ŞEKİL - 18/A
V = Cismin hızı
C = Işık hızı
L = Cismin haketli uzunluğu
L0 = Cismin durduğunda uzunluğu
Formül bize, bir cismin giderken, durduğundan daha kısa geldiğini açıklamaktadır. Işık hızına yaklaşıldıkça bir cismin boyu hareket doğrultusunda kısalmaktadır. Bir metre boyundaki bir cetvelin, ışık hızına iyice yaklaştıkça boyu sırayla 80 cm, 70 cm, 50 cm olur; yani ışık hızının % 90'ında bir metre, yarım metreye iner.
ŞEKİL - 18/B
Hareketli cisim hareketi doğrultusunda ve hareket hızıyla orantılı olarak bir kısalıma uğrar. Hareket doğrultusuna dik gelen doğrultuda kütlesi sonsuzlaşan cismin boyu ışık hızında SIFIR değerine eş olur. Kütlenin sonsuzluğu, cismin enerjiye dönüşmüşlüğünü getirir. Kütle gibi uzunluk da mutlak ve değişmez değildir. Kütle hareket doğrultusuna dik yönde yayılırken, hareket doğrultusunda cismin boyu büzüldüğünden, uzunlukta kısalma ortaya çıkar. Işık hızının % 90'ı hızla giden 1 kg ağırlığında ve 1 m boyundaki cisim, 1275 gram'a büyürken boyu da 50 cm'ye kısalır. Işık hızında boyu SIFIR uzunluk olurken eni SONSUZ İPLİK gibidir. Dolayısıyla ışık hızında bir cismin ENİ ve BOYU yer değiştirmiş, zamanı da durmuş olur.
Çekim dalgaları, hızlı hareket eden cismin içine sıkıştığından, cisimden kaçamazlar ve bu nedenle cismin atomik yapısında sıkışma basıncı (Yoğunluk) oluştururlar. Kısalma sürdükçe, içbasınç etkinliğinin artmasıyla cismin atomları hareket doğrultusundan çıkmaya zorlanır. Böylece cismin hareket doğrultusuna dik doğrultuda "Enine kütle yayılması" olayı doğar. (*)
(*) Nasıl ki kütlenin "Yarı-Ömür" süreci yani zaman olarak yarılanması varsa ve ağırlığını YARIYA indiriyorsa, aynı durum "Uzunluk yarılanması" diye de belirlenebilir. İşte bu önemli konuyu bilim adamları gözden kaçırmışlardır (ki, ileride "Süper-Relativite" bölümünde değerlendireceğiz). Işık hızının eşiğinde bu kısalma iyice belirginleşir. Magnetosferimizin yapısı nasıl ki "Güneş yönünde" basılmış, arkada ise tam serbest ise, aynı durum yine konumuzla benzeşen ve gözden kaçmış evrensel olaydır.
Tam ışık hızında ise daha önceki kütle formülünde olduğu gibi kök içinde sıfır (yani sonsuz sonucu) çıkar ve tekilliğe terk edilir. Bu, "Cismin boyunun sıfır olması" demektir.
Cismin boyunun sıfır olduğunu daha söyleyemeden, cismin kütlesi sonsuz değerine ulaşacak, yani cisim maddeyi çözüp enerjiye dönüşecektir ki, işte bu belirsizlik anında maddî cisimden değil; enerjiden söz etmek gerekiyor.
Konuyu bilim-islam verilerine kaydıralım: Kuantum teoremi cisimlerin önceki ve sonraki durumlarıyla ilgilenip, (Çarpışma, ışık hızı gibi) DALGA DAVRANIŞLARINA geçtikleri an ile ilgilenmez. Orada bizi "Esîrî Rezonans" davranışları beklemektedir ki onların maddeyle ilgisi yoktur. Çünkü TAM IŞIK HIZI'na ulaşan madde, birden enerji olur. Bunun dinimiz verilerindeki yeri "Toprağın (Kriltal yapının) Nâr (Enerji)" olmasıdır. Toprak ise bir anlamda insandır ve ateş (Nâr) da Cindir!..
Kütlenin sonsuz olmasıyla boyunun sıfır olması gerçeklerinde sanki bir çelişki sezilmektedir. Oysa bu cismin hareket doğrultusunun kaybı, ENİNE biriktirmesiyle dengelenmektedir. Hızı ne kadar artırırsak hareket doğrultusu o kadar kısalır, enine doğrultuda (UFUK) genişleme olur. (Şekil-18)
Tam ışık hızında aktif madde dalgalarının iç tutunumu sarsılır ve dışarı kaçma eğilimi doğarken bir yandan da güçleri iyice artar. Fakat hem kendi hızları (v) hem de gittikleri hız (Işık hızı=c) eşitlendiğinden, bu aktif dalgalar kaçamayıp hapsedilirler. Bu öylesine bir iç potansiyel enerji birikimi oluşturur ki, bu aktivasyon cismi imha etmeye ya da parçalamaya kullanılır. Madde de böylece parçalanarak enerjiye dönüşür. O anda "Cismin kütlesinin sonsuz olduğunu" söylemekteyiz. Yine aynı anda (bir DUALİTE sonucu) cismin kütlesi enerjiye dönüştüğünden SIFIR olmaktadır. Sonsuz ve sıfır aynı anda vardır. Bu değer, eğer madde için kullanılıyorsa sonsuz; enerji için kullanılıyorsa sıfır ağırlık demektir.
Cismin boyutunun hareket doğrultusunda kısalması, (Bu kaybını hareket doğrultusuna dik olarak) enine kaydırmasında da fark edilmemiş, gözden kaçmış sırlar vardır. Kaybolan (yani kısalan) uzunluk, cismin burnunun ucundan enine genişlemeye aktarılır. Cismin boyu sıfır uzunluk olduğunda ise eni SONSUZ olur ve artık eni, (İleride göreceğimiz uzay-zaman çizelgesinin sağ ve sol yanında kalan) PARALEL evrenlere geçer. Biz artık onu nokta olarak görürüz. Önceki ciltlerimizde, kuantların nokta olmasına karşılık, buna dik bir düzlemden bakıldığında "Kalem=Tünel" gibi "TEK BOYUT = Uzunluk boyutu" olduğunu ele almıştık.
Yine, karadelik tekilliğine çekilen bir cismin boyunun uzadığını [söylemiş], makarna gibi çekildiğinden söz etmiştik. Çünkü, cismin eni ne kadar kalın olursa olsun, bir TEK BOYUT İPLİĞİ halinde çekilir ve böylece karadeliğe, sonra arkadaki PARALEL EVRENE değmiş olur. (Bu konuyu 3. cildimizde şematik olarak sunacağız.)
Cismin boyunun hareket doğrultusunda kısalması demek, buna dik doğrultuda uzay-zaman standart grafiğinin (Tren rayının) dışına çıkıp iki yanında kalan engin yerlere ulaşması demektir. Eğer bu trenin kalınlığı raydan (Uzay-zamandan) daha geniş olursa, rayın iki yanında kalan türlü paralel evrelere değeriz. Hareket doğrultusunda kaybettiğimizi sandığımız uzunluk farkı, aslında bizim enimize eklenmektedir. Biz bu durumdayken hiçbir şey fark etmeyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz bütün sistemi oluşturan atomlar, "Eşit" büzülmüşlerdir. Bizim hareket doğrultusunda kısaldığımızı, enine şişmanladığımızı söyleyen, "Dışarıdaki" gözlemcidir. Biz de onun boyunun kilometrelerce uzadığını fakat eninin bir çizgiden kalın olmadığını görürüz. Enerji-insanların (Örneğin cinlerin) bizi böyle gördüğünü söyleyebiliriz.
Tam ışık hızında ise yine sonsuz sonucu ortaya çıkar. Bu demektir ki bizim bir metrelik cetvelin boyu sıfır cm'ye yani boyutsuz bir noktaya inmiştir. Artık o bir KUANT noktacığıdır. Çünkü evreni şimdiki düzlemiyle noktasal kesit olarak algılıyoruz.
KESİM : 35
ABSTRE VE ABSÜRT
KAYIP ÂLEM
Fakat buna dik doğrultuda ise cetvelin boyu SONSUZ BİR İPLİK GİBİ ÇEKİLİR UZAR. İşte biz o dik DOĞRULTUYU GÖREMİYORUZ, İŞTE UNUTULAN BUDUR!.. ORASI İSE "EVRENİN KAYIP ÜÇÜNCÜ DÜZLEMİ"dir.
Böylece bir metre boyundaki cetvel ışık hızının %90'larında yarılanır, ışık hızında bir tek enerji noktası olur. Fakat eğer ışık hızının iki misli bir hızla gidiyorsak, bu kez ötede karekök içinde eksi bir (√-1) metrelik bir SOYUT CETVEL olarak ortaya çıkacaktır. O cetveli tutamayız (ama rüyâda görebiliriz).
Bizim terazilerimiz, ne sıfırdan küçük bir ağırlığın kütlesini ölçebilirler ne de böyle sıfırdan küçük bir uzunluğu...
Çünkü terazilerimizin en küçük sayısı "SIFIR"dır. (Ahıretteki Mizan=Günah-sevap tartan terazi gibi sıfırdan küçük değerleri gösteremezler. Mizan soyut ve gerçek sayıların 4 işlemini yapan 5. işlem aracıdır.)
Cetvellerimizde de "Sıfırdan küçük bir sayı eşeli" yoktur; çünkü anlamsızlaşmaktadır. Hiçbir kimse "Bana eksi bir metre kumaş kes, eksi bir kg elma tart, eksi bir dönüm arazi sat, eksi üç metreküp kereste ver" diyemez.
Zaten bu fark bizim takyon âlemine (Ahıret) vakıf olmamızı önlüyor. "Ahıret inancı" bunun için için çoğunluğa saçma, anlamsız, hayalî geliyor. Çünkü soyut kütlenin matematiği bu imajiner=anlamsız, hayalî , saçma (!) sayılara dayanıyor. Oysa bu anlamsız soyut şeyler maddemizi doldurmuştur. Beynimizdeki düşünce kaç gramdır? Kalbimizdeki aşk ne kadar büyüktür?
"Rüyamda sabaha kadar kilometrelerce koştum durdum" ne demektir? Gökkuşağı kaç gramdır? Melekler kaç kilodur? Ruhumuzun uzunluğu nedir? Esîrden koparılmış bir parça kaç metreküp tutar? Günahım-sevabım kaçar kilo acaba? Kabirim öteki âlemde ne kadar genişleyecek ya da daralacak?
Bu tür soruların anlamı nedir? Ne anlam verilebilir, bunu yaşar görürüz. Eğer kör isek ölür, ötede görürüz!.. Sonra dirilir, bir kez daha görürüz.
Dünyada bir kez görmemiş olsak bile ölümden sonra ve kıyamette olmak üzere İKİ KEZ göreceğiz. Önemli olan onu ÜÇE TAMAMLAMAK! Dünyada da şehâdet getirmektir. Amentü budur, kulluk borcu da budur!..
Somut "Gerçek" ve soyut "Hâyâl" ise, o zaman varlığımız daha çok hayalle iştigal ediyor demektir: Çünkü düşüncesiz bir anımız bile yok. Ömrümüzün üçte birini(Örneğin 25 yılı) uyuyarak geçiriyor ve rüyalarla, hülyalarla, hayallerle, sanrılarla, vesveselerle, pek çok beşerî duyguyla da her salisemizi geçiriyoruz; sürekli düşünce üretiyoruz, sürekli heyecanlanıyor, seviyor, öfkeleniyor, hüzünleniyor, neşeleniyor, ve analık gibi daha pek çok beşerî duyguyu "kalbimizde" taşıyoruz; "Beynimizde" yaşıyoruz:
Kalbimiz ve beynimiz belli: Birer kilodan az et parçaları!.. Ya içindeki eksi trilyarlarca tonluk duygular?
Niçin hemen "KALBİ" duygusallığın kaynağı; beynimizi mantıksallığın kaynağı olarak belirliyoruz? Oysa bir mekanist olarak şöyle demek gerekirdi:
- "Ben beyin salatasına bayılırım, köpeğim de dana kalbi yer!"
Bütün bunların "Anlamı ne?"; niçin insanlar özel "Hayalî" dünyalarında yaşıyor, bir de "Gerçek dünyadan" söz ediyorlar.
Dünya ne kadar gerçek? Dünya demek, şu adam (Kim) ve şu nesne (Ne) demektir. Fakat şu adama öfke ya da antipati duyuyorum. Bu nesne benim olunca seviniyorum; vitrindeyse onu almayı düşünerek, ileride elde edeceğimi hayal ederek coşku duyuyorum, alamazsam hayıflanıyorum, üzülüyorum.
- "Onu çok seviyorum. Aşk öyle bir duygu ki, intihar etmekten başka çıkarım yok!"
Pek çok intihar mektubunda benzeri sözü duymuş olmalıyız. İnsanı öldürecek kadar güçlü bu duygu nedir?
- "Geçmişimden utanıyorum!"
Geçmişi geçmiştir, hâlâ niçin yüzü kızarıyor? Önce geçmişe uzanabiliyor, daha sonra utanabiliyor demek ki!
- "Yarın bir otomobil satın alıyorum!"
Söyleyene bakıyorum, coşku dolu. Çünkü bilinci geleceğe uzanmış, hatta söylediği gelecekte gerçekleşiyor. Aklen "Geleceğe" gitmiştir.
Biz somut muyuz; soyut muyuz? Varlığımızın nedeni, işe yaramaz çevre cisimlerini anlamlandırmak mıdır? Beslenmek için süt de yeterli serum da!.. Fakat bir takım lezzetler peşindeyiz, tatlar yanında kokular da arıyoruz: Serum kötü kokuyor ama, eninde sonunda serum olup kanımıza karışacak olan "Biftek" nefis kokuyor.
Biftek nefis mi? Hani o et parçası!.. Bayatlayınca kokuyor, çiğken de çok feci. Ama bir şey var ki, ateş azabı bile değince bir lezzet geliyor, bir koku ki nefsi galeyana getiriyor, tokken bile yine yediriyor. (Oburluk budur!)
İLERİ BİLGİLER - 32 (32b)
ZAMAN BOYUTU
Zamanın bir boyut olduğunu, diğer boyutlar gibi bir mekan çizgisi olarak temsil edildiğini, fakat diğer üç boyut (Örneğin en, boy ve yükseklik) gibi somut yani elle tutulur değil SOYUT bir boyut olduğunu ilk olarak 12 yüzyıl önce "Müslüman-Türk El-Cabir" öngörmüştür. Gauss ekolü ise uzayın tanımını yapmışlardı. Minkowski "El-Cabir önermesini" kullanarak zaman boyutunu cT=√-1 biçiminde gösterdi. Artık Einstein'a uzay ve zaman birleşmesini göstermek kalmıştı. Bu sırada Zig-Zag öğretisinin mensuplarından Kozirev, zamanın hem boyut hem enerji olduğunu belirtti.
Mekân boyutları SABİT; fakat zaman boyutu DEĞİŞKENDİR. Mekân bir "YER"dir. Zamanın "Yeri" gösterilemez, bir mekânı yoktur. Zaman bağımlı değildir. Doğanın dört temel kuvveti de "Zamana" bağımlı değildir.
Zaman boyutu, diğer bütün boyutlar (Mekân) küçüldükçe, aynı oranda küçülür. Zerreler evreninde (Atom-altı ölçekte) boyutların küçülmesi sürdükçe zaman hızlanır.
Bir ışık işâretinin 1 cm uzaklığı aşması için geçen zaman "birimi" 0,000 000 000 003 saniyedir. Uzay aralıkları bu minicik birimde, kısmen zaman aralıklarına ve/veya zaman aralıkları uzay aralıklarına dönüşebilir. Birbirlerine tam bir dönüşme Karadelik tekilliğinde gerçekleşir.
Çok "Mini mekânlarda" zaman sıfır olur. Zamanın akma hızı olan ivmesi ve tensoru sabit ve belli değildir. Yeryüzünde, atomda, uzayda, kuantik yapılarda türlü, farklı esnek ve değişken akması vardır. Ayrıca zaman bir olayın başında (Neden) ve sonunda (Sonuç) eşit akmaz, farklı akar.
Yine çağlar boyunca "Zaman" tensor gösterip farklı akabiliyor. Örneğin şimdiki "Zaman akışı" hızıyla ölçümlersek, Güneş ve Dünyanın oluşumunun beş milyar yıl öncesine uzandığını sanıyoruz. Fakat dinazor gibi dev hayvanların çağındaki oluşumlar, bize bu 5 milyar yıllık sürenin, gerçekte yüz bin yıl önce olduğunu göstermektedir. Çünkü bize yutturulan çağ hesaplarımız termodinamik soğuma gibi yanlış bir dayanağa dayanan izafî ve ampirik ölçümlerdir.
İLERİ BİLGİLER - 33
RELATİVİTE
Uzayda düzgün ivmeli ve doğrusal hareket eden (Uydu gibi) cisimleri kapsayan "Özel (Kısıtlı) Relativite"den sonra Einstein, 1915'de "Genel Relativite"yi oluşturmaya yönelerek, "Evrendeki bütün hareketleri içine alan" genellemeye koyuldu.
Einstein, "Tüm cisimler eşit hızda düşerlerse, onlara etkiyen çekim kuvvetinin, düşen cisimlerden bağımsız olarak var olduğunu" tespit etti. Çekim, uzay-zaman dört boyutlu birleşiminin özünde var olan olağan bir davranıştır. Yani uzay, "İçinde barındırdığı ağır yıldızlardan etkilenerek" kavisleşir. Bu kavis, uzay bükümü olduğundan, çekim ile eşleşip bizi de etkilemektedir.
Genel relativite, bize, madde ve enerjinin birinden diğerine hız değerine bağlı olarak dönüşebileceğini, hızlı gidenin yavaş olandan daha yoğun gözüktüğünü, bir cismin uzunluğunun hareket doğrultusunda kısaldığını, zamanın farklı yerlerde farklı hızlarla aktığını, ışığın çekim alanında eğilip geciktiğini, bir enerjinin eylemsizlik kütlesine itici olarak katılmasıyla bu kütlenin suskun kalamayacağını, (Böyle bir kütleyi ister ısıtalım, ister hızlandıralım ister karadeliğe itelim) büyüyeceğini göstermektedir.
Genel relativitenin saydığım bu toplu etkileri günlük yaşantımızda fark edilmeyecek kadar küçüktür. (Bu etkiler iki km öteden bir madeni parayı gören açıdan da küçüktür, ama bu açı astronomik ve kozmik boyutlara uzatılırsa büyüdüğünden çok önemli olur.)
Uzay düzdür, fakat bir yıldız (Güneş) yöresinde çukurlaşır. Gezegenler de bu çukurun konik yolu üzerinde plak iğnesi gibi dolanırlar. Dolayısıyla zaman boyutu da genel yapıya uyum sağlar.
Uzay ile zaman aynı şey değillerdir ama birbirlerinden ayrılmayan bir birlik, bir birleşim örgüsüdür. Karadelikler gibi aşırı hallerde ise birbirleriyle yer değiştirebilirler, fakat asla birbirinden ayrılamazlar.
Uzayın türlü katlarında "Yarı-ömür" kavramının değiştiği fark edilince relativitenin olayda yer almadığı, fizik evren şartlarında var olduğu ortaya çıkmıştır. Yani değişken olan mekân dilimlerindeki zamanın akışıdır. Zamanın uzayıp kısalması (Ömrün büyüyüp küçülmesi) varlıkların boyutları ile orantılıdır: Örneğin evrenin ömrü on milyarlarca yıl; fakat mini mini bir atomaltı taneciğin ömrü milyarda-bir saniyedir.
Zamanın bir boyut enerjisi, yani statik bir enerji olup, varlıkların bu enerjiyi soğurduğunu (Absorbe ettiğini) ilk ve tek olarak Kozirev göstermiştir. Varlığın tüketim enerjisi olan ZAMAN, diğer boyutlarla da enerji iletişimi yapabilmektedir. Zaman enerjisini kaybeden bir varlık ömrünün sonuna gelir. (Sayılı nefes budur!)
Zaman enerjisinin değişkenliği (tensörü) olması, zaman enerjisinin olaylara ve yüksek frekans ışımalarına enerji katıp, bir kalıp halinde yayıldığını ortaya kor. Bunu fark eden Kozirev, bir olayın başında ve sonunda zamanın aynı hızla akmadığını gösterdi. Ayrıca varlıkların geometrik yapısının zaman enerjisini mümkün olan en çok olabilecek, maksimal ideal biçimler, moleküler yapıların DNA helisleri gibi organik, yaşayan biyogeometrik bir şekil oluşturduğunu bize yine KOZİREV açıklamıştır.
Böylece zamanın matematik-fizik bir niteliği olduğunu, bu niteliğinin zamanı bir yazgı cetveli yaptığını, böylece kaderin kazasını, karmaşık koordinatlar biçiminde gerçekleştiğini anlamış bulunuyoruz. Kozirev, nasıl ki elektrik akımı için bir iletken gerekiyorsa, "Canlının iletimi için" de kuşaklar boyu genetik (Kalıtım) birimlerine ihtiyaç duyulduğunu, bu birimlerin ise zaman enerjisine adapte olmuş sarmal bir merdiven biçimini almasını varlıkların biyolojik yazgısı olarak öngörmüştür. Yani varlıkların en küçük birimi ve yapısı olan kromozomların "Niçin bu biçimi aldıkları" sorulduğunda, cevabını "Zaman enerjisi kalıbına uyum" ile verebiliyoruz.
KESİM : 36
HANGİ ZAMAN?
ŞEKİL - 19
Bir önceki cildimizin son bölümünde, zamanın relativite teoremleri içinde yer alan çelişkilerini kısmen sunmuştuk. Özellikle Asimov ve Gamow'un ünlü iki makalesinden alıntılar vermiştik. Zamanın bir kozmik engel olduğunu, milyonlarca yılı bulan sonu gelmez yolculuklara rağmen evrenin ışık hızıyla sınırlandığını öğretimiz boyunca hep vurgulamıştık.
Relativitenin en inanılmaz sonuçları, zaman boyutuyla ortaya çıkmıştır. Uzay-zaman ölçme sistemini kullandığımızda "Mutlak" "AYNI-ANDA"lık (senkronizasyon) kaybolur. Yani aynı olan iki olay arasını "Zaman aralığı" ayırmaktadır. Cinleri, enerjiyi, Yecüc-Mecüc ırklarını göremeyişimizin nedeni de bu asenkronizasyon (Zaman Seddi) 'dir.
Zamanın yüksek hızlarda genleşip pesleştiğini (yani yavaş aktığını) sağlıklı deneylerle artık biliyoruz. Işık hızıyla sınırlanmasına rağmen, yarı-ömrü çok kısa ışınlar, iki gök cismi arasında diğerine ulaşamadan yolda ölmeleri gerekirken, Güneşten bize ulaşan Pi (π) ve Eta (η) mezonları genç kaldıkları için dünyamıza ulaşabilmektedirler. Bu demektir ki, değişen ömür değil; uzaydaki zaman akışıdır. Çünkü yarı ömür kavramı sabit matematik bir gerçektir. Değişen yarı ömür olmadığına göre değişen uzaydaki zamanın akışı olmalıdır.
Gravitational geç yaşlanmayla, ışık hızına çok yakın hızlardaki geç yaşlanma birbirlerine özdeştir. Çünkü gravitation da ışık hızına yakın bir ivme ile bizi etkilediğinde "Hız" değeri kaale alınır. Işık hızının % 99'unda zaman yedi kat hızlanır. Tam ışık hızının yüzbinde-bir eksiği hızda ise MİLYONLARCA KAT daha ağır yaşlanılır. Daha yüksek bir hızda ise, biz gidip gelene kadar dünyada insanın soyu çoktan kurumuş olabilir.
İhtimal hesaplarına dayanılarak süpernova patlamalarından gelen enerjetik protonların (Atmosferimiz moleküllerinde çarpışmalarından doğan yan ürünlerinden biri olan) muonların denize varmadan bozunmaları gerekirken, bunların zamanları 7 kez daha genleşmektedir. Yani hareketsiz zamanlarından 7 kez daha gençtirler. Enerjetik muonların deniz seviyesine varan mezonlardan neden fazla olduğunun tek açıklaması zamanın genleşmesi ile anlatılabilir. Yüksek hızda Maser saatlerinin yerdekinden 50 000 kat daha yavaş ilerlediği, proton ve nötronların ivmelendirilmesinde ve hızlı jetlerdeki ölçüm ile (Saniyenin yüz milyonda biri süre) doğrulanmıştır. Bu paradoksa (İkiz çelişkiye) göre dünyada kalan, ikizinin kendinden genç geri döndüğünü görür.
"Uzay ikizine göre dünya ikizi de hareket etmektedir." Öyleyse her ikisi de birbirine göre daha az yaşlanmalıdır. Ama bu durum yasaklanmıştır. Çünkü uzayda seyahat eden çeşitli zamanlarda hızlandırılıp, yavaşlatılır. Ama evren böyle değildir. Fotonların hızı değişmezdir; bunlara baktığımızda hareketsizliği kavrayamamaktayız. Hızlı değişken (yani hareketli) genç kalmaktadır.
Sunduğumuz formüller bize ışık hızına yaklaştığımız ölçüde "Öz zaman kısalmasını" yani zamanın yavaşlama oranına ilişkin değerleri ölçmemizi sağlamaktadır.
Daha önceki ciltlerimizde zamanı iyiden iyiye başlı başına bir konu olarak açmıştık. Şimdi sadece bize gereken hatırlatmaları kısaca gündeme getireceğiz.
Genel Relativite teoremi, mevcut üç mekân boyutu üzerine, soyut bir boyut olan zamanı da dördüncü boyut olarak eklemektedir. Böylece evrenin "Uzay-zaman birleşimi" olduğunu anlıyor ve çekim etkisiyle eğrildiğini anlatıyor. Cisimler kütlelerinin artması oranında bu "ÖRÜMCEK AĞI" benzerindeki uzay-zaman eğrilerine batarlar, yani düz olanı eğerek çukurlaştırırlar. Gerçekten de uzay-zaman çizgileri, bir örümcek ağı gibi, hemen esneyebilen, yırtılabilen bir yapıdır. Ankebut suresine adını veren "Ankebut=Dişi örümcek"in yaptığı yuvayı anlatan âyet, aynı zamanda uzay-zamanın tanıtımıdır.
Zamanı ise "Işık hızına" göre tanımlarız. Yani ışıktan ne kadar yavaş isek, zaman da o kadar hızlı akar. Fakat ışık hızına ne kadar limit yaklaşırsak, "Zaman" da o kadar yavaşlar ve biz "Genç" kalırız.
Relativite formülleri bize ZAMAN, BOYUT ve KÜTLENİN ışık hızına yaklaştıkça sabit kalmadığını, değiştiğini anlatır.
Çabuk giden bir araçta, yavaş gidene oranla zaman daha yavaş akmaktadır. Işık hızının % 87 kadarıyla gitmeyi başardığımızda, astronotların zamanı yerdekilerden iki kat daha yavaş akacaktır. Işık hızının % 99'unda giden bir araçta geçen bir yıla karşılık; dünyadakiler 10 yıl yaşlanmış olacaklardır. Roket içinde zaman on kez yavaşladığında, dünyada geçen bir yıla karşılık rokette bir ay geçecektir. Böylece uzay yolcusu yurduna dönecek, fakat asla kendi çağına dönemeyecektir. Çünkü 14 yıl sonra dünyaya döndüğünde, dünyada 100 yıl geçecektir.
Işık hızının % 99,999 gibi ondalıklarında bu kez roketteki bir saate karşı dünyada 18 yıl; ondalığı daha yürüttüğümüzde roketteki 1 dakikaya karşılık bir yüzyıl geçmiş olacaktır. Böylece bir saniyemizin karşılığında dünyamızda bin yıl, milyon, milyar... sonsuz yıl geçecektir.
Bir güne karşılık "BİN YIL"ın geçtiği kozmik bir takvim, göksel kitapların tamamında yer almaktadır:
Üç göksel kitabının da aynı anlatımla verdiği bu "asenkronize relativite" imanın şartlarındandır. Kur'an hep âyetlerde, zaman ile ilgili değişkenliği ve mekân ile ilgili geçiciliği, iğretiliği vurgulamıştır. Daha önce de Tevrat ve İncil'de de kısmen tahrif edilmemiş Allah kelamına rastlıyoruz:
* "Çünkü senin gözünde BİN YIL, dünkü gün ve bir gece süresi nöbet gibidir." (Tevrat/Mezamir)
* "Ancak, ey sevgililer, şunu unutmayın ki Rabbinin katında BİR GÜN, BİN YILdır." (İncil-II, Peter-8)
* "ANCAK ŞU DA BİLİNMELİ Kİ RABBİNİN İNDİNDEKİ BİR GÜN, SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYDIĞINIZ (Hesabını tuttuğunuz) BİN YIL GİBİDİR." (Hacc-47)
* "O (Allah) İŞLERİNİ GÖKTEN YERE DOĞRU YÖNETİR. O'NA DOĞRU YÜKSELEN GÖREVLİ (Kimse) SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYIP HESAPLADIĞINIZ BİN YIL SÜREN BİR GÜNDE O'NA ÇIKAR." (Secde-5)
* "BU YÜKSEKLİKLER, YÜKSELİŞLER SAHİBİ ALLAH'TANDIR. MELEKLER VE RUH, ELLİ BİN YIL SÜREN BİR GÜNDE O'NA YÜKSELEREK VARIRLAR." (Mearic-4)
Böylece Rabbin 6 günde yaratımının karşılığı 6 bin yıl ve diğer âyete göre 300 bin yıl tutmaktadır.
Dünyamız saniyede ortalama 30 km hızla bir yılda 1 milyar km'lik bir yolu yörüngesinde kat etmektedir. Bu rakam bin yılda 1 trilyon km tutmaktadır. Bir görevli (Örneğin melek) saniyede 11 milyon km hızla "Arş'a yükseliyor" denebilir. 50 bin yıl hesabı üzerinden de dünyamız 5 000 000 000 000 km kat edince, bu, saniyede 550 milyon km hız yapan bir görevlinin varlığını ortaya çıkarır.
Bunları ilerleyen ciltlerde açarak Arş'ın uzaklığının, evrendeki (Bin yıl, elli bin yıl gibi türlü hyperrelativistik) takyon hızlarının ne anlama geldiğini göstereceğiz.
Feinberg, Dış uzay (Enine) ve iç uzay (Dikine) yolculukların farkını, uzay yürüyümüyle yani bir enerjik hız durumundan öteki enerjik hız durumuna, oradaki ardışık basamaklara gerek kalmadan sıçrayabileceğini gösterdi. Enerji, örneğin ışık hızının % 90, % 91, % 92... % 99, % 100 gibi değerlerinde bir sıra izlemeden, örneğin ışık hızının % 65'inden birden ışık hızının % 135'ine sıçrayarak, sıra izlemeksizin, dolaysız da faz atlıyordu!.. O halde ışık hızı yasağı lafta kalıyordu.
Örneğin, eğer biz [siz] böyle sıçrayan bir enerji olmaksızın, madde olarak ışık hızının % 80'inden birden % 120'sine sıçrayabilirsiniz. Yani bir hız durumundan diğer bir hız durumuna, aradaki ışık hızı yasağı duvarına hiç değmeden geçebilirsiniz. Örneğin illa ki bir duvara taş atacağınıza, arkadaki bahçeye duvarı aşırtarak taşı geçirebilirsiniz. Mutlaka duvara nişan almak gerekmez, duvara hiç değdirmeden de attığımız taş "Arka bahçeye" geçebilir.
KESİM : 37
RELATIVITY
İKİZLER ÇELİŞKİSİ
Zamanın bir boyut yani lineer (doğrusal) bir uzunluk olduğunu Türklerden Al Câbir bulmuş, Cebirin "Eksi" sayısıyla tarif etmiştir. Ondan yüzlerce yıl sonra Einstein, zamanın dördüncü boyut olduğunu fark etmiştir. Avusturyalı öğretmeni Minkowski de bu boyutun eksi değer ile √-1 (karekök içinde -1) yazılacağını göstermiştir. Böylece Reimann'ın "Uzay" modelini Minkowski "Zaman" değeriyle Lorenz dönüşüm formülleri üzerinde kullanarak, "Relativite" teoremini oluşturan Einstein'a bu ilham "Işık hızının değişmez yegâne sabit olduğu anlaşılınca" gelmiştir.
Artık, evrendeki bütün hareketlerin, bu sabit bir başvuru (Referans) sistemi olan ışık hızına dayanarak genellenebileceği anlaşılmıştır. Evrendeki bütün hareketler, ışık hızı değişmezine "Göre=İ'zâfet'en" değerlendirilebiliyordu. Bu nedenle teorem, "Relativite=İ'zâfiyet=Görecelik" adını aldı. (İsim babası Newton'dur.)
Relativite, bize, bir evrende oluşan tek bir olayın, aradaki mesafelere bağlı olarak, "Başka başka zamanlarda algılanan, ayrı ayrı olaylar" gibi gözüktüğünü ortaya kor. Bu ayrık olayları gözlemleyen herkes haklıdır; çünkü gördüğü kendi doğrusu ve gerçeğidir, hayal değildir. Güneş sönseydi biz bunu 8 dakika sonra ve en yakın öteki güneşten 51 ay sonra; Andromeda'dan da 3 milyon yıl sonra görecektik.
Genellenmiş relativite teorisi ise, bütün evrenin çekim etkisiyle düzlüğe yer vermediğini, uzay-zaman dört boyutlusunun çekim etkisiyle geometrik olarak büküldüğünü anlatır. Evrende hiçbir şey doğrusal, düz ve sonsuz değildir. Evren maddesiz düzdür; fakat içine madde girdiğinde, bu madde kendi atalet(Eylemsizlik) kütlesine eşdeğer bir çekim alanı yaratır. Bu çekim alanı da uzayı çukurlaştırır. Işık (Enerji) da bu yolu izlemek zorunda kaldığından, engebelerde zaman kaybederek gecikip bize ulaşır.
Çekimin hızı ışık hızına eşittir: Dolayısıyla hızlanan bir cisim, çekime daha az bağımlı olur. Fakat çekime ne kadar az bağımlı olursa, o kadar da "Madde" özelliğini yavaş yavaş yitirmeye başlar. Hız çekim-zaman-boyutlar ve kütle arasında bir orantı vardır.
Hızlı olan bir şey, yerdeki ikizinden daha "GENÇ" kalmaktadır. Çünkü zamanın akma hızı olan ışık hızına ne kadar yaklaşırsa, o kadar da zaman pesleşmekte, yavaş akmaktadır. Aynı gün doğmuş bir çiftten (ikiz) birisi evinde dursa, diğeri dünyayı bir saniyede 7 kez dolanacak bir hıza ulaşsa, hızlı olan yerdeki ikizine göre 14 kez genç kalmaktadır. Yani hareketli olan 1 yıl yaşlandığında, ikizi 14 yıl yaşlanmaktadır. Bu yolculuk on yıl sürerse, yerdeki ikizin yaşı 140 olacaktır. Dolayısıyla hızlı olan, hareketsiz olanın "GELECEĞİNE GEÇMEKTE"dir.
"Çekimsiz alan"da da bu "Genç kalma" özelliği ortaya çıkmaktadır. Çok uzun bir direğin dibindeki ikizin zamanının normal geçmesine karşılık; direğin tepesindeki ikizin zamanı daha yavaş akmakta, dolayısıyla daha genç kalmaktadır.
Hızlı olanın boyu da "Hareket doğrultusunda" kısalmakta, buna dik doğrultuda ise iplik gibi çekilmekte, yayılmaktadır.
Hareketli olanın ağırlığı üç misline çıkmaktadır. (Çay sıcakken, soğuduğundan daha ağırdır.)
Relativitenin bütün tespitleri ispatlanmış olduğundan, rahatlıkla zaman, kütle, boyut ve değişmez sandığımız diğer mutlak değerlerin, "HIZLANMA" oranında değiştiğini görebiliriz.
Çünkü enerji çok hızlı bir maddedir (veya madde çok yavaş hızda bir enerjidir). Enerji çok seyrek bir madde; madde ise çok yoğun bir enerjidir. (E=mc²)
İkisi aynı şey olduğuna ve aynı teklikten ve tekillikten (Vahdaniyetten, Ehadiyetten) geldiğine göre, aradaki fark HIZ FARKIDIR. Enerjiyi yavaşlattığımızda madde oluverir. Bu da (formüle göre) maddenin asla enerji (ışık) hızıyla gidemeyeceğini, (kütlesinin ARTI değerden SIFIRA küçüleceğini) ağırlığının ortadan kalkacağını gösterir.
Kur'an'da en çok tekrarlanan âyetlerden biri de "Her şeyin çift yaratıldığıdır". Gerçekten de evren, bir tek asıldan (Paydadan) çift çift payların oluştuğunu gösterir. Evren iki kutupludur. (Elektrik yükleri, mıknatıs kutupları vb.) Matematik iki kefeli bir terazidir. (Pozitif (Artı) ve Negatif (Eksi) sayılar...)
Madde de bu yasaya göre "Çift çift" yaratılmıştır: Madde ve bunun simetriği (Aynadaki bakışıklığı) olan anti-madde... Ayrıca bunlar da çift-çift birer takımdır (Tardyon-Takyon).
Madde "Artı" değerlidir: Sıfırdan ağır, uzun ve dolayısıyla YAVAŞTIR.
Enerji ise SIFIR değerlidir: Enerji tam ışık hızında akmakta olduğundan hiçbir madde kütlesini bu hızda koruyamaz, enerjiye yani kuant denen ağırlıksız, boyutsuz noktacıklara dönüşerek ağırlığını (özkütlesini) yok eder, sıfırlanır.
Artıdan sıfıra ve bundan öteye EKSİYE doğru bir başka MADDE'nin "evren çiftleri ve matematiği" Kur'an haberidir.
Eğer bizler, dünyanın çevresini 7,5 kez SANİYEDE dolanacak bir hıza ulaşabilseydik, ARTI (örneğin +70 kg) bedenimiz ENERJİYE DÖNÜŞECEK, yani SIFIR grama inecekti. Böylece BEDENİMİZİ KAYBETMİŞ olacaktık. (Beden kaybetmek, bilinçsiz ve ölü olmak değildir.)
Eğer dünyanın çevresini saniyede 15 kez dolanabilseydik, bu kez bedenimiz (Sıfırdan da küçük olan) -70 kg ağırlığında yeniden görünecekti.
Sıfırdan küçük olan bu bedeni ölçemeyiz: Çünkü terazilerimiz sıfırdan küçük bir sayıyı ölçemez. Cetvellerimiz de sıfırdan küçük bir boyutu ölçemez. O halde -70 kg olan bir VARLIĞI göremeyiz, hissedemeyiz. Bu varlığa bir örnek, BİLİNCİMİZ (Beşinci boyutumuz) olup, kendi gibi EKSİ bir uzay-zamanda (Mücerret=Soyut âlemde Takyonik, Esîrî bir) Nur=Sonsuz özenerji olarak bedenlenmektedir.
KESİM : 38
TRİPLEX PARADOX
ÜÇÜZLER ÇELİŞKİSİ
Demek ki evrende BİR TEK GÖVDE, çeşitli hızlara göre; MADDE, ENERJİ ve SOYUT MADDE olarak bedenlenebiliyor (Kütleleşiyor).
Bunu bir üçüzler deneyi olarak da test edebiliriz. Aynı saat içinde doğmuş üçüzlerin üçüne de değişik hızlar verebiliriz: Biri test olarak dünyada "İNSAN" olarak kalırken, diğerlerini başına gelenleri izleyelim:
Üçüzlerin her biri tıpatıp birbirinin benzeridir. Örneği üçü de tastamam 70 kilodur, boyları 170 cm'dir ve saatleri de aynıdır: 12:00. Aslında bunlardan biri bildiğimiz insan olup, TEST gereği dünyada kalacaktır. Adı da İNSAN'dır. İkincisi ışıktan bir gemiye binecek, üçüncüsü bundan da hızlı Takyon gemisine binecektir.
Işık hızına erişen ikizimiz, maddenin bu hızda kütlesinin sonsuz olması dolayısıyla enerjiye dönmesi yüzünden bir ENERJİ İNSAN OLACAKTIR. Saati ise zamanı genleşeceğinden EBEDİYEN DURACAK ve saat 12.00'de kalmış olacaktır. Oysa dünyadaki ikizimizin bu süre zarfında saati aylar boyu, yıllar boyu her gün 12.00'yi kat etmiştir.
Işık hızına erişen ikizimiz artık "MADDE" değil "ENERJİ"dir. Maddeyi tutarız ve biçimi olduğunu biliriz. Ama enerjinin ne olduğunu bilmeyiz. Yani bir biçimi yoktur, seyyal (akıcı) ve cevvaldir (dinamik).
Bu aşamadaki ikizimiz, artık bizim gibi MADDE insan değil; ENERJİ İNSAN olmuştur. Özkütlesi sıfıra inmiştir, artık o 70 kilo değildir. Boyu ise cetvelin hareket doğrultusunda boyunun kısalması yüzünden "Işık noktacığına" inmiştir.
Artık ikizimiz, yine bir CANLI ve BİLİNÇLİ olmasına rağmen, boyu sıfır, zamanı sıfır ve çekimi sıfır olan enerji yaratığıdır.
Aslında şimdi ikizimizin nasıl olduğuna bakabiliriz: Eğer onun yerine biz ışık hızıyla gitmiş olsaydık, bir anormallik fark etmeyecektik. Her şey bize aynı gibi gelecekti. Ama bu arada dünyada bıraktığımız ikizimizin boyunun beş on kat uzadığını, ağırlığının ise sıfıra yaklaştığını ve saatinin deli gibi dönüp bütün ömrünü bitirdiğini görecektik.
Aslında bizim hareket doğrultusunda boyumuz kısalmaktadır ama bunun tersine (Yatay doğrultuda) kütlemiz yayılıp büyümektedir. Karadeliğe düşen birinin boyunun "Hareket doğrultusunda" kısalması sonucu "İplik gibi ince bir biçimde" aşağı çekildiğini önceki bandımızdan hatırlayalım.
Dolayısıyla enerjinin bizim bıraktığımız doğrultuda noktasal (Sıfır boyda) olduğunu görürüz. Kalem ile yaptığımız deneyi okuyucu hatırlarsa, bu tek noktanın bir kalemin kesiti olduğunu bildirmiştik. Aslında başka bir doğrultudan (Örneğin eksenden bakan biri için) bu noktanın bir kalem olduğunu anlatmıştık. Öyleyse enerji bize ışık noktaları gibi gelmekle birlikte, buna dik doğrultuda bir ışık ipliği gibi upuzun olmaktadır. Yani ışık hızına erişen kimse, bizim baktığımız doğrultuda bir ışık noktası (Kuant), fakat bizim bakamadığımız buna dik doğrultuda ise upuzun bir çizgidir (10 boyutlu iplik). Başka bir doğrultuda bu CİN ikizimizin aslında kalemin, kitabın sırtı olması gibi "bir çizgi değil; bir resim olduğunu" görecektik. Yani ikizimiz iki boyutlu bir uzaya yapışmış, kalınlıksız, derinliksiz, bir dergi sayfasındaki resim gibidir. O halde enerjiden yapılmış (CİN) İNSANLARIMIZIN bir RESMİ vardır!..
Yine doğrultu değiştirdiğimizde, bu kitabın, bir sandık kapağı örneği gibi, resmin kalınlığının yani eni boyu ve yüksekliğinin olduğunu görecektik. Dolayısıyla bu CİN İNSANI ikizimizin bir biçimi vardır.
Ama onu biz, evrenimizde bir ışık noktası gibi görüyorduk. Oysa onun bir uzunluğu, bir fotoğraf sûreti ve heykel gibi üç boyutlu yapısı olduğunu anlıyoruz. Bu konu bize, CİNLERİN konumunu ve kurgusunu bilim ışığında öngörmektedir.
Bilim, "Bir insanı ışık hızına hızlandırdığımızda bu insan enerji-insan olur" diye tanımlamaktadır. (*)
(*) Önemli olan çocuğun adını koymak ise o çocuğun ismini veren tarafından Cin, İnsan ve Melek diye ayırt edilmiş olmasıdır. Öğretimiz konan ismin sözcülüğünü yapmaktadır. Okuyucu isterse "CİN" yerine "Enerji-insan" diye resmî bilim diliyle düşünmekte serbesttir.
KESİM : 39
SUR-VİTES BEDENLER
ÜÇ BEDEN - DÖRT UNSUR
Nasıl ki madde denen "Şey" CANSIZ sandığımız atom kurgusundan oluşup, cansızdan canlı türemiş ise, biz akıllı madde insanların var edilmesi gibi enerji insanlar da söz konusudur.
Örneğin, insanoğlu karbon kimyasına bağlıdır. Karbon elementi atomundan kömür, grafit (Kalem) sıkıştırılarak elmas, yakarak kül, dönüşüm sonucu petrol türer. Bu cansız şeyleri oluşturan Karbondan, aynı zamanda bitki, hayvan, insan gibi canlılar da yaratılmıştır. Kısaca biz, BİLİNÇLİ MADDEYİZ. Peki, maddenin özü enerji değil midir?
Karbon enerjisi, hem kömür ısısı hem nükleer enerji gibi cansız, hem de ENERJİ-İNSAN (CİN) gibi karşımıza çıkacaktır. BİLİMİN VAR DEDİĞİ HER ŞEY ZATEN VARDIR! Ama "yok" dediğinde aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Mübârek kitabımızda, cinlerin NAR denen bildiğimiz enerjiden yaratıldığı, Hicr-27'de "Cannı da her mesammata (Her mini-uzay aralığına) girgin dumansız-zehirli-yalın bir ateşten yarattığı" bildirilmiştir. Cinlerin atası ve çoğulu olan, saklı anlamına gelen "Cann"ın yaratılışında; dumansız bir ateş olarak elektriği, zehirli olarak radyoaktiviteyi sezmekteyiz. En ufak uzay aralığına girginliği de kozmik ışınlardan oluştuğunu doğrulamaktadır. Örneğin gamma ışınları (Kurşun dışında) her kristal yapıya girebilirler. Daha girgin yalın bir ateş ise Kozmik (Primer ve sekonder) ışınların yapısında vardır. Yani cinlerin yapısında yüksek radyoaktif kozmik ışınlar, girgin enerji yer almıştır!..
Örneğin, "Hayatın sulardan" başladığını âyetle bildiren Rabbimiz, insanın da "Kurutulmuş süzülmüş bir balçık olan toprak kökeninden yaratıldığını" haber vermiştir.
"Toprak", içinde kimyanın 114 elementini barındıran katı yapımızdır. Kur'an'ın indiği çağda, insanların Hidrojen, Azot, Karbon ve Oksijenden (ile diğer toprak-alkali metallerden) yaratıldığı ismen verilseydi, örneğin bir KARBON sözü geçseydi, kimbilir ne sanırdık? Allah (cc) bu bilgiyi insanların bulacağı günlere (Kur'an'ın her çağa hitabı dolayısıyla) bu biçimde bildirmiştir. Bugün toprakta hemen her elementer bileşik vardır ve insan biyolojisinin bünyesinde yer almaktadır. "Topraktan gelip toprağa dönmek" de, parçalanan (dezentegre) bedenimizden dağılan bu atomların, başka bir çocuğun doğmasında ya da mezarlıkta otların bitmesinde ya da bizim aldığımız bir vitaminde yer alması anlamındadır. Toprak, en başta C, H, O, N dört unsurunun simgesidir.
Rabbimiz, bizim "Kurutulmuş bir balçıktan" yaratıldığımızı bildirmekle, öncelikle hayatın sulardan başladığını, daha sonra karaya geçtiğimizi, içimizde sıvı sitoplazmik sıvıların (%98) yer aldığını ipucu veriyor.
Balçık sözünü ele alırken, "Denizi kurutulmuş" gibi düşünmeliyiz. Geride bir "Balçık" yani bataklık çamuru süzülmüş olur. Bu bileşimde, başta su olmak üzere metan, amonyak ve karbondioksit vardır (C, H, O, N dört unsuru).
İşte bu dört unsuru bir araya getiren MİLLER, bu karışımı (yıldırım yerine geçen) bir elektrik akımıyla şarj etti. O zaman bu dört cansız maddeden çekirdek asitleri dediğimiz "Adenin, Guanin, Sitosin ve Timin" denen dört hayat unsuru kendiliğinden ortaya çıktı.
Genetiğimizde ve bütün canlıların yapısında yer alan protein, bu dört maddenin bir helix merdiven gibi DNA-RNA fermuarı biçiminde şifrelenip dizilmesinden doğmuştur.
Bu dört ana madde, birbiriyle öyle dizilişler yapmaktadır ki, bunlardan ister fil, ister bir mikrop, ister bir çınar ağacı, isterse bir insan çıkmaktadır. Öz birdir, subje birdir, yüzeysel görünüm farklıdır.
İşte yaratılışın bu BALÇIKTAN gelmesi, Allah'ın bir hikmetidir ve ayetlerin açıklanması şimdiki BİLİMİN bir zaferidir. Ama Miller bunu bulmakla birlikte, inançsız olduğu için yani insanın topraktan geldiğini -İncil'de de yazdığı halde- yorumlama gücü olmadığından öylece bıraktı (Urey-Miller deneyleri).
Bilim aynı zamanda yorumlamaktır. Yorumsuz bilim olmaz. Aksi halde bu kitapta sözünü ettiğimiz birçok terim "Havada" kalırdı. Birçok buluşa yorumda bulunmazsa insan, bilim adamı da olsa "Kâfir" olarak kalabilir. Yorum, Allah çağrısıdır ve hidayetin sesidir. Yorum olmazsa bilim yolunu kaybeder, amaçsızlık içinde karanlıkta kalır. O zaman da bu tür insanların üniversite aristokrasisi, bilim burjuvazisi oyunu oynamaktan başka çıkarları kalmaz.
ALLAH, bilimini yorumsuz kimselere de verir ama yorumlu kimseler elinde bilim sıkıcılıktan zevke dönüşür ve insana hayat felsefesini verir. Yani felsefeden bilim değil; bilimden felsefe doğmalıdır.
Bilim Allah'ın yolundadır ve istesek de istemesek de, inançsız da olsak olmasak da bilim, doğruyu, düşüp-kalkarak bulur. Zaten resulullah efendimiz bu konuda şöyle buyurmamış mıdır?
"Gereğinde her fiile yasak konur ama BİLİME asla!.."
Bilim isterse "Enerji-insan" desin, cin cindir ya da onların dediği gibi enerji insandır.
Can, Cin ve Cenin öz olarak saklı demektir. Maddenin neye benzediğini biliriz ama enerjininkini değil. Onlar saklı birer nokta gibi dururken, dik başka bir doğrultuda uzunluk, öteki dik bir doğrultuda resim ve üst doğrultuda "Varlık, biçimli bir enerji kalıbı" olarak durmaktadır.
Tıpkı ikimiz gibi: Işık hızıyla giden ikizimiz böyle bir "Cin" olmuştur. İstesek de istemesek de, onun hızı madde olarak kalmasına elverişli değildir ve o enerji olarak kalacaktır. Ama bir adım öne çıkarak, yani ışıktan daha da hızlanarak NUR bölgesinde MELEKLEŞEBİLİR!..
KESİM : 40
TACHYONS
"TAHAYYÜL"ÜN ADI
Şimdi yeniden o NUR enerjisinden yaratılmış TAKYON konusuna yani üçüncü kardeşimizin evrenine geçiyor, soyut kütleye geri dönüyoruz. Yüz milyar kilometre uzunluğunda ve eksi yüz milyar ton ağırlığında bir meleğin sıfırdan küçük, kumdan hafif olduğu evrenimiz burası!..
Üçüncü kardeşimiz (Üçüzümüz) ışıktan hızlı hareket etmiştir. Fakat yola çıkarken +70 kg. bir ağırlığı vardı. Işık hızında bu ağırlığı sıfıra inmiş, kendisi madde kütlesini yitirerek enerjiye dönüşmüştü. Işık hızını aşınca, bu kez yeni bir kütle kazandı: Sıfırdan küçük eksi yönde (-) 70 kilo oluverdi. (Bakınız Sayfa 33 Şekil-17)
Boyu da eksi yönde (-) 170 cm. oldu yani bir daha kendi biçimiyle belirdi ve kıyamete kadar ölümsüzleşti. Artık maddenin dar bölgesinden yani 7 renkten çıkarak 777777 milyar renkten birine büründü.
Bu yeni uzaydaki her şey ışıktan hızlı titreştiği için bizim âleme gözükmüyordu. Ama şimdi o evrenin tıkabasa dolu olduğunu görüyor: Her yer soyut (Esîrî) olan TAKYONLARDAN kuruludur.
Evren de dünyamız da çevremiz de neye baksanız (Canlılara, ormanlara, denize ve başka nesnelere, gök cisimlerine vb.) akla gelecek her şey atomlardan kuruludur.
Aynı durum "Öteki" uzayda da vardır. Takyon denen yapılardan kurulu dopdolu simetrik evrendir burası. Her nokta sahiplidir. Zaten hangi evren olursa olsun "İğne ucu kadar sahipsiz" hiç bir boşluk ya da ihmal edilmiş yer yoktur.
Çünkü böyle bir ihmal (hâşâ) Yaratanın o bölgeden habersiz olduğu anlamına gelir ve Rabbimizin vahdaniyetine aykırı olur.
Takyonların dünyasında Esîr denen bir yordam vardır. Bu, ciltler boyunca sözünü ettiğimiz tünellerin dokusudur ve Süper Uzay denen Misal Âlemi buraya açılmaktadır.
Çünkü evrenin SOMUT dediğimiz yanıyla SOYUT dediğimiz yanı arasında SINIR bölgesidir burası!..
İslâm verilerine göre burası Melekler-ruhlar âleminin en alt tabakasıdır. Burası cisimler âlemine en yakın, en yoğun ve en teğet bölgedir.
İslâm inançlarında ve din verilerinde buraya MÜCERRET (Soyut) Âlem denmektedir. İşte Takyonlar bunun kanıtıdır. Öteki isimleriyle de bu Âlem "Berzah" veya "Misal" âlemidir.
Böylece buranın canlılarına "Melekler" diyebiliriz. Çünkü bizim +70 kg. diye ölçtüğümüz bedenimiz, geçici emanetimiz olan hücre yığını tuğlaların biçimlendiği bir yeryüzü elbisesi, zarfıdır.
Ama Einstein eşdeğerlilik formüllerine göre (E=mc²) enerji, maddeye hâkimdir. Biz canlıların bir enerji bedeni, cinlerinkine çok benzer bir enerji kalıbı olduğu, KİRLİAN (Yüksek biyoelektromagnetik alan) fotoğraflarında bulundu. Bu beden yüksek alanda filme alınabiliyor ve psikolojik davranışlardan etkileniyor. Bedenimiz ile bilincimiz arasında bir TEĞET ya da TAMPON olarak davranan bileşke gövdedir.
Enerji maddeye hükmediyor ve enerjiye de bizim Akıl boyutu (Takyon) dediğimiz BEŞİNCİ BOYUT = BİLİNÇ hükmediyor.
Eksi 70 kg'lık bir soyut bedenimiz var: Bu beden şimdi bildiğimiz maddî bedenimizi yöneten yasaların TAM TERSİ yasalar ile yönetiliyor. Örneği, itince hızlanmıyor. Soyut bir elma yere değil; buna dik doğrultuda göğe, havaya düşüyor.
Evrende boyutlar tablosuna bir daha göz atalım: En, boy ve yükseklik bize yer=uzay=mekan koordinatlarını oluşturur.
Dördüncü boyut "ZAMAN" ise SOYUT bir koordinat olarak, ışık hızına değin bize teğet oluyor.
Evren böyle dört boyutlu ile yönlendiriliyor. Oysa bir de BİLİNÇ yani akıl, zihinsel olaylar boyutu olduğu da fizik tarafından ortaya kondu.
Böylece varlığımızın üç boyutlu bir mekânda, dördüncü boyut "Zaman" içinde hareket eden ÜST BOYUT akıl ile yönlendirildiği açıklandı.
Bugün "AKIL-BİLİNÇ-ZİHİN" denen psikolojik boyutun varlığını fizik talep etmiş, bilgisayar zekâsını yaratanlar da kanıtlamışlardır. Elbette 3 boyuttan sonraki her bir boyut sonsuz artsa da artık soyuttur.
Beynimiz somuttur ama onun içindeki duygular, rüyalar, ilhamlar ve hayaller soyuttur. Onlar sıfırdan küçüktür ve ölçülemeden kendini hissettirmektedir. Rüya, beynimizde ne kadar yer tutar? Aşık olmak kalbimizde ne kadar yer tutar?
Görüldüğü gibi SOYUT dediğimiz her şey bizi etkilemekte, yani önce o PSİKOLOJİK ve -70 kilo ağırlığındaki beden yönlendirmektedir. O beden ZAMAN VE MEKÂN DIŞI olarak istediği yere ulaşabilir. Rüyamızda bilmediğimiz yerlere gideriz. Ya da geçmişteki bir utanç verici olayı hatırlayarak geçmişteki bir zamana gideriz. Bu olay bizim arada kalan "Cin bedenimizi" (Kirlian nefis bedenimiz) etkiler ve ışınları renk-karakter değiştirir.
Sonra soyut beden ile teğet olduğundan enerji bedene algı olarak geçer. Aslında bir ceset olan şimdiki +70 kg'lık bedenimiz üzerinde kan basıncı gibi değişiklikler yapar. O zaman utançtan kızarırız, yüzümüzü kan basar. Ya da korkudan kan çekilir, sararırız.
Laboratuar deneyleriyle anlaşıldığı gibi aslında soyut bedenimiz, şimdiki fizik bedenimizi yönlendirmekte ve bir araç, bir alet olarak kullanmaktadır. Zekâ beynin bir fonksiyonu değildir. Eğer bizde bir beşinci boyut yani akıl olmasaydı, "Ölü" gibi ifadesiz, kaskatı düşüp kalacak ve bir süre sonra çürüyecektik. Bizi organize eden, elektrik alanımız, (Cesedimizi) hayat harikasına kavuşturan MAGNETİK ALAN bedenimizdir. Beşinci boyutumuz, aklımız, idrakimiz dediğimiz her şey odur!..
Akıl boyutu ile Takyon kuramı aynı şeydir.
Elektrik alanı anlamış anlatmışızdır ama magnetik alanı hiç bir zaman anlamamışızdır. Neye benzediği bilemiyor, sadece onu mıknatısın büzdüğü uzay-zaman çizgilerine dizilmiş demir tozlarının nedeni olarak fark etmişizdir.
Magnetik alan bir AKIL olayıdır ve dolayısıyla Takyon teoremidir. Işıktan hızlı hareket eden BİLİNÇ/ŞUUR olayları ise Takyon-Esîr dinamiğine girer.
Bu arada evrenin DÜALİTE'sini yani İKİCİLLİĞİNİ savunmak gerekir. Çünkü çift çift yaratılış ve zıtların birbirini göstermesi (Eşleniklerin ötekine gösterge olması) Kur'an ve tasavvuf içinde temel kavramlardandır. Batılı buna Diyalektik de der. Ama sözünü ettiğim kavram DÜALİTE'dir; diyalektik değildir.
Işığın bir parçacık mı yoksa dalgacık mı olduğu, Einstein'a kadar hep tartışıldı. Örneğin Newton'a göre ışık, korpüskül dediği bir parçacık akımıdır.
Ama dalgaları bulan Maxwell'e göre ışık dalgacıktır ve parçacıkla ilgisi yoktur.
Einstein ışığın hem parçacık hem dalgacık olduğunu buldu. İşte bu ikicilliğe biz DÜALİTE (Duality) diyoruz. Dolayısıyla o güne kadar birbirine düşman kamplar gibi bölünmüş bilim adamları UZLAŞMAK durumuna girdiler. Uzlaşmak ise ikinin bire inmesi ve BİRLENMEK' tir. Kuantum teoremi çözümü bulmuştur: Schrödinger dalgaları ile Broglie'nin madde dalgaları (Duran, yerleşik dalga) aynı şeydir.
En başta madde ve enerji ayrı ayrı şeyler sanılıyordu. Dolayısıyla ayrı ayrı yasalar oluşturulmuştur. Örneğin Maddenin sakınımı (Korunum, konservation) ile Enerjinin sakınımı yasaları vardı. Ama E=mc² formülüyle enerji ile maddenin birbirine eşdeğerliği (Maddenin çok yoğun bir enerji; enerjinin çok seyrek bir madde olduğu) ortaya çıktı. Birbirinden ayrı ayrı düşünülen "Enerji ve Maddenin korunumu yasaları" birleştirildi ve tek yasa haline geldi. İşte bu tüme varmaya, TEKLİĞE (Ehaddiyete) yöneliş, bilimin kaçınılmaz bir gidişidir. Ama bilim bir üst sistemde UZLAŞIM, birleşim sağlayınca, bu kez yepyeni bir ufuk açılıveriyor.
Bugün en yoğun çabalardan biri de "Birleşik Alan" kuramını ispatlamaktır. Ama bunu yapanlar "Ateist, yani Allahsız" bilim adamlarıdır. Bilimin bu güzel teorisine onların hizmet ettirilmesi kendileriyle çelişiyor. Çünkü Birleşik Alanlar Teorisi, evrenin dört temel kuvvetinin "Aynı teklikten" geldiğini açıklayan harika bir kuramdır. Bu ise "VAHDANİYET'İN, EHADDİYET'İN" açıklaması değil de nedir?
Birleşik alanlar kuramını Zig-Zag bilginleri yorumlamıştır. Weinberg ve Abdüsselam eğer "Zayıf kuvvet ile Elektromagnetik kuvveti birleştiren Bozonları" ortaya koymasaydı, teori başlamadan bitmiş olacaktı. Çünkü iki kuvvet de kendi başlarına "Sonsuz" gözüküyorlardı. Bütün denklemlerin sonucu sonsuz çıktığı için birleştirme ve ayar getirilemiyordu. İki sonsuzun birbirini sınırladığını fark eden ikili, Bozonları ortaya atarak Vahdaniyet yolunda ilk adımı atmışlardı. Güçlü nükleer kuvvetin birleştirilmesi için de Murray Gell-Mann'a atom'un kendinden daha ağır ÜSTÜN BİR KÜTLE içerdiğini, bu kütlenin eksi yönde (Takyonik) olduğu için atomdan hafif gözüktüğünü, dolayısıyla soyut sayıların kullanılması gerektiğini Bilaniuk, Jessup tavsiye etmiş, böylece Kuark teoremi ortaya atılmıştı. Sonra kuarklar da bulunmuştu. Bugün bilim Vahdaniyet'in yani Allah tekilliğinin hizmetçisidir. Bu, yorumlayabilen müslüman bilim adamlarının yani Zig-Zag öğretisinin zaferidir.
DOKUZUNCU BÖLÜM
YILDIZ YERLERİ
"AND OLSUN YILDIZLARIN (Çöktükten sonraki çekim odağı) YERLERİNE..." (Vakıa-75)
KESİM : 41
COLLAPSAR
YILDIZ İNTİHAR EDİYOR
Yıldızlar da evrenin her üyesi gibi doğar, erginleşir, yıpranır ve ölürler. Onların da "Cesedi" evren mezarlığında kalır. Yıldızlar iki etkinin altındadırlar. Birincisi onların dev kütlesidir ki, çekim ile temsil edilir ve yıldızı bir tek noktaya büzmek isteyen kuvvettir. İkincisi de bu kuvvete karşı gelen "Hayat enerjisinin ışıması"dır. Yıldızlar enerjisini "Hidrojen bombasını" oluşturan güçlü kuvvetten alırlar. Yıldızların bu doğuşu ise hidrojen yakıtlarının tükenmesine kadar onmilyarlarca yıl sürecektir.
Yüzeydeki yakıtı biten yıldız, ömrünün sonuna gelmiş demektir. Yaşamını sürdürmek için (Tıpkı aç olan bir canlının vücudundaki yağ stokunu eritmesi gibi) gövdesindeki hidrojeni yemeğe başlar. Bu işlem sırasında yıldızın çapı yüz katına kadar genişler ve bu hacim büyümesi akkor ışımanın "Kırmızı" gibi soğuk bir ışımaya dönmesine neden olur. Bu bakımdan son demlerini yaşayan yıldızlara "Kırmızı dev" denmesi âdet olmuştur. Sırada yıldızın son nefesi vardır: Süpernova denen intihar sonucu, yıldızın pek az bir kütlesi dışa püskürtülürken, asıl önemli olan kütlesi ise görülmemiş bir sıkışma biçiminde içe doğru patlar. Artık yakıtı bitmiş olan yıldız kendini savunamaz durumda olduğu için kendini ortada kalan yegâne kuvvete, çekimin öldürücü cazibesine teslim eder. Yıldızın nereye kadar çökeceğine "Kütlesi"nin ağırlığı karar verir. Eğer bu kütle bir karadelik çökmesine elverişliyse, işte o zaman konuya girmiş oluyoruz:
Arap alfabesini bilenler, "Noktalı" ilk harf olan B harfinin klâsik sırlarını bilirler. Yepyeni anlamda ise Hz. Ali'nin "Ben B harfinin noktasıyım" derken şimdi konuya gireceğimiz "Kara Noktaları" öngördüğünü serimizin ilk cildinde açıklamıştım.
Bu satırlardaki herhangi bir noktayı ele alalım: O "Kara-nokta"dır. Ancak onu küçümsememek gerekiyor. Öylesine ağırdır ki, uydumuz Ay bile ona düşer. Ve o nokta içinde nokta olmak üzere yutulup gözden silinir.
Bir bilyayı ele alalım: Bu bilya eğer bir karadelik ise dünyadan da ağır olduğu için, onun geri dönülmez çekimine koca dünyamız çaresiz yenilecek ve o bilya üzerinde bir nokta kadar yer bile tutmayacak kadar basılıp, küçülecek, bir başka deyişle yok olacaktır.
Şimdi bir başka karadeliği ele alalım: Bu, futbol topu kadar olsun: İşte güneşimizi de o yiyip bitirecektir.
Yumurta kadar bir karadeliğe yakalanan bir insan ona yüz kilometre uzakta durduğunda, tek başına yüz milyon insanın ağırlığına eşit bir kütle kazanır. Dolayısıyla karadelikler "Dönüşsüz" olup, çekmelerinden asla kurtuluş yoktur. Çünkü bir elma daima "Yere" düşer, bunun aynısı karadeliğe düşen için de geçerlidir. (Çekim evrenseldir.)
Aynı insan, yumurta kadar karadeliğin yüzeyine on kilometre yaklaştığında, kendi ağırlığı, tek başına beş milyar insanın (Dünya nüfusunun tamamının) ağırlığına eşit olacaktır.
Yüzeye birkaç kilometre kala, aynı bir tek insan, (Şimdiye kadar gelmiş geçmiş dünya nüfusu olarak tahmin edilen ölü ve sağ) 150 milyar insan ağırlığına ulaşır ki bu da 9 milyar tondur.
Bir insanın dokuz milyar ton ağırlığında olması ve yumurta kadar bir karadeliğe kurban olması, tek sözle resmî bilimin şoku olmuştur. Bu öyle bir şoktur ki "Resmî bilimcilik ve akademik maddecilik" oynayanların iplerini pazara çıkarmıştır.
Bir noktacığın, bütün evrene meydan okuması gerçekten akıl almaz ve inanılmaz bir olaydır. Astrofizik ve Kozmolojinin en yeni konuğu ve konusu olan "SİYAH BOŞLUKLAR" tam anlamıyla resmî bilimin başının belası ve iflası olmuştur. Öyle ki siyah delikler yüzünden; bilim, kurguya; hayal gerçeğe; fizik yasaları meta-fiziğe dönüşmüştür. Gerçekten de bilim, tarihi boyunca böylesine ciddi bir kriz, kozmik bir sürpriz yaşamamıştır. Karadeliği onaylayan resmî bilim kendi inancını sarpa sardırmıştır. Öyle ki, geriye dinî inançlarımız kalmıştır.
KESİM : 42
HİYERARŞİ
BOY SIRASI
Karadeliklerin oluşumuna girmeden önce kısaca evrenin temel ilkelerine göz atmamız kaçınılmaz oluyor. Bu ilkelerin en önünde gelen kuşkusuz "Hiyerarşi" kavramıdır.
Hiyerarşi, evrenin alt yapıdan üst yapıya (Tüme) varması ya da tersine "Tümden gelmesine" ilişkin sıralanmadır. Her bir "Etap" bağımsız davranır ama bir üst disiplin sistemine muhtaç olması nedeniyle aynı zamanda bağımlıdır. Her sistem bütünü içinde kendi muhtar fonksiyonunu (Özerk işlevini) sürdürür: Atomaltı parçacıklar atomu; atomlar molekülü; moleküller hücreleri; hücreler canlıları oluştururlar. Evren düzeyinde ise atomlardan yıldızlar; yıldızlardan galaksiler; galaksilerden meta-galaksiler kurulur.
Temelde her şey kuantlardan yapılmıştır. Dolayısıyla evren tek bir bütün, yaşayan canlı bir organizmadır. Evren de her canlı organizma gibi doğmuştur, gelişmektedir (Genişleme) ve ölecektir (Kıyamet). Evrenin de her canlı organizma gibi hiyerarşik dizilimi vardır. Hiyerarşi küçükten büyüğe doğru sıralanmadır.
Boyutlar büyüdükçe, ömür kavramı da bununla orantılı olarak büyür. Örneği saat başı doğup ölen mikroorganizmalar vardır. Yirmi milyar yıl yaşayan galaksilerin ömrüyle saniyenin milyonda birinde doğup ölen parçacıklar birbirine özdeştir, her ikisi de "Bir koca ömür" sürdüklerine inanırlar. Evrende, beşyüz ila bin yılda bir yıldız ortaya çıkar. Topluca, her saniyede milyonlarca yıldız oluşurken, bir o kadarı da çökerek ölür.
Evren bir tek hidrojen (DUHAN) bulutunun ayrık-bölük bulutlara bölünmesiyle (Tekliğin kesirlenerek çokluk haline gelmesiyle) şimdiki görünümünü kazanmıştır. Söz konusu bulut bütün uzayda çok seyrek olarak bulunmakta olan gaz-toz materyali (Nebulae) biçiminde her zaman mevcuttur. Birçok seyreltik DUHAN'ın sıklaştığı yerlere "GÖK CİSİMLERİ" diyoruz. Bu bulut, küçük bir çekim çekirdeği bulursa oraya doğru yoğuşur, milyonlarca yıl boyunca giderek kalınlaşmaya başlar.
İşte bu bulut, yıldızları doğuran "Kuluçka makinesi" gibidir. Bir "Yıldız yeri"nin belirlenmesi için geçen bu belirlenme süresi 500.000 yıl sürer. Gök cisimlerinin embriyo süreleri oldukça uzun olduğundan, onların tohumuna Vakıa-75'te "Yıldız yerleri" ismi verilmiştir. Bu evrendeki yıldız adayında CO molekülleri radyo dalgaları yaymaktadır.
Yıldızlar arası seyrek madde yoğuştukça büzüşmeye; büzüştükçe sıkışıp, üst üste bastırılmaya ve iç çatışmalarla ısınmaya başlar. Böylece yıldız adayı olan odak iyice toparlanıp, daha fazla madde çeker. Bu süre ise 25.000 yıl sürer.
Bu ışıma merkezi önce kızıl-ötesi sonra da kızıl ışık dalga boyunda ışımaya başlar. İşte yıldız kuluçka makinesinden çıkan bu civcive KIZILCÜCE denir. Civcivlik süresi 25.000 yıldır.
"Palazlanma" evresinde çökmenin verdiği aşırı ısı yükselmesi sonucu termonükleer reaksiyonlar (Çekirdek tepkimeleri) başlar. 25.000 yıl kadar sonra yıldız oluşumunu tamamlamıştır. Bu evrede bize mor-ötesi ışınlar gönderir.
Bu mor-ötesi ışık yayınması buluttaki hidrojen moleküllerini çözerek hidrojen atomlarına çevirir. Böylece ortaya bir bulut kuşağı çıkar ve 30 bin yıl boyunca itmeye başlar (H-II bölgesi). Biz o bulutun ardındaki ışımayı henüz göremeyiz. Çünkü kalın bir sis ardında kalan yıldızın ışığı bize ulaşamaz. İşte bu olgu da Kur'an'da "Gecenin gündüzü bürümesi, sarması" sırrından bir tecellidir.
Yıldızın çevresindeki sisli H-II bölgesi 500.000 yıl boyunca çevresindeki gaz bulutunu dışa iterek genişler ve sisi yok ederek çıplak gözle görülecek biçimde parlamaya başlar. Bu kez "Gündüz, geceyi" sarmış, bürümüştür...
2 milyon yıl süresince H-II bölgesi itme işini genişlemeyle yapmakta, fakat soğuduğu için gaz bulutunun içine karışmaktadır. Dört milyar yıl sonra tamamen bu bölge genişleyip buluta karışır. Bu hareketler sonucu çevredeki toplaşma "Gezegenler sistemi" oluşturmaya adaydır.
6 milyon yıllık bu serüven sonucu yıldız, kızıl cüceden turuncu yıldıza, sonra sarı dev ve en sonunda akkor yıldıza (Güneşe) evrimleşir. Çevresindeki saf-tavaf bulutlarından da gezegenler ortaya çıkar.
Örneğin güneşimizin henüz kızılcüceyken merkez olduğu bu yoğunluklu gaz bulutu aslında Pluton gezegenine kadar 6 milyar km. genişliğinde devasa bir çapı kapsıyordu.
Söz konusu ani çökmeden ötürü yüksek yoğunluğun getirdiği aşırı ısınma başlar. Isınma, zamanla fusion denen nükleer ışımaya dönüşür.
Fusion (Çekirdek erimesi, hidrojen bombası) ve fission (çekirdek bölünmesi ve atom bombası) olayları Kur'an'da "Sevakib" terimiyle bildirilmiştir ki, anlamı, yıldızların tandırı'dır.
"Fusion" olayı dört temel kuvvetten biri olan "Güçlü kuvvetin" ta kendisidir. Bu kuvvet, yıldızın büzüşmesini engeller. Çünkü çekim (Hunnes) yıldızı büzmek isterken güçlü nükleer kuvvet tandırı yıldızı dışa fırlatmaya çalışır (Künnes).
Sonuçta Hunnes-Künnes dengelenir ve yıldız artık boyutlarına oturur. Güneş de bir yıldız olup, aynı mekanizmayla doğmuştur.
Artık erginleşmiş ve akkor ışımalı yıldıza ASAL YILDIZ denir. Ergin yıldız, ortalama elli milyar yıl yaşayacaktır. Onun yaşaması, içindeki sevakib (Hidrojen güç santrali) aracılığıyla olur. Ergin bir yıldız artık kırmızı, turuncu ya da sarı değil; akkordur. Rüştünü ispat eden yıldıza "Asal dizi" üyesi denir.
Asal dizi evresindeki yıldızlar kendilerini büzmek isteyen çekime karşı, "Hidrojen yakıtı tüketimiyle" karşı korlar. Bu işlem sırasında, sürekli olarak dört hidrojen çekirdeğinden bir helyum çekirdeği üretirler. Buna, yıldızların "Hidrojen soluyarak Helyum vermesi" diyoruz. Tıpkı canlıların oksijeni alıp karbondioksit vermesi gibi kozmik bir artık olan helyum, yıldızın işine yaramayan bir elementtir. Yıldıza çevre kirlenmesi uygular, ağırlaşır ve soğur.
Yıldızlar atmosferindeki temiz hava ve gıda olan hidrojeni tüketene kadar "Asal dizide" kalır.
Günün birinde soluyacağı bir hidrojen bulamayınca artık "Emekli" olmuş, ölümünü beklemektedir.
KESİM : 43
YILDIZLARIN ÖLÜMÜ
KIRMIZI CÜCE'DEN KIRMIZI DEV'E
"Kırmızı bebek" olarak doğan yıldızın emeklilik döneminde sayılı nefesi olan "Hidrojeni tükenince" artık bitkisel hayata başlayıp gövdesindeki hidrojeni tüketmeye yönelir. Kendi kendini yemeye başlayan yıldız binlerce kat genişlemeye başlar. Öyle ki, bütün gezegenlerini yutacak kadar seyrelerek genişlemiştir. Bu çözünerek büyümesi nedeniyle "Akkor" ışıması "Kırmızı" gurup zamanına benzemeye başlar. Artık asal dizide olmayan yaşlı yıldız giderek sönükleşip silikleşir ve solar. Artık akşam hüznünü, güz dönemini yaşamakta, hiç ısıtmamakta ve bir akşam güneşi olarak kalmak zorundadır. Ölüm halindeki bu kırmızı yıldız o kadar genişlemiştir ki, ona en uygun isim hemen verilmiştir: KIZIL DEV!..
Bu birkaç yüzbin yıllık yozlaşıp-çürüme "Enerji" tükenene kadar sürer. Artık o, madde biçiminde donmaya başlamış bir helyum yıldızıdır. Ona kadar cansız davranan Helyum da tepkimeye girer. SÜPERNOVA denen bir intiharla son nefesini verir.
Süpernova denen alev devi, küçük kıyamet, infilâk, yıldızı iki katmana ayırır. Yıldızın çok az bir dış yüzeyi çevreye püskürürken; iç düzeyi de içe büzülmüş olur. Buna yürek ya da çekirdek de denir. Ne denirse densin artık "Tıkanmış yıldız artığı"dır ki, bu kelimenin karşılığı "Collapsar"dır.
Süpernova denen bu infilâk ne kadar uzakta olursak olsun, bize en yakın yıldız olan Güneşin bile "Gündüz aydınlığından" daha parlaktır. Süpernova ile birlikte demirden ötedeki elementlerle birlikte elektromagnetizmayı temsil eden fotonlar ve zayıf çekirdek kuvvetini temsil eden nötrinolar akım halinde uzaya fırlayarak yayılırlar.
SEKİL - 20
KIYAMET PROVASI: SÜPERNOVA
Yengeç bulutsusu (Crebb Nebulae) [Crab Nebula], bir süpernova patlaması ardından oluşmuştur. Söz konusu süper nova patlaması 1054 yılında Çinliler tarafından gözlenmiş ve kayıtlara geçirilmiştir. Gündüz patlamasına rağmen güneşten 100 kez daha parlak plan bu patlama, birkaç ay sonra bu gücünü kaybetmiştir. Buluna ilk pulsar, bu patlamanın kalıntısıdır. Patlayan dış kısım uzayda trilyarlarca km. yayılırken, asıl madde ise büzüşüp, on km. bir çapa hapsolmuştur.
KESİM : 44
PAULİ YILDIZI
BEYAZ CÜCE'DEN SİYAH CÜCE'YE
Collapsar, yani çökmekte olan yıldızın, eğer Güneşimiz kadar kütlesi varsa onun öyle ahım şahım bir yoğunluğu olduğu söylenemez. Çünkü Güneşimiz sıradan ve küçük bir yıldızdır. Dolayısıyla içe çökmesine neden olan çekimi dengeleyecek ve daha çok çökmeyi önleyecek bir elektromagnetik kuvveti vardır. Bu direnci, sonuna kadar tamamen çökmeyi sürdürmesini önler.
Elektromagnetik kuvvet; doğanın dört temel kuvvetinden biri olup, çekirdeklerin birbirine bastırılmasını önleyen bir iç tutunum kuvvetidir. Net ve özdeş elektrik yükleri çekime direnecekleri bir çapa kadar çökmeye izin verirler. Böylece tamamen çökmeyi önleyen bir elektron gazının basıncı ortaya çıkar. Bunu bulan kuantum fizikçisi Wolfgang Pauli olup, kuantum fiziğinde bulgusuna "Dışarlama" ilkesi denilmektedir. (*)
(*) W. Pauli'nin Exculision=Dışarlama, ihraç formülü beyazcüce denen yıldızların çapını belirler.
Böylece Güneşimiz kadar (ya da Güneşin 0,6 ilâ 1,3 kadarı arasında kütlesi olan) bir çöken yıldızın kaderi "BEYAZ CÜCE" olmaktır.
Güneşimizin ömrü 50 milyar yıldır. Bu süre boyunca yapısındaki hidrojeni helyuma çevirip, "KIRMIZI DEV" sürecine ulaşarak helyumu da yakar ve süpernova ile intihar eder. Dış azınlık katmanlar uzaya; iç asıl katmanlar da "İçe" patlayarak çöker. Bu çökme dünyadan 1.300.000 kez büyük olan Güneşimizi, "Dünyamız" çapına sıkıştırır. "Çekim kuvveti" yıldızı, merkezdeki bir tek noktada toplamak ister. Ancak, çökmenin ardından "Eş yüklerin birbirini itip, sokulmalarını önleyen" elektromagnetizmanın direndiği bir çapa ulaşana kadar süren büzüşme, bu çapta durdurulur. Elektronların basıncının çökmeyi engellediğini bize "Pauli ilkesi" öngörmüştür.
Dünyadan 1.300.000 kez büyük olan Güneş'in, dünya kadar bir hacıma sığışması sonucu bu madde çok ağırlaşır. Beyaz cüceden yapılmış bir bilya BİN TON tutar.
İşte, çökmenin bu noktada durmasıyla elektronlar kararlı hâle geldiklerinden, Güneş'ten bin kat daha parlak ve keskin ışıma yaparlar. Hem böylesine bir küçülme hem de bu aşırı parlak ışıması yüzünden, böyle yıldızlara "AK-CÜCE=Beyaz cüce" ismi verilmiştir.
"Beyaz cüceler", yapılarındaki bütün elementleri "Demir elementine" çevirene kadar yakarak, çekirdekleri birleştirip, daha ağır yeni elementler oluşturup, ışımalarını sürdürürler.
Ak cücelerin bu ışıması yüz ilâ ikiyüz milyon yıl boyunca sürer. Yapılarındaki elementlerin tümü demire dönüşünce, "Bir çift demir elementi çekirdeği" artık birleşemediğinden, yakıtı biten Beyaz cüce, ışıyamaz, kararıp söner. O artık, temelli karanlık bir "DEMİR-YILDIZ"dır. Bu nedenle onun adına "KARACÜCE=Siyah cüce" denmiştir.
Bir kara-cüce, ışıma yapamadığından, artık, görünmeyen evren üyeleri arasına katılır. Karacüceler, evrende ışımayan "Kara üyelerin" ilki ve en hafifidir.
İster görünen bir akcüce, ister görünmeyen bir karacüce olsun, Güneşimizden geriye kalacak olan bu ceset, yine Güneş ağırlığında olduğundan, kendine bağlı dünya ve gezegenleri çekmesini sürdürür. Çünkü bir yüksük (cm³) dolusu karacüce maddesi bin ton çekmektedir. Elbette bunun daha beteri çekimler de vardır: Nötron yıldızlar...
KESİM : 45
PİON YILDIZLAR
NÖTRON YILDIZLAR
Eğer bu çöken yıldızın kütlesi güneşimizin 1,3 ila 2,9 katı arasındaysa, çekim, Pauli ilkesinin direncini kırarak elektron gazının basıncını deler. Süpernova patlamasından hemen sonra şiddetle çöken yıldızın çekimi, elektromagnetizmal kuvveti de yenerek çekimsel çökmesini sürdürür. Bunu 1930 yılında Chandra Saghar akıl etmiştir. Landau ise 1932'de daha çok yoğuşma eğiliminin sonucu atomlarında kırılarak sıkışması ve nötrinolar haline gelmesi gerektiğini öngörmüştür. Zwicky-Baade ikilisi ise bir süpernova patlamasından 16^-20 km. çapına büzüşmüş böyle bir "Nötron yumağı" olduğunu doğruladılar.
Yaklaşık güneşten üç kez büyük bir yıldızın çökmesinde dünya kadar bir beyazcüce aşamasında kalamayıp yirmi km. çapında bir küreye küçülürler.
Çünkü atomlar üst üste bastırılıp elektromagnetik gücün üstesinden gelinir. Elektronlar çekirdeğe bastırılınca elektronları yutan protonlar yüksüz nötronlara dönüşür. Bu tepkime şöyle gösterilir:
Yüksüz nötronlar birbirine tıka basa yapıştığından yıldız artığının tümü nötronlardan kurulduğu için onlara "NÖTRON YILDIZI" demek akla gelebilecek ilk isimdir.
Yüksüz nötronlar yüzünden bir Angström (10^-8 cm) olan atom boşluğu, bir Fermi'ye (10^-13 cm) bastırıp indirilir. Böylece yıldız "Demir aşaması"nda kalamayarak saf nötronlardan kurulu inanılmaz bir sıkışmayla ve küçülmeyle ortaya çıkar.
Bu yıldızın yoğunluğunu Oppenheimer ve öğrencileri Synder ile Volkof 1939'da özellikleriyle birlikte ölçümlediler. Örneğin "İki güneşe eşdeğer" kütlesi olan bir yıldız 10 ila 16 km. çapında bir küreye büzüşür. Dolayısıyla yoğunluğu (Yoğunluk birimi olan) suyun yoğunluğunu milyon kat aşar. Bu demektir ki bir yüksük dolusu nötron maddesi 4,5 milyar ile on milyar ton tutarındadır (cm3'de 10U^14 ila 10^18 gram). Bunun anlamı, "Bir çay kaşığı dolusu nötronun" orta büyüklükte bir dağ ağırlığına eşit olmasıdır.
Elbette bu durum büyük çelişkilere gebedir: Çünkü nötron yıldızda genel ve özel relativitenin bütün açmazları gözlemlenir. Uzay zaman kargaşası, elektromagnetik fırtınalar ve türlü aşırı biçimsizlikler gözlenir.
16 km. çapında bir nötron yıldız üzerinde, en yüksek dağ bir santimetre yüksekliğinde olabilir. Bu "Bir cm."yi tırmanmaya kalkışan bir dağcı, bütün ömrünün toplam enerjisini (Yüz milyar Joule!) sarf etmek zorunda kalır. Çünkü çekim alanı dünyanın on milyar katıdır. Bu öylesine bir çekimdir ki, çekime meydan okuyan hür ışığı bile yakalarsa bırakmaz; kendi çevresinde yörüngeye oturtur. Dolayısıyla orada yaşayan biri olsaydı, "Güneşin hem doğudan hem batıdan doğduğunu" görürdü.
Çünkü ışık kendini kurtaramayıp bir yörünge turu atarak kaynağına geri döner. Bu biçimsizliğe kozmoloji literatüründe "Aynaya bakan bir insanın hem yüzünü hem de ensesini görmesi" örneklenir.
Relativitede ise bir santimetre yukarıdaki "Dağcı" ikizin ovadaki ikiz kardeşine oranla genç kaldığı daha geç yaşlandığı belirtilir.
Bu ölümcül çekim nedeniyle bir nötron yıldız, beyaz cüce gibi çok ağır bir cismi bile yutup kendine katabilir. Eğer sistemimizde bir nötron yıldızı olsaydı, güneş ve gezegenler onun çekimine yenilecek ve sistemimiz 16 km. çapındaki nötron yıldıza katılmak üzere bu kozmik süpürge tarafından yutulacaktı.
Nötron yıldızlar da "Karacüceler" gibi optik (Gözle görünen) ışıma yapamadığından, evrenin karanlık üyelerinden birini oluştururlar. Dolayısıyla en başta sadece hipotetik (Varsayımsal) olarak öngörülmüşlerdi. 1967 yılına kadar bir varsayım sayılırken, aynı yıl bayan radyo astronom Bell'in kurduğu basit bir radyo astronomi düzeneğine şanslı bir rastlantı olarak sinyaller göndermeye başladılar. Bu sinyallerin yorumunu yapan Gold, sinyallerin kaynağının "Dönen bir nötron yıldız" olduğunu söyledi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oldu: Hem varsayım halindeki nötron yıldız, hem de dönen nötron yıldızların varlığı kanıtlanmış oluyordu.
Ancak bir nötron yıldız dönse bile; çevresinde magnetik alan yoksa yine de görülemez. Radyo astronom J.Bell'in aldığı sinyaller saniyede otuz kez tekrarlanmaktadır. Saniyenin %3'ünde-bir gelen tek bir sinyalin yaydığı enerji, güneşin ömrünce yaydığı enerjiden bile fazladır.
Bu nedenle Rabbimiz kendi azamet ve büyüklüğüne gösterge olsun diye "Başımızı göğe kaldırıp bakmamızı ve düşünmemizi" istemektedir.
Çevresinde magnetik alan bulunan dönen bir nötron yıldız, bizimle düzenli ve sık sık yanıp sönen sinyallerle haberleşir. Fizikte bu olaya Pulsation yani "Nabız gibi atmak, zonklamak" denmektedir. Bu nedenle dönen nötron yıldızlara PULSAR adı verildi. Ülkemizde bunun Türkçe karşılığı "Atarca yıldız" olarak benimsenmiştir.
İLERİ BİLGİLER - 34
PULSARLAR
Bir süpernovadan sonra iki güneş büyüklüğündeki bir yıldızın "Saniyeden kısa bir zamanda" ve birdenbire 16 km. çapa büzüşmesi sırasında kutur=çapın küçülmesiyle, (Açısal momentumunun sakınılmasından doğan bir fark nedeniyle) çılgınca bir dönme başlar. Bu inanılmaz içe çekilme inanılmaz bir peryod (Kendi çevresinde dönme) ile telâfi edilmek zorundadır. Dünyadan yüz bin kat büyük bir yıldızın, birden bire dünyanın çapının yüzbinde birine küçülmesi onun kendi çevresinde dolanım süresini kısaltır. Bunu dengelemek için yıldız kendi çevresinde delice bir hızla dönmeye başlamıştır.
Dünyamız, kendi çevresinde dolanımı olan "Gece gündüzü 24 saatte bir" oluşturur. İlk bulunan pulsar ise bir saniyede otuz kez gece-gündüz yapabiliyordu. Daha sonra gözlenen PSR-1937-214 kollu pulsar ise bir saniyede 642 kez dönmektedir. Pulsarların bu inanılmaz dönmesi sırasında, çok sık ve düzenli yanıp-sönen sinyaller alınır.
Pulsarlar böyle çılgınca dönerken, çevrelerindeki magnetik alan geometrsini de sürüklerler ki, bunu çok çabuk dönen bir mıknatıs olarak düşünebiliriz. Dünyamızın magnetik alanı sadece bir pusula ibresini oynayacak kadardır. Bir pulsarda ise Gauss alanı 10 milyar kat büyüktür. Pulsar oluşurken yani kollapsarın çökmesi sırasında, magnetik alan bu elektromagnetik aşırı değere erişince, pulsar yüzeyindeki nötronları bile koparabilen, güçlü bir elektromanyetik alan oluşturur.
Dostları ilə paylaş: |