Türk edebiyatının islamiyet'ten önce ve îslamî dönem genel tasnifi içinde; Türk Halk Edebiyatı kendine has yerini almaktadır. Bu edebiyat



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə4/34
tarix12.12.2017
ölçüsü1,6 Mb.
#34567
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34

55

Koşuklar, genellikle 7'li hece vezniyle söylenmiştir. Oysa Aşık Tarzı Türk şiirinde koşma vezninin 7l'li kalıbıyla söylenir. Ama koşuklar da koşma gibi dörtlüklerle kurulur ve kafiye sıralanışı bakımından da fark yoktur. Nitekim aşağıda okuyacağınız koşukta kafiye düzeni şöyledir:



aaab/ ece b/ dddb ...

KIŞ ÎLE YAZIN ATIŞMASI

Kış yay bile tokuştı Kıngır közün bakıştı Tutuşkalı yakıştı Utgalı mat ograşur

Yay kış bile karıştı Erdem yayın kunştı Çerig tutup küreşti Oktagalı utruşur

KIŞ:

Kış yaygaru savlayur Er at menin tavrayur iğler yeme savrayur Et y in takı bekrişür



YAZ:

Tumlıg kelip kapsadı Kutlug yayıg tepsedi Karlap ajıın yapsadı Et yin üşüp emrişür

KIŞ:

Sende kopar çadanlar Kudgu singek yılanlar Düğ ming koyu tümenler Kudruk tikip yügrüşür



YAZ:

Senden kaçar sundılaç Mende tınar kargılaç Tatlıg öter sanduvaç Erkek tişi uçruşur

Günümüz Türkçesiyle

Kış ile yaz döğüştü, Düşman gözle bakıştı, Tutuşmak için yaklaştı;

Yenmek için uğraşır.

Yaz ile kış çekişti, Hüner yayını kuruştu, Asker tutup güreşti;

Karşılıklı oklaşır.

KIŞ:


Kış yaza karşı söyler Er, at benimle sertleşir, Hastalıklar iyileşir, Et ve beden pekleşir.

YAZ:


Soğuk gelip kapladı, Kutlu yazı kıskandı, Kar dünyayı kapattı;

Vücut üşüyüp titreşir.

KIŞ:

Sende çıkar çiyanlar, Sivri sinek, yılanlar, Binlerce on binlerce Kuyruk dikip koşuşur.



YAZ:

Çayır kuşu senden kaçar, Kırlangıçlar bende durur. Bülbül tatlı tatlı öter, Erkek dişi çiftlesin

56

KOŞUK


Öpkem kelip ogradını Arslanlayu kükredüm Alplar başın togradını Emti meni kim tutar

Tokiş içre unştım Ulug birle karıştım Tögüz atın yarıştım Aydım emdi al Utar

-'..r ı'•f ini iitiirdüm

A.-'.T.-"; ..'•..r. z kadırdım A-a»»ı c*"^ yüdürdüm Şua kaim om öter

Tapdu manga Hindi Emgek körü ulındı Kılmışınga ilendi Tutgun bolup ol katar

Keldi beni arturu Birdi ilin ertürü Munda kalıp olturu Bükri bolup ün büter

Başı aning alıktı Kanı yüzüp turuktı Baliğ bolup tagiktı Emdi anı kim tutar

Kanı akıp yoşuldu Kapı kamug teşildi Ölüg birle koşuldu Tugmuş küni üş batar ?

Günümüz Türkçesiyle

Öfkem geldi fırladını Arslan gibi kükredim Yiğitler başım doğradını Şimdi beni kim tutabilir?

Savaşta (ben de) vuruştum (Düşmanın) büyüğü ile çarpıştım Alnı akıtmalı at ile koşuşturdum Dedim: Şimdi al (bakalım ey) Utar

(Düşmanın) Koç yiğitlerim seçip ayırdım

Onların boyunlarım eğdirdim

Altın gümüşlerim yükletirim

Askerleri çok idi. Kim (yanp) geçer

(diye düşündüm)

Tapdu bana esir oldu Istırap çekti, canından bıktı Yaptıkları için ilendi Tutsak oldu, derdi arttı

Kalabalık bir ordu ile geldi Ülkesini vermek zorunda kaldı Çaresiz kalıp burada oturuyor Beli bükülmüş, sesi çıkmıyor

Onun yarası azdı

(Yarasından) kan aktı, ağıriaştı Yaralandı ve dağa çıktı Şimdi ona kim yetişebilir

Kanı akıp boşandı

Derişi (kabı) baştan başa deşildi

Ölülerle bir sayıldı

Doğan güneşi işte batıyor


4. Destanlar

Bir milletin tarihinde gerçekleşmiş, unutulması mümkün olmayan bir olay üzerine söylenmeye başlayıp gelişmesini asırlarca devam ettiren millî eserlere destan diyoruz.

57

Destanlar, bütün dünya edebiyatlarının en eski ürünleridir. Bu sebeple her millet, destanlarına her yönüyle millî eser gözüyle bakar. Destanların önemi, anlatılan olayların ve şahsiyetlerin gerçeğe uyup uymadığından değil, söylendiği dile ve o dili konuşan millete ait pek çok eski özelliği bünyesinde bulundurmasından kaynaklanır. Destanlar, tarihî olayların ve şahsiyetlerin tarihçi gözüyle değil, halkın gözüyle yorumlanmasıdır. Bu sebeple destanlarda her şey abartılır



Destan, edebî eserler içerisinde en uzun, en millî ve oluşması en zor olanıdır. Bu nedenle her milletin millî destanı yoktur. Millî destanın oluşabilmesi için şu şartların sağlanmış elması gerekir. Onlar da:

1. Destan çekirdeği elediğimiz çok büyük bir olayın gerçekleşmeli ve bu olaydan sonra da destanın gelişebilmesi için uzunca bir sükunet dönemi yaşanması gerekir.

2. Destan çekirdeği dediğimiz bu olayın (büyük bir savaş, salgın, deprem, sel baskını, kuraklık, toplu göç, büyük zafer...) gerçekleştiği zamanda söz konusu toplumun sosyolojik aşamasını tamamlayıp millet olma seviyesine ulaşması ve bu toplum içinden çıkan sanatçıların bu olayı şiirle ifade etmesi gerekir.

3. Bu şiirlerin varyantlaşma sürecinin başlaması gerekir. Bir başka ifadeyle şiirlere yapılan ekleme ve çıkarmalarla, ferdin malı olmaktan çıkıp anonim bir karakter kazanması gerekir.

4. Bir edebî eser olarak ortaya çıkmış olan bu millî destanın unutulmaması için usta bir şair tarafindan bir kompozisyon dahilinde derlenip yazıya geçirilmesi gerekir.

Türk tarihi, destan konusu olabilecek olaylar ve kahramanlıklarla doludur. Nitekim islamiyet öncesi Türk edebiyatı bir destan zenginliğine sahiptir. Ancak bu destanların orijinal tam metinleri elimizde yoktur. Çin, îran ve Arap kaynaklarında bazı parçalar bulunmakta; fakat bu parçalar sadece böyle bir Türk destanının yaşamış olduğunu göstermekte, fazla bilgi vermemektedir.

Demek ki, bir destanın günümüze kadar gelebilmesi onun unutulmadan yazıya geçirilmesiyle mümkündür. Bizim destanlarımız üzerinde böyle bir çalışma yapılmadığı için pek çoğu unutulmuştur.

Destanları, çeşitli Türk boylarında ozan, kam, saman, baksı gibi isimler verilen sanatçılar, ezbere biliyorlar ve çeşitli vesilelerle kopuz eşliğinde seslendiriyorlardı. Bu sanatçıların ayrıca dinî hüviyeti de vardı. Türk boyları arasında islamiyet'in yayılmasından sonra bu sanatçı tipi itibar görmediği için yavaş yavaş silinmiştir. Böylece destanların tamamını ezbere bilen ve her fırsatta bir şeyler katan sanatçılar da artık yetişmez olmuştur. Bu sebeple yazıya da geçirilmemiş olan destanlar unutulmaktan kurtulamamıştır.

58

Bugüne kadar gelen destanlarımız ise şu veya bu şekilde değişik kaynaklarda bir bölümüyle yer almış veya özetlenmiş biçimdedir. Bugün için haberdar olduğumuz belli başlı Türk destanları kronolojik sıraya göre şunlardır:



/. Saka Türklerine Ait destanlar

1. Alp Er Tonga Destanı

2. Şu Destanı

//. Hun-Oğuz Türklerine Ait Destanlar

1. Oğuz Kağan Destanı

Göktürk Destanları

1. Bozkun Destanı (Efsanesi)

2. Ergenekon Destanı

4. Uygur Türklerine Ait Destanlar

1. Türeyiş Destanı (Efsanesi)

2. Göç Destanı

5. Karahanlılara Ait Destanlar 1. Sanık Buğra Han Destanı

6. Kırgız Türklerine Ait Destanlar 1. Manas Destanı

7. islami Devirde Gelişen Bazı Destanlar

1. Cengiz Han Destanı (Cengizname)

2. Danişmend Gazi Destanı

3. Battal Gazi Destanı

4. Köroğlu Destanı

Şimdi tarihi Türk destanlarımıza metin olarak birer örnek vermeye çalışalım:

1. a. Saka Türkleri Destanlarından ŞU DESTANI

Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lügati't-Türk'te kaydettiği bu destan ilk bakışta Makedonyalı İskender (Zülkameyn)'in îran üzerinden Türkistan'a yaptığı sefer esnasında Şu'nun davranışlarını anlatıyor gibi gözüküyorsa da gerçekte destan çok daha eski tarihlere, yani milattan önce 12.-10. yüzyıllara çıkmaktadır. Muhtemeldir ki. İranlılarla sakaların Türkistan'da yaptıkları savaşlardan kaynağını alan bu destan, sonraki olaylardan, iskender'in Türkistan üzerine yaptığı seferlerden bazı hatıralar da alarak, islamiyetten sonraki Türk düşüncesinde de yoğrularak bu halini almıştır. Kaşgarlı, Türkmen kelimesinin izahında bu destanın bir bölümünü zabt etmiştir:

59

Zülkameyn (İskender), Semerkand'ı geçip de Türk ülkesine yöneldiği sıralarda Türklerin çok kuvvetli ve büyük ordusu bulunan Şu adında genç bir hakanları vardı. Balasagun yakınında Şu kalesini bu açmış ve bu yaptırmıştı. Her gün Balasagun'daki sarayının önüne beyler için üç yüz altmış nöbet davulu vurulurdu. Hakan Şu'ya Zülkameyn'in yaklaştığı haber verilmiş "Emriniz nedir, savaş mı edelim, ne buyurursunuz?" demişler; halbuki Hakan, Hoçant ırmağı'nın kenarına karakol kurmak, Zülkameyn 'in geçtiğini haber vermek için kırk tarhanı gözcü göndermişti. Bu kol, kimse görmeden gittiği için askerin haberi yoktu. Hakan yüreği pek duruyordu. Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. Sefere çıkıldığında birlikte taşınır ve içine su doldurulur; sonra kazlar, ördekler yüzdürülür idi. Kendisine



"Ne buyurulur, harp edelim mi?" denildiği zaman cevap olarak

"Şu kazlara, ördeklere bakiniz, nasıl suya dalıyorlar." demiş. Bunun üzerine orada bulunanlar hükümdarın savaş için hazırlanmadığı ve buradan çekilip gitmek niyetinde olmadığı zannına düşmüşler. Zülkameyn, Hoçant suyundan geçerek karakola gelir. Zülkameyn 'in geçtiğini bu gözcü karakol Hakana haber verir. Hakan hemen davullar çaldırarak doğuya doğru yürür. Halk, gitmek için hazırlık görmeyen hakanlarının savuşup gitmesi yüzünden ümitsizliğe düşer. Bir ürküntü, bir karışıklık olur. Binek bulabilenler hayvanın sırtına atlıyarak hakanın arkasından koşarlar. Karışıklıkla birbirlerinin hayvanlarını alırlar. Sabah olunca ordugah düz bir ova nalını alır. O sıralarda Taraz, îsbicab, Balasagun ve bunun gibi yerler yapılmamış idi. Onlar hepsi sonradan yapılmıştır. Oralar halkı göçebe idi. Hakan ordusuyla savuşup gittikten sonra orada çoluk çocuklarıyla yirmi iki kişi kalmıştı. Bunlar geceleyin hayvanlarını bulamamışlar ve savuşamamışlar idi. Bakalım yaren-lik var. işte bunlar o kimselerden ki kitabın baş tarafında adlarını söyledim. Hayvanlarının bölgelerini beyan ettim: Kınık, Salgur ve başkaları gibi. Bu yirmi iki kişi yayan çekilip gitmek, yahut orada kalmak üzere konuşurlarken iki kişi çıkagelir; bunlar ağırlıklarını sırtlarına yüklenmişler, yanlarına çoluk çocuklarını almışlardı. Ordunun izine düşerek gidiyorlardı, yorulmuşlar, terlemişlerdi. Bu yirmi iki kişi yeni gelen iki kişi île tanışırlar ve konuşurlar. Bu ikiler derler ki

"Zülkameyn denilen adam bir yolcudur. Bir yerde durmaz, buradan da geçer gider, biz de kendi yerimizde kalırız." Yirmi ikiler onlara Türkçe kal aç derler, aç kal demektir. Sonradan bunlara Kalaç denilmiştir;

asılları budur. Bunlar iki kabiledir. Zülkameyn gelip uzun saçlı ve üzerlerin-de Türk belgeleri bulunduğunu görünce sormadan onlarda Türk manend demiş, Türk'e benzer demektir, işte bu ad onlara bugüne kadar kalmıştır.

Türkmenler aslında yirmi dört kabiledir. Lakin iki kabileden ibaret olan Kalaçlılar bazı kerre bunlardan ayrıldıkları için kendileri Oğuz sayılmaz;

asıl olan budur.

60

Hakan Şu, Çin'e doğru geçip gitmiştir. Zülkameyn arkasına düşmüş idi. Uygurlara yakın. Hakan, Zülkameyn'e bir bölük asker gönderir. Zülkameyn de ona gönderir. Bu çarpışma Altım kan denilen bir dağda olmuştur. Bu gün Altım Han denir. Bunun üzerine Zülkameyn hakanla barıştı ve Uygur şehirlerini yaptı; bir müddet oralarda oturdu. Zülkameyn çekilip gittikten sonra Hakan Şu geldi, Balasagun'a kadar ilerledi. Kendi adını vererek Şu adındaki şehri yaptırdı. Oraya bir tılsım koydurdu. Bu gün leylekler o şehrin karşısına kadar gelirler, fakat şehri geçemezler. Tılsım bugüne kadar bozulmamıştır.38



6. a. Hun-Oğuz Kağan Destanı:

Oğuz Kağan Destanı; bir millî kahraman ve onun çevresinde gelişen olayları anlatılır. Destanın baş kahramanı olan Oğuz Kağanın büyük Hun Hükümdarı Mete olduğu sanılmaktadır.

Bu destan İslamiyet'in kabulünden sonra da gelişmesini sürdürmüştür. Destanın 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş metni. İslamiyet öncesi döneme aittir. Destanın 13. yüzyılda bir kere daha yazıya geçirildiğini görüyoruz. Bu varyantı ile ilki arasında önemli farklılıklar vardır. 13. yüzyıl yarısında destan, tamamen İslamî bir hüviyet kazanmıştır.

Oğuz Kağan Destanında tarihî olaylar ve mitolojik unsurları bir arada görüyoruz. Oğuz Kağanın Urum Kağan, Masar Kağan ve diğer komşularıyla yaptığı savaşlar destana tarihî bir değer kazandırmaktadır. Oğuz'un müşaviri olan Uluğ Türük'ün rüyasında gördüğü "altın yay", "gümüş ok", "Oğuz'a. yol gösteren gök tüylü, gök yeleli kurt" Türk destanlarında gördüğümüz mitolojik unsurlardan birkaçıdır.

Oğuz Kağan, gerek kişilik yönüyle, gerekse fizikî görünümüyle ideal bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır. Hem bir devlet adamı olarak, hem bir baba olarak, hem de bir eğitimci olarak destanlaştınîmıştır. Bunda Oğuz Kağanın gerçekte yaptığı hizmetlerin önemli bir yeri vardır. İlkel bir devirde Türk birliğini sağlamış olması, millet şuuruna eren bir toplum ortaya çıkarması devlet, zenginlik, güç kavramlarını halkına tanıtan ve bu zevki tattıran biri olması destan çekirdeğinin atılmasında çok önemli olmuştur.

Şimdi destanın bir parçasını vermeye çalışalım.

"Günlerden bir gün Ay Kağanın gözü parladı. Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri ela; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.

Bu çocuk, anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeğe başladı; kırk gün sonra büyüdü, yürüdü

61

ve oynadı. Ayaktan öküz ayağı gibi; beli kurt beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden ve gecelerden sonra yiğit oldu.



(Oğuz Kağan, halka eziyet eden, onların atlarını yiyen büyük bir gergedanı avlamak için yola çıkar. Bu arada bir geyik ele geçirir ve onu bir ağaca bağlayıp gider. Sabahleyin gelip baktığında gergedanın, geyiği almış olduğunu görür. Sonra bir ayı bulup onu da aynı yere bağlar. Sabahleyin gelip baktığında, onun da gergedan tarafından alındığını görür. Sonra ağacın dibinde kendisi durup bekler. Gergedan gelince onu kargışı ile öldürür ve başını keser.

Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan tanrı'ya yalvarırken gökten bir ışık iner. O ışığın içinde çok güzel bir kız görür. Onu eş olarak kabul eder. Sonra "Gün", "Ay", "Yıldız" adlarında üç erkek oğlu olur.

Yine bir gün ava gittiğinde bir ağacın kovuğunda başka bir kız görür. Oğuz Kağan onu da sever ve eş olarak alır. Bu esinden de "Gök", "Dağ", "Deniz" adında üç erkek oğlu olur.)

Sonra Oğuz Kağan büyük bir toy (ziyafet) verdi. Oğuz Kağan, halkı ça-ğınnca, ahali birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, tatlılar ve kımızlar vb. yediler içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beylere ve halka buyruk verdi ve:

Ben sizlerle oldum kağan,

Alalım yay ile kalkan,

Nişan olsun bize buyan (uğur)

Bozkurt olsun (bize) uran (savaş narası)

Demir kargı olsun orman,

Ay yerinde yürüsün kutan,

Daha. deniz, daha müren (nehir)

Güneş bayrak, gök kurukan (çadır).

dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan dört yana emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı:

Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerim kabul ederse, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ettiririm, dedi.

(Yine o zamanlarda. Oğuz Kağanın sağ yanındaki Altun Kağan ona itaat ederken sol yanındaki Urum Kağan itaat etmezdi. Oğuz Kağan bu duruma kızarak Urum Kağanın üzerine gider. Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın eteğine gelir. Çadırını kurup burada uyur. Tan ağarınca çadıra bir ışık girer. Bu ışığın içinden bir kurt çıkar. Bu kurt Oğuz Kağana:

62

"Ey Oğuz, sen Urum üstüne yürümek istiyorsun; ey Oğuz., ben senin önünde yürümek istiyorum." der. Bu kurt. Oğuz Kağan ve askerlerine yol gösterir. Oğuz Kağan îtil Mürenin kenarındaki bir kara dağın önünde Urum Kağanla. savaşır ve onu yenilgiye uğratır.)



Sonra Oğuz Kağan, askerleriyle "îtil" adındaki ırmağa geldi, îtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve

"îtil'in suyunu nasıl geçeriz? " dedi.

Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Bey idi. O akıllı r:r erdi. Gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç... O ağaçları kesti ve ^'.ı ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve:

Sen. burada bey ol; senin adın Kıpçak Bey olsun, dedi.

}:':<- derlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli

emek kun gördü O kurt, Oğuz Kağana:

"Şimdi. Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek halkı ve beyleri götür;

ben önden sana yol gösteririm." dedi.

(Oğuz Kağan ilerlemesine devam eder. Bu arada Oğuz'un ala atı. Buz Dağ'ın içine kaçar. Oğuz Kağan buna çok üzülür. Askerler arasındaki kahraman bir bey, atı bulmak için bu dağa gider. Dokuz gün sonra bulup getirir.)

Oğuz Kağan sevinçle güldü ve sen buradaki beylere;

"baş ol ve senin adın Kartuk olsun "dedi. Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi.

Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Oğuz Kağan da durdu ve Çadırını kurdurdu. Bu, tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya Çürçet diyorlardı. Büyük bir yurt idi; atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çöktü. Burada Çürçet Kağan ve onun halkı Oğuz Kağana karşı geldiler. Vuruşma ve çarpışma başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan yendi, Çürçet Kağanı mağlup etti, öldürdü ve Çürçet halkını kendisine tabi kıldı.

Ondan sonra yine bu gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vuruşmadan ve pek çok çarpışmadan sonra onları da aldı ve kendi yurduna kattı; onları yendi ve kendisine tabi kıldı.

Yine söylemeden kalmasın ve belli olsun ki. Oğuz Kağanın yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir a-damdı. Oğuz Kağanın nazırı idi. Adı Uluğ Türük39 idi. Günlerden bir gün

63

bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay, gün doğusundan ta gün batı-sına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok, ta kuzeye doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağana anlattı ve dedi ki;



Ey kağanım senin ömrün hoş olsun; ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğim hakikate çıkarsın. Tanrı, bütün dünyayı senin uğruna bağışlasın.

Oğuz Kağan, Uluğ Türük'ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve:

"Benim gönlüm avlanmak istiyor, ihtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız; sizler doğu tarafina gidin; Gök, Dağ ve Deniz; sizler de batı tarafina gidin." dedi. Ondan sonra oğullarının üçü doğu tarafina, üçü de batı tarafina gittiler.

Gün, Ay ve Yıldız, çok av ve kuş avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, o yayı üçe böldü ve

"Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar çıtın. " dedi.

Gök, Dağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi ve:

"Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun. Yay oku attı; sizler de ok gibi olun" dedi.

Ondan sonra Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Maiyetim ve halkını çağırttı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan, sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın tavuk koydu; altına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç Oklar oturdu. Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.

Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve

Ay oğullar kop men aşdum

Uruşgular kop men kördüm

Çıda bile kop ok atdum

Aygır birle kop yürüdüm

Düşmanlarımı ıglagurdum

Dostlarumm men kültürdüm

Kök Tengriye men ötetim

Senlerge bire men yurtum tep tedi.40

64

III. Göktürk destanlarından ERGENEKON DESTANI



Ergenekon destanının en önemli kaynağı hiçşüphesiz ki Reşidüddin'in meşhur Camiü't-Tevarih adlı eseridir. Reşidüddin bu efsaneyi tam manasıyla Moğollaştırmıştır. Bu eser Ebu'l-gazi Bahadır Han tarafından Şecere-i Türk adıyla dilimize çevrilmiştir.

Şimdi bu destandan da bir bölüm vermeye çalışalım:

"ilhan, Moğol (Türk) yurduna hakan olduğu zaman Tatar yurdunda da Sevinç Han hüküm sürmekte idi. ikisi de bir çağda (aynı yaşta) idiler. Aralarında vuruş (cenk) zuhur etmiş idi. Daima İlhan galip getirdi. Sevinç Han, Kırgız Hanına birçok hediyeler, adamlar gönderip türlü türlü vaadlerde bulunarak onu kendi tarafına aldı. O vakitler oralarda ahali çöktü. Ve bunların içinde de en kalabalık olan kabile Moğol (Türk) kabilesi idi. Ne vakit bir vuruş olsa düşmana Moğol (Türk) galip getirdi. Bütün illerde Moğol (Türk) oku etmeyen, kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bundan dolayı bütün kabileler Moğol (Türk)u kötülerler idi. Diğer kabilelere de elçiler gönderip onları da davet ettiler. Ve Moğollar (Türkler)dan öç alalım dedi. Hepsi birleştiler Moğol (Türk) üzerine yürüdüler. Moğollar (Türkler) çadır ve sürülerini bir yere yığip etrafına hendek kazdılar ve beklediler. Sevinç Han geldi. Savaş başladı. On gün cenk oldu. On günde Moğollar (Türkler) galip geldi. Sevinç Han, bunun üzerine bütün han ve beğleri toplayıp gizlice müzakere etti. Ve: "Biz bunlara hile yapmazsak halimiz haraptır." dedi. Ertesi günü şafakla çadırlarını kaldırıp kötü mallarını (sığır, koyun, at gibi hayvanlar) ve birtakım ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Moğolllar(Türkler) bunları kudretsiz kaldılar da kaçıyorlar zannederek arkalarından yürüdüler. Tatarlar dönüp savaştılar, bu sefer Moğollar(Türkler) mağlup oldu. Ordugahlarına gelinceye kadar onları kestiler. Mallarıyla beraber ordugahı da bütün zabt ettiler. Moğol(Türk)lerin çadırlarının hepsi orada olduğundan Moğollar(Türkler)dan bir tane bile aile kurtulamadı. Büyüklerini kılıçtan geçirdiler, küçüklerinin her birini bir kişi esir olarak aldı. Kalanlar efendilerinin kabilesinin adını aldılar. Bu suretle dünyada Moğol(Türk)dan eser kalmadı.

Sevinç Han Moğol(Türk)u yağma ettikten sonra memleketine dönmüştü. İlhan'ın oğulları bu muharebede ölmüşlerdi. Ancak en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan o sene evlenmişti. İlhan'ın kardeş oğullarından Nüküz de o sene evlenmişti. Bunların ikisi de savaştan on gün sonra bir gece atlanıp eşleriyle beraber kaçtılar. Savaştan önce ordu kurdukları yere geldiler. Düşmandan kaçıp gelen dört türlü mal deve, at, öküz ve koyun buldular. konusup dediler ki "Burada kalsak, bir gün olur düşmanlarımız bizi bulurlar. Bir kabileye gitsek etrafımız hep düşman kabilelerdir, îyisi mi dağlar arasında kimsenin daha yolu düşmemiş olan bir yere gidip oturalım." Sürülerini şurup dağlara doğru yürüdüler. Yabani koyunların yürüdükleri bir

65

yolu tutup tırmanarak yüksek bir dağın boğazına vardılar. Oradan tepeye çıkıp diğer yanına indiler. Oraları iyice kontrol ettiler. Gördüler ki geldikleri yoldan başka yol yoktur. Ve o yol da öyle bir yol ki bir deve ve bir keçi bin güçlükle yürüyebilirdi. Eğer biraz ayağı sürçse, düşer parça parça olurdu. Vardıkları yer geniş ve nihayetsiz bir ülke idi. içinde akarsular, kaynaklar, türlü türlü otlar, çayırlar, meyveli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. Bunu görünce Tanrı 'ya şükürler kıldılar.



Kışın mallarının etini yer, derilerini giyerler; yazın sütunu içerlerdi. Oraya Ergene Kon adını verdiler. Ergene'nin manası bir dağın kemeri, kon 'un manası demekktir. Orası dağın en yüksek yeri idi.

Burada Kıyan ve ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Kıyan'm oğulları öteki-ninkinden daha çok oldu. Kıyan'in oğullarına Kıyat, Nüküz'ün oğullarına Nüküzler dediler. Kıyan diye dağdan şiddetle ve süratle inen sele derler. ilhan'ın oğlu güçlü ve tez bir adam olduğundan ona bu ismi vermişlerdi. Kıyat Kıyan'in çoğul halidir. Bu iki kişinin nesilleri uzun bir süre Ergene Kon'da kaldılar. Çoğaldıkça çoğaldılar. Kabileler meydana geldi. Her aile urug namıyla bir oymak teşkil etti.

Dört yüz sene sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunun üzerine aralarında konuştular: "Babalarımızdan işitirdik ki Ergene Kon 'un dışında geniş ve güzel bir memleket varmış, atalarımız orada otururlarmış. Tatar baş olup başka kabileler kavmimizi kınp, yurdumuzu almışlar. Arilk Tanrı 'ya şükür, düşmandan korkarak dağda kapanıp kalacak halde değiliz. Bir yol bulup bu dağdan göçüp çıkalım. Bize dost olanla görüşür, düşman olanla savaşırız." dediler.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin