Türk edebiyatının islamiyet'ten önce ve îslamî dönem genel tasnifi içinde; Türk Halk Edebiyatı kendine has yerini almaktadır. Bu edebiyat



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə8/34
tarix12.12.2017
ölçüsü1,6 Mb.
#34567
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   34

Kutadgu Bilig, isminden de anlaşılacağı gibi (kut-ad-gu bil-ig) insana iki dünyada da mutlu olabileceği doğru yolu göstermek amacıyla yazılmıştır. îçe içe kavramlar olan insan, toplum, devlet üçlüsünün birbirleriyle ilişkilerinde gerekli olan zihniyet, bilgi ve ne olduğu ve bunların ne şekilde elde edileceği, nasıl kullanılacağı vb. hususlar üzerinde durmaktadır.

Bütün bunlar dört sembolik şahısla anlatılmaktadır. Eserde Kün Togdı adlı hükümdar kanun ve adeleti. Ay Togdı adlı vezir saadeti. Ay Toldi'nın oğlu Ögdilmiş aklı ve ilmi, Odgurmış adlı zahid ise hayatın sonunu simgelemektedir.

102


Eser mesnevinazım biçimiyle ve aruzun fa'ülün/fa'ülün/fa'ül kalıbıyla yazılmış olup 6645 beyitten ibarettir.

Kutadgu Bilig'in bu gün için bilinen üç nüshası vardır: Biri Viyana, biri Kahire biri de Taridstam'ın Fersana şehir kitaplığında bulunmaktadır. Viyana nüshası Uygur harfli, diğerleri ise Arap harfleriyle yazılmıştır.

Günümüz Tarifçesiyle bu eserden birkaç örnek vermeye çalışalım:

HÜKÜMDARIN AY TOLDrYA SORUŞU

Hükümdar tekrar dedi: "Sözün ne kadar taydaşı ve ne kadar zaran vardır; bana izah et."

AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI

Ay Toldı dedi: "Sözün faydası büyüktür; söz yerinde kullanılırsa kulu yükseltir.

Söz sayesinde kara yerdeki mavi göğe yükselir ve baş köşeye geçenlerden olur.

Eğer dil söz söylemesin! bilmezse, mavi gökte olanı yere indirir." HÜKÜMDARIN AY TOLDPYA SORUŞU

Hükümdar yine dedi: "Söz ne zaman çok ve ne zaman az addedilir? Bunu da bana izah et."

AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI

Ay Toldı dedi: "Fazla söz, sormadan söylenip, insanı usandıran sözdür. Az söz ise, sorulduğu zaman söylenen ve bir ihtiyacı karşılayan sözdür.

Dilini güzel sözle süsleyen ve onun yüzünü açan şair bu vadide şöyle bir söz söylemiştir:

Sözü güzel ve iyice düşünerek söyle; ancak sorulduğu zaman söyle ve kısa kes.

Çok dinle, fakat az konuş; sözü akıl ile söyle ve bilgi ile süsle." HÜKÜMDARIN AY TOLDPYA SORUŞU

Hükümdar dedi: "Bu sözü de anladım; bir sorum daha var, onu da saklama söyle.

Sözün doğrusunu kimden dinlemeli ve sözü kime söylemeli; bunu bana anlat."

AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI

Ay Toldı dedi: "Sözü bilenden dinlemeli ve sonra bilmeyene söylemelidir.

Gerekli sözü büyüklerden dinlemeli ve ona göre hareket etmeleri için küçüklere söylemelidir.

103

Çok dinlemeli, fakat sözü birer birer söylemeli; bilgili, hakîm bana böyle dedi.



Çok söylemekle insan alim olmaz; çok dinlemekle alim baş köşeyi bulur.

İnsan, dilsiz de olsa, bilgili olabilir; fakat sağır olursa, bilgiyi elde edemez."

