Kur’an’ın Bütün Manalarına Vakıf Diğer Müfessirler
Kur’an-ı Kerim’in ebedi bir kitap olduğu ve malumatının Allah Rasülü’nün (s.a.a) zamanına has olmadığı düşünüldüğünde ve maarifinin bir kısmını herkesin anlayabilecek kapasitesi bulunmadığı hesaba katıldığında, “Allah Rasülü’nün (s.a.a) Kur’an’ın tüm öğretilerine dair bilgisi”yle ilgili bahiste söylendiği gibi, Allah’ın hikmeti, Peygamberimizden sonra her çağda, belirsizlik ve ihtilaf konularında ümmetin mercii olacak ve insanların onlar aracılığıyla Kur’an’ın öğretilerine erişebileceği, Kur’an’ın bütün bilgilerine, tenzil ve teviline, zâhir ve bâtınına vakıf, hata ve unutkanlıktan masun, gerçek tefsire gücü yeten bir şahsın bulunmasını gerektirir. Çünkü böyle olmazsa, birincisi malumatın büyük bölümü belirsizlik içinde kalır ve ondan yararlanılması Allah Rasülü’nün (s.a.a) zamanına mahsus kalır. Bu ise Kur’an’ın ölümsüzlüğüyle uyuşmaz. İkincisi, Kur’an’ın tüm bilgilerine vakıf bir müfessir bulunmaması halinde ihtilafları gidermek için gelmiş olan Kur’an, ihtilafın başka bir zeminine dönüşür. Böyle olunca da beşeriyete hidayet ve ihtilafın giderilmesi olan maksadı gerçekleşmemiş olacaktır.145 Bu da Allah’ın hikmetine uygun değildir. Bu nedenle Allah Rasülü’nün (s.a.a) rıhleti vaktinde Kur’an’a sarılmayı vasiyet etmekle yetinmediğini, ümmetine defalarca iki şeye yapışmayı tavsiye ettiğini ve sapmamalarının o ikisine sarılmaya bağlı olduğunu hatırlattığını ve bu ikisinin hiçbir zaman birbirinden ayrılmadığını buyurduğunu görüyoruz. Bu iki şeyden biri Allah’ın Kitabı, diğeri ise Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’idir. Bu konu birçok yerde ve muhtelif ifadelerle Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu ifadelerden biri şöyledir:
“Hiç şüphe yok aranıza iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Eğer bu ikisine sarılırsanız asla yolunuzu kaybetmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim. Hiç tereddüt yok ki, bu ikisi, Kevser havuzunun kenarında bana gelinceye dek birbirinden asla ayrılmaz.”146
Her ne kadar Kur’an-ı Kerim herşeyi beyan eden kitapsa da
(وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ147) onu anlamak için izah lazımdır. Bu nedenle şöyle buyurmuştur: “وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ”148 Herşeyin bilgisinin Kur’an’da bulunduğu, ama sadece Allah Rasülü (s.a.a) ve mutahhar İmamların (a.s) onu bildiğine ve bu büyük şahsiyetlerin sahip olduğu ilmin kökünün Kur’an’da bulunduğuna delalet eden birçok rivayet itibariyle149 Kur’an’ın yanında Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine de sarılmanın, onların Kur’an-ı Kerim’i açıklıyor olmaları bakımından sapmamanın şartı kabul edildiğini anlıyoruz. Kur’an-ı Kerim insanlığın hidayeti için bütün bilgi ve hükümleri içeriyor olsa da onları açıklamadan gerekli bütün malumat ve hükümler ondan çıkarılamaz. Bu sebeple, yapışılmaması sapmamanın şartı olarak tanıtılmış bu meseleden üç sonuç çıkarılmaktadır:
1) Kur’an-ı Kerim, sapmaktan kurtulmak için tek başına yeterli değildir. Çünkü tüm öğretiler onda tafsilatıyla belirtilmemiştir. Bir müfessir ve mübeyyin istemektedir.
2) Bu hadiste Kur’an’la birlikte zikredilen Ehl-i Beyt, Kur’an-ı Kerim’in tüm anlamlarına vakıf müfessirlerdir.
3) Onlar Kur’an’ı tefsir ederken hevaperestlikten ve hatadan masundur. Çünkü Peygamber (s.a.a), eğer bu ikisine sarılınırsa asla sapılmayacağını buyurmuştur. Bu, onların her türlü hata ve hevadan korunmuş olmalarını gerektirir. Zira böyle olmasaydı insanların sapmamaları kesin olmayacaktı.
“O ikisi asla birbirinden ayrılmaz” cümlesi iki önerme içermektedir: 1) Onlar Kur’an’dan ayrılmazlar, 2) Kur’an onlardan ayrılmaz. Bu iki hükümden şu anlaşılabilir:
1) Onların heva ve hatadan korunmuş olmaları. Çünkü Kur’an’dan ayrılmamaları onların bilgi, düşünce ve davranışlarının tamamen Kur’an’a uygun olmasını gerektirir. Bu da onların heva ve hatadan masun oldukları manasına gelir. Bundan başka bir şey sözkonusu olsaydı bu bağlılık gerçekleşmezdi.
2) Onların Kur’an’ın tüm mana ve maarifine vakıf olmaları. Çünkü Kur’an’ın onlardan ayrılmaması, Kur’an’ın tüm anlam ve maarifiyle onların nezdinde bulunmasıyla mümkündür. Eğer bu maarifin bir kısmını bilmeseler o kısımdan ayrı düşmüş olacaklardır. Halbu ki Peygamber (s.a.a) Kur’an’ın onlardan ayrılmasını nefyetmiştir.
Sakaleyn hadisinin anlamı hakkında İmam Bakır’dan (a.s) nakledilmiş bir rivayette Ehl-i Beyt’in Kur’an müfessiri olması şöyle açıklanmıştır: Muhammed b. Hasan Saffar muttasıl senedle Sa’d Eskaf’tan şöyle rivayet etmiştir:
سألت ابا جعفر علیه السلام عن قول النبی صلی الله علیه و آله انی تارک فیکم الثقلین فتمسکوا بهما فانهما لن یتفرقا حتی یردا علی الحوض. قال فقال ابو جعفر علیه السلام لا یزال کتاب الله و الدلیل منا یدل علیه حتی یردا علی الحوض150
İmam Muhammed Bakır’a (a.s) Peygamber’in (s.a.a) sözünün manasını sordum. Şöyle buyurdu: “Sizin aranıza iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Onlara sarılın. Çünkü bu ikisi, (Kevser) havzında bana ulaşana dek asla birbirinden ayrılmaz.” Hazret şöyle buyurdu: “(Yani) Allah’ın Kitabı ve ona delalet eden bizden bir delil, havuzda bana gelinceye dek (birliktedir).”
Bu rivayet, sakaleyn hadisini ve Ehl-i Beyt’in Kur’an-ı Kerim’in müfessiri olduğunu teyit, hatta tekid etmektedir.
Buraya kadar bu mütevatir hadisten çıkan sonuç şudur ki, Peygamber’in Ehl-i Beyt’i, Kur’an’ı anlamada ve tefsirde her türlü hatadan ve hevadan korunmuş Kur’an-ı Kerim’in gerçek müfessirleridir. Şimdi bu Ehl-i Beyt’in kim olduğuna bakabiliriz.
Dostları ilə paylaş: |