Kırk beş dakika sonra temizlenmiş, giyinmiş ve karnını doyurmuş olan Jack, polis merkezini aradı ve Şef Gilbertson ile görüşmek istediğini söyledi. 11:25’te o ve inanılmaz bilgiler öğrenmiş olan şüphe içindeki Dale -dostunun çılgın hikâyesini kanıtlayacak deliller görmeye can atıyordu- şefin otoparktaki tek ağacın altına park ettiği arabasından çıkıp sıcak asfalt üzerinden yürüdü ve yan yana duran iki Harley’nin yanından geçerek Sand Bar’ın arka kapısına vardı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kara Ev ve Ötesi
26
SİZE DAHA ÖNCE uğursuzluktan bahsetmiştik ve artık bu konuyu tekrar açıp deşmek için çok geç ama evlerin çoğunun, uğursuzluğa bir engel oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. En azından dünyaya normallik ve sağlıklı dimağların bir illüzyonunu sunuyorlardı. Libertyville’in eski moda ama sevilen cadde isimleri de bu düşünceyi destekliyordu. Camelot, Avalon, Bakire Martian. Fred, Judy ve Tyler Marshall’ın bir zamanlar birlikte yaşadığı Libertyville’deki küçük, şirin ev, uğursuzluk karşıtının en güzel örneğiydi. Robin Hood Sokağı 16 numara için normal hayatın bir sembolü demek hiç yanlış olmazdı. Aynı şeyi Dale Gilbertson’un, Henry’nin ve Jack’in evleri için de söylemek mümkündü. Aslında French Landing’deki evlerin çoğu öyleydi. Tüm kasabanın üzerinden yıkıp yerle bir eden kasırganın geçmiş olması evlerin uğursuzluk karşısında cephedeki cesur askerler gibi gözüpek, asil oldukları kadar mütevazi durdukları gerçeğini değiştirmiyordu. Bu evler, delilikten uzaktı.
Kara Ev ise -Shirley Jackson’ın Tepedeki Ev’i gibi, yüzyılın başındaki çirkinlik timsali, Seattle’daki Kırmızı Gül gibi- deliliğin ta kendisiydi. Tam anlamıyla bu dünyadan değildi. Dışarıdan bakmak zordu -gözler sürekli oyuna geliyor, yanılıyordu- ama birkaç saniye boyunca düzgün bir şekilde bakabilen, Çok normal ölçülerde üç katlı bir bina görürdü. Evet, rengi alışılmadıktı -tüm dış cephe, pencereler bile simsiyahtı- ve yapısal güvenilirliği konusunda huzursuz düşünceler uyandıracak kadar eğimli, çökmüş görünüyordu, ama diğer dünyaların gösterişi düşünülmeksizin bakıldığında neredeyse Fred ve Judy’nin evi kadar sıradan bir yer olduğu söylenebilirdi... tek fark, o kadar bakımlı olmayışıydı.
Bununla birlikte içi, farklıydı.
Kara Ev’in içi genişti.
Aslında Kara Ev, neredeyse uçsuz bucaksızdı.
Kesinlikle kaybolunmaması gereken bir yerdi ama vaktiyle, bazıları burada kaybolmuştu -evsiz serseriler, nadir olarak evden kaçmış şanssız çocukları ve Charles Burnside/Carl Bierstone’un kurbanları- ve orada burada, bıraktıkları izler görülebiliyordu: giysi parçaları, garip boyutları olan devasa odaların duvarlarındaki açması tırnak izleri, kemik yığınları. Ziyaretçiler, bazen Fritz Haarman’ın dehşetle hüküm sürdüğü 1920’lerin başları boyunca Hanover Nehri’nin kıyısında yığılmış olanlara benzer bir kafatasına rastlayabilirdi.
Kara Ev’de kaybolmayı hiç kimse istemezdi.
