İkinci Kısım: Ben-i Velia Kabilesi hakkındaki hadisler
Bu hadisler Ebu Zer, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Hantab gibi sahabeden nakledilmiş olan hadislerdir. Bu hadislerin içeriği de şudur ki Peygamber (s. a. a.) - Ebuzer’in hadisinin lafızları esasınca- şöyle buyurmuştur: “Ben-i Velia kabilesi işlerinden el çekmelidir. Aksi takdirde kendim gibi olan birini onlara doğru gönderirim, böylece o kimse onlar arasında benim emrimi icra eder. Savaşa hazırlanan kimseleri öldürür ve onların soyunu esir eder…”
Arkamda duran Ömer şöyle dedi: “Allah Resulü’nün maksadı kimdir?” Ben şöyle dedim: “Sen ve dostun Ebu Bekir değildir.” O şöyle dedi: “O halde Allah Resulü’nün maksadı kimdir?” Ben şöyle dedim: “O şuanda ayakkabılarını dikmekle meşgul olan kimsedir.” O şöyle dedi: “ayakkabısını tabir etmekle meşgul olan kimse Ali’dir.”
Üçüncü kısım: Allah Resulünün nezdinde en sevimli şahıs hakkındaki hadisler
Bu hadislerin bazısında yer aldığına göre Peygamber’e şöyle sorulmuştur: “Senin nezdinde insanların en sevgilisi ve en iyisi kimdir?” Peygamber buna cevap verdikten sonra Hz. Ali’nin sevimliliği veya fazileti hakkında sorulduğu zaman da Peygamber ashabına dönerek şöyle buyurmuştur: “Bu soru bizzat benim hakkımda sorulan bir soru gibidir.” Yani Ali benim nefsimdir.”1
Bu gibi bazı hadislerde Hz. Fatıma (a. s.) Peygamber’e (s. a. a.), “Ali (a. s.) Hakkında bir şey buyurmadınız” diye sorması üzerine Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ali benim nefsim (kendim) gibidir, siz kendisi hakkında bir şey söyleyen kimse gördünüz mü?”
Bu hadisler Amr b. As, Aişe ve Amr b. Şuayb’ın atasından rivayet edilmiştir.
Muhtelif dillerle rivayet edilen ve oldukça fazla sayıda bulunan rivayetlerden de istifade edildiği üzere Ali (a. s.) Peygamber’in (s. a. a.) Nefsi ve kendisi konumundadır. Ayet-i kerimenin ıtlaka (mutlak şekilde ifade edilmeye) delaleti de bu benzerliği ve ayniliği tekit etmektedir. Sadece kesin bir zaruret ve dış delil esasına dayalı hususlar bu ıtlaktan dışarı kalmaktadır. Örneğin nübüvvet makamı bunun dışında kalmaktadır. Dolayısıyla Peygamber’in ümmetten hatta bütün varlıklardan üstünlüğü ve bütün İslam ümmeti üzerindeki velayet ve idarecilik makamı gibi bir takım faziletleri bu ıtlakın içinde yer almaktadır.
Ayet hakkındaki sorular ve cevaplar
Alusi Ruhul Meani’de1 bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle demektedir: “Hiçbir Müslüman bu ayet-i kerimenin Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin (ki ilahi bir ailedir) faziletine delalet ettiği hususunda şüphe edemez. Eğer bir kimse onların bu faziletini reddetmeye kalkışırsa bu onlara karşı bir düşmanlık ifadesidir ve onlara düşmanlık ise imanın ortadan kalkmasına neden olmaktadır.”
Şia’nın istidlalinin beyanı
Alusi daha sonra ayet-i kerimenin açık bir şekilde Hz. Ali’nin Peygamber’den (s. a. a.) Hemen sonraki halife olduğunu beyan eden Şia’nın istidlalini hatırlatmakta ve şu rivayete istinat etmektedir ki: “Ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Peygamber (s. a. a.) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i (a. s.) Mübahele için hazır bulundurdu.”
Daha sonra Alusi şöyle diyor: “Bu durumda “ebnaena” ifadesinden maksat Hasan ve Hüseyin ve “nisaena” ifadesinden maksat Fatıma ve “enfüsena” ifadesinden maksat ise Ali b. Ebi Talib’tir. Hz. Ali (a. s.) Peygamber’in nefsi sayılınca ve bu ifadelerin hakiki anlamda olması imkansız bulununca ister istemez aralarındaki benzerlik ve eşitliğin hedeflendiğini kabul etmek gerekmektedir. Zira Hz. Ali (a. s.) Bizzat Peygamber’in kendisi olamaz. Peygamber (s. a. a.) Müslümanların işlerinde tasarrufta bulunmaya en evla ve en üstün şahıstır. Onun gibi olan kimse de böyle bir makama sahiptir. Dolayısıyla bütün bir ümmet hakkında Hz. Ali’nin daha faziletli oluşu ve velayeti bu ayet-i kerimeden istifade edilmektedir.
Alusi’nin Şia’nın İstidlaline verdiği ilk cevap
Alusi Şia’nın daha sonra istidlaline cevap makamında şöyle demektedir: “Şia’nın bu istidlaline şöyle cevap verilebilir: İlk olarak biz “enfusena” kelimesinden maksadın müminlerin Emiri Ali (a. s.) Olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine burada maksat bizzat Peygamber’in kendisidir. Hz. Ali “ebnaena” ifadesinde yer almıştır ve örf açısından da damat insanın oğlu konumundadır.”
Daha sonra da Şia’nın büyük müfessiri Şeyh Tabersi’nin sözünü nakletmiştir ki Şeyh Tabersi şöyle demektedir: “Enfusena ifadesinden maksat bizzat Peygamber (s. a. a.) Olamaz. Zira insan hiç bir zaman kendi kendini davet etmez.”
Şeyh Tabersi bu sözü hezeyan olarak nitelendirmiştir.
Bu cevabın reddi
Alusi sözünün başlarında ayet-i kerimenin Peygamber’in (s. a. a.) Ehl-i Beyt’inin faziletine delalet ettiğini kabul etmektedir; hata bunu inkar etmenin bir tür düşmanlık olduğunu belirtmektedir. Şimdi de bizzat kendisinin bu büyük fazileti Ehl-i Beyt’ten uzaklaştırmaya çalıştığını görmekteyiz. O bu çabasıyla naklettiği bütün hadislere muhalefet etmiştir. İbn-i Teymiye’nin dahi yapmadığı işi, yani “enfusena” ifadesinin Hz. Ali’ye delalet ettiği hakikatini inkar etmeye kalkışmıştır.
Biz sözün başlangıcında “enfüsena” ifadesi hakkında bu ifadenin Peygamber’e (s. a. a.) Uyarlanamayacağı hakkında açıklamada bulunduk; ama burada şunu da hatırlatmak gerekir ki eğer “enfusena” ifadesinden maksat bizzat Peygamber (s. a. a.) Olsaydı ve Ali (a. s.) “ebnaena” ifadesine dahil olmuş olsaydı evvela bu doğru olmazdı. İkinci olarak da delile aykırı bir görüştür bu.
Ayetteki davet ve çağrının hakiki bir davet olduğu ve Alusi’nin “daathu nefsuhu” gibi ifadelerin kullanımını yaygın kabul etmesi mülahazası ile doğru olmadığını söylemesi bu tür kullanımların mecazi olduğu hakikatinden gaflet ettiği içindir. Oysa bu bir delile ihtiyaç duymaktadır, ayet-i kerimede ise bu konuda bir delil yoktur. Aksine “daathu nefsuhu” cümlesinin anlamı kendisini teşvik etmek ve kararlı kılmaktır; kendisini çağırmak ve talep etmek değil.
Aynı şekilde “ebnaena” ifadesinin “damat” olduğu hasebiyle Müminlerin Emiri Ali’ye (a. s.) İsnadı da bu lafzın gerçek anlamı dışındadır ve de hiçbir delil olmadan mecaz olarak kullanılmasını gerektirmektedir.
O halde “ebnaena” kelimesi Hasan ve Hüseyin’den (a. s.) Ve enfusena kelimesi de Ali’den (a. s.) Başka bir kimseye uyarlanamaz.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Ned’u (çağıralım) sözü neden hakiki anlamda olsun, ve “enfusena” ıtlakı da neden Hz. Ali hakkında mecaz olsun? Aksine şöyle söylenebilir ki “enfusena” bizzat insanın kendi zatı ve şahsi hakkında kullanılmıştır ve de hakiki anlamdadır. Sadece “ned’u” kelimesinin anlamı hususunda tasarruf eder ve bu kelimeyi “nahzuru” (hazır olalım) anlamında tutabiliriz.
Bu sorunun cevabı şudur: Eğer “nedu” kelimesi hakiki anlamda olursa sadece bir tek mecaz kullanılmış olur ve o da “enfusena” kelimesinin Ali b. Ebi Talib hakkında kullanılmasıdır; ama eğer “nedu” kelimesi mecaz olursa başka bir kelimenin de mecaz olmasını gerektirir. Yani “ebnaena” kelimesinin Ali (a. s.) Hakkında kullanılması da bir mecaz olur. Zira Hz. Ali (a. s.) Peygamber’in damadıdır. Oysa böyle bir mecazın varlığı hususunda hiçbir delil yoktur.
“Enfusena” kelimesinin Hz. Ali (a. s.) Hakkında kullanılmasının delili ameli ve örfi olarak ayrıcalığa delalet eden, “ned’u” ve “enfusena” kelimelerinin mukabelesidir. Bu varsayımda hem “ned’u” kelimesi kendi anlamında kullanılmış olur ve hem de “ebnaena” kelimesi kendi hakiki anlamında kullanılmış sayılır. Alusi’nin dediği sözler ise delile aykırıdır. Zira nakledilen bütün hadisler “enfusena” kelimesinden maksadın Ali (a. s.) Olduğuna delalet etmektedir. Bu konuda mütevatir ifadeler mevcuttur1 ve bütün o hadisler bu söze aykırı düşmektedir.
Dostları ilə paylaş: |