bu olmalıdır ve muhtaçlık öğesine bağlı tanımlama söz konusu olmamalıdır. Öyle ise özürlülükle ilgili problemler (özürlülüğün türü, derecesi vs.) toplumsal yardım ve örgütlenme biçimi ile birlikte çözüme ulaşacaktır.
Bütün bu tanımlama ve açıklamalardan sonra özürlülerin yaşamdaki yerlerini ve durumlarından da söz etmek gerektiğini düşünüyoruz.
Her şey insan ve insanlık içindir. İnsana eğilmeyen, insana yönelmeyen ya da insanı amaçlamayan bilimsel bir çaba düşünülemez. İnsan ve insanlık öylesine geniş bir değerler topluluğudur ki, sonuçta bireysel ve kişisel yapı, bu konuyla uğraşanları erekte yanıltabilir. İnsanın yalnız beden ve ruh varlığıyla bir yaratık olarak tümlüğü değil, doğrudan ya da dolayı biçimde insana bağlı, insanla ilgili her konu ve alan insanı ve insanlığı içerir. Daha açık bir anlatımla, insan ve insanlık, insan ve insanlığı temel edinen her alanı ve konuyu kapsar. Bu bağlamda, ulusal olduğundan çok evrensel bir çok ölçüt, düzenleyici kurallar topluluğu niteliğiyle öncelikle insanla ilgili sorunlara çözüm arar. Bilimsel yürüyüşün, çabaların atılımların kaynağında insanı daha güçlü, daha başarılı, daha mutlu kılarak yaşatmak tutkusu vardır. Bilinçle çalışarak insanı en büyük değer sayan kuramları yaşama geçirmek, bunun için de sağlık sorunlarına öncelik vermek gerekir. Sağlıksız bireylerden oluşan toplumun öbür toplumlarca dışlanması olasılığı doğal bir sonuçtur. İnsanın değeri ve onuru birbirinden ayrılamaz, bu da insanın sorunlarına ayırımsız çözüm çabasını koşul saydırır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 61. maddesindeki "Sakatların korunmaları ve toplum yaşamına uyumlarını sağlayıcı önlemleri alma görevi" yasalara kaynak olan temel kurallardır. İlgili kimi yasalarda başta devlet olmak üzere kurum ve kuruluşların, kişilerin yükümlülükleri yer almaktaysa sakatlara ilişkin düzenlemelerin çağdaş, doyurucu ve yeterli olduğunu söylemek güçtür. Sorunlar gerçekçilikle saptanmalı, çözümler birlikte üretilmeli, bilimsel yöntemler çağdaş örnekler gözetilerek benimsenmeli, uygulama, önceki ve sonraki evreler birbirini tümleyecek kararlılıkta sürdürülmelidir.
Toplum kadını-erkeği, yaşlısı-genci, sağlıklısı-özürlüsü ile bir bütündür. Özürlünün durumu sağlıklıyı etkileyecek, toplumsal yürüyüşün hızı kesilecektir. Bireylerin durumları ve tutumları ulusal dayanışmayı etkileyecek, gelişmeler bu oranda verimli olacaktır. Düşünmeyi öğrenmekle başlayıp, birbirimizi, kendimizden çok karşımızdakini düşünerek yaşarsak yaşam her şeye değecek ve kıvanç verecektir. Bütün bunları kavramak bizi düşündürecek ve yaşamanın başkalarını yaşatmakla anlam kazandığını kanıtlayacaktır.
Toplumsal geleneğimizde, özürlülüğün türü, kişiyi tanımlayan bir sıfat, önad ya da çoğu kez soyadı gibi kullanıldığı, eğitim ve koruyuculuk konusunda Osmanlı Devleti'nden kültür mirası da devralınmadığı için, bu alanda şimdi yapılması gerekenlerin, devlet-halk işbirliğine daha çok gereksinimi olacaktır. Devlet-halk işbirliği sağlanamadıkça, özürlülük alanındaki girişim ve çabalar, verimsiz, dağınık, nitel ve nicel yönden yetersiz kalabilir. Bu işbirliğinin temel öğelerini betimleyecek olan üniversitelerimizde ise, özürlülük alanında uğraş veren gönüllü kuruluşlar da eğitim kurumlarının danışmanlığından ve devletin desteğinden yoksundur.
Devlet ve halk işbirliğinin birincil koşulu, amaç birliğinden kaynaklanır. Oysa bu alanda, amaç birliğinin varolduğu da söylenemez. Ya da özürlülüğün türüne ve derecesine göre nasıl bir amacın saptanması gerektiği de belirginleşmiş değil. Devletin eğitim kurumları sayıca çok az olduğu gibi, özürlülüğün gerekleri yerine, klâsik okul sisteminin etkisi altında "eğitim"den çok "öğretim"e ağırlık verilmektedir. "Atatürk İlkelerini belletmek, İstiklâl Marşı'nı ezberletmek, okuma yazma öğretmek türündeki çabaların, zihinsel özürlü çocuklara da uygulandığını ve hatta bu tür çabaların, devletin özürlüler için açtığı iş okullarını da kapsamına aldığı görülür. Bu us dışı öğretim yöntemleri, o kurumlarda, öğretmen ya da uzmanların alışkanlıklarından kaynaklandığı gibi, onları buna iten yönetmeliklerin de zorlayıcı etkisi var."8 Zihinsel özürlü çocukları sınavdan geçirerek, onlara sınıf geçme karnesi ve okul bitirme belgesi ya da diploma vermekle öğretmeni görevlendiren yönetmelik, ister istemez, eğitimin yerine öğretimi temel alacaktır.
Bu alandaki eğitim yöntemlerinin, özürlülüğün türüne ve derecesine göre geçerli olup olmadığı konusunda, henüz devlet kesimi, öyle anlaşılıyor ki, bir karara varmış değil. Yetişkin özürlülerin istihdamına olarak tanıyan yasa ve yönetmelikler de ülkemizde, us dışı hükümler taşıyor. Çalışma gücünün %70 'inden fazlasını yitirmiş olan özürlüler, yasaların kapsamı dışında bırakılmıştır. Böyle bir durum da ağır özürlülerin sorumluluk dışına atılmış olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bir yanda yukarıda değindiğimiz eğitim biçimi, öte yandan şimdi ileri sürdüğümüz istihdam konularında devletin davranışı, halkın beklentileri ve istekleriyle çelişir durumdadır.
Özürlüleri eğitmek, korumak, istihdam edilebilir becerilere ulaştırmak amacına yönelik her çaba, devletten gelsin ya da gönüllü kuruluşlardan; kuşatılmalı, desteklenmeli ve özendirilmelidir. Bu tür kurum ve kuruluşların çoğalmalarına katkıda bulunulmalı. Toplumsal davranışın yanı sıra, bu alandaki yasaların da değişmesi sağlanmalı. Özürlü alanına yardımcı olmak görevini veren yasalarla devletin bürokratik mekanizmalarının donatılması sağlanmalı.
Halkın büyük çoğunluğu -tarihsel ve geleneksel koşulların etkisi altında- özürlülüğü yad bir kadar sorunu ya da Tanrı tarafından cezalandırma veya gizlenmesi gereken utanılacak olay gibi algılamaktadır. Aileye oluşturan eşlerin özürlülük olayında birbirini suçlamadığı konut yok denecek kadar az. Buna karşın devletin algılama biçimi ise çok daha farklı. Araştırmalara göre, Türkiye'de devlet, özürlülük olayına, "ekonomik kalkınma için ayıracağı kaynaktan" fedakârlık, özveri, gibi bakıyor ve bunun doğal sonucu olarak da, bütün çabalarını ve istihdam koşullarını, siyasal ya da ekonomik verilere, sağlıklı işgücünü kullanma ölçeğine göre düzenliyor.
Özürlülüğün türü ve derecesi ne olursa olsun, özürlüler aile bireyleriyle birlikte, eğitim, koruma, istihdam edilebilir becerileri kazanma, kişiliğin gelişimi ve topluma kaynaşma, süreçlerinin tümünden yararlanabilmeli. Bu olanaklar, tüm özürlülerin savsaklanamaz, gözardı edilemez ve kısıtlanamaz hakları olarak yasalarda yerini bulmalıdır.
Devlet, toplum ve tüm bireyler, artık özürlülere bu güne kadar olduğundan farklı biçimde yardımcı olmanın kültürü ile yaklaşmalıdır. Özürlülük hakları, insanın temel hak ve özgürlüklerinin, doğal bir parçası, ondan kopup ayrılmayan ve onu tamamlayan öğesidir. İnsanı, sağlığının ve verimliliğinin ölçüsüne bakılmaksızın, eşdeğerde kabul etmenin gereğidir. Devletin hukuksal yapısı ve toplumun değer yargıları, insanları, fiziksel ve zihinsel yetilerine bağlamaksızın yaşam risklerine karşı korumayı ve kişiliklerinin gelişmesine katkıda bulunmayı öngörmelidir. Batı'nın pek çok ülkesinde, henüz refah devleti koşulları yaratılmadan, 19. yüzyılın ortalarında, özürlü bireyleri topluma kaynaştıran girişimler hem de örgütlü olarak, sorumluluk bilincinde uyanmaya başlamıştı.
Özürlülük olayı, toplumları yakından ilgilendiren bir insanlık sorunu olarak, her geçen gün daha çok önemini duyurmakta ve çeşitli disiplinleri kendisine doğru çekmektedir. Özel eğitim yöntemlerindeki gelişmeler, örgütlenme biçimi, yasal düzenlemelerle sağlanan haklar, Batı'da yeni ve çağdaş bir devlet kavramının doğuşuna yol açmıştır. Özürlülük olayı, bireyin acıma duygusuna ve gönüllü kuruluşların özverili çabalarına bırakılmaksızın, kamusal hizmet alanı haline gelmiştir o ülkelerde. Özürlü ve özürsüzler arasında, sosyal haklar yönünden, ortaya çıkan farklılıkları gidermek, toplumun ve topluma yön veren siyasal iktidarların görevi olmaktadır. Böylece, özürlülere tanınan sosyal yardımlar, devletin ya da toplumun bağışı değil, onların insan olmalarından doğan hakları olarak kabul edilmektedir.
Özürlü bireyleri korumak, toplumla kaynaşmalarını sağlamak, üretken olabilmelerine ve kişiliklerinin gelişmesine katkıda bulunmak devletin görevidir. Çünkü, sosyal devlet, özürlü ve özürsüz, varlıklı ve varlıksız insanlar arasında fark gözetmeyen ve ortaya çıkan farklılıkları gideren devlettir. Devletin görevlerinden biri, bireyleri yasalar hakkında bilgilendirmektir. Özellikle özürlü bireylerin yasalar hakkında bilgi edinmeleri kısıtlı hatta olanaksız olduğu için. Bu yüzden devlet özürlü olsun olmasın tüm bireyleri bilgilendirme görevine örgütlenmiş olmalıdır. Bu arada, bireyleri sadece "yaşam riskleri"ne karşı değil fakat aynı zamanda doğum öncesinden başlayıp ölüme kadar süren sosyal güvenlik ağı içinde korumayı amaç edinmelidir. Toplumdan teslim aldığı kaynakları kullanırken, ekonominin büyümesinin yanı sıra, sosyal gelişmeye daha az pay ayırmak zorunda kalacaksa, her halde, toplumu örgütleyerek özürlülük olayına olası katkıları harekete geçirmesi gerekecektir. Özürlülük alanında çaba harcayan, uğraş veren gönüllü kuruluşları desteklemek, çoğalmalarını özendirmek gibi.
"Sosyal devlet kavramının doğal sonucu ya da başlangıcı, ''özürlüler hukuku''nu temel alan sosyal güvenceler ağında kendisini gösterir. Bu ağın içinde, aile-toplum-devlet yan yanadır, karşı karşıya değil. Böyle olunca da, kaynakların kullanımı, özürlüler hukukunun biçimlenmesiyle birlikte gelişir. Çalışma ve Sosyal Düzenleme Bakanı Norbert Blüm'ün (Almanya) de belirttiği gibi sosyal devletin üç temel ilkesini şöyle özetleyebiliriz:
-
Özürlü, yardım görme hakkına sahiptir.
-
Bu yardım acıma duygusunun örgütlenme biçimidir.
-
Özürlülere yardım, onların kendi kendilerine yardımı içindir."9
Türkiye'de özürlülük olayının hâlâ devletin elindeki olanaklara bağlı kalan bir bağış olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. Ve hâlâ Türkiye'de bir "özürlülük hukuku" kavramı oluşabilmiş değildir. Özürlülük, birbirinden farklı yasaların, kamusal kuruluşların çalışmasını yönlendirmesini amaç aldığı için, yaratılan bürokratik mekanizmalar içinde ikinci plâna inmiştir. Toplumsal geleneğimizde, özürlülere örgütlü biçimde yaklaşmaya elverişli biçimde gelişmiş değildir. Bireysel acıma duygusuyla, özürlülüğün kuşatılması olanaksız. Acıma duygularının ve yardım isteklerinin örgütlendiği bir çağda yaşadığımızı gözardı edemeyiz. Özürlülük olayı, eğitimi, örgütlenme biçimi ve hukuksal alt yapısıyla bir bütün olarak ele alınmalıdır. Özürlü ve özürsüz insanlar arasında, sosyal haklarla ilgili farklılıkları gidermek gerekmektedir.
Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde özürlüler için tanınan olanakların, artık onlar için bağış değil, bir hak olduğunu görmekteyiz. Belki de bu kavram, ülkemizde özürlülük konusunda yapılması gerekenlerin artık devlet ya da siyasal iktidarlar için bir görev olması gerektiği bilincine bizleri ulaştıracaktır. Bu bilinci çevreleyen temel ilkelerden biri ve en önemlisi, özürlü bireyleri topluma kaynaştırmak, toplumun içine çekmek ve üretken bir dünyanın içinde kişiliklerinin gelişmesine katkıda bulunmaktır.
Özürlülerin üretken dünyasında, eğitimin biçimi, niteliği ve düzeyi, tanınan sosyal haklar, bir bütün oluşturmaktadır. En karmaşık bir aracı, en basit parçalarına ayırarak, her lir parçanın ötekisine bağlanması ve bu bağlantıyı gerçekleştirecek basit hareketi, özürlü bireylerin başarması, eğitimin temel ilkesini oluşturuyor. O zaman uygun bir mekânda, özürlü bireyleri, özürlülüğün türü ve derecesi ne olursa olsun, üretken dünyanın üyeleri olarak değerlendirmek mümkün olmaktadır. Özürlülüğün engel olmadığı iş alanlarının çokluğu, yeni bir uzmanlık alanının kapılarını açmaktadır. Bütünün nasıl parçalara bölüneceği ve basit hareketlerle bu parçaların o bütünü nasıl oluşturacağı, bu uzmanlık alanının önemli bir bölümüdür. Kullanılacak araçlar ve uygulanacak eğitim yöntemleri buna göre biçimlendirilmektedir.
Özürlülerin üretken dünyasını yaratabilmek için, toplumsal yardımın doğup gelişmesi ve örgütlenerek, tüm özürlüleri kucaklaması bizim ülkemizde de sağlanmalıdır. Türkiye'deki özürlülük için politika arayışları ve sağlanan sosyal güvence türleri, bunların ne ölçüde yetersiz kaldığı ve çelişkiler taşıdığı aşikârdır. Özürlüler dünyasını, eğitimiyle, yönetimi ve hukuku ile bir bütün olarak ele almak yararlı olacaktır.
Özetle, özürlüler için Türkiye'de yaratılacak üretken dünyanın, yaşamın gerçekleri ile kaynaşabilmesi için, olaya sadece bir insanlık sorunu olarak bakmakla yetinmeyip, bu dünyanın yapılanmasında, önce "özürlüler politikası"nı sağlıklı ve gerçekçi biçimde saptamak, hukuksal alt yapıyı oluşturmak ve buradan hareketli bir bütün olarak sosyal haklar ile örgütlenme koşullarını birlikte yürürlüğe koymak gerekecektir. Geleceğin Türkiye'sinde, tüm özürlülerimize mutlu ve üretken bir dünyanın kapılarının açılacağı umudunu taşıyoruz.
"Bedensel, zihinsel ya da ruhsal özürlü olan veya böylesi özürlülüğe uğrayan kişi, yardım görme hakkına sahiptir. Gerekli olan yardım, özürlülüğü önlemek, gidermek, iyileştirmek, daha kötüleşmesine engel olmak veya sonuçlarını hafifletmek demektir. Bu tür yardımlar, kişinin kendi eğilimine ve beceri yetisine uygun olarak, toplumda ve özellikle çalışma yaşamında bir yer edinmesini içermelidir. Özürlülere yapılan yardımlar bir acımanın, bağışlamanın ya da yanılgıya düşen vicdanın tatmini karşılığı değildir. Kendisine yardım edemeyenlere, toplumun yardımıdır. Kendine yardım için yardımdır."10
Dostları ilə paylaş: |