İstediğimiz an dış dünyaya, normal, uğursuzluğun karşıtı dünyaya dönebileceğimizi bilmenin verdiği emniyet hissiyle odalardan, kuytu köşelerden koridorlardan, karanlık bölmelerden geçtik (dışarı çıkabileceğimizi bildiğimiz halde sonsuza dek iniyormuş gibi görünen basamaklardan ve uzakta bir noktacık haline gelen koridorlardan geçerken yine de içimizde bir huzursuzluk vardı). Tuhaf makinelerin belli belirsiz sesini ve hiç susmayacakmış gibi gelen alçak uğultusunu duyabiliyorduk. Ya dışarıda ya da altımızdaki ve üstümüzdeki katlarda esen rüzgârın aptal ıslığı kulakları tırmalıyordu. Bazen, şüphesiz abbalahın zavallı Mouse’u öldüren iblis köpeğine ait olan hafif hırıltıları duyuyorduk. Bazen bir karganın alaycı ötüşünü duyuyor ve Gorg’un da oralarda bir yerlerde olduğunu anlıyorduk.
Harabeye dönmüş odalardan, solgun ve çürümüş bir görkemle döşenmiş odalardan geçtik. Bu odaların bir çoğunun içinde saklandıkları evden daha büyük olduklarını görebiliyorduk. Sonunda, eski bir kanepe ve solmaya yüz tutmuş kırmızı kadife sandalyelerin olduğu gösterişsiz bir oturma odasına vardık. Pişmekte olan bir şeyin mide bulandıran kokusu havayı kaplamıştı (Yakınlarda bir yerde, kâbus görmeden uyumak istiyorsak asla ziyaret etmememiz gereken bir mutfak vardı). Odadaki elektrikli demirbaşlar en azından yetmiş yıllıktı. Kara Ev 1970’lerde inşa edildiyse bu nasıl mümkün olabiliyordu? Bu sorunun cevabı basitti: Kara Ev’in büyük bir kısmı -hatta çoğunluğu- çok daha uzun bir süredir buradaydı. Odanın kumaş döşemeleri solgun ve ağırdı. Çirkin, yeşil duvar kâğıdı üzerine yapıştırılmış gazete kupürleri olmasa bu odanın Nelson Oteli’nin zemin katındaki odalardan pek farkı kalmayacaktı. Hem uğursuz, hem de garip bir şekilde bayağı bir odaydı. At kılı kanepede uyuyan kıllı canavarın gömleğinin önünde giderek genişleyen uğursuz kırmızı leke, onun hayalgücünü mükemmel yansıtan bir aynaydı. Kara Ev, hastalık derecesine varan kendini beğenmişliğiyle aksini düşünmesine rağmen ona ait değildi (ve Bay Munshun, bu inancının aksini gösterecek bir şey söylememişti). Ama bu oda, onundu.
Duvara yapıştırılmış kupürler, Charles “Sevimli” Burnside’ın ölümcül hayalleri üzerine bilmemiz gereken her şeyi anlatıyordu.
FISH, KABUL ETTİ, “EVET, ONU YEDİM”. New York Herald Tribune
BILLY GAFFNEY’NİN ARKADAŞI DOĞRULADI, “BILLYYİ GRİ ADAM KAÇİRDİ, ÖCÜ ALIP GÖTURDÜ.” New York World Telegram
GRACE BUDD DEHŞETİ SÜRÜYOR: FISH İTİRAF EDİYOR! Long Island Star
FISH, KURBAN GAFFNEY’Yİ “PİŞİRİP YEDİĞİNİ” SÖYLEDİ. New York American
HANOVER KASABI” DİYE ADLANDIRILAN FRITZ HAARMAN, 24 KİŞİYİ ÖLDÜRMEK SUÇUYLA
İDAM EDİLDİ. New York World
KURT ADAM AÇIKLADI: “BENİ YÖNLENDİREN ŞEHVET DEĞİL, AŞKTI.” HAARMAN ÖLÜRKEN
PİŞMAN DEĞİLDİ. The Guardian
HANOVER YAMYAMI’NIN SON MEKTUBU: “BENİ ÖLDÜREMEZSİNİZ, SONSUZA DEK ARANIZDA OLACAĞİM.” New York World
Wendell Green görse, bunlara bayılırdı, değil mi?
Ve daha fazlası da vardı. Tanrı yardımcımız olsun, çok daha fazlası vardı. YAŞAYAN ÖLÜLERİ İSTEDİM, diye açıklama yapan Jeffrey Dahmer bile buradaydı.
Kanepenin üzerindeki adam inleyip kıpırdanmaya başladı.
“Uyan ardık, Burny!” Ses, dudaklarının ikinci sınıf vantriloklar gibi hafifçe oynamasına rağmen ağzından değil... boşluktan geliyor gibiydi.
Burny inledi. Başı sola döndü. “Olmaz... uyumam lazım. Her yerim... acıyor.”
Başı bir itiraz hareketiyle sağa döndü ve Bay Munshun tekrar konuştu. “Ardık uyan, buraya gelecegler. Çocuğu gödürmelizin.”
Başı tekrar diğer yöne döndü. Uykuda olan Burny, Bay Munshun’un hâlâ kafasının içinde emniyette olduğunu sanıyordu. Kara Ev’de her şeyin çok farklı olduğunu unutmuştu. Sersem Burny, artık işe yaramaz hale gelmeye çok yakınlaşmıştı! Ama henüz değil.
“Yapamam... beni rahat bırak... midem acıyor... kör adam... kahrolası kör herif karnımı yaraladı...”
Başı tekrar diğer tarafa döndü ve Burny’nin sağ kulağının arkasında bir ses duyuldu. Uyanıp sancıyı tüm şiddetiyle hissetmek istemeyen Burny onunla mücadele etti. Kör adam onu, düşündüğünden çok daha kötü yaralamıştı. Burny, dırdır edip başının etini yiyen sese çocuğun bulunduğu yerde güvende olduğunu, Kara Ev’e ulaşmayı başarabilseler bile onu bulamayacaklarını, sonsuza dek uzanan odaların ve koridorların arasında kaybolacaklarını ve çıldırıp ölene dek başı boş dolaşacaklarını söylüyor, uyanmamakta direniyordu. Ama Bay Munshun, içlerinden birinin, oraya daha önce gelmiş herkesten daha farklı olduğunu biliyordu. Jack Sawyer, sonsuzluğu tanıyordu ve bu da onu büyük bir sorun haline getiriyordu. Çocuk arka yoldan çıkarılıp Son-Dünya’ya, en büyük ateş, Din-tah’ın gölgesine götürülmeliydi. Bay Munshun, Burny’ye çocuğu abbalaha vermeden önce küçük bir parçasını hâlâ alabileceğini, ama burada mümkün olmayacağını söyledi. Fazla tehlikeliydi. Kusura bakmamalıydı.
Burny itiraz etmeye devam etti, ama bu asla galip çıkamayacağı bir savaştı ve bunu biliyorduk. Sesin sahibi gelirken odanın bayat, pişmiş et kokulu havası yükselip dalgalanmaya başlamıştı. Önce siyah bir girdap, sonra bir kırmızılık -kravat- ve ardından tek bir siyah köpekbalığı gözünün hâkim olduğu inanılmaz derecede uzun, beyaz bir suratının başlangıcının belirdiğini gördük. Bu, gerçek Bay Munshun, Kara Ev ve etrafındaki büyülü alan dışındaki bölgelerde sadece Burny’nin kafasında yaşayabilen yaratıktı. Pek yakında tamamen burada olacak, Burny’yi uyandıracak (gerekirse bunun için işkenceye başvuracaktı) ve hâlâ ondan yararlanabilirken Burny’yi işe koşacaktı. Bay Munshun, Tyler’ı Kara Ev’deki hücresinden kıpırdatamazdı.
Ama Son-Dünya’ya -Burny’nin Sheol’ü- gittiğinde her şey farklı olacaktı.
Burny’nin gözleri sonunda açıldı. Onca kanın dökülmesine sebep olan çarpık elleri, kendi kanıyla ıslanmış gömleğinin üzerine dokundu. Önüne baktı ve yarasını gördüğünde dehşete düşerek korkup çığlık attı. Onca çocuğun canına kıydıktan sonra kör bir adam tarafından ölümcül bir şekilde yaralandığına inanmakta güçlük çekiyordu; bu çok iğrenç bir haksızlıktı.
Aklına ilk kez, aşın derecede nahoş bir fikir geldi: ya uzun kariyeri boyunca yaptıklarının hesabını vermesi için başına daha fazlası gelecekse? Son-Dünya’yı, Din-tah’a ulaşan Conger Yolu’nu görmüştü. Conger Yolu’nu çevreleyen alevler içindeki bölge tıpkı cehennem gibiydi ve An-tak, yani Büyük Kombinasyon da kesinlikle cehennemin ta kendisi olmalıydı. Ya onu bekleyen böyle bir yerse? Ya...
Midesinde korkunç, felç eden bir acı duydu. Neredeyse tamamen maddeleşmiş olan Bay Munshun, uzanmış ve tam anlamıyla saydam sayılmayacak ellerinden birini, Henry’nin sustalı çakısıyla açtığı yaranın içine sokmuştu.
Burny kıvrandı. Çocuk katilinin yanaklarından yaşlar yuvarlanmaya başladı. “Canımı yakma!”
“O halde zöylediklerimi yap.”
“Yapamam,” diye sızlandı Burny burnunu çekerek. “Ölüyorum. Şu kana bir bak! Böyle bir durumdan paçayı sıyırabileceğimi mi sanıyorsun? Seksen beş yaşındayım, lanet olsun!”
“Durumun ciddi, Burn-Burn... ama diğer darafda yaralarını iyileşdirebilecegler var.” Kara Ev’in kendisi gibi Bay Munshun’a da bakmak zordu. Görüntüsü titreşiyor, netliği kayboluyordu. Tiksindirici derecede uzun olan suratında (bedeninin büyük bölümünü, bir gazetedeki karikatürdeki abartılı büyüklükteki kafalar gibi karanlıkta bırakıyordu) bazen iki, bazense tek gözü varmış gibi görünüyordu. Bazen şişkin kafatasından püsküle benzer turuncu saç öbekleri fırlamış gibiydi, bazense Yul Brynner kadar kel görünüyordu. Değişmeden kalan, sadece kırmızı dudakları ve aralarından görünen sivri, uzun dişleriydi.
Burny, suç ortağına umut dolu bir ifadeyle baktı. Bu arada elleri, sert yamru yumru şişlikler oluşmuş midesi üzerindeki keşif gezisini sürdürüyordu. Kan pıhtılarının bu şişliklere sebep olduğunu düşünüyordu. Ah, biri onu çok kötü yaralamıştı! Bunun olmaması gerekiyordu! Asla olmaması gerekiyordu! Onu korumaları gerekiyordu! Koruma altında...
“Bedenini yaşlandıran yılların bile,” dedi Bay Munshun her kelimenin üzerine bastırarak. “Zenden dereyağından gıl cegercezine geri alınmazı olazılıglar dahilinde.”
“Tekrar genç olmak,” dedi Burny ve derin derin iç geçirdi. Nefesi kan ve leş kokuyordu. “Evet, bu çok hoşuma giderdi.”
“Elbedde! Ve böyle şeyler mümgün,” dedi Bay Munshun sürekli titreyen başını sallayarak. “Abbalah bazen böyle ödüller verir. Bunlar vaat edilmemişdir, Charlez, benim gücüg maymunum. Ama ben zana izdediğini alacağına dair zöz verebilirim.”
Siyah takım elbise içindeki kırmızı kravatlı yaratık, ürkütücü bir çeviklikle öne atıldı. Uzun parmaklı eli tekrar Sevimli Burnside’ın gömleğinin önündeki kanla ıslanmış bölgeyi buldu ve bu kez bir yumruk halini alarak, yaşlı canavarın masumlara çok defa tattırmasına rağmen ömrü boyunca hayal edemediği korkunç bir acıya sebep oldu.
Bay Munshun’un leş gibi kokan suratı Burny’ye döndü. Tek gözü BAKTı. “Bunu hizzediyor muzun, Burny? Hizzediyor muzun, zeni zavallı, yaşlı pizlig dorbazı? Ho... ho, ha... ha, elbedde hizzediyorzun! Elimde bağırsağını duduyorum! Ve hemen şimdi yerinden galgmazzan bağırzaglarını VÜCUDUNdan cegip goparacağım, domuz herif, ho... ho ha... ha, zonra onları boynuna dolayacağım! Gendi bağırzagların darafından boğulduğunu bilereg öleceksin. Bu numarayı zevvgili Fritz’den öğrenmişdim. Cog geveze ve bir o gadar da sevimli olan Fritz Haarman’dan. Şimdi! Ne diyorzun? Çocuğu gedireceg mi?’ yogza boğulacag mızın?”
“Getireceğim!” diye haykırdı Burny. “Getireceğim, yeter ki dur, dur, çok canımı acıtıyorsun!”
“Onu izdazyona gedir. İzdazyon, Burn, Burn. Bu cocug fare deligieri, dilqi deligleri veya Gom-bi-naz-yon için değil. Dyler’ın ayagları ganamayacag, ab-balaha bununla hizmed edeceg.” Sert, siyah, çirkin tırnaklı uzun bir parmak geniş alnına doğru yükseldi ve gözlerinin üzerine bastırdı (o an, Burny iki göz görüyordu, sonra ikinci göz yine yok oldu). “Anladın mı?”
“Evet! Evet!” Karnı alevler içinde yanıyordu. Ama gömleğinin altındaki el hâlâ dönüyor, dönüyordu.
Bay Munshun’un korkunç uzunluktaki yüzü, onunkine iyice yaklaştı, “izdazyona. Diğer özel cocugları gedirdiğin yere, unudma.”
“TAMAM!”
Bay Munshun sonunda onu bıraktı. Bir adım geriledi. Vücudu, Burny’yi sevindirerek yine saydamlaşıyor, ayrışıyordu. Arkasındaki sararmış kupürleri, Bay Munshun’un vücuduna rağmen görebiliyordu. Ama giderek soluklaşan kırmızı kravatın üzerindeki tek göz, olanca canlılığıyla havada asılı kalmıştı.
“Şapgayı dagdığından emin ol. Bu özelligle şapgayı dagıyor olmalı.”
Burnside hevesle başını salladı. Günahım parfümünün kokusunu hâlâ hafifçe alabiliyordu. “Şapka, evet, şapka bende.”
“Diggad ed, Burny. Yaşlı ve yaralızın. Cocug gene ve umudzuz.Gacmazına izin vereceg olurzan...”
Burny acısına rağmen gülümsedi. Çocuklardan biri onun elinden kaçacaktı, ha? Hem de özel olanlardan biri! Ne saçmalık! “Merak etme,” dedi. “Sadece... onunla konuşursan... Abbalah-doon ile... ona işimin henüz bitmediğini söyle. Beni iyileştirirse asla pişman olmaz. Ve beni gençleştirirse ona bin çocuk getiririm. Bin Kırıcı.”
Bay Munshun giderek solgunlaşıyordu. Artık sadece dumanımsı bir ışıltı halini almış, Burny’nin yaşlılık yıllarında kendine bakacak birine ihtiyaç duyduğunu anladığında terk ettiği evinin derinliklerindeki oturma odasının ortasında havada salınıyordu.
“Ona bu çocuğu gedir, Burn-Burn. Bu çocuğu gedirirzen ödülünü alacagzın.”
Bay Munshun gitmişti. Burny kalktı ve kanepenin üzerine doğru eğildi, böyle yapmak karnını sıkıştırıyor ve çığlık attıracak kadar şiddetli bir acı duymasına sebep oluyordu ama Burny durmadı. Karanlığa doğru uzandı ve yıpranmış bir siyah deri çanta çıkardı. Çantayı üst kısmından tuttu ve topallayarak, iki büklüm bir halde odadan çıktı.
Pekâlâ bunca zamandır sözünü ettiğimiz Tyler Marshall ne durumdaydı? Yarası ne kadar kötüydü? Çok korkuyor muydu? Akıl sağlığını korumayı başarmış mıydı?
Fiziksel durumu hakkında söylenecek tek şey, hafif bir beyin sarsıntısı geçirmiş olmasıydı, o da iyileşmiş sayılırdı. Balıkçı, kollarını ve kalçasını okşamaktan fazlasını yapmamıştı (Tyler’a “Hansel ve Gretel” masalındaki cadıyı hatırlatan, tüyler ürpertici bir dokunuştu). Ruhsal durumuna gelince... Bay Munshun’un Burny’yi uyandırdığı sıralarda Judy ve Fred’in oğlunun mutlu olduğunu söylesek, bize inanır mıydınız?
Öyleydi. Mutluydu. Neden olmayacaktı ki? Miller Park’taydı.
Milwaukee Brewers bu yıl, takımın 4 Temmuz’dan önce yarıştan tamamen kopmuş olacağını iddia eden bütün spor otoritelerini şaşırtmıştı. Eh, hâlâ erken sayılabilirdi ama 4 Temmuz gelip geçmiş ve Brewers, Miller Park’a liderliği Cincinnati ile paylaşarak dönmüştü. Şampiyonluk yarışında iddialı olmalarının en büyük sebebi, Cleveland Indians’tan Milwaukee Brewers’a transfer olmuş olan Richie Sexson’in, George Rathbun’un deyimiyle harikalar yaratıp gökyüzünü delen sihirli vuruşuydu.
Şampiyonluk yarışındaydılar ve Ty da maçtaydı! MUHTEŞEM! Maçta olması harikaydı, üstüne üstlük yeri de en ön sıradaydı. Hemen yanında -iriyarı, terli, kırmızı suratlı, bir elinde Kingsland birası tutan, diğer elini acil durumlar için oturduğu yerin altına sokmuş olan- muhteşem George oturuyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Brewers’dan Jeromy Burnitz, birinci bölümde oyun dışı kalmıştı ve Cincinnati’nin savunma oyuncusunun topu iyi yakalayıp hızla fırlattığına hiç şüphe yoktu, ama George Rathbun’a göre şüphe götürmeyecek bir şey daha vardı, o da Bumitz’in kaleye vaktinde ulaştığıydı! Alacakaranlıkta ayağa fırladı, terli suratı, eflatun gökyüzü altında parlıyor, havaya kaldırdığı kollarından birinden dirseğine doğru bira köpükleri süzülüyor, mavi gözleri parlıyordu (o gözlerin hiçbir şeyi kaçırmadığı belliydi). Ty ve diğer herkes biliyorlardı ve sonunda Coulee Bölgesi’nde, o güzel yaz akşamında, her şev yolunda gittiğini, dehşetin ortadan kaldırıldığını ve uğursuzluğun yok edildiğini kanıtlayan o gür, olağanüstü haykırış duyuldu.
“YAPMA BE HAKEM, BU KADARI OLMAZ! BU KADARI OOLLMAAZZ! KALEYE VAKTİNDE GELDİĞİNİ KÖR BİR ADAM BİLE GÖREBİLİR!”
İlk kalenin yakınındaki kalabalık onun sesi üzerine çılgına döndü. Üzerinde MILLER PARK, GEORGE RATHBUN’A VE KDCU’NUN BU SENEKİ TALİHLİLERİNE HOŞ GELDİINIZ DER yazılı pankartın arkasında oturan on dört kişi de aynı şekilde tepki verdiler Ty Brewers şapkasını sallıyor, kahkahalar atıyor, hop oturup hop kalkıyordu Sevincinin iki kat olmasında, o seneki çekilişe katıldığını unutmuş olduğunu sanmasının da payı vardı. Galiba babası (veya belki de annesi) onun adına katılmış... o da kazanmıştı! Büyük ödülü kazanamamış, tüm Cincinnati serisi boyunca Brewers’ın top toplayıcılarından biri olamamıştı ama Ty’ın fikrine göre, onun kazandığı (diğer talihlilerle paylaştığı bu ön sıradaki mükemmel yerden başka) daha da iyiydi. Elbette Richie Sexson bir Mark McGwire değildi -hiç kimse topa Big Mac gibi vuramazdı- ama Sexson, bu sezon Brewers formasıyla harikalar yaratmıştı ve Tyler’ın kazandığı da...
Biri ayağını sallıyordu.
Bu rüyadan (üzerine çöken dehşetten cennete kaçmış gibiydi) ayrılmak istemeyen Ty, ayağını çekmeye çalıştı ama el, çok ısrarlıydı. Sallıyor, sallıyor, vazgeçmeden sallıyordu.
“Uyan,” diye hırladı bir ses ve rüya, karanlıklara gömülmeye başladı.
George Rathbun, Ty’a döndü ve çocuk, inanılmaz bir şey gördü: sadece birkaç saniye önce masmavi olan gözler, donuklaşmış ve süt gibi beyazlaşmıştı. Aman Tanrım, gerçekten kör, diye düşündü Ty. George Rathbun gerçekten...
“Uyan,” dedi hırıltılı ses. Şimdi daha yakından geliyordu. Rüyası her an kaybolabilirdi.
Ama ondan önce George konuştu. Sesi yumuşaktı; spor programı yapan adamın böğürtüsüyle ilgisi yoktu. “Yardım yolda, geliyor,” dedi. “Onun için sakin ol, küçük kedi. Kontrolünü...”
“UYAN dedim, küçük bok!”
Ayak bileğini kavrayan el, demirden bir pençe gibi sıkıyor, eziyordu. Ty can havliyle bağırarak gözlerini açtı. Bu şekilde dünyaya... ve hikâyemize geri döndü.
Nerede olduğunu hemen hatırladı. Örümcek ağlarıyla kaplı ampullerle yanlanan taş bir koridorun orta kısmındaki, kırmızımsı-gri demir parmaklıkları olan hücredeydi. Köşede, içinde bir tür yahni olan bir tabak duruyordu. Diğer köşedeyse işemesi (ya da büyüğünü yapması için, Tanrı’ya şükür henüz buna ihtiyaç duymamıştı) için konmuş bir kova vardı. Hücrede bunlardan başka sadece, Burny’nin az önce onu üzerinden çektiği eski, paçavraya dönmüş bir şilte vardı.
“Pekâlâ,” dedi Burny. “Sonunda uyandın. Güzel. Şimdi ayağa kalk. Çabuk ol, kıç silici. Seninle uğraşacak zamanım yok.”
Tyler ayağa kalktı. Gözleri karardı ve elini başının üzerine koydu. Kafasında süngerimsi, kabuk tutmuş bir yer vardı. Oraya dokunduğunda, ani bir sancı, yaranın olduğu yerden kilitlenmiş çenesine doğru şimşek gibi ilerledi. Ama aynı anda baş dönmesini uzaklaştırıp, Tyler’ı kendine getirdi. Eline baktı. Avuç içinde yara kabuğu parçacıkları ve kurumuş kan vardı. Lanef olası taşla vurduğu yer orası. Biraz daha şiddetli vurmuş olsaydı şu an bir arp çalıyor olurdum.
Ama her nasılsa, yaşlı adam da yaralanmıştı. Gömleği kanla kaplıydı; kırışıklarla dolu çirkin yüzü, balmumu gibi sarı ve solgundu. Arkasında, hücrenin kapısı açık duruyordu. Ty, belli etmediğini umarak koridora kadar olan mesafeyi ölçmeye çalıştı. Ama Burny bu oyunu çok uzun zamandır oynuyordu. Ganayan ayagları üzerinde gacmaya çalışan bir cog cocug olmuşdu, oh ho.
Elini siyah deri çantanın içine soktu, tabanca gibi kabzası ve paslanmaz çelikten namlusu olan siyah bir alet çıkardı.
“Bunun ne olduğunu biliyor musun, Tyler?” diye sordu Burny.
“Bir elektrik tabancası” dedi Ty. “Değil mi?”
Burny dişlerini ortaya çıkararak sırıttı. “Zeki çocuk! Yoksa çok televizyon seyreden bir çocuk mu demeliydim? Evet, bu bir elektrik tabancası. Ama özel bir tür otuz metreden bir ineği devirebilir. Anladın mı? Kaçmaya kalkarsan seni anında yere indiririm. Buraya gel.”
Ty hücreden çıktı. Bu korkunç yaşlı adamın onu nereye götürdüğü hakkında hiçbir fikri yoktu, ama hücrenin dışında olmak bile onu biraz rahatlatmıştı. En kötüsü şilteydi. Başında bir şişlik ve korkuyla ağlayarak üzerinde uyumaya çalışan tek çocuk olmadığını her nasılsa biliyordu. Ondan önce belki on çocuk orada yatmıştı.
Hatta belki de elli çocuk.
“Sola dön.”
Ty döndü. Şimdi yaşlı adam arkasındaydı. Birkaç saniye sonra, kemikleri fırlamış parmakların kalçasının sol tarafını kavradığını hissetti. Yaşlı adamın bunu ilk yapışı değildi (her defasında Tyler “Hansel ve Gretel” masalındaki cadının, kaybolan çocuklara kollarını kafesten çıkarmalarını söylemesini hatırlıyordu), ama bu kez dokunuşu farklıydı. Daha güçsüzdü.
Bir an önce geber, diye düşündü Ty. Tıpkı Judy gibi oldukça soğukkanlıydı. Bir an önce geber ki seni ben öldürmek zorunda kalmayayım, yaşlı adam!
“Bu benim!” dedi yaşlı adam... ama sesi, nefes almakta zorlanır gibi çıkıyordu, artık kendinden pek emin değildi. “Yarısını fırında pişireceğim, diğer yarısını da kızartacağım. Yanında domuz pastırmasıyla.”
“Pek fazla yiyebileceğini sanmıyorum,” dedi Ty sesinin sakinliğine şaşırarak. “Birisi midene havalandırma deliği açmış gibi görü...”
Bir çıtırtı duyuldu ve Ty sol omzunda berbat, keskin bir yanma hissi duydu. Bir çığlık attı ve yaralı yeri tutmaya, ağlamamaya, George Rathbun ve diğer KDCU talihlileriyle maçta olduğu o güzel rüyaya sarılmaya çalışarak koridorun, hücrenin tam karşısında kalan duvarına yığıldı. Bu sene çekilişe katılmayı unuttuğunu biliyordu ama bunlar, rüyalar için önemsiz ayrıntılardı. Bu kadar güzel olmalarının sebebi de buydu.
Ah, ama canı çok yanıyordu. Ve tüm çabalarına -içindeki tüm Judy Marshall’a- rağmen gözyaşları akmaya başladı.
“Bir posta daha ister misin?” diyerek yutkundu yaşlı adam. Sesi hem hasta, hem histerikti ve Ty yaşında bir çocuk bile bunun çok tehlikeli bir bileşim olduğunu biliyordu. “Uğur getirsin diye bir daha ister misin?”
“Hayır,” dedi Ty yutkunarak. “Lütfen bir daha elektrik verme, lütfen.”
“Öyleyse yürümeye başla! Ve o çok bilmiş çeneni de kapalı tut!”
Ty yürümeye başladı. Bir yerlerde suyun damladığını duyabiliyordu. Başka bir yerden, bir karganın kahkaha dolu ötüşü belli belirsiz duyuluyordu, büyük ihtimalle onu tuzağa düşüren kargaydı, o kötülük yüklü siyah tüylerini birer birer yolmayı ne kadar da isterdi. Dış dünya, binlerce ışık yılı uzakta gibiydi. Ama George Rathbun yardımın yolda olduğunu söylemişti ve bazen rüyanızda duyduklarınız gerçek olabilirdi. Bunu ona annesi söylemişti. Hem de garip davranmaya başlamasından çok önce söylemişti.
Döne döne sonsuzluğa doğru iniyormuş gibi görünen bir merdivenin başına geldiler. Derinliklerden yukarı sülfür kokusu ve bir ısı dalgası yükseliyordu Çığlıklara ve iniltilere benzeyen sesler hafifçe duyulabiliyordu. Makinelerin gürültüleri daha baskındı. Kayış ve zincir sesleri olmaları muhtemel, uğursuz gıcırtılar vardı.
Yaşlı adamın ona mecbur olmadıkça bir daha elektrik vermeyeceğini düşünen Ty duraksadı. Çünkü elindeki silahı kullandığı takdirde Ty bu dönerek bu merdivenlerden yuvarlanabilirdi. Yaşlı adamın taşla yaraladığı yeri bir yere çarpabilir, boynunu kırabilir ya da boşluğa düşebilirdi. Yaşlı adam onu canlı istiyordu, en azından şimdilik. Nedendi bilmiyordu, ama Ty bu sezgisinin doğru olduğundan emindi.
“Nereye gidiyoruz, bayım?”
“Göreceksin,” dedi Burny zorlukla konuşuyormuşçasına. “Ve elimdekini basamaklarda kullanmaktan çekineceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun, küçük piç. Haydi, yürümeye devam et.”
Dostları ilə paylaş: |