3. EDiB AHMED YÜKNEKÎ

Hayatı, kişiliği ve çalışmaları hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Bildiklerimiz Eserinde kendi anlattıklarıyla ve bu esere sonradan başkalarının yaptığı ilavelerle sınırlıdır. Bu ilavelerde verilen bilgiler genellikle efsanevi bir özellik göstermektedir. Bu da Edip Ahmet'in halk tarafindan çok yüceltildiğini ölümünden sonra da efsaneleştiğini göstermektedir.

Hakkında eksik ama en doğru bilgiyi yine kendisi vermekte ve eserinin bir yerinde şöyle demektedir "Adım Edip Ahmet, sözüm edep ve doğruluktur. Bu kitabı ben gidince sözüm kalsın diye yazdım. Bunu okursan bana dua etmeyi unutma!"

Edip Ahmet'in elimize geçmiş olan tek eseri Atabetü'l Hakayık'tır.

Atabetü'l Hakayık, hakikatlerin eşiği anlamına gelmektedir. 12. yüzyılda Türkistan'da yazılmıştır.

Bu eser de Kutadgu Bilig gibi eğitici bir eserdir. Eserde dindarlığın faziletleri, ilmin önemi, nefs terbiyesi, cömertlik, tevazu, kibir... gibi kavramlar üzerinde durulmuş okuyucu iyi ve güzel olana teşvik edilmiştir.

Görülüyor ki, îslamiyetin Türkler tarafindan kabul edilmesinden sonra çok sayıda dini ve ahlakî eser yazılmıştır. Kutadgu Bilig ve Atabetü'l Hakayık bu eserlerden yanlızca iki tanesidir.

Karahanh Türkçesi (Doğu Türkçesi) île yazılmış olan Atabetü'l Hakayık 14 bölüm halinde düzenlenmiştir; Eserin tamamı 484 mısra tutarındadır. Eserin nazım birimi dörtlüktür. Sadece giriş bölümü beyitlerle yazılmıştır.

Atabetü'l Hakayık da Kutadgu Bilig gibi aruz vezninin faulün/ faulün/ faulün/ faul kalıbıyla yazılmıştır. Ancak nazım birimi beyit değil dörtlüktür.

Eğitici- öğretici bir eser olan Atabetü'l Hakayık'ta da Türk gelenekleri ve dini inançlar üzerinde durulmuştur. Nitekim aşağıda okuyacağınız dörtlüklerde, doğruluğun önemi ve konuşma adabı anlatılmaktadır. İnsanın hemen benimsemesi gereken bu güzel özellikler ve davranışlar Türk geleneklerinde de vardır. Atasözlerimizde de bu kavramlar vurgulanmıştır.

"Az söz erin yüküdür, çok söz hayvan yüküdür."

"iki dinle bir söyle."

"Boşun sesi çok çıkar."

"Olgun başak başım eğer."

"El yarası geçer, dil yarası geçmez."

Daha pek çok atasözümüzde konuşma adabı ve doğruluk dile getirilmiştir.

104

"Yalancının mumu yatsıya kadar yanar."



"Ok gibi doğru ol. "

"Doğruluk hazinedir."

"Kimseye doğrudan yar. yalandan yarar gelmez-"

Gibi atasözlerimizde de doğruluğun bir başka boyutu anlatılmaktadır.

Edip Ahmet de bu hasletlerin toplumumuzca kişide öteden beri aranan bir hal olduğunu vurgulamakta, atasözlerimize konu olduğunu belirtmektedir.

"Bu söz eskiden söylenmiş bir meseledir."

Ahmed Edib'in Atabetü'l-Hakayık adlı eserinden günümüz Türkçesiyle birkaç örnek vermeye çalışalım:

Dinle, bilgili ne diyor:

Edeplerin başı dili gözetmektir;

Dilini muhafaza altında tut, dişin kırılmasın;

Eğer muhafaza altından çıkarsa, dişini kırar.

Boşboğaz adam, akıllı olur mu? Bu boşboğazlık ve ağız gevşekliği çok basları yedi. insanı dili ile kızdırma; bil ki, ok yarası kapanır, Fakat dilin açtığı yara kapanmaz.

Sefih adamın dili, kendi başının düşmanıdır;

Birçok adamların kanı dilleri yüzünden döküldü.

Çok konuşanlar arasında pişman olan çoktur,

Dilini muhafaza altında bulunduranlardan pişman olan kim var?

Yalan söyleyen adamdan uzak dür, kaç;

Sen ömrünü doğruluk ile geçir. Ağzın ve dilin ziyneti doğru sözdür;

Sözü doğru söyle dilini süsle.

Doğru söz, bal ve yalan söz, soğan gibidir;

Soğan yeyip, ağzı adlandırma; bal ye. Yalan söz, hastalık ve doğru söz, şifa gibidir;

Bu söz eskiden söylenmiş bir meseldir.

Doğru ol, doğruluk yap ve adın doğruya çıksın;

insanlar seni doğru olarak bilsinler;

Eğriliği bırakıp, doğruluk libasını giy, Elbiselerin en iyisi, doğruluk libasıdır.108

105


4.AHMETYESEVÎ

Tasavvufi düşüncenin Türk dünyasına yayılmasında Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Dini Tasavvufi Türk Edebiyatının başlamasında en çok hizmeti geçen ve Türk düşünce tarihinde önemli bir yeri olan büyük bir Türk mutasavvıfıdır.

Ahmet Yesevî 11. yüzyılın sonlarında Batı Türkistan'ın Sayram kasabasında doğmuş ve 1166'da Yesi şehrinde ölmüştür.

Türk dünyasında ilk hoca olarak da tanınan Hoca Ahmet Yesevî hayatının sonuna kadar islam tasavvufünun hizmetinde oldu. Yesevîye tarikatını kurarak pek çok talebe yetiştirdi. Bu müridlerin bir kısmı çeşitli sebeplerle Anadolu'ya geldiler ve Anadolu'nun her tarafına dağıldılar. Horasan üzerinden geldikleri için bunlar Horasan Erenleri olarak tanındılar. Yesevîye tarikatı Anadolu'ya da uzanmış oldu ve çeşitli kollara ayrıldı. Bu tarikatlar Anadolu halkının manevîyatında çok etkili oldu. Adeta Anadolu yeniden ve kesin olarak fethedildi.

Ahmet Yesevî'nin şiirleri(hikmetleri) Dîvan-ı Hikmet adıyla bir araya getirilmiştir. Hikmetlerde îslamiyetin ve tasavvufi düşüncenin esasları, güzel ahlak, kıyamet halleri gibi konular üzerinde durulmuş, peygamberlerin mucizeleri ve evliyaların menkıbeleri anlatılmıştır.

Ahmet Yesevî'nin hikmetlerden başka bir de Fakr-nam adlı başka bir eseri daha vardır. Bu eser de tamamiyle didaktik mahiyettedir, özellikle bu eser, tasavvufun temelini teşkil eden dört kapı kırk makamı en güzel bir şekilde anlatmaktadır. Ayrıca onun en önemli eseri de yetiştirdiği talebeleridir.

Ahmet Yesevî 13. yüzyıldan itibaren Anadolu sahasında gelişmeye başlayan Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının Türkistan'da ilk örneğini vermiştir.

Ahmet Yesevî Türkistan'da yaşadı ve orada öldü. Ama talebeleri onun düşüncelerini Anadolu'ya taşıdılar. Horasan üzerinden Anadolu'ya gelen bu talebelere Horasan Erenleri de diyoruz. Türk düşünce tarihinde ve Türk edebiyatında ayrı bir yeri olan İslam tasavvufünu Anadolu halkına anlatan ve sevdiren Ahmet Yesevî'nin talebeleri olmuştur.

Hoca Ahmed Yesevî'nin Divan-ı Hikmet'inden Günümüz Türkçesiyle birkaç örnek vermeye çalışalım:

1. Aşkın kıldı şeyda beni,

Cümle alem bildi beni,

Kaygım sensin dün ü günü,

Bana sen gereksin sen.

106


2. Gözüm uçtan seni gördüm,

Hep gönülü sema verdim,

Akraba terkini kıldım,

Bana sen gereksin sen.

3. Söylesem ben dilimdesin,

Gözlesem ben gözümdesin,

Gönlümde hem canandasın,

Bana sen gereksin sen.

4. Feda olsun sana canım,

Döker olsan benim kanan,

Ben kulunum sen sultanım,

Bana sen gereksin sen.

5. Gillere dünya gerek,

Akitlere ukba gerek,

Vaizlere minber gerek,

Bana sen gereksin sen.

6. Cennete girem cevlan kılam,

Ne hürlara nazar kılam,

Onu bunu ben kılam,

Bana sen gereksin sen.

7. Hace Ahmed'dır benim adım,

Dün ü günü yanar odum,

İla cihanda ümidim,

Bana sen gereksin sen.

5. SÜLEYMAN HAKİM ATA

Ahmet Yesevî'nin Türkler arasında en tanınmış üçüncü halifesi Süleyman Hakim Ata'dır.1" O, ibret veren hikmetli sözleriyle tanınan bir Türk sufisidir. Halifeleri ve menkabeleri hakkında da etraflı bilgiye sahibiz. Halam Ata Harezm bölgesinde halkı irşadla görevliydi. Bu görevinde epeyce bir süre kaldı. Diğer halifelerden önce öldü ise de tarikate mensup müridlerin büyük bir çoğunluğu onun etrafında toplandı. Eşi geleneğe göre Hükümdar Buğra Hanın kızı Anber Ana idi. Rivayete göre H. 852 (M. 1186-87)de vefat etti, Akkurgan'da defnedildi.

107

Süleyman Halam Ata, Hatun Ata Menkabesi adını taşıyan bir menkabeler kitabı sayesinde Kuzey Türkleri arasında asırlardan beri yaşaya gelmiştir.



Menkabeye göre Süleyman Hakim Ata çocukluğunda okula giderken başka çocuklar gibi Kur'an'ı boynuna asmaz, eliyle alttan tutup hürmetle başının üstünde götürürdü. Okuldan çıkıncca da yüzünü okula, arkasını eve verip dönerdi. Bir gün Hoca Ahmed Yesevî mescid eşiğinde otururken bu hali gördü, hoşuna gitti. Hoca'nın ve anasının rızasıyla Süleyman'ı Kur'an okutmak için yanına aldı. On beş yaşına geldikten sonra, Hoca'ya mürid oldu.

Bir gün Hızır Aleyhisselam, Hoca'ya misafir gelmişti. Hoca yemek pişirmeğe bir miktar odun getirmek için çocukları yolladı. Odunlar gelirken müthiş bir yağmur başladı. Gelen odunlar hep ıslaktı. Yalnız Süleyman, elbisesini çıkarıp odunları sardığı için onun getirdikleri kuru idi. O sayede diğer odunlar da yandı. Hızır Aleyhisselam odunlarının neden kuru kaldığını Süleyman'a sordu. O da sebebini anlattı. Hızır bunu pek beğendi ve çocuğa:

"Bundan sonra adın Halam olsun." dedi. Sonra mübarek tükürüğünden ağzına bıraktı. Süleyman'ın içi nur doldu. Hızır,

"Haydi durma, feyz izhar et!" dedi. Hakîm Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler, manzumeler söylemeğe başladı.

Kurban bayramında birgün Hoca Ahmed Yesevî'nin tekkesinde 99. 000 şeyh hep hazırdı. Hoca imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakîm Ata, solunda Süfî Muhammed Danişmend vardı. Namaz esnasında Hoca'dan bir ses çıktı. Cemaat "imamın abdesti bozuldu." diye imama icabetten vaz geçtiler; lakin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakîm Ata tereddüt etmeksizin ona uydu. Süfî Muhammed de Hakîm Ata'ya bakarak devam etti. Nihayet selam verildikten sonra Hoca dedi ki:

"Ben bunu sizin suluktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa o ses benden değil; belime soktuğum ağaç parçasından çıktı; anlaşıldı ki benim bir tek müridim, bir de yarım müridim kemale gelmiş; diğerleri hep nadanmış." Bunun uzerine Hakîm Ata'ya emretti:

"Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır." dedi. Ertesi sabah seher vakti Hakîm Ata, gelen deveye binip salıverdi. Deve, Türkistan'dan doğuya doğru yürüdü. Horasan şehrinin batısında Bî-neva Arkası denen yere geldi, durdu. O kadar zorladılar, kalkmadı, bağırdı; bundan dolayı o yere Bakırgan dediler. Deve durunca Hakîm Ata indi. Orası Buğra Hanın at sürüsünün otladığı bir yerdi. Yılkıcılar (at sürücüleri) onu buradan kovmak istediler.

"Ben dervişim, bir yere gitmem!" dedi. Sonra ellerindeki, at sürdükleri deyneklerle hücum ettiler. Hakîm Ata oradaki ağaçlara:

108

"Bunları tütün!" diye emretti. Ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, diğer ikisi kaçarak olup biteni Buğra Hana anlattılar. Han, bu habere pek memnun oldu:



"Üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. Demek memleketimizde bir er peyda oldu!" dedi. İşi araştırmak için Abdullah Sadr diye birini gönderdi. Abdullah Sadr, gelen dervişe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Yesevî müridlerinden Hakîm Süleyman olduğunu anladı. Yılkıcıların niye ağaçta kaldıklarının hakikatinı sezince, ağaçlardan

"Böyle yapan böyle olur!" sadası geldi. Bu dervişin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, dönüp Hana haber verdi. Buğra Han bu dervişin rızasını celb için Anber adü çok güzel bir kızını ona verdi; ayrıca da birçok deve, koyun, at gönderdi. Hakîm Ata bunları kabul etti. Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid ve mu'tekid idiler hakîm Atanın şöhreti dört tarafa yayıldı.

Hakîm Atanın Anber Anadan üç çocuğu oldu: Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca. Bunlardan ilk ikisini Carullah Allame Şeyh adlı pek meşhur bir alimden ders okumak üzere Harezm'e gönderdi. Onlar orada birçok kerametler göstererek, etraflarına yüzlerce mürid topladılar. En küçüğü olan Hubbî Hocaya gelince bu her gün atına binip dağlarda, kırlarda dolaşır, geyik avlar ve onları babasına getirirdi; bununla beraber Hakîm Ata, bu küçük oğlunun manen ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyordu.

Birgün garip bir vesile ile bu yönünü anladı: Ata'nın Cunuk vilayetinin Taradigan kasabasından Şeyh Sa'at adlı bir müridi vardı. Ata onu çağırdı, o dakikada koşup geldi. Biraz sonra Hubbî hocayı da çağırdı. Biraz geç geldi ve babasına adeti üzere bir geyik getirdi. Oğlunun hemen gelmeyişi canını sıkmıştı. Bunu anlayan Hubbî Hoca, gecikmesinin sebebini anlattı:

"Muhit-denizi'ndeki iki gemi batıyordu, benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum için geç kaldım." dedi. Babası buna inanmadı.

"Eğer inanmazsanız, tamam beş ay sonra buraya on bin altun şükrane getirecekler, o zaman görürsünüz!" cevabını verdi. Hakikaten de öyle oldu;

parayı getiren adamların hepsi, Hubbî Hocaya mürid oldular.

Süleyman Hakîm Ata oğlunun vefatına çok üzüldü, onun derdiyle bir çok hikmetler söyledi. Kendisi de vefat ettikten sonra Amuderya nehri taştı, Bakırgan şehrini su bastı, Hakîm Atanın türbesi üstünden kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; fakat türbenin nerede olduğunu kimse bilmedi. Nihayet Hakîm Atanın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca adlı biri onun merkadini buldu, üstüne alî imaret yaptı. Her taraftan ziyarete koştular.

109

Süleyman Hakim Ata'nın Bakırgan Kitabi'ndan birkaç örnek vermeye çalışalım.



Hakk'dan nida söylendi "Arş'a kadem bas" dedi

(M. /34) Hakk yadını koymadı dilinden müdam dedi ya

(H. /105)

Korkar mısın Tanrı'dan yaman günah işlerden

Görün Huda'nın işini, mihman eder Resul'un Görmek için dîdarını, Hazretine seslendi ya

Asilerin işi düşvar, anda göremez dîdar Azab kılacak Cebbar yeri Cehennem dedi ya

Ferman gönderdi Settar: "nalını çıkarma zinhar Nalın ile ayak bas, tozun kalsın" dedi ya

Resul dedi: ya Settar, Rahm kılıcı Gaffar Ol Ugan'yn heybet ile hüküm kılacak

Ebedi baki ol ügan 'im kendi kalacak

Mü'min kullar inliyor Hakk yadım koyar mı Gece gündüz Rabbm senasın söyleyip hergiz duyar mı

Korkuyorlar Tamu ateşi heybetinden Ümidim var La- teknate rahmetinden Rahmetullah adlandırılan Türbesi'nden Bulur muyum ya Rab seni dilesem ben

Ya Rab! sen affet ben asinin günahını Buyurup ver bana ahiretin penahını

110

Türk kültür dünyasının en önemli, en değerli ve başta gelen şaheseri hiç şüphesiz Dede Korkut Kitabıdır. Fuat Köprülü'nün ifadesiyle söyleyecek olursak: "Türk edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut Kitabını



öbür kefesine koyarsak, sonuncusu ağır basar." Eserin orijinal adı Kitab-Dede KorkudAla lis&n-ı Ta'ife-i Oğuzan adını taşımaktadır.

Kitaba adını veren Dede Korkut'un hayatı hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye sahip değiliz. Dede Korkut Kitabi'nın giriş kısmından ve hikayelerden elde edebildiğimiz bilgilere göre Oğuzların Bayat boyundan olup 600 yıl kadar ömür sürmüş bir Türk bilge tipidir. Bugün Türk dünyasının değişik coğrafyalarında mezarları (makam, türbe vs.) bulunan Dede Korkut'un adı bütün hikayelerde 73 defa yer almaktadır. Hikayelerin kimisinde yalnızca ad olarak geçerken, kiminde de hikayenin sonunda gelip boy boylar, soy soylar, üçüncü hikayede ise bizzat kahraman olarak yer alır.

Dede Korkut Hikayelerinin bugün için bilinen iki nüshası bulunmaktadır. Bir söylenti halinde olmak üzere sayın Mertol Tulum'un bulup üzerinde çalıştığı ifade edilen üçüncü bir nüshadan bahsedilirse de bugüne kadar herhangi bir yayın yapılmadığı için bu nüsha için bir şey söyleyemiyoruz.

Dede Korkut Hikayelerinin birinci nüshası Almanya'nın Dresden şehri Kral Kütüphanesinde bulunmaktadır. Eser ilk defa Javop Reyşke (1716-1774)'nin dikkatini çekmiş, ancak konunun uzmanı olmadığından Şehzade Korkud ile ilgili bir yazma olarak kayıtlara geçirmiştir. 19. yüzyılın başlarında aynı kütüphanedeki yazmaları düzenleyen H. O. Fleischer eseri bilim alemine tanıtmıştır. Eser bilim alemine gerçek anlamıyla 1815 yılında Heinrich Friedrich von Diez tarafından tanıtılmış. Tepegöz hikayesini de Almancaya çevirmiştir. Bu nüsnada 12 hikaye bulunmaktadır.

Dede Korkut Hikayelerinin ikinci nüshası Vatikan Cumhuriyetinde Vatikan Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Ettore Rossi 1950 yılında bu nüshayı ilim alemine tanıttı. 15. yüzyılda istinsah edildiği anlaşılan bu nüshada 6 hikaye yer almaktadır. Dresden nüshası gibi bunun da aynı nüshadan istinsah edildiği tahmin edilmektedir. Eser üzerinde yabancı bilim adamlarının yanışını Muharrem Ergin, Orhan Saik Gökyay, Saim Sakaoğlu vd. bilim adamlarımız da çalışmışlardır.

Dede Korkut Kitabı'nin mukaddime kısmından bir bölüm:

Bismillahirrahmanirrahim

Resul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. Ne derse oturdu. Gaipten türlü haberler söylerdi. Hak Taala onun gönlüne ilham ederdi.

111

Korkut Ata söyledi: Ahir yananda hanlık tekrar Kayı'ya geçecek. Kimse ellerinden almayacak, ahir yanan olup kıyamet kopuncaya kadar.



Bu dediği Osman neslidir, iste şurup gidiyor. Ve daha nice buna benzer söz söyledi.

Korkut Ata Oğuz, kavminin müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ataya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi.

Dede Korkut söylemiş: Allah Allah demeyince işler düzelmez, kadir Tanrı vermeyince er zenginleşmez. Ezelden yazılmasa kul başına kaza gelmez, ecel vakti ermeyince kimse ölmez. Ölen adam dirilmez, çıkan can geri gelmez. Bir yiğidin kara dağ yumrusunca malı olsa yığar, toplar, talep eyler, nasibindenfazlasını yiyemez. Gürüldeyip sular taşsa deniz dalmaz. Kibirlilik eyleyeni Tanrı sevmez, gönlünü yüce tutan erde devlet olmaz. El oğlunu beslemekle oğul olmaz, büyüyünce bırakır gider, gördüm demez. Kül tepecik olmaz, güveyi oğul olmaz. Kara eşek başına gem vursan katır olmaz, hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, er meydanına kıymayınca adı çıkmaz- Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur. Oğul da neylesin baba ölüp mal kalmasa. Baba malından -ne fayda başta devlet olmasa. Devletsiz şerrinden Allah saklasın hanım sizi!

Dede Korkut bir daha söylemiş: sert yürürken cins bir ata namert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Calip keser öz. kılıcı namertler çalınca çalmasa daha iyi. Çalabilen yiğide ok ile kılıçtan bir çomak daha iyi. Misafiri gelmeyen kara evler yıkılsa daha iyi. Atın yemediği acı otlar bilince bilmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızınca sızmasa daha iyi. Baba adını yürütmeyen hayrat oğul baba belinden inince inmese daha iyi, ana rahmine düşünce dogmasa daha iyi. Baba adını yürütünce devletli oğul daha iyi. Yalan söz bu dünyada olunca olmasa daha iyi. Gerçeklerin üç otuz on yaşım doldursa daha iyi. Üç otuz on yaşınız dolsun. Hak size kötülük getirmesin, devletiniz devamlı olsun hanım hey!

Dede Korkut bir daha söylemiş, görelim hanım ne söylemiş: gittikte yerin otlaklarını geyik bilir. Yeşermiş yerlerin çimenlerini yaban eşeği bilir. Ayrı ayrı yolların izini deve bilir. Yedi dere kokularını tilki bilir. Geceleyin kervan göçtüğünü çayır kuşu bilir... Erin ağırını hafifini at bilir. Ağır yüklerin zahmetini katır bilir. Nerede sızılar var ise çeken bilir. Gafil başın ağrısını beyni bilir. Kolca kopuz yükselti, elden ele, beyden beye ozan gezer. Erin cömerdini, erin cimrisini ozan bilir. Karsınızda calip söyleyen ozan olsun. Azıp gelen kazayı Tanrı savsın hanım hey!".

GENCEL! NİZAMÎ îran sahasında, dünya çapında ün kazanmış mümtaz bir şahsiyettir. Mesnevî biçiminin mucitlerinden sayılan Nizamî, gerek çağdaşları ve gerekse kendinden sonra gelenler tarafından övülmüştür. Bu şeref belki de hiç kimseye nasip olmamıştır.

Nizamî hakkında pek çok eser yazılmakla birlikte onun gerçek kimliği tam olarak ortaya konulabilmiş değildir.

Nizamî, Genceli'dir. Orada doğup büyümüş, orada kemale ermiş ve orada vefat etmiştir. Hatta Gence'den dışarı çıkmamıştır da denilebilir. Ancak bazı tezkireciler onun Kum'da doğup büyüdüğünü, sonradan Gence'ye gittiğini kaydederlerse de bu düşüncenin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.

Ne tarihçiler, ne de tezkireciler Nizamî'nin doğum tarihini kesin olarak gösterebiliyorlar. Yalnız Hamsesinm birinci bölümü olan Mahzen-i Esrarın bazı beyitlerinden ve diğer eserlerindeki kayıtlardan onun 533 (M. 1138/1139) ile 540 (M. 1145/1146) arasında bir zamanda doğduğu tahmin edilmektedir.

Şairin esas adı îlyas. Nizamî ise mahlasıdır. Babasının adı Yusuf’tur. Nizamî'nin ölüm tarihi de kesin olarak bilinmemektedir. 599 (M. 1202/1203) ile 602 (M. 1205/1206) arasında vefat ettiği sanılmaktadır. Kabri Gence'dedir. Kabri, Gence'nin Ruslar tarafından işgaline kadar bir ziyaret mahalli idi. İşgalden sonra kabir harap bir hal aldı. Bu duruma üzülen Azerbaycan'ın bazı kadirşinas şahsiyetleri Kabri Gence şehir merkezine taşıyıp ona layık bir merkad yaptılar.

Nizamî, henüz çocuk denecek yaşta anne ve babasını kaybetmesine rağmen mükemmel denilebilecek seviyede bir eğitim almıştır. Zamanın bilimlerini öğrenmekten başka genç denilebilecek yaşta Arapça öğrenmiş, edebi kültürünü de geliştirmiştir. Bu arada seyr ü sulukunu tamamlayarak kendini büsbütün hikmet ve ilahiyata vermiştir, îrfan ve riyazattaki aldığı mertebeden dolayı ona Şeyh Nizamî de denilmiştir. Takva sahibi sünnî bir müslüman olmakla birlikte İran geleneklerine de sıkı sıkıya bağlıdır.

Nizamî'nin şairlik kudreti oldukça yüksektir. Avfi Kazvinî, Devletşah, Aleşgede müellifi gibi tezkire sahipleri ve Hafız, Canü gibi büyük üstadlar onu gelmiş geçmiş bütün iran şairlerine tercih ederler. Onun karşısına Sadî ve Firdevsî'yi çıkarabiliyorlar.

113

Nizamî, sanatın her alanında üstaddır. Bilhassa didaktik ve lirik türlerde en nadide, en mükemmel örnekleri vermiştir. Teşbih ve istiareleri parlak, manzum ve nükteleri orijinaldir. Mübalağanın çeşitli misallerini o da vermişse de bunlar soğuk değildir. Zevkle okunan şeylerdir. Eserlerinden şekil, mana ve güzellik birbiriyle yarış eder. iran edebiyatının en büyük temsilcilerinden sayılan Molla Camî gibi bir şahıs dahi Nizamî'nin eserleri karşısında aciziyetini açıkça ifade etmekten kaçınmamıştır. Camî, hamse'ye yazdığı şerhin sonunda şu itirafta bulunur; "Nizamî'nin 350 beytini hatmedemedim. Kıyamette onu bulacağım ve o beyitlerin hailim rica edeceğim." Hamsesim pek çok taklit eden olmuştur.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin