Torunum ozan arda’nın anısına … ordu / 2006 sen söz giBİ GÜzeldin sen tüRKÜ GİBİ Özeldin hem varsin aramizda hem yoksun yokluğun varliğimizla


HOŞURAN: Bağlarda kendi kendine biten ıspanağa benzeyen yenir bir bitki. HOYTUK



Yüklə 0,75 Mb.
səhifə6/9
tarix25.11.2017
ölçüsü0,75 Mb.
#32834
1   2   3   4   5   6   7   8   9

HOŞURAN: Bağlarda kendi kendine biten ıspanağa benzeyen yenir bir bitki.

  • HOYTUK: Boşluk, delik.

  • HOZAN: Boş tarla. Ekilmemiş otlu tarla.

  • HOZAN DİLGİSİ/TİLKİSİ: Çok gezen, zayıf, sevimsiz.

  • HOZMUL: Patatesin küçüğü.HOZMUR.

  • HÖBEK: Hayvan gübresinin tarlaya çekildiği zaman küme halinde bulunması.

  • HÖÇÜK/HÜÇÜK: Panik atak.

  • HÖDÜK/HÜDÜK/HODUK: Ürkek.

  • HÖDÜKLEME: Huylanma, gıdıklanma.

  • HÖKELEMEK/HÖKELENMEK: Üzerine yürümek.

  • HÖKÜMLÜ: Çok sinirli.

  • HÖL: Islak, nemli. Ekilmek için hazılanan toprak.

  • HÖLLENGEÇ :Batık yer.

  • HÖLLÜK (Türkçe): Bez yerine kullanılan ıslak toprak.

    “Hep yalan, hepsi yalan

    Yalan oğlu yalan

    Höllüğünü eledim, beşiklere beledim

    Sırtımda beşik, elimde orağım

    Irgata gittim

    Beşiğini astım alıç dalına

    Sütüm yokken şeker çaldım emziğine

    Bir yandan ana, bir yandan işçi oldum tarlalarda

    Of gidi of...

    Hepsi yalan hepsi yalan.” (Bahattin İncedere)



    • HÖME: Çocuk oyununda ebenin bulunduğu yer.

    • HÖRELEK-H: Aceleci.

    • HÖRTLEMEK: Gözü dışarı fırlamak.

    • HÖST: Atı uzaklaştırma ünlemi.

    • HÖŞELEK: Cıvık.

    • HÖŞÜL: Akıcı. Çürümeye yüz tutmuş olan. Kirli, pis.

    • HURRAA: Hayvanların çiftleşmesinde destek sözü.

    • I(Ğ)RIBINI BİLMEK: İşin erbabı olmak.

    • IBA: Sabah erkenden yerlerin nemlenmesi.

    • IBRUK-H/İBRİK: Su koymaya yarayan kuplu, emzikli, abkır veya topraktan yapılmış kap.

    • ICIK/ICUH: Azıcık. Biraz.

    • IĞRIP/IGRIP: Düzen.

    • IIH!: Hayır ünlemi.

    • ILGA: Fitne, dolan.

    • ILIHMA/ILIKMA: Çok acıkma.

    • IPIL IPIL: İçi geçme.

    • IRAŞI: Düz yerden sonra aşılması gereken yokuş yer.

    • IRGANMAK . Irgadı : Silkelenmek. Sarsılan herhangi bir şeyi anlatmak için kullanılan söz.

    • IRGAR: İstifini bozmamak.

    • IRGAT: Tarım işçisi. Rençber.

    • IRIMA : Düğüne giden topluluk.

    • IRIP: Usul, erken, tutulması gereken yol. “Bu işin ığrıbı buduru.”

    • IRUHSUZ/IRUZSUZ: Arsız.

    • IRUKEN: Sabahın erken vakti.

    • ISIRAN: Teknelerdeki hamuru kazımaya yarayan araç veya fırındaki ekmeği çevirmeye yarayan uzun tahta kürek.

    • ISMARIÇ: Ismarlamak, istemek.

    • IŞGIN: Ağaç sürgünü.IŞKIN.

    • IŞIDI MI?: Hava aydınlandı mı?

    • IYILMAK: Dökülmek, saçılmak.

    • IYMAK: Yaymak, sermek.

    • IZGAR: Hastalık.

    • İBRA(A)M-İBRAHİM: İbrahim’in halk dilinde söylenişi.

    • İÇİRİK: Yatak, yastık, minder doldurmaya yarayan yün, pamuk, kıtık gibi şeyler.

    • İDARE: İçine gaz konularak yanan cam lamba.

    • İĞ:EskiTürkçeYİG’den:Yün eyirme aracı.EĞİRCEK

    • İĞNELİK: Üzerine iğne saplanan küçük yastık şeklindeki bezden yapılmış nesne. İğnedenlik.

    • İKİLEMEK: Tarlada, bostanda ikinci otun ayıklanması.

    • İLENÇ: Beddua.

    • İLENMEK: Beddua etmek.

    • İLERİ GERİ ETMEK: Dövüş, kavga etmek (ağız kavgası).

    • İLİSTİR: Kevgir. Süzgecin büyüğü.

    • İLVAR: Ormanlık, düz arazi.

    • İMECE (Türkçe): İMGEK/EMGEK: EMEK’ten EMGEK/İMGEK-EMEK-İMEK/EMEKCE/İMEKCE/EMECE/İMECE: Emekle, emeklerin ortağıyla yapılan iş. Topluca görülen ortaklaşa iş.

    • İMRÜK : Hayvan yiyeceği artığı.

    • İNEMİK/ENENÜK: Burulmuş hayvan.

    • İNGILIP: Sallanan.

    • İP: Bükülmüş yün, liften yapılan bağ.

    • İPİL İPİL : Az az .Örn.: İpil ipil yanan gaz lambasının isli aydınlığında kitap okuyarak öğrenimimizi yaptık.

    • İRMİKLEMEK: Hayvanların yemeyip bıraktıkları saman artıkları.

    • İSDAR: Kilim tezgahı.

    • İSİ(İN): Hüseyin’in halk dilinde söylenişi.ÜSEYİN

    • İSİRİN: Gürgen ağacı.

    • İSKELE: Keresteden basamak basamak kurulan, üstüne çıkılan ağaç yapı.

    • İSKOLOS ETMEMEK: Bakış, görüş etmemek, ilgilenmemek.

    • İSTAVRİ (Yunanca): STAVROS. Halk ağzında İSTAVRİ. B. Umar’a göre LÜWI ardılı dillerinde “Yunan haçı” anlamındadır.

    • İŞKİL/EŞKİL :Şüphe.vesvese,gıcık.

    • İŞMAR: İşaret, kaş göz hareketiyle gösterme.

    • İT: Köpek. İT DALAŞI: Köpeklerin kavgası, boğuşması.

    • İT DİRSEĞİ: Arpacık.

    • İT OĞLU İT/İTOOLİT: Kızgınlık bildiren sözcük.

    • İTEĞİ : Un elerken unun yere dökülmemesi için serilen örtü.

    • İVDİRMEK/EVDİRMEK: Koşturmak, acele etmek.

    • KAB/KEP : Kaşgarlı Mahmut’a göre “Kabuk” anlamındadır.Başa giyilen örtü.

    • KABALA: Götürü.

    • KABA KUŞLUK ÇAĞI: Günün saat 10:00’a kadarki bölümü.

    • KABAL ( ALMAK ) : Bir işi toptan almak.

    • KABALAK: Çayırlarda yetişen iri yaprak şeklindeki yenir bitki.

    • KADİMİ: Devamlı, daim.

    • KAĞE : Ölü doğan kuzunun derisi.

    • KAĞNI: Bu sözcük Türk dünyasında çok eski ve yaygındır.Orhonn yazıtlarında kağnı sözcüğüne rastlanmamakla beraber MS 1X . yüzyıl Uygurcasında KANGLI/ KANGA’dan başka KANGLI TİLGENİ/KOŞUGLUK ve KANGLI/ULUĞ KANGLI BOYUNDURUĞU terimlerine de rastlanır.Yük taşımaya yarayan, çift öküz koşulan iki tekerlekli ve bu tekerlekleri mazı adı verilen dingile bağlı araba.Cilalı Taş Çağı’nda tekerin icadı kağnı yapımını sağlamış ve uzun deneme,gelişmelerden sonra çiftçinin her hizmetini görebilen bugünkü biçimini almıştır.(Kaynak: Türk Ans.) Divan-ı Lügat-üt Türk’te KANLI biçiminde yazılıdır.

    • KAĞNI ARABASI: Ekin ve yük taşıma aracı.

    • KAKALA: Ortaı delik tandır ekmeği.

    • KAKANÇ OLMAK: Hakarete uğramak. Bir yerde istenmemek.

    • KAKINÇ/KAKIÇ: Başa kakılan şey, söylenen söz.

    • KAKIŞMAH-K: İtelemek.

    • KALDIRAÇ: Değiren ununun, ince veya kalın olmasını ayarlayan nesne.

    • KALE ARDI/KALARDI: Kalenin arkası (yer).

    • KALE BOYNU: Kaleye çıkılan (yer).

    • KALE YANI: Kalenin ön tarafı.

    • KALENDER : Çelebi,anlayışlı kişi.

    • KALLENKAŞ: Komik, şakacı.

    • KALTAKKAŞI: Eyerin önden ve arkadan olan yüksek yerleri.

    • KALTAK-H (Türkçe KALMAK’tan T-AK ekiyle KAL-TAK)

        1. Üzerine oturulan, alta konan, eyerin ağaçtan olan bölümü.

        2. GALTAK-H: Kötü kadın.

    • KALUH-K/GALUK: Evlenme çağını geçmiş kız.

    • KAMÇI (Eski Türkçe): KAM: Şaman rahibiyle –ÇIĞ ekinden KAMÇI: Kam denen görevlilerin, törenlerde davula vurdukları özel değnek. Açıklama: Kamçı’nın en iyisi öküzün üreme üyesinden yapılır (Bakınız GAMÇI).

    • KANARA/ GANARA :Miras yoluyla gelen mal veya bu tür getiri.KANARACI : Bu tür getiriyi gözeten kimse.

    • KANI/HANI/HANİ: Nerede, nerededir?

    • KANIRTMAK: Birşeyi dödürüp çevirmek, kasmak.

    • KAPAN: İçindeki yeme aldanarak yanaşan hayvanlara tutan tuzak.

    • KAPÇIK : Vaktinden önce doğuran (hayvan).

    • KAPU/KAPI: Memurluk, iş, görev. Her işte başvurulan büyük yer.Örn: Devlet kapısı.

    • KARMAÇ/KARAMAÇ : Mısır ekmeğinin ufalanarak yağda kavrulmasıyla yağda yapılan yemek.

    • KARAÇALI: Kırlarda yetişen dikenli bir ağaç.

    • KARAMUH-K: Bir çeşit koyun hastalığı.

    • KARAVELEK/KARA MELEK:Yağmurun toprağa 25cm kadar geçmesi.

    • KARGABEYİN :Yoğurda tatlı,pekmez karıştırılarak yapılan yemek. KÖLEMEZ.

    • KARIK/KARUH/GARUH: Bahçede fidelerin dikildiği yer,bölüm.

    • KARILMAK: Karışmak, birbiri içine girmek.

    • KARUK AÇMAH/GARUH AÇMAK: Fidelenmiş yere su akıtmak için çapayla hendek açmak.

    • KAŞ: Semer ağacına verilen isim.

    • KAŞAĞI : Hayvanları tımar etmek için kullanılan dişli,saç araç.(Rumca) KAŞAVU.

    • KATIK/GATIK/GATUH : Ekmeğe katılan peynir gibi yiyecek.

    • KATIKLI AŞ/KATIKLI ÇORBA : İçine yoğurt katılarak bulgur ya da yarmadan yapılan çorba.

    • KATMİR: Üç köşe kesilip yağda kızartılmış ekmek hamuru. Bir tür pide.

    • KAVARA: Balı alınmış petek.

    • KAVAŞA: Huysuz atları yola getirmek için dudaklarına takılan tahta kıskaç.

    • KAVGAN: Eşek ve atların seve seve yedikleri yaprakları dikenli bir bitki.

    • KAVİL: Söz birliği, uyuşma.

    • KAVLAĞAN (Türkçe KAVLAMAK): Çıplaklaşmak, gevşemek’ten yaprakları kolay dökülüp çıplak kalması nedeniyle çınar ağacının adı.

    • KAVURGA(N): Kavrulmuş, yenilebilen buğday tanesi.

    • KAVUT: Kavrulmuş undan yapılan yemek.

    • KAY/GAY: Kusmak.

    • KAYASA: Eyeri hayvana bağlamak için kullanılan kolan.

    • KAYGANA : Kızarmış ekmek üzerine pekmez dökülerek yapılan ye yapılan hamur yemeği.mek.Ya da cıvak hamurun kızgın yağda pişirilmesiyle yapılan hamur yemeği.

    • KAYIM: Sağlam, kuvetli.

    • KAYKI/GAYHI: Kızaktan büyük kayacak.

    • KAYKINCAK: Kayılabilen yer.

    • KAYPAH-K: Dönek.

    • KAYTARMA/GAYTARMA: 1-İşten kaçmak .2- Atların ağzına takılan demir halka.

    • KAZGUÇ: Ucu sivri yontulmuş ağaç.

    • KAZMA: Toprağı kazmaya mahsus aletlerin en eskisi ve en sadesi olup ağaçtan yapılmış, yuvarlak ve uzun sapı ile bu sapın geçeceği deliği olan düz, ağzı keskin demir tarım aracı. Arka tarafı külünk gibi sivri, çapa gibi çatal ve balta gibi keskin şekilleri vardır. Bunların her birinin ayrı ad verilmiştir.

    • KEBE (Rumca KAPA): Yünden yapılan kalın yağmurluktan KEPE/KEBE: Çoban yağmurluğu.

    • KEÇEMEN GÖZLÜ: Yeşil, çakır gözlü.

    • KEÇEMEN/KÖÇEMEN: Kertenkele azmanı bir hayvan.

    • KEFERETSİZ/KEFERETSÜZ: Beceriksiz, yetersiz, cesaretsiz.

    • KEFİN/KEFEN: Ölümün sarıldığı bez.

    • KEHLE: Bit.

    • KEHEL : İş kaçgını.

    • KEKÜL: Öne, alına sarkan saç.

    • KELÇÜK: Meyvenin yenmeyen bölümü.

    • KELEK-H: Zil. Hayvan zili. Büyük çan.

    • KELEP: Dürülmüş ve sarılmış halde olmak.

    • KELEPLEMEK: Fırlatıp atmak.

    • KELEZİMEK: Yorgun düşmek, halsiz olmak.

    • KELGİRDİ. Keligsedi: O bana gelmeyi arzuladı. Geleyazdı anlamında söylenen söz.

    • KELİK: Terlik gibi kullanılan eskimiş ayakkabı.

    • KELLE:

        1. Hayvan başı veya insan kafası.

        2. Buğday, arpa başağı.Tanelerin bulunduğu koçan.

    • KELTEK: Eski, yaşlı, bol gelmek.

    • KELTEK GELMEK : (Ayağa) bol gelmek.

    • KELTÜK/KELTİK/TELTİK: Eksik, yarım, küsüratlı olmak.

    • KEM: Ekin sapından yapılan ip.

    • KEMÇÜK: Yarı yenmiş meyve artığı.

    • KEME: Büyük fare.

    • KEMRE/KERME: Hayvan gübresi.

    • KEMREŞMEK: Boğuşmak.

    • KEMÜK/KEMİK7KEMÜH : Kemik.

    • KENDİR ÇULU: Kendir ipinden örülmüş, zahra kurutma çulu.

    • KENE: Sığırtlak. Sakırga.

    • KEPAZE: Davranışı uygun olmayan, rezil.

    • KEPÇE (Farsça KEFŞE): Büyük kaşıktan KEPÇE. KEFGİR/KEFLİZ.

    • KEPE (Rumca)/KAPA: Yünden yapılan kalın yağmurluk.

    • KEPEK (Eski Türkçe):

        1. Ekmek yapımında kullanılan başaklı bitki, tahıl.

        2. Saç dibinde bulunan madde.

    • KEPELEK-H: Öksürüklü (hayvan) hastalığı.

    • KEPENEK: Kelebek. Bir çeşit öksürtücü koyun hastalığı.

    • KEPKEPİLİ: Temiz giyimli.

    • KERPİN: Yağmur sularının geçmemesi için damların üzerine atılan bir tür kırmızı toprak.

    • KERTLO(Ğ): Gırtlak.

    • KES: Fiğ otlarının ve diğer otların saman haline getirilmiş şekilleri.Hububatın kalbur üstü.İrinti.

    • KESBUĞAN :Samanın boğaza sarılıp,dolup kişinin soluk alamama hali.

    • KESBUĞAN OLMAK : Samanın boğaza sarılmasıyla soluk alamaz duruma gelmek.(Yemekte) ağza fazla aş doldurarak soluk alamaz durumda olmak.

    • KESE: Kestirme (yol).

    • KESEG : Çamurlu yol.

    • KESEK (Türkçe KESMEK’ten): Kısaltılmış, kesilerek daha yakın, daha kısa duruma getirilmiş kestirme (yol). Çimen yapmak için üzerindeki otuyla çıkarılan çayır parçası.

    • KESEKLEMEK/KESLEMEK: Hayvanlar saman yerken irisini ayırmak.

    • KESENKES: Tereddütsüz.İkilemesiz.

    • KESİK/KESEH/KESEK: Başaklı kaba saman.

    • KESİMKIRIK: Kaşıntı.

    • KESMÜK: Dövenlenmiş samandan arta kalan iri parçalar. Kalın ve çakıllı saman.

    • KESTÜĞÜ PİŞTİK: Ucu ucuna.

    • KEŞ: Katı, kurutulmuş peynir.

    • KEŞAN : Omuzlara atılan ya da bele sarılan kadın örtüsü.

    • KEŞBUĞAN: Bir tür armut.

    • KEŞEK: Herhangi bir parçayı bölmek (yarım, azıcık).

    • KEŞİK: Sıra. Sırayla iş yapmak.

    • KEŞİKLEME: Sırayla yapılan işte sıraya girme.İmece çalışmasında sırada olmak.Örn: Ekin biçme zamanı komşular çağrılır.Hep birlikte tarlaya gidilir ve ekin biçilir.O komşunun işi bitince sıra diğer komşulara gelir.Böylece yardımlaşma ve sıralama ile köyün tarla veya benzeri işleri kolaylıkla görülür.Yaylada peynir yapmak için süt toplamada da aynı yöntem uygulanır.

    • KEŞKE/KEŞGE: Halbuki; bir daha olabilse dileği.

    • KEŞKEK (Arapça KİŞEK’ten): Et ve buğday karışımı yemek. Buğdayın anavatanı olan Anadolu’da yüzyıllardır keşkek düğün, bayram, davet gibi önemli günlerde sofralarımızın vazgeçilmez yemeklerinden biri olma geleneğini sürdürüyor. Buğdayın değirmen seteninde dövülüp kabuklarındna ayrılmasıyla oluşan gendümeden yapıldan keşkek, büyük kazanlarda usta keşkek güdelleyicilerinin elinde ancak lezzetini bulabilir. Pişerken içine iki, üç adet tavuk katılan keşkeğin güdellemesinden tavuk etleri eriyerek adeta kaybolur. Tereyağı ile pişen keşkeğe ayrı bir kazanda dana veya koyun etinden pişen yahni katılır. Sahanlara konulan keşkeğin ortası kepçeyle biraz çukurlaştırılarak o bölüme diğer kazandan bol etli sulu yahni konularak konuklara sunulur. Keşkek Mesudiye’de en fazla yapılan yemeklerden biridir. (Mesudiye Gazetesi)








    • KEŞLEMEK: Yutamamak.

    • KETE: Kül çöreği. Külde pişirilen çörek.

    • KETERİZ: İnceleme, araştırma.

    • KEVEN/GEVEN: Sakız, kirte ve zamk çıkarılan, kurutularak pakacak yerine kullanılan bir bitki.

    • KEVGİR/KEVGÜR : İlistir.

    • KEVLETMEK: Fırlatıp atmak.

    • KEVÜK: Tahıl sapı. Özellikle mısır gövdesinsn kuru hali.

    • KEVÜĞÜNE DÜZENLEME: Boşuna iş yapma, iş yapar görünme. Harmanda tahılın başağı iyi olmadığı zaman sapıyla uğraşıp durmak.

    • KEYFANA: Yaşlı kadın.

    • KEYLETME: Fırlatmak, atmak.

    • KIDI KIDI: Koyunları çağırma ünlemi.

    • KIDIM: Küçük adım. KIDIM KIDIM: Siyem siyem. Yavaş yavaş.

    • KIDIMIK: At ve başka hayvanın adımı.

    • KILAPA: Hatılların üzerine vurulan yarım metre uzunluğundaki ağaçlar.

    • KILÇIK/GILÇUH: Buğday başağının ince uzantısı.

    • KILICINA KOYMAK : Maktalı demiri,tahtayı ya da tuğlayı dar yüzüstüne koyup yüzeyini çoğaltmak.

    • KILIÇ: Şal dokurken kullanılan ağaca sarılı ip yumağı.

    • KILTAK/FOLTAK/FÖLTEK: Bol.

    • KIR: Kül rengine çalan beyaz, kirli beyaz.

    ALAKIR: Karışık renkli kır (at).

    BAKLA KIRI: Kurşuniye yakın kır.

    DEMİR KIR: Demir renginde siyahı fazla kır.

    GÖK KIR: Maviye çalar kır.

    “sakalına kır düşmek”, “kır donlu at”, “kırat”, “kırçıl”.



    • KIRAÇ/GIRAÇ: Bitek olmayan, sulanamayan verimsiz arazi.

    • KIRAN/GIRAN: Üç anlamda kullanıyoruz:

      1. (Grekçe KRANOS): Tepe’den kıran (küçük tepe, tümsek). Dilimize konuşulan Rumca’dan geçme sözcüktür.

      2. (Türkçe KIRMAK’tan) KIR-A-N/KIRAN: Bölen, ayıran, sınır.

      3. (Türkçe KIRMAK’tan) KIR-A-N: Öldürücü hastalık, salgın.

    • KIRHIL/KIRKIL: Armut hoşafı.

    • KIRBIS: Koyu sarı.KIRBIZ.

    • KIRIH/KIRIK: Eşeğin yavrusu, sıpa.

    • KIRKIM: Koyunun yapağısının kırkılması. Kırkımın yapıldığı mevsim.

    • KIRKILMAMIŞ ŞİŞEK: Yünü daha kesilmemiş, sütü sağılmamış koyun.

    • KIRKLAMAK: Kırk günü doldurma adeti. Loğusa kırklamayınca evden dışarı çıkmaz. Yeni doğan çocuun kırklaması. Bir işin geç olduğunu belirtmek. (Çok pis biri için) “kırklamaya az kaldı”.

    • KIRNAV OLMAK : Dişi kedinin döllenme tutkusuyla erkek kedi isteme durumuna gelmesi.

    • KIRTABAN: Az mahsül veren toprak.

    • KISIK : İki duvar arasındaki dar yol.

    • KISKA: Arpacık soğanı.

    • KISKISLAMAH-K: Köpeği kışkırtmak.

    • KISRAK: Dişi at.

    • KIŞE KIŞE: Tavukları kovma ünlemi.

    • KIŞLAK: Koyun gibi evcil hayvanların kışın çekildiği yumuşak havalı, kar yağmaz ve korunmaya uygun yer; böyle yerdeki otlak, yaylak.

    • KIŞLAMAK . qışladı : Kışı evde ya da bir yerde geçirmek

    • KITIK (Uygurca PAMUK): Yastık, yatak yapımında kullanılan yün, pamuk artığı.

    • KITIR: Suyunu kaybetmiş, aşırı derecede kurumuş maddelerin tümü.

    • KITIRO(Ğ): Uydurma söz söyleyen. Kıtırcı

    • KIYIMSIZ/KIYUMSUK/GIYIMSUH : Karşısındaki kişiye acıyarak kötü davranmamak,kötü söz söylememek.

    • KIYŞAK: Kıyıcı olma durumu.

    • KIZAK: Ot taşıma arabası.

    • KIZAN (Türkçe KIZ’dan):

      1. KIZ-AN/KIZAN: Genç, delikanlı.

      2. Dişi köpek yada kurdun döllenme tutkusuyla azıtması. ÖRN: Kızana gelmek: Döllenmeye hazır olmak.Öğürsemek.

      3. KİÇİ : (Orta Asya Türkçesi) Küçük. Örn:Yukarı Gökçe’nin eski adlarından biri olan Kiçi Faldaca bu tanımlamadan ad almıştır.

    • KİLER: Yiyecek, içecek ve erzağın saklandığı yer, oda, ambar yada dolap.

    • KİLİSE: Kurultay geleneğini başlatarak Türkiye geneline örnek olan Mesuide Kurultayı, Belediye’nin Düğün Salonu’nda yapılıyor. Oysa Kurultay diğer kültür ve sanat etkinlikleri tarihi mekandan oluşturulmuş bir yerde daha anlamlı olabilir. Bunun için Mesudie Rum Kilisesi en uygun yerdir. Dileriz Mesudiye’deki tarihi kilise ve diğer tarihi evler korunarak taş işçiliği olağanüstü güzelliğe sahip bu binayı gelecek kuşakların da görmesi sağlanmalıdır. Yapılan araştırmalara göre Mesudiye’de Aya Konstantin ve Theodoka adlı 2 kilise olduğu görülmektedir.








    • KİLLETME: Fırlatıp atma; birden kalkıp gitme.

    • KİP: Kullanışlı.

    • KİREN: Kızılcık.

    • KİRENTİ VURMAK : Tarladaki otu ya da ekinleri tırpanlamak.

    • KİRİŞ: Dört köşe kalın keresteden, demir-çimento dökümünden yapılmış yatay destek parçası.

    • KİRKİRLENME: Ekşiyen, mayalanan hamurun teltel olup kabarması.

    • KİRMAN: Elde yün eğirmeye yarayan araç.KİRMEN.

    • KİRPİKLİ SAHAN/KİPİRLİ SAHAN : Kenarları kıvrık kıvrık ve dişli olan sahan.



    Geniş tahtalarla döşenmiş duvarlara yine ahşap, tek bir ağaçtan oyularak yapılmış hamur tekneleri, un elekleri, yağ külekleri, bez torbalar, deri eşyalar asılmış…




    • KİRPİKLİ TAŞ: Kenarlarına şekil verilmiş taş.

    • KİRTİK: Sabunun küçüğü.

    • KİSBETTE: Dar giysi.

    • KOCA KUŞLUK: Öğleden az evvel.

    • KOÇ: Damızlık erkek koyun.

    • KOÇ KELEĞİ: Koş hayvanına takılmış büyük zil.

    • KOÇSAMAH-K: Dişi koyunun çifteleşmek istemesi.

    • KOĞUR/KOHUR/KONGUR: Kahverengine benzer sarı.

    • KOĞUR ÖKÜZ : İyi yetişkin öküz.

    • KOLAN: Beş santimetre genişliğinde ip olarak kullanılan örülmüş ip dizini.

    • KOLÇAKLANMA: Yılışma, yağ çekme.

    • KOM: Davar ağılı.

    • KONAK . qonat :

    1) Birbirine bağlı kalan herhangi insan topluluğu. Düğün topluluğu gibi. “Konak geldi” denildiğinde düğüne insanlar geldi anlamı çıkar.

    2) Büyük yapı.

    • KOPANÇA: Kuş tuzağı.

    • KOPİL (Arnavutça-Rumca KHOPİLİ): Küçük çocuktan Anadolu ağzında GÖBEL/GOBİL/KOPEL. (Bakınız GÖBEL).

    • KORUNGA : Hayvanlara yiyecek olarak ta verilen yabani yonca.

    • KOS/KOZ: Ahırda yavruların konması çin ayrılan yer.

    • KOSALAK: KOSMAK’tan çalımlı, süslü, gösterişli. Kendisini kasan.

    • KOŞU: Öküzleri boyunduruğa bağlayan ip.

    • KOŞUM: Araba hayvanının kayış takımı. Hayvanın arabaya koşulması.

    • KOTAN: Birkaç demirli büyük pulluk.

    • KOVAN: Arılara barınak olarak yapılan tahta sandık.

    • KOVANLIK: Arı kovanlarının konduğu yer. Arılık. Eskiden çardakların sabah güneşi gören tarafına yapılırdı.

    • KOYULTMA: Koyulaştırma.

    • KOYULTMAÇ: Süt, un, şekerle yapılan peltemsi yemek.

    • KOYUN SÜRÜSÜ: Yaylıma çıkmış koyun hayvanının oluşturduğu topluluk. Çoğu kez önde giden karabaş koyunun veya çobanın peşine takılarak giden sürü. (Argo) Düşünmeden peşine takılan insan topluluğu.



    • KOYUNTU: Sıkıntı, üzüntü, keder.

    • KOZ : Ceviz.

    • KÖFREK : Kendir sapı.

    • KÖĞREK: Zayıf, halsiz, cılız insan.

    • KÖKÇE/GÖKÇE: Ağaçların gövdesinde oluşan yeşil renkli otumsu bitki.

    • KÖKREK: Havanın yağışa hazır olması.

    • KÖKREMEK:

        1. Yüksek sesle bağırmak.

        2. Havanın durumunu değiştirerek fırtınalı, yağmurlu duruma gelmesi.

    • KÖLEMEZ: Ayran ve koyun sütünün karışımıyla yapılan yiyecek.

    • KÖM: Koyun, keçi ağılı.

    • KÖMSEK: Ahır kapısı.

    • KÖNÜŞ/KÖMÜŞ: Mandanın büyüğü.

    • KÖP: Öküz arabasının arka ve önünde bulunan tahta çıkıntı, bağlantı.

    • KÖR DUMAN : Çok puslu,sisli, önü görülemez halde olan dumanlı hava.

    • KÖR ORAK: Ekin biçmeye madası olmayanın kullandığı biçmeyen orak.

    • KÖROĞKUŞU: Baykuş.

    • KÖRTEMEN: Türk toplumları ta Orta Asya’dan “Oniki hayvanlı takvimi” Ocak- Şubat ayında denk gelen yılbaşını büyük eğlencelerle kutlardı. Bu gelenekler değişikliğe uğramakla birlikte varlığını yine de sürdürmektedir. Mesudiye’nin her köyünde, geçmişte, yıılbaşı gecesi körtemen adı verilen çeşitli hayvan figürlerinin gençler tarafından canlandırıldığı, ev ev dolaşarak, insanlara hoş anlar yaşatarak, karşılığında bulgur, yağ, un gibi maddeleri topladıktan sonra bu malzemelerden yaptıkları yemekleri yiyerek eğlendikleri, artan malzemeleri ise köyün fakirlerine dağıttıklarını hatırlarız.

    • KÖS : Sokak kapılarının arkasına kapının kolay açılmaması için vurulan ağaç.

    • KÖSEMEN : Sürünün önünde giderek ona kılavuzluk eden koç veya teke.

    • KÖSKÜ : Kapıyı arkadan kilitleyen ağaç sürgü.

    • KÖSLEME : Kapının arkasına takılan demir.

    • KÖSLEMEK: Kapıyı arkadan ağaçla besleyip kuvvetlendirmek.

    • KÖSMEK: Ahır penceresi.

    • KÖSMÜK :/GÖMSÜK : Sigara artığı.İzmarit.

    • KÖSNÜ: Köstebek.

    • KÖSNÜK: Azgın, dölleşme isteği çok artmış hayvan veya kişi.

    • KÖSNÜMEK: Boğaya gelmek.Boğa ister durumda olmak.

    • KÖSTÜRE/KÖSÜRE : Kesici aletleri bilemek için kullanılan sert, yuvarlak taştan yapılmış, elle çevrilerek ve su dökülerek bileme işlemi yapan alet. Bileği taşı.



    KÖSTÜRELER BİLE GARİP (Mesudiye Gazetesi)

    Yüzyıllardan beri Anadolu’da bıçak, kama, balta, nacak, girebi gibi ev ve günlük yaşamda kullanılan kesici aletleri bilemek için kullanılan taştan yapılmış köstüreler artık unutulmak üzere. Yaklaşık olarak M.Ö.2000 yıllarında Çorum merkez olmak üzere Kızılırmak nehrinin yayı içinde bir devlet kuran Hititler tarafından bulunduğu ve günlük yaşama katıldığı belirtilen köstüreler, nesilden nesile aktarılarak, 1970’li yılların sonuna kadar her evin vazgeçilmez bir parçasını oluşturmuşlardı. Ordu’nun ve çok göç veren iç kesimlerdeki ilçelerinin köy nüfusunun azalması ve teknolojik gelişmelerler köstüreler yok olmaya, evlerin avlusunda unutulmaya başladılar.



    • KÖSTÜRE ÇATALI: Birşeyi anlamayan, aklı birşeye ermeyen.

    • KÖVREK/KÖFREK : Kendir sapı.




    • KÖY ÇEŞMESİ





    KÖY ÇEŞMESİ: Mesudiye’ nin hangi köyüne gitseniz, köy ortasında “Şöyle garip bencileyin” akan suyuyla mahzunluğumuza gönül ferahlığı veren, taş örgülü, kurna ağızlı, uzun yalaklı bir köy çeşmesi görürüz. O çeşme başında suladığımız hayvanlarımız, doldurduğumuz kovalarımız usumuza gelir. Hele çeşme başı sohbetleri yok mu?.. Kaplar dolar taşar ama sohbet bitmez. Gelinlik kızler tokaçlarını öylesine sallarki çeşme başında, yanlarına yaklaşmak kolay mı?..
    Nerde görsem bir köy çeşmesi

    Usuma Karacaoğlan gelir

    Tas tas içsem, saz saz çalsam

    Ne suyu, ne de sözü tükenir.




    Uygarlık rahat yaşamamızı sağlarken bir yandanda bazı değerlerimizi silip süpsrsyor.Yıllar önce binbir emekle yapılan köy çeşmelerimizin neredeyse suları akmaz oldu.İşlemeli kurnaları söküldü,atıldı.O günlerin çeşme başı anıları da unutuldu gitti…



    • KÖY FIRINI EKMEĞİ:





    Gurbete çıkarken yanımızda olmasını istediğimiz gilikleri,kuru ekmekleri torba torba taşıdığımız,çoğu kez su başlarında ıslatıp tadına baktığımız peksimetleri yapan ustalar,o ustaların emeklerini döktükleri köy fırınlarımız da unutulmaktan nasibini almaya başladı.Bu fotoğrafa bakıpta yaptığımız yanlışları görebilecek miyiz acaba!..



    • KÖY KUSURU: Yöremizde okuyamayan, işi olmayan kişilere söylenen söz.

    • KÖYDEN EV GÖRÜNTÜLERİ : Şu beton yığını yerleşimden,hiçbir özelliğl olmayan birbiri üzerine yapılaşmadan ne zevk alırız bilmem.Halbuki canım Anadolu’nun art arda yaslanmış tepelerinin yamaçlarında ne güzel köyler,ne güzel evler kurmuşuz.Yöreye uygun yapı tarzı,yöreye uygun yapı malzemeleri,bunlarla yapılan yer evleri,ağaç kütüklerle donanmış çatılar,köşe taşları üzerine kondurulmuş yapılar,güneşe açılmış kapılar…


    Şu beton yığını yerleşimden, hiçbir özelliği olmayan birbiri üzerine yapılaşmadan ne zevk alırız, bilmem. Halbuki canım Anadolu’ nuun artarda yaslanmış tepelerinin yamaçlarında ne güzel evler kurmuşuz. Yöreye uygun yapı tarzı, yöreye uygun yapı malzemeleri, yer evleri, ağaç kütüklerle donanmış çatılar, köşe taşları üzerine kondurulmuş yapılar, güneşe açılmış kapılar…




    • KUBARMAK : Övünecek bir iş yapmış olarak kendini övgülendirmek,horozlanır gibi olmak.Karşı koymak.

    • KUÇU KUÇU: Köpekleri öağırmak için kullanılan söz.

    • KULAKLI SAHAN: İki kulplu sahan.

    • KULUN: Atın yavrusu, tay.

    • KULUNÇ (Farsça): Bağırsak ağrısı. (Türkçe): Omuz ağrısı.

    • KUMA/GUMA: Ortak kadın.

    • KUNNAMAH-K: Doğurmak.

    • KUŞBURNU: Yaban gülü olan kuşburnu, baharda .. beyaz ve pembe gülleri, sonbaharda kırmızı meyveleri ile dağların vazgeçilmez güzelliklerine renk katarlar. Anadolu’da Hattiler ve Hititler’den beri varlığının bilindiği tarihi kayıtlardan anlaşılan kuşburnu hem ilaç, hem bir besin maddesi olarak yüzyıllardan beri tüketilmektedir.






    Karadeniz ikliminin geçiş noktasında bulunan ilçemiz ile Gümüşhane çevresinde çok yagın yetişen kuşburnu, genellikle pekmez olarak kahvaltılarda; içecek olarak ise yaşamın her anında tüketilir. C vitamini bakımından çok zengin olduğu, hatta kansere bile iyi geldiği iddia edilen kuşburnu pekmezinin yapılması ise son derece zor olup, 10-12 kilosundan ancak 1kg pekmez üretilebilir.



    • KUŞ GEDİĞİ : Odun keserken baltanın vurulacağı yarmaçanın budaklı yeri. (Köylerde) mahalle ayırım yerlerine verilen ad.

    • KUYMAK/ÇALMAÇ: Pirinç unu veya nişastandan yapılan pelte. Mısır ununun suyla karıştırılmasıyla yapılan yemek.

    • KUZ: Güneş görmeyen yer. Kuzey. İ.Zeki EYÜBOĞLU “OĞUZ-OGUZ-KUZ adlarından söz eder.Etimolojik anlamı “Güneşin az olduğu ,serin,ıslak yer “ olarak verilir.Ayrıca,genellikle KOZ(ceviz) in az güneş gören yerlerde yetiştiği düşünülürse KOZ/KUZ bağlantısı ve anlam ilişkisi görülür.

    • KUZU ÇUBUĞUYLA DÖVMEK: İncitmeden vurmak.

    • KUZULUK : Büyük kapı ortasındaki küçük kapı.(Argo) Aralık yer.

    • KÜCÜ: Çul dokuma işinde kullanılan sopa.

    • KÜLEK/GÜLEH: Bal, yoğurt, yağ gibi şeyleri koymaya yarayan, üst tarafı kapaklı, silindir şeklindeki ağaçtan yapılı kap.

    • KÜLLÜH-K: Kül veya süprüntü atılan yer.

    • KÜNÜCÜ: Kıskanç.

    • KÜP (ILIŞARIN KÜPLERİ): İleri yaşlarda olanlar hemen hatırlayacaklardır. Bizim Ilışar köyümüz eskiden küp ve testileriyle çok ünlüydü. O zamanlarda ulaşım çok zorluklarla sağlandığı için dışarıdan küp ve testi gibi eşyaların gelmesi çok zor, hatta imkansızdı. İlçemiz kapalı bir havzada olduğu çin kışlık yiyecekler yaz aylarından stok edilmeye başlanırdı. Makarna, bulgur, peksimet, meyve kuruları hazırlıkları yapıldığı gibi patatesler kuyulara gömülür, bol bol dürme ve fasulye turşuları hazırlanırdı. Hem de küpler dolusu olup 4-5 aylık ihtiyaca yetecek miktarlarda yapılırdı. Bu yüzden de Ilışar’ın küpleri hemen hemen her evin vazgeçilmez ihtiyacıydı. Ayrıca küplerde en ufak bir sızıntı olmadığı gibi yapıları da çok sağlam olurdu. Sözü uzatmamak gerekirse Meletli olup da evinde Ilışar küpü olmayan kimse olmazdı. O küpler sanki birer can kurtaran simitleriydi. (Naim Tuncalı)

    • KÜP/KÖP:

      1. Küçüklük, çokluk bildirir.

      2. Turşu yapmak amacıyla topraktan yapılı kap.

    • KÜPDÜŞEN/KÜDTÜŞEN: Kış armudu, büyük armut cinsi.

    • KÜPEÇTE: Kilit takma yeri.

    • KÜPLENTİ-Ü: Baltanın arka kısmı.

    • KÜRTÜK: Rüzgarın kuytularda, büyük çukurlarda topladığı kar birikintisi, kar yığını. KÜRTÜR.KÜRTÜN.

    • KÜRTÜKLEY(İ)N: Birikmiş karın bulunduğu yer.

    • KÜSKÜ/KÜŞGÜ: Toprağı eşmek için kullanılan ucu sivri ağaç aygıt.

    • KÜT (Türkçe) : Kötürüm olmuş ( kişi.)

    • KÜVENLEME: Boşa çalışma.

    • KÜYCÜ: Bir işi abartarak anlatan, yapan kimse.

    • LABADA : (Rumca) LAPAZA .Yenen bir ot türü.

    • LAĞ: Taklit.

    • LA(Ğ)LANMA: Taklit etme, öykünme.

    • LAHANA : (Rumca) MANCAR. Güz ve kış sebzesi olarak yetişen, geniş yapraklı ve köklü bir bitki. Kelem.

    • LAMBA: “Gaz lambası”. Alttaki cam haznesine gazyağı konan ve içine bir mekanizma ile fitil sarkıtılan, fitili örtecek şekilde lamba camıyla tamamlanan, fitili yakıldığında ışık saçan bir aydınlatma aracı. Lamba camının büyüklüğü numarasıyla ölçülür. Fitli yandıkça emdiği gazyağı da tükenir. Bu sırada gaz kokusu saçar. İyi yanmadığında is çıkararak lamba camını karartır. Ertesi gün bu camdaki is, bez parçası sarılarak bir çubukla silinerek temizlenir. Lambalar odanın yüksek yerine, ocağın üst çıkıntısına konur.

    • LE(Y)LEK: Sacta pişirilen bir tür ekmek. Bu ekmek türü yılın belirli günlerinde (9 Mart) yapılır.

    • LENGER: Yayvan ve kenarları geniş, büyük bakır kap.(Rumca) Lenger.

    • LEŞ/ÜLEŞ : Hayvan ölüsü.

    • LIĞLAMAK: Suyun kumu dere kenarına yığması.

    • LİNK: Atın eşki yürüyüşü.

    • LO(Ğ) TAŞI: Harmanı, toprak çatılı evlerin toprağını pekiştiren silindir taş.

    • LODA: Üzeri toprak yada otla örtülmüş saman yığını.

    • LOĞ(Türkçe):YUĞ/YUĞU/YUGAÇ/YUGA’dan YUĞ/LUĞ/LOĞ: Damların üzerine serilen toprağı düzleyip yağmur sularının alta geçerek, sızarak akmasını önleyen silindir biçiminde taş.

    • LOĞLAMAK: Üzerinde loğ taşını gezdirip toprağı sıkıştırmak.

    • LOR (Farsça LÛR): Peynir suyundan yapılan toz peynir. Çökeleğin sıkılmış hali.

    • LÖK: (Çok) ıslanmış durumda olma.

    • LÖNGÖZ/LÖNGEZ : Çok çamurlu,bataklık yer.

    • LÖŞ: Islak.LÖC.

    • MA(Ğ)A: Suyun toplanması için önüne çekilen ağaçtan set.

    • MADA: Birşeye duyulan arzu, istek. Canı çekmek, iştahlanmak.

    • MADAM YOK-H: İsteğim yok. İştahım yok.

    • MADASI OLMAK: Bir işi yapmak, bir yiyeceği yemek için isteği, iştahı olmak. Gönlü olmak.

    • MADASUZ/MADASIZ: Gönlü yatkın olmayan.

    • MADRABAZ: İşe yaramaz halde olan.

    • MAGADİR: Kıymet, değer.

    • MAGÜLE: Sülale.

    • MAHAT/MAKAT: Ev içinde ağaçtan yapılmış oturma yeri (Bakınız SEDİR).

    • MAHSUS: Bilerek, özellikle.

    • MAHUH: Ayrandan yapılan ve yemeklerde kullanılan ekşimen yiyecek.

    • MAKİNE: Yolcu taşıma aracı (kamyon).

    • MAL: Büyük baş hayvan.

    • MALA GİTMEK: Büyükbaş hayvanları otlatmaya gitmek.

    • MAL ARAMAK: Kayıp olan büyükbaş hayvanları bulmaya çalışmak.

    • MAL GÜTMEK: Büyükbaş hayvanları otlatmak.

    • MALAK: Manda yavrusu (Bakınız BALAK).

    • MALUH/MALUK:

        1. Boyunduruk kayışına sokulan çivi.

        2. Kilit zerzesine takılan nesne.

        3. Saban okunun ucunda halkayı tutmaya yarayan ucu yoplu çelik.

    • MANAHOS (Rumca): Ana yurt. Hırıstiyan azişzinin kaldığı yer.MANAHA : (Erkekler için) Yalnız. MANAŞI (Kadınlar için) Yalnız.

    • MANDA: Su sığırı. Manda yoğurdu çok sevilir.

    • MANTI: İçine kıyma konularak küçük bohçalar biçiminde dürülmüş, üzerine sos olarak yoğurt, kızgın yağ dökülerek yenen hamur yemeği.

    • MART DOKUZU : Kış mevsiminin bitmesine rağmen soğuklar ya da kış esintisi belli aralıklarla kendini göstermektedir.Eski takvim yılı hesabına göre özellikle Mart dokuzu günü kış soğununun tekrar görüldüğü gündür.Kış mevsiminin unutulmaması gerektiğini anımsatır.Yaşlıların anlatımıyla “Mart dokuzu çıkmadan kış geçmiş olmaz”.

    • MASTA YONTMA: Toplumumuzun en güzel özelliklerinden birisi de el anatlarının çeşitliliğidir. Orta Asya’dan günümüze kadar birçok kültürden etkilenerek son şeklini almış Anadolu kültürü dünyada kendisine haklı bir yer edinmiştir. Mesudiye yöresinde yayık, döven, külek, hartama, yaba, sepet, sele, semer, eğer yapımı varlığını zor da olsa hala sürdürüyor. Ancak her eşya her köyde yapılamıyor. Bunların ustası olan köyler var. Küp dalında Ilışar, sepet, gıdık örmede Göçbeyi, döven yapımında Güneyce, yayık yapımında Gelgeçi, elişi ve nakışçılıkta Akkırık işçiliği...Sepetin küçüğü olan gıdıh örmek de büyük hüner ister. Önce çok güzel ve düzgün masta yontulması gerekir.





    • MASURA: Çeşme zıvanası.

    • MAŞA: Ateş tutmak, yanan odunu kaldırmak için kullanılan iki saplı demir alet.

    • MAŞLAK: Pelerin gibi giysi.

    • MAŞRABA/MAŞRAPA: Ortası boğumlu, kulplu bakır kap.

    • MATAH: Adamın kötüsü. Çok aranılır olma.

    • MAZU/IMAZU/MAZI: Kağnı arabasının iki tekerini tutan,birleştiren ağaç eksen.Tekeri tutan ağaç.

    • ME(Ğ)EL: Toprağı eşmeye yarayan bahçe kazması. Bostan sulamada kullanılır.

    • MEĞELLEMEK : Toprağı çapa ile kabartmak.

    • ME(Ğ)SİME-K/ MEH(E)SİMEK: Önemsemek.

    • MEĞSİMEMEK: Önemsememe.

    • ME(H): “AL” anlamında sözcük.

    • MECANEN/MECCANEN: Bedava.

    • MECEKBAŞI: Yaramazların lideri. Hayinliğe önderlik eden.

    • MECEL: Derman, güç.

    • MEFES: Yanına değme, hafif temas.

    • MELEMEK (Türkçe): Doğal seslere öykünme yoluyla ME-LE-ME-K: Özellikle kuzuların çıkardıkları “ME” sesinden türeyen eylem.

    • MELEŞMEK: Çifte kuzulu koyunun bağırması, melemesi.

    • MELET ÇAYI: Bizanslı Stefanos’ta gösterilen Melandios adı aynı adı taşıyan bir millete bağlanır. Yani Melet Deresi adını bir milletten almıştır. Anabasis adlı eserde Melandit adı ile geçen millet Trakya kökenli olduğu belirtilir. Bilge Umar “Mesudiye’den geçen Melet Deresi’nin Türklerden öncesinde Melanthios diye anılırdı. Bu dere adının aslında Melanda gibi Anadolulu bir sözcük iken Hellenleşme, Rumlaşma dönemlerinde çarptırılıp Melanthios’a çevrildiği de olasıdır” der. Ancak Yunan öncesi yer adlarında Pelasglara ait gösterilen bu sözcük aynı biçimiyle Melandia şeklinde Yunanistan’da da geçer. Yani B. Umar’ın olası gördüğü çarptırılmış değil, adın öz biçimidir. Meladiasis biçiminde Likyalılar’da şahıs adı olarak kullanılırdı. Böylece Melet Deresi’nin antik çağ adı Melandia, günümüze kadar yaşamasını başarmış Pelasglılar’dan kalma bir hatıradır. (İlyas Karagöz)





    MESUDİYE’YE CAN VEREN MELET ÇAYI (MELANTHİOS) VE VADİSİ/Fotoğraf: Nezih BAŞGELEN



    Bizanslı Stefanos’ta gösterilen MELANDİOS adı, aynı adı taşıyan bir millete bağlanır. Yani Melet Deresi adını bir milletten almıştır. (Kaynak:B.Stefanos.Ethnika.Graz.1958-Syf.44) Anabasis adlı eserde MELANDİT adı ile geçen millet trakyası olduğu belirtilir. (Kaynak: Anabasis 7.cilt Syf 32) Bilge UMAR “Mesudiye’den geçen Melet Deresi’nin Türkler öncesinde MELANTHİOS diye anılırdı.Bu dere adının aslında MELANDA gibi Anadolalu bir sözcük iken Helenleşme-Rumlaşma dönemlerinde çarptırılıp MELANTHİOS’a çevridiği anlaşılır” der. (Kaynak:B.UMAR- Türkiye’deki Tarihsel Adlar/İST.1993 Syf.560 )

    • MELET/ HAMİDİYE: Melanthia (Pontus Bölgesi) sınırları doğuda Kolonia ve çevresiyle sınır, kuzeyinde Çambaşı, batısında Hapsomanas (Gölköy) bölgesi ve güneyinde ise Reşadiye ilçesi bulunmaktadır. Ortasından geçen Melanthio ırmağı Kofa Dağı Gölü’nden başlar, Kotiora yakınlarından Karadeniz’e boşalır. Bölge aynı zamanda bu derden almıştır (Bakınız Melet Çayı). Melanthia az vadileri olan dağlık bir bölgedir, herşeyden önce 20.yüzyılın başlarında otuz Rum ve otuz iki tane Türk köyüne sahipti. İlçe sakinleri tahıl üretimi, hayvancılık ve arıcılıkla uğraşıyorlardı. Diğer bir uğraşıları ise deri ticareti idi. 1914’ten önce 20.000 nüfusu vardı. Bu sayıyı Türkçe konuşan Yunanılar, Ermeniler ve Türkler oluşturuyordu. Bölgenin ticaret merkezi 2000 nüfuslu Mesudiye idi. Mesudiye Fatsa’nın Kotoiro, Erpa, Maden ve diğer bölgeleri Rumlar öncesi yerleşmiş halklar tarafından kuruldu. Rum nüfusunun büyük köyleri Malkoç, Şene, Çorak, Yafsan, Fotone, Mezine, Antonlu, Musullu, Pitbisi, Yukarı Faltatsa, Bayraklı, Eskitir ve Sorson’dur. Bu bölgeye Heybeli Ada’Dan maden ocaklarında çalışmak üzere Türk-Rus savaşından sonra pek çok madenci göçmen geldi. Bunlar genellikle Rum idiler. Bunların bölgeye katılımı yerli Türk nüfusun güven duygusunu artırdı. (Kaynakça: Melanthia Tarihi/Selanik)

    • MEMED: Mehmet’in halk dilinde söylenişi.

    • MENEHOS: Elinden iş gelmeyen, beceriksiz, uyuşuk kimse.

    • MENEMEN: Yumurta, sivri biber ve domatesle yapılan yemek.

    • MENENDİ: Eşi, benzeri.

    • MENGÜLT: Öküzleri behniye bağlayan ağaçtan yapılmış çubuk.

    • MENGÜRT: Yular görevini yapan halka ağaç.

    • MENTEŞE: Kapı tutmaya yarayan demir parçası (Bakınız ZERZEE).

    • MEREK (Ermenice MARAK): Ot konulan yer, ot yığınağından (Türkçe MEREK): Otluk, ot konulan üstü örtülü yer.

    • MERET: Aksi (adam).

    • MERTEK: Ahşap binayı ahırdan ayıran ağaçlar. Genellikle yağlı çamdan yapılan kabaca yontulmuş, düzlenmiş orta boyda kalın tahta. Mertekler, mezar örtülerinde ver yer evlerinde kirişler arasında kullanılır.

    • MESO(Ğ)/MESOO: Dedikodu, asılsız söz.

    • MESEHOR: Orta yer,orta avlu,orta çiftlik.

    • MESUDİYE (Halbrook): Mesudiye zırhlısını batıran savaş gemisinin bulunduğu, Mesudiye ilçesine kardeş kent olan Avustralya’da bir belde (Bakınız MELET HAMİDİYE).

    Melet, Melet derler, suyun bulanık

    Başın dumanlıdır, yüreğin yanık

    Yaman-i sazının telleri kırık

    Çalamam sevdiğim, derdim çok büyük. (Şükrü Yaman)



    • MEYMENETSÜZ/MEYMENETSİZ: Hayırsız, kimseye faydası olmayan.

    • MEZELENMEK: Ağzı öykünmek.

    • MEZERE (Arapça MESHERE): ZEHRE: Çiçek. Çiçekli yer, otlu yer. Yaylım yeri. Anadolu ağzında yaz başı otlakların ilk yeşerdiği dağ düzlükleri. Yöremizde ilkin bu yerlere, hava ısınınca da yaylaya çıkılır.

    • MEZETE GALASICA: Ellere kalasıca.

    • MEZMELE: Duvar yapımında kullanılan küçük taş kırıntıları.

    • MIH (Farsça MİH): Ulu, yüce. Anlam değişmesiyle; yapılarda kalın ağaçları birbirine bağlamada kullanılan büyük çivi (MIH-MUH).

    • MIHLAMA: Soğanlı kıyma yada pastırma üzerine yumurta kırılarak yapılan yemek.

    • MINDILIÇ: Yağmur yağdırmak için çocukların bir kukla yaparak köylüden yağ, bulgur toplayarak yemeleri.

    • MIRIĞI DÜŞMEK: Keyfi bozulmak.

    • MIRIH-K: Keyif.

    • MISMIL: Murdar olmayan.( Arapça) bismil’den bozma. Bismil, besmeleyle kesilen hayvan. Temiz. Mismilon.

    • MIŞAVARA/MÜŞAVERE: Karşı iki cins arasında arayı uydurmak.

    • MITIRIP: Cimri, eli sıkı.

    • MIYMINTI: Becereksiz (Bakınız SÜNEPE).

    • MIZGIÇ: Çabuk vazgeçen.Oyunda bozanlık eden.

    • MIZIHLAMAH-K: Oyundan vazgeçmek.

    • MİLAS (Eski Anadolu dilleri): MYLASSA’dan MİLAS: İ.Ö. İsa 3000 dolaylarında yerleşme yeridir.

    • MELASO/MELASSO/MELASSA/MİLASO/MİLAKSO/MELALAKSO (Bakınız MELET HAMİDİYE).

    • MİLE: Misketin diğer adı.

    • MİLE ve ENEK : Yöremizde oynanan çocuk oyunlarıdır.Düğmelerle oynanır.Düğmelere “Kopça” denir.Sedef kpçalar daha değerlidir.Sıra ile dizilen kopçalara uygun uzaklıktan taştan ya da camdan yapılmış mileler atılır.Kopçaya en yakın duran mile sahibi oyuna başlar.Elin iki parmağı arasıma alınan milelerle,diksıralanmışkopçalara nişan alınır.Kopçayı vuran onu kazanır.Vurdukça oyuna devam eder.Sonra ikinciye,üçüncüye sıra gelir.Kopçalar biticeye değin oyuna devam edilir.

    • MİNTO: Enik, it yavrusu.

    • MİTİL: Astar. Yatak kılıfı.

    • MİZELDEK-H/MEZELDEK: Ağır hareket eden.

    • MOBAL: Vebal.

    • MOBAL ATMAK : Verilen bir işi,bir sözü yerine getirmesi için görevli kılmak.

    • MODUL/MUDUL/NUDUL: Öğendire (üvendire)nin demir ucu.

    • MUALLAK-H: Boşta kalmış.

    • MUCMULUH: Obur.

    • MUCUR: Gödüğün ufağı.

    • MUCURUM : (Rumca) Özürlü,sakat. (Arapça) Mücrim.

    • MUDARA: Gereksinim duymak. İğreti. Sonu gelmek üzere, yıkılmaya az kalmış, dayanıksız.

    • MUDUL: Öğenderenin ucuna çakılan çivi.NODUL.

    • MUNDAR/MURDAR: Pis ve kötü şeyler için kullanılır. Kendiliğinden ölen, kesilmemiş etler için de söylenir.

    • MUŞMUK: Elle vurulan yumruk .Sevgi anlatmak amacıyla “Seni muşmuklarım” denir.

    • MÜKKEM: Sağlam.

    • MÜSEFLER: Çocuk oyunu.

    • MÜZEVİR: Söz taşıyan, ağzında laf duramayan (kişi).

    • NACAK (Farsça NEÇEK): Baltadan NACAK (Türkçe): Kısa saplı, küçük odun baltası. Kesici alet.

    Açıklama: Kaletepe Deresi adlı buluntu yeridir. Eski tabakalarında, Türkiye’de bugüne kadar pek çok yüzey araştırmasında bulunmuş olsa da Türkiye’de kazılmış Pakolitik Çağ buluntu yerlerinden sadece birkaçında tabaklanmış olarak bulunabilmiş olan Acheul kültürünün (Afrika Alt Paleotiği’nin ilk kültürü) tipik aletlerinden iki yüzeyliler (el baltaları) ortaya çıkarılmıştır. Yine aynı tabakalarda bulunan ve Afrika Acheul Kültürü’nün tipik aletlerinden olan nacaklar ise, Türkiye’nin bilinen ilk ve şimdilik tek nacaklarındandır (Cumhuriyet Bilim Teknik).

    • NADAS (Rumca NEATE): Dinlenmeye bırakılan yer, ekilmeyen topraktan NADAS. Anadolu’da konuşulan Rumca’dan geçerek NEATE/NATE/NATA/NATAS/NADAS olmuştur.

    • NAHIR : Hayvan sürüsü.

    • NASİBETSÜZ: Münasebetsiz. Düşüncesizce davranan.

    • NALÇA: Eskiden kundura (ayakkabı)ların alt ucuna (burnuna) köselesi erimesin diye çakılan demir.

    • NALÇAN: Nalbantların kullandığı küçük çekiç.

    • NAMTU: Küçük bıçak.

    • NARDENK : Erik,kızılcık gibi yemişlerden yapılan pekmez;sulu içecek.

    • NEME LAZIM: Bana ne.

    • NİNE: Torunu olan kadın, büyükanne.

    • NİZA ETMEK: Kavga, dövüş etmek. Tartışmak.

    • OBA (Eski Türkçe UBA): Düz yer, komşu, yaylak, konar-göçer yeri.

    • OCAK (Eski Türkçe): Ot. “Ateş” ‘ten ODAK/OCAK: Ateş olan yer, ateşlik. OCAK (ateş yakılan yer olması nedeniyle) ev, yuva anlamında da kullanılır. Mantar, madımak gibi bitkilerin toplu bulunduğu yer.

    • OCUMAH-K: Korkmak, ürkmek, çekinmek.

    • OĞALAMAÇ: Ayran veya sütle ekmek doğrayarak yapılan yemek.

    • OĞLAK (Türkçe): OĞUL ile AK’tan OĞULAK/OĞLAK: Küçük yavru, yavrucak. Halk ağzında genellikle keçi yavrusuna denir.

    • OĞLAN: Erkek çocuk.

    • O(Ğ)MAÇ: Un çorbasında unların yuvarlak hale getirilmesi.

    • OĞUL BALI: İlk bal veren arı, bal verecek duruma gelen arının verdiği ilk bal.

    • OĞUL VERMEK: Arıların çoğalması, ayrı bir kovan dolduracak niceliğe ulaşması.

    • OĞUL: Yeni doğan, yavru. Bey denilen dişi arıyla kovandan çıkan arı topluluğu. Oğul kovandan çıkınca yakın bir ağaç dalına üzüm salkımı gibi topluca sarılır. Arı sahibi (eskiden) teneke çalarak oğula ait arıların bir yerde toplanmasını, başka yere, başka kovana kaçmamasını sağlar.

    (Sandık Lekesi/Sema Kaygusuz):...Hanım, uzaklara dikti gözünü. Taa ötelerden baktı oğluna. Oğul...Bir kadının şakağındaki kirli kan damarı. Gerdanındaki gösterişli beşibiryerde. Bahçenin en ulu ağacı. Yarin gençliği oğul. Evdeki sessizlik, köydeki uğultu, tütün kokusu, ter ekşisi, toprak sevdası oğul. Karanfil Dağı’nın gölgesi, Ecemiş’in taşkın suları, keçiboynuzunun ağdalı tadı...Bir kadının dirsekli kaşı...Toroslar gibi delikanlı...”

    • OĞUNMAK : Acı içinde kıvranmak.

    • OĞURA GELME/UĞURA GELME: İnekler çiftleşme zamanı gelince azıtır, döl yatağından sümüksü bir sıvı sızar. Onu koklayan boğa, ineğe atlar (ineği döller). İneğin öküzle çiftleşme belirtisinin görülmesi olayına “oğura gelme” denir. Erkek çocuklar da atalarının soyunu sürdürdüğü için “uğurlu” diye sevilir. Kısır ineklere, kısır kadınlara “uğursuz” denir. Ekinlerin bol olduğu yıllara da “uğurlu yıllar” denir.

    • OĞUZ (Türkçe OĞ-OG): Kutluluk, güçlülükten OĞ-U-Z/OĞUZ/OGUZ. Güçlü, kutsal, sağlam, tosun. Öküzle eş anlamlı (Hint Ari dilleri) olduğu da söylenir. Yaffes’ten sonra Türklerin büyükbabası.

    Bir Türk kavmi. Türkmen. Her biri hayvanlarına vurdukları ayırt edici bir damgaya sahip yirmi iki koldan oluşan adları şöyledir.

    1-qınıq’lar(Kınıklar) 12- qara bölük’ler

    2-yayıq’lar 13- alga bölük’ler

    3-bayundur’lar 14- İgdir’ler. Iğdırlar

    4- ewe’ler. Yeve’ler 15-üreğir’ler. Yüreğir.

    5- salgurlar 16- tutirga’lar

    6- afşar’lar 17- ula yondluğ’lar

    7- begtil’ler 18- töger’ler. Döğerler

    8- bügdüz’ler 19-beçenek’ler. Peçenekler

    9- bayat’lar 20- çuvuldar’lar.

    10-yazgır’lar 21- çepni’ler

    11- eymür’ler 22- çaruqlug’lar



    Not : Bunlar temel alt kavimlerdir. Daha sonra bu alt kavmlerde alt kollara ayrılmaktadır. Bu alt kavimlerin adları eski zamanlarda onları var eden kurucu atalarının adlarından alınmıştır. Soylarının kökeni onlara dayandırılır.

    • OHA: Öküze hareket etmesi için seslenme. Kaba davranış karşısında söylenen söz.

    • OHLAVA/OKLAVA/OHLOĞ/OHLOO: Hamur açmakta kullanılan silindir biçiminde uzunca tahta değnek.

    • OK: Üç değişik anamda kullanılmaktadır:

        1. Yay ile atılan araç.

        2. Toprak, tarla gibi yerlerin üleştirilmesinde yetkililere düşen bölümü sağlamak için atılan ok, kalıtım bölünmesinde kalıtçılara düşen eş (Kaşgarlı Mahmut).Toprakta miras payı.

        3. Tarla sabanında kullanılan

    • OKUMAK: Halk ağzında OKU (Çağrı), davetiye. Düğüne çağırma (OKUMA). Düğüne çağırmakla görevli kimse (OKUYUCU). Bir toplantı için gönderilen çağrı (OKUNTU).

    • OKARI7UKARI : Yukarı taraf.

    • OLAMAN: Tuzlanmış ve deri tuluma bastırılmış peynir.

    • OLUH/OLUK: Değirmenin çarkına suyun akmasına yarayan üstü açık boru. Değirmen oluğu.

    • OLUUU: İp sıkacağı.

    • OMACA: Kesilen ağacın toprakta kalan kütük dibi.

    • OMUZLUK: Çatı direklerine çapraz çakılan ağaçlar.

    • ONATLAMA: Onarma, tamir etme.

    • ONMA/ONMAYASIN: “İyilik görmeyesin” anlamında ilenme sözü.

    • ONMAK: Gelişmek, büyümek, iyi duruma gelmek.

    • ONMAZ : İyileşmez

    • ORA: Uzak yer belirten işaret sözü.

    • ORAK-H (Eski Türkçe ORGAK’tan OR-G-AK/ORAK). ORAMAK (toprağı eşmek), ORAMAK (kesmek, hendek açmak), ORATMAK (kesip biçmek) anlamları vardır. Dilimize ORAMAK/ORGAK/ORAK şeklinde girmiştir. ORAMAK eylemini yapan araç anlamındadır. Ekin biçme aleti.

    • ORDU (Moğolca) ORTU/ORDO: Sürü, topluluktan ORTU/ORDU. Türk dilinde OR (yer), Uygurca ORTA/ORDU (sürü, topluluk ve konak, saray, ordu), Türkçe ORUN (görev yeri), Arapça (makam), Latince ORDO (birlik oluşturmak, düzen sağlamak).

    • ORMAN GÜLÜ/KARA AĞU/DELİBAL: Boyları 10 m kadar yükselebilne, kışın yaprağını dökmeyen, mavimsi pembe çiçekli bir ağaçcıktır. Zehirli bitki tanımına girer. Arılar çiçekleriyle beslendiklerinde “delibal” yaparlar. “Kara ağu” adı da verilir. Ayrıca kışın yapraklarını döken, sarı çiçekli ve çalı görünüşünde türleri vardır. Bunların da çiçeklerinden beslenen arılar delibal yaparlar. Bu türüne “sarı ağu” da denir. Gürgentepe yolunda bal satan Gürcü kocamanına rastladım, çeşmenin üstüne bal kavanozlarını sıralamış. Kiminde “delibal”, kiminde “akilli bal” yazıyordu. Niye böyle yazdın, diye sordum. Halk bilgesi tavrıyla, “Oğul” dedi, “bilesinki balın delisi insanı akilli yapar. Akıl herkeste var ama deliden akıl almaya bayılır insanoğlu”. Baba, başka faydası var mı, dedim. “Miden rahatsızsa bundan her sabah ye. Ama bir kaşık, fazla değil. Yoksa deli bir uyku sarar bedenini. Ayakların uyuşur, tutmaz olur.” Akıllı bala ne dersin, dedim. “Deli, akıllının yanında belli olur. Yazmasaydım okur geçerdin. Demek ki delilik iyi bir şey...” Bu toprakların değerini bilelim dostlar. Adamın delisi, balın delisi, suyun deli dolu akanı, dellenmek...hepsi para ediyor. Var mı böylesi?...





    Orman Gülleri




    • ORTA SOFRASI: Bir, iki kişi ile konuşulan dedikodu.

    • ORUH-K: Dövülmüş et, bulgur ve soğanla yapılan ızgara köfte.

    • ORUM : Bir tutam ot.

    • OSMAK: Acıkmak.

    • OSTIK: Küçük kalmış, büyümemiş.

    • OSMAK: Acıkmak.

    • OSUMA ÖLDÜM: Çok acıktım.

    • OŞT: Köpeği kovmak için söylenen söz.

    • OŞT KÖPEK: Aşağılamak, köpek yerine bile koymamak, önemsememek.

    • OT TOPLAYANLAR: Anadolu’nun her yöresinde kırsal kesim insanları farklı otları sofralarına getirir. Bu otlar, beslenmedeki tek düzeliğe önemli bir renk ve sağlık katar. Türkiye, 12.000 kadar tohumlu bitli ile çok zengin bir doğal mirası barındırıyor. Bu bitkilerin nasıl kullanıldığına ilişkin bilgilerin araştırılmasına “etobotanik” adı veriliyor. Tüketilen yabani otların bir bölümünün protein değerlerinin çok yüksek olduğu ve kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum gibi mineraller içerdiği görülmüştür. Ayrıca çoğu şifalı bitkiler olarak da değerlendirilir. Bitkinin nereden toplandığı önemlidir. Yol kenarlarından, fabrika yakınlarından toplanan bitkiler kurşun, civa gibi ağır metallar içeriyor. İlçemiz bu bakımdan farklı bir konumda. Genellikle yaylalarda topladığımız ısırgan ve kekik sağaltım bakımından çok önemlidir. Aslında Mesudiye’nin dağında taşında yetişen ve toplanan bilinçli olarak hastalık sağaltımlarında kullanılan bitkiler, doğal yaşamın en güzel, en sade ve en katıksız ürünleridir. Bu bakımdan topraklarımızın değerini bilelim.









    • OTURAKLI ADAM: Ağırbaşlı adam.

    • OYAN: Atın başına geçirilen dizgin ve süsler.

    • OYTUK-H: Kuytu yer.

    • OYULGAMAK: Dikişte gelişigüzel dikmek. Teğellemek.

    • ÖCEŞMEK/ÖÇEŞMEK: Yarışmak. Lades tutuşmak. Bir konu üzerinde kimin dediği olacak diye yarışmak. Bu yarışmada kazanana, kazanamayan bir ödül verir.

    • ÖDLEK-H: Korkak.

    • ÖDÜÇLEME: Ödünç alıp verme. Sırayla, belli ölçülerde süt alıp verme.

    • ÖDÜDLEME/ÖDÜTLEME: Hayvanlar sağılmadan önce yavrularının serbest bırakılarak analarını emmesini sağlanması.

    • ÖDÜNÇLEME: Yaylada sırayla birbirine süt verme. Peynir, keş yapılacağı zaman noksan sütü tamamlamak için sırayla süt verme işi.

    • Ö(Ğ)MEÇ/ÖVMEÇ/ÖYMEÇ/OVAMAÇ/OĞA-MAÇ: Yumurta ve yağla yapılan ekmek kavurması.

    • Ö(Ğ)NÜNDE ÖLMEK: Kurban olmak. Yapacağı işten dolayı çok sevincek olmak.

    • ÖĞÜN:

        1. Her dönem, her dönemde yapılan iş.

        2. Belli aralıklarla yenen yemek.Yemek vakti.

    • ÖĞÜR: Danaların ilk çiftleşme arzusu.

    • ÖĞÜR ALMAK: Hayvanın gebe kalması.

    • ÖĞÜRSEK: Hayvanlarda cinsel dürtüyle huysuzlanma.

    • ÖKLEMEK: Bağlamak.

    • ÖKSÖÖ(Ğ): Ateşte yanan odunun uç kısmındaki köz odun parçası.

    • ÖKSÜCEN TEKNESİ: Değirmende buğdayın konduğu tekne.

    • ÖKÜZ GÜTMEK: Öküzümün birinin adı Kara öküz, diğerinin ki Gır öküzdür. Babam komşu köy Mismilon’dan almıştı. Satan adam bu kadar zıt iki öküzü nasıl bulmuştur bilinmez. Kara öküzüm ağır başlı, efendi, her işi usulüne göre yapar, düşünceli, filozof değil ama o edayla hareket eden bir dosttur. Gır öküzüm tam tersi, ne yapacağını bilemezsiniz. Ekin kıyısında yayılıyor zannedersiniz, sizi takip eder, ona bakmadığınızı anlar ve ekinde yayılır. Görünce telaşla sınıra döner, uğraşamazsınız. Sevmek isterseniz, vurur. Okşarsanız, teper. Şımarıklığını da seversiniz ama kabullenmez. Yiğittir, güzeldir. Amma karnını doyurmak için her hileye başvuru. Olmazsa fırahtıyı yıkar, bostanı talan eder. Öküz bizdendir. Aileden biridir. Onu gütmek, doyurmak önemli bir uğraştır. (Gültekin Karahan)

    • ÖKÜZ KAKMASI: Öküzün öndekine vurması.

    • ÖKÜZ VURUŞMASI: İki öküzün birbirleriyle itiş kakışması, döğüşü.

    • ÖLÇERMEK: Sönmekte olan ateşi kuvvetlendirmek için karıştırmak.

    • ÖNDEL: Tarlalarda ekin biçinlerin sağ yanında giderek, çıkmı yaran kılavuz, öncü.

    • ÖNER: Ekin biçenlerin oluşturduğu sıra.

    • ÖNERBAŞI: Sıranın başı, bu sırayı sürükleyen kişi.

    • ÖÖ(NÜ)NDE ÖLDÜM: Sevgi anlamında sözcük (Bakınız SEBEBİM).Ne dersen yaparım.Yeterki sen hoş ol.

    • ÖRME: Kolandan ince ip örgüsü.

    • ÖREKE (Rumca RÖKA): İplik eğirme aracından RÖKA-RÖKE-REKE-ÖREKE: Kadınların yün, pamuk eğirmede kullandığı ucu çatal değnek. Dilimize Anadolu’da konuşulan Rumca’dan geçme.

    • ÖRK: Hayvanı çayıra çıkarıldığunda bağlandığı ucu kısa kazıklı ip.

    • ÖRKLEMEK: Hayvanı otlakta iple kazığa bağlamak.

    • ÖRÜ : Tarlalarda sele karşı yapılmış taştan set.

    • ÖRÜM (Türkçe ÖRÜ): Yer, alandan ÖRÜ-M/ÖRÜM: Yaylım, otlak. Özellikle hayvanların gece otlatıldığı alan. ÖRÜM YERİ: Sürülerin otlatıldıktan sonra dinlendikleri yer.

    • ÖRÜM YAYMA: Koyunu gece otlatma.

    • ÖRÜME ÇIKMAK: Hayvanların gece otlatılması.

    • ÖRÜZGER: (R)üzgar.

    • ÖSO(Ğ): Ucu yanan odun.

    • ÖTE GEÇE: Karşı taraf.

    • ÖTE(Ö)N/ÖTÖ(Ğ)N: Öteki gün. Geçen gün.

    • ÖTECE(Ğ)/ÖTEÇE/ÖTEGEÇE: Öbür taraf, karşı taraf.

    • ÖTÖÖN/ÖTEGÜN: Önceki gün.

    • ÖTÜREK: İshal olmak.

    • ÖVENDİRE (Türkçe) ÖĞENDİRE (Uyarıcı, kımıldatıcı, anımsatıcı’dan ÖĞENDİRE): Sığır sürmeye yarayan ucu sivri değnek (Bakınız ÜĞENDİRE).

    • ÖYMEK: Karıştırmak, yoğurmak.

    • ÖYKÜNMEK: Birisinin yaptığını aynen yapmak, taklit etmek.

    • ÖZEMEK: Yoğurt, pekmez gibi şeyleri suyla inceltmek.

    • ÖZENGİ: Eyerin iki yanında ayak konulan demir halka.ÜZENGİ: Bu sözcüğün kökeni uzun zamanlardan beri tartışmalara konu olmuştur.İran ve Hint sınırlarında bulunan ve V1.yüzyıl öncesine ait olan üzengilerin sadece sol kısımdan ibaret olduğu,sağ eşi bulunmadığını;bunların yalnız eğere yerleşmek için işe yaradıklarırnr,gereken sarsılmazlığı sağlayamadıklarını…çift olarak kullanılan demir üzenginin Çin kaynaklarına göre Göktürkler’in icadı olduğu… belirtiliyor.

    • PAÇİK: Dağınık.

    • PAÇUR: Çapaçul. Höllüm.Üstüne başına dikkat etmeyen.

    • PAÇUK : Ağaç kökü.Geniş anlamıyla “küçük çocuk”.

    • PADAR: Hartama çeliği.

    • PAĞAÇ/PAHAÇ: Fırında pişirilen mayasız bir tür küçük çörek.

    • PAH :Eğik olarak kesilmiş kenar ya da eğik duvar.

    • PAHIL: Kıskanç.PAHAL.İstememek ile kıskanmak arası.İster durumda olmak.Yapılan işten dolayı da kıskanmak.

    • PAHILLANMAK: Kıskanmak; kıskanma durumuna gelmek.

    • PAHILLIK: Elindeki olanakları başkalarından esirgemek. Hasetlik. Hasutluk.

    • PAHIRLANMAK: Yetersiz olmaktan dolayı sızlanmak, dertlenmek, acılanmak.

    • PAHLO(Ğ)A: Hamurun kıvrılarak yağda kızartılıp şerbetlenmesiyle yapılan tatlı.

    • PALDIM (Farsça PALDÜM):Semeri, eyeri, hayvanın kalçaları üstünde tutturan kayıştan PALDIM. Kuyruğun altından geçerek öne kaymaktan kurtaran ip, kayış.

    • PALTON KAYIŞI: At semerinde atın arka kayışı.

    • PALTUN: Eşek semerinin ileri kaymaması için kullanılan kalın kayış, kemer.

    • PAMPAL: Gür kız.

    • PANÇAK: Ağacın kökündeki emici kıllar.

    • PAPUÇ: Ayakkabı.

    • PARASI CEPTE OLMAK: Bir işe rıza göstererek hazır durumda olmak. Parasına değer kazandırmak. Parasını kullanma konusunda dikkatli ve hazır olmak.

    • PARÇA TİRŞE ETMEK: Parçalamak, dağıtmak.

    • PARPU: Tehlike.


    • Yüklə 0,75 Mb.

      Dostları ilə paylaş:
  • 1   2   3   4   5   6   7   8   9




